İnsanın en büyük düşmanı egosudur, Kapitalizm bu zaafı ustaca kullandığı için hala egemendir.
Ve “Kapitalizm Ego-Manyak canavarı yarattı.”
Ben, sadece ve hep ben, insanın alt egosu, kapitalizm e en uyumlu noktası. Toplum, çevremiz, doğa, hayvanlar yani ben in içinde yer aldığı bir dünya, insanın doğasında birde “süperego” su vardır: hayatın tümü. İnsanın süperegosu alt ego “id” ile kesintisiz, sonsuz bir savaş içindedir.
Kapitalizm insanın ilkel doğasına hitap etmektedir sadece; bilinç, onur ve vicdan gibi
üst benlik kavramları kapitalizm e direkt tümden ters düşmektedir.
İnsanın hiç değişmeyen değiştirelemeyen bir özü var mı?
Anne rahminde, strese dayalı annenin salgıladığı hormonlara bile tepki veriyoruz oysa.
İnsan doğuştan bu kadar açgözlümüdür, yoksa sistem mi bu kadar açgözlü hale getiriyor insanları.
Devletin var oluş amacını üretim araçlarının sahibi, bu zengin azınlığın statüsünü korumak ve ihtiyaçlarını karşılamak olarak görmeliyiz.
Para ve paranın sağladığı güce sahip olmanın verdiği, ego şişkinliği, yine sahip olduğunuz paranın miktarı kadar yada o an harcadığınız miktar kadar size gösterilen hürmet ve verilen değer karşılığında ego tatmini…
Cahil, eğitimsiz, yeteneksiz, ezik kişişerin diğer insanlardan daha fazla paraya ( kuralsız, ahlaki olmayan, kriminal), sahip olma açlığı…
Kapitalizm ve Şizofreni :
Filozof Gilles Deleuze ile psikanalist ve politik eylemci Felix Guattari’nin ilk ortak çalışmaları Anti-Oedipus: Kapitalizm ve Şizofreni I 1972 yılında yayınlanmıştır. 1960’ların sonu ve 1970’lerin başında Parisli entelektüel çevrelerde egemen olan psikanaliz öğretilerine, özellikle Oedipus karmaşası olarak bilinen çağdaş sofuluk biçimine saldırı niteliği taşır.
1.Dönemin Olayları
ABD’de 1968 olayları birden olmamış. Uzun bir sürecin sonucunda gelişmiştir. Avrupa’da 68 hareketinin eylemcileri iş sınıfı ve üniversite öğrencileri iken ABD’de alt kültürler, öğrenciler ve siyahlar olmuştur. Avrupa’da işçi sınıfının etkisiyle sınıfsal temeldeyken ABD’de ırksal bir temele de dayanmıştır. Vietnam savaşının 1967’de kızışması sebebiyle öğrencilerinde askere gitmesi kararlaştırılmıştır. Bu gençlerin ölmesi ve ruhen veya fiziksel anlamda sakatlanması anlamına geldiği için öğrenciler bunu kabul etmemiştir. Bu nedenle bugüne kadar ki en büyük barış hareketi Vietnam savaşı muhalefetiyle gerçekleşmiştir. 1950 yılında ABD’nin siyasal/ideolojik tarihinin köksüzlüğünün de bir sonucu olarak toplumdaki gücü öteden beri genellikle entelektüel çevrelerle sınırlı olmuş/olan sola karşı sistemli bir saldırı başlatılmış, birçok sanatçı ve aydın ya birbirini ihbar etmek zorunda kalmış ya da ülkeyi terk etmiştir. Siyasi terörün doruk noktasına çıktığı bu dönemde gençlere ‘’Suskun kuşak’’ adı verilmiştir. Savaş karşıtı hareket sadece öğrencilerin radikalleşmesini sağlamamış aynı zamanda hippie’lerin ve diğer alt kültürlerin harekete geçmesini sağlamıştır. 1968 hareket 1969 ve 1970 yıllarında da devam etmiş ve iki önemli olay yaşanmıştır. Bunlardan biri 69 yılının ağustosunda düzenlenen Woodstock konseridir. Bu konser karşı kültür hareketinin zirvesidir. İkinci olay ise 69 yılının ekim ayında düzenlenen dev barış yürüyüşüdür. Bu olay ise militer barış hareketinin zirvesidir.
İtalya’da 1950’den başlayarak 1960’ın sonuna kadar kapitalist üretim tarzının modernleşmesi için uğraşılmıştır. ’’Marshall Planı’’ uygulamaya konulmuş ve yalnızca iktisadi değil siyasi olarak da değişim yaşanmıştır. Savaş yıllarında aktif direniş sergileyen sol hareketi daha çok önem kazanmış ve bu durum ABD’nin çıkarlarına uymadığı için ABD solun önem kazanmasını istememiştir. Ortaya koyulan bu yardım planıyla İtalya’nın iktisadi yapısı düzelmiş ve fakat siyasi olarak değişime uğramıştır. İtalya’da 1950 yılında yapılan atılım 1960 yılında durma noktasına gelmiştir. Ekonomide tıkanma ve bunalımlar olmuştur. Bu bunalım sanayide büyümeyi durdurmuştur. Enflasyon ve işsizliğin artmasına ücretlerin azalmasına neden olmuştur.
1968’in en derin yaşandığı yer Fransa olmuştur. Toplumsal yaşam nasıl kısa sürede durduysa kısa sürede eski haline gelmiştir. Buna toplumbiliminde devrim denmektedir. 2. Dünya Savaşını izleyen ve 1960’ların başına kadar olan dönemde en önemli gelişme İngiltere’den sonra sömürgecilikte ikinci olan Fransa’nın sömürdüğü devletlerin bağımsızlıklarını kazanmasıyla olmuştur.
2.Sigmund Freud ve Psikanaliz
Psikanaliz tekniğinin kurucusu olarak tanımlanmaktadır. Üç büyük materyalist bilim insanlarından olarak gösterilmektedir. Hiç şüphesiz bu üç büyük materyalist bilim insanı Marx, Freud ve Nietzsche’dir.
Psikanalizin ana kavramsal aracı olan iskelet sürekli değişmese bile sistemin içindeki temalar değişmiştir. Mesela dürtü kuramı değişmiştir ama psikanalitik düşünmenin nasıl olduğu, nasıl yapılması ve yeni gelen nesillere aktarılması değişmemiştir. Freudyen analizin en büyük katkısı hiç şüphesiz bilinçdışı ile ilgili olan analizlerdir. Psikanalitiğin gelişmesinde ve onarılmasında özellikle Fransa’da bulunan Lacan’ın etkisi büyüktür.
Freud’a göre bilinçdışı kavramının en önemli durumlarından biri bilinçdışı süreçlerin gerçeklerden bağımsız olmasıdır. Bilinçdışı süreç zaman algısından kopuktur ve bilinçten daha hareketlidir. Bilinçdışında haz ilkesi geçerliliğini korumaktadır oysa psişik aygıtta gerçeklik ilkesi vardır. Bilinçdışı haz ilkesinden dolayı boşalım ve doyum isterler ve bu sebeple bilinci yıpratırlar. Freud’a göre her düşünce önce bilinçdışında şekillenir ve sonra bilinçte ortaya çıkar. Bilinç hoşuna gitmeyen birçok eğilimi sansür vasıtasıyla tekrar bilinçdışına gönderir. Bunlar bastırılmış bellek izlerini oluşturur. Bilinçdışının kanıtlanması gerekli koşullar yerine getirildiğinde bilinçöncesinin bilince çıkmasıyla anlaşılmıştır. Bu bir anlamda ‘’hatırlama’’ hareketidir. Bilinçdışında hiçbir şey silinemez veya unutulamaz. Edim hataları, şakalar ve rüyalar bilinçdışıyla ilgili önemli bilgiler verir. Psikanaliste göre hiçbir nedensiz veya tesadüfi değildir.
Psikanalizin gelişiminde en önemli noktaya sahip olan rüyalar ve rüyaların yorumudur. Freud analize gelen kişilerin serbest çağırışım yoluyla rüyalardan bahsettiğini fark etmiş ve bunların semptom olduğunu keşfetmiştir. Bu anlamda rüya analizi önemli bir yer tutmuştur. Doğal-pozitif bilim rüyaların incelenmesini manasız bulmuştur. Çünkü rüyalar gözlem ve deneyle sınanamaz. Ayrıca rüyalar tam olarak hatırlanamaz. Fakat Freud’a göre rüyaların açık seçik olanı da vardır. Hatta bir çok tarihsel kişilik gördüğü rüyalara göre hareket etmiştir. Freud buna biraz daha mistik bir yorum getirerek uyumanın uygarlığı dışlamak olduğunu söyleyecektir. Şöyle ki uyuduğumuz zaman üstümüze örtü almamız veya anne karnında bulunduğumuz pozisyona geçmemiz gibi nedenlerle uyumak yeniden doğuşu temsil eder. Uyuma sürecinde zihinsel aktiviteler gerçeklik ve oluşum düzeyinde farklı bir seyir izlemektedir. Rüyalar görsel imgelerden oluşmakta olup rüyalardaki her bir imge bir gösterge olarak düşünülmelidir. Rüyalar bilinçdışında olduğu gibi mantık-dışıdır. Rüyaların genel kurgusunun anlaşılmasının zorluğunun nedeni dil ile anlatılmak istenmesidir. Freud’a göre rüyanın gerçek anlamını rüyayı gören kişi bilmektedir. Yalnızca bilmediğini ifade eder ama sadece gerçeği bildiğini bilmez. Rüya gerçek değildir. Sadece rüyayı gören kişinin bilmediği bir gerçekliğin ikamesidir. Hatırlanan rüya bilinçdışının çarpı bir ikamesidir. Freud çocukların rüyalarının rüyalar hakkında çok şeyi belli ettiğini söylemiştir. Çocuklar rüyalarında son iki günde gerçekleşmeyen arzusunu görmektedir. En genel amacın bu arzuların giderilmesi olduğunu önemle belirtir.
Edim hataları sadece hasta insanlarda görülmez. Aynı zamanda sağlıklı insanlarda da görülür. Dil sürçmesi edim hatalarından biri olarak düşünülmüştür. Edim hatası yazarken ve okurken de görülebilir. İşitmesinde herhangi bir sıkıntı olmadığı halde yanlış anlayabilir. Aynı tür olguların başka bir biçimi unutmadır. Normal şartlarda aklınıza direkt gelebilecek bir şey bir anda unutulabilir ve hatırlanmayabilir. Bunlar genelde geçicidir ama süreklilik gösterebilir. Çok iyi tanıdığı bir arkadaşının adını hatırlayamaz ya da yapmayı niyetlendiği bir şeyi unutabilir. Kişi yorgunsa edim hatası yapabilir. Freud bunu yok saymaz.
Bastırma işlemi Freud analizinin anahtar kavramıdır. Psikanalizin kurumsal alt yapısı bastırma teorisi üzerine şekillenmiştir. Bastırma bireyin amacından zorla vazgeçtirilmesi anlamına gelir. Bastırılmış her şey bilinçdışında saklanır. Rüyalarla ve nevrotik semptomlarla bilinçdışına çıkar. Bilinç her zaman süperegonun sözcülüğünü üstlenir. Bundan dolayı süperegoya itaat eden bilinç dürtüleri eleştirir, red eder ve üzerinde yapılacak her türlü değişikliğe boyun eğdirir. Bu dürtüler hiçbir zaman görünmüyorsa bastırılmaya uğrandığı düşünülmüştür.
Dürtü klasik psikanalitik yazılarda “organizmayı bir amaca yönelten enerji yükünü içeren dinamik güçler” şeklinde tanımlanmaktadır. Dürtü kuramını iki ana kategoriye ayırmışlardır. Bunlar ölüm ve yaşam dürtüleridir. Dürtülerin en önemli özelliği doyum içerisinde olmasıdır. Dürtüler dışarıya çıkmak ister. Dolayısıyla haz ilkesine göre çalışırlar. Örneğin açlık bir dürtüdür. Eğer açlığımızı doyurmazsak açlık dürtüsü doyuma ulaşamaz. Bu nedenle dürtüleri iki ana kategoriye ayırmıştır. Yani yaşam ve ölüm dürtüsü. Freud’a göre en önemli dürtü ölmeme dürtüsüdür. Yani Freud’a göre insan ölmeme eğilimindedir. Dürtü bilinç alanına çıkamaz. Bilinç düzeyine dürtüyü temsil eden düşünce kategorisi geçer. Freud cinsel dürtüyü “libido” olarak tanımlamıştır. Libido dürtü olmasından ötürü cinsel arzuyu serbestleştirmeye çalışır. Freud çocuklarda sapıklığa yakın gelişimler gözlemlemiştir. Bebek bir çok nesneyi ağzına götürür, kendisi dışında her şeyi kendisi kılmak ister, sürekli olarak ilgi ister ve arzular. Bebek annesinin memesini emmiyorsa ağlar ve kendi parmağını veya dilini emer. Anne memesinin emmesi cinsel yaşamın başlangıç noktasıdır. Sonraki cinsel doyumların eşi benzeri olmayan bir prototipidir.
Kız ve erkek çocuğunda oedipus karmaşası farklı bir şekilde cereyan eder. Temel fark fallik dönemde aşk nesnesinin oluşmasıyla ilgilidir. Standartlaşmış oedipal söylemde her bir çocuk karşı cinse karşı libinal yatırım içine girmiştir. Erkek çocuk anneyi cinsel nesne olarak seçmiştir ve baba düşman olarak görülür. Freud bunun kadınlarda daha farklı olduğunu düşünmüştür. Çünkü kadınlar cinsel organın erkek cinsel organından farklı olduğunu fark ettiği zaman durumlar değişir. Ve kadın kastre edilmiş olarak var olmaktadır. Kız çocuklarında kastrasyon süreci Oedipal karmaşa ile başlarken erkek çocuklarında kastrasyon süreci ile Oedipal karmaşa sonlanır.
Kastrasyon karmaşası ise şöyle açığa çıkmaktadır. Erkek çocuk en başta bütün herkesin cinsel organını kendisi gibi zanneder. Daha sonra böyle olmadığını fark eder. Kastrasyon karmaşası cinsel organına yönelik bir tehditle erkek çocuğun düşlemlerini ve enseste yönelik arzularını bastırmaya çalışır. Kastrasyon tehdidi çocuğun bu zararlı fantezilerini ortadan kaldırmaya çalışır. Daha çok babadan gelen bu tehditler üstbenin oluşumuna da zemin hazırlamaktadır. Bütün bu kaygılar bilinçdışında gerçekleşir. Sonuncu zamanda erkek çocuk yasanın sesine kulak verir ve cinsel nesnesi olarak seçtiği anneden vazgeçer. Çünkü vazgeçmediğinde cinsel organının kesileceği kaygısına kapılır. Kız çocuğu zaten erkek çocuğunda bulunan cinsel organdan yoksun olduğunu düşünür. Erkek çocuğunun cinsel organını görünce aniden iğdiş olduğunu düşünür ve erkek çocuğunu cinsel organını kıskanır. Kız çocuğu annesi dahil bütün kadınların organlarının kastre edildiğini düşünür. Bu nedenle annesine kin besler. Anne sevgisi yerine baba geçer.
Freud’un psikanalizinin en önemlilerinden biri de benlik yaklaşımıdır. Benlik 3’e bölünür. Bunlar altbenlik, benlik ve üst-benliktir. Benliğin en karakteristlik işlevi alt benlikten gelen dürtüleri kontrol etmektir. Benlik deney ve düşünce ile dürtüleri ve içgüdüsel gerginliği amaca uygun bir şekilde kontrol etmektedir. Benlik dış dünyanın kontrolüdür. Kontrol edemeyeceği bir şey ile karşılaştığı zaman kaçma eğilimi gösterir. Benlik dürtülerin taleplerini istediği gibi yürütme olanağına sahiptir. Ancak her eylemin bir bedeli vardır. Yerine getirilmeyen, arzusunun nesnesine ulaşamayan her türlü dürtüsel oluşum, bastırılarak bilinçdışının malzemesini oluşturur ve bilinç alanına geçmeye çalışır. Ego ile id arasındaki en büyük fark egonun sentez yapabilme ve bütünleştirme özelliğidir. İd ise mantıksal değildir. Üst benliğin oluşumu ebeveyn kurumunun başarılı bir örneği olduğunu vurgular. Üst benlik üç işlemi barındıran bir yapı olarak tanımlanır. Bunlar kişinin kendisini gözlemi, vicdan ve idealdir. Freud’un bilinç haritasında ego parçalanabilir bir şeydir. Ruh hastaları bu bağlamda parçalanmayı gösterir.
3.Lacan ve Psikanalizin Onarımı:
Lacan’ın psikanaliz hakkındaki ilk önemli girişimi Ayna evresi üzerine olan görüşleriyle olmuştur. Bu kapsam 6 aylık bir çocuğun kendisini aynada görmesiyle bir şempanzenin kendisini aynada görmesini kıyaslamıştır. Bu karşılaştırmada Lacan şempanzenin aynadaki imgesiyle ilgilenmediğini fark etmiştir. Çocuk ise tam tersi aynadaki imgesiyle bir iletişim kurmuştur. Lacan bu deneyiminde egonun ilk oluşumunu gördüğünü söylemiştir. Egonun imgesel bir içeriği vardır. Ancak Castroiadis’in bakışına göre Ego imgesel içeriğine ek olarak yinede toplumsal bir üretimdir. Ayna evresi deneyi Cogito merkezli düşünce geleneğiyle uyuşmaz. Lacan bütün çalışmalarında Kartezyen düşünceyi eleştirmiştir. Ayna evresinde çocuğun imgesini fark etmesi imge tarafından kandırılmasıdır. Lacan bu durum dramatik olarak açıklar. Çocuk imgenin tutsağı olmuş ve bundan kaçamamıştır. Ego kendi ontolojik varlığını inşa ederken, aslında kendi kandırılmışlığını üretmektedir. Egonun kurucu niteliği yabancılaşmaktır. Ego gelişirken ortaya bir yaratık çıkarır. Bu yaratık ona yakındır ama aynı zamanda uzaktır. Dolayısıyla ego o yaratıkla her zaman muhattap olmak zorundadır. Ondan kaçamaz.
Lacancı psikanaliz Freud’u takip etmiştir. Fakat yeni yaklaşımlar ortaya koymuştur. Bunlardan en önemlisi dil ve psikanalitik bağlamdır. Kültürel sistemi analiz etmek için dil sistemi üzerinde çalışmak gerekmektedir. Strauss bu bağlamda “kültürel davranışın, seremonilerin, dinsel törenlerin, akrabalık ilişkileri, evlilik kanunları, yemek pişirme yöntemleri, totemik sistemlerin bileşenlerini, instristic veya discrete kendilikler olarak değil, bir dilin fonemik yapısına benzer şekilde yapılandıran her birinin sahip olduğu karşıtlaştıcı ilişkilerinin bileşenlerini algılamaya girişmiştir.” Hemen her toplumsal örgütlenme tarzında evlilik kurumu görülür. Strauss’un ilkel toplumlardaki söylenleri analiz ederken kullandığı yöntem, Freud’un rüyaları yorumlama yöntemiyle benzerliği olduğu söylenebilir. Aynısı olduğunu söylemek bir hatadır çünkü Strauss’un yapmak istediği bir insan topluluğunda oluşan ortak pratiklerin arkasındaki bilinçdışının ortaya çıkmasını istemektedir. Bu kapsam Strauss bütün toplumlarda ensest tabusunun olduğunu ortaya koymuş ve nerede bir toplum varsa orada ensest tabusu olmak zorundadır demiştir. Lacan Strauss’un her kültürün bir yasa gerektirmesi yaklaşımından etkilenmiştir.
Sasussurecü dilbilimin temel argümanı dil bir sistemdir ve parçaları dışarıdan bir gerçeklik tarafından değil, sistem içerisindeki kendi konumlarından oluşmaktadır. Beedham’a göre Saussure’in teorisi bir anlam teorisidir ve göndergesel dil teorisine karşıt bir konumdadır. Göndergesel dil teorisine göre dil gerçeklikten sonra oluşmuştur. Beedham’a göre Saussure’in dil anlayışı bunun karşısında oluşmuştur ve dilin kendi gerçeklik rejimi olduğunu söyler.
Lacan’ın dil üzerine çalışmaları sürekli gelişim göstermiş olup dört ana gruba ayrılmaktadır. İlkinde akıl hastalıklarının dil açıklanmadan açıklanamayacağını öne sürmüştür. İkinci döneminde ise Lacan dilin toplumsal yasaları taşıyan bir araç olduğu düşüncesine ulaşmıştır. Üçüncü döneminde bilinçdışının bir dil gibi yapılandığının iddiasını ortaya atmıştır. Dördüncü döneminde Lacan ‘’ Lalangue’’ diye bir kavram ortaya atar. İletişimsel olmayan özellikleri ifade etmek için geliştirilmiştir. Lacan’a göre bilinçdışı ötekinin söylemidir. Lacan ötekinin bilinçdışında ne kadar önemli olduğunu söylemektedir.
Freud’un üçe ayrılan psişik aygıtı yani id, ego, süper egonun benzerini Lacan üçlü aygıt olarak ortaya koymuştur. Bunlar Simgesel, İmgesel ve Gerçekten oluşmaktadır.
4.Deleuze Ve Guattari Ve Psikanalizin Yıkımı:
Deleuze ve Guattari’nin 1972’de yazmış olduğu eser bir çok kesim tarafından derin sarsıntıya yol açtı. 1972’den 8 yıl sonra Bin Yayla eseri yazıldı ve bu kitap ile arasında bağlantılar bulunmaktadır. İkili karşıtlıklar üzerine kurulu olan Anti-Oedipus’un argüman hattı, Bin Yayla içerisinde yapısköküme uğratılmaktadır. İki cilt arasındaki bağlantı ‘’yersizyurtsuzlaşma’’ kavramı ile kurulabilir. Bunun şizoanalitik bir yapısöküm olduğunu ve Derridacı yapısökümden farklı olduğunu söylemektedirler. AntiOedipus’un kendi özgün terminolojisinden olduğunu belirtmek gerekir.
5.Nietzscheci Temeller
Bogue’nün yaklaşımına göre Deleuze düşüncesine göre “Nietzsche’nin başlıca hedefleri Platonculuğu yıkmak ve bir güç fiziği üzerine kurulu bir oluş felsefesi geliştirmek; Hegel’in ‘olumsuzlama’nın ‘olumsuzlaması’nın yerine bir olumlama felsefesi yerleştirmek ve Kant’ın eleştirel felsefe projesini, onu Batı rasyonalitesinin geleneksel ilkelerine karşı yönelterek tamamlamaktır.” Deleuz’ün düşüncesi göre yaşamı karakterize eden üçen uğrak nokta bulunmaktadır. Bunlar olumluluk, üretkenlik ve bedensizliktir. Bunlar arasında Nietzsche’ye en yakın olan olumluluktur. Deleuze bu anlamda Hegelci diyalektikten nefret ettiğini ortaya koyar ve bunu eleştirmek amacıyla Nietzscheci düşünceye yaslanır. Bu anlamda Kant’ın bıraktığı yerden devam etmiştir. Kant ise değer sorusuna cevap verememiştir.
Colebrook’un ifade ettiği gibi “…Deleuze ve Guattari’ye göre bağlantıları dışında varolan bir hayat yoktur. Yalnızca temsillere, imgelere veya düşüncelere sahibizdir. Çünkü yalnızma ‘makine içeren’ bağlantılar vardır… Hayat durağan bir dış dünyayı temsil eden ayrıcalıklı bir noktanın –‘insan’ın kendi içine kapalı zihni- etrafında dönmez”.
Deleuze’e göre Nietzsche soykütüksel yorumla sayesinde kuvvetlerin iki versiyonu olduğunu keşfetmiştir. Bir kutupta aktif güçler, diğer kutupta reaktif güçler yer almaktadır. Deleuze aktif ve reaktif güçler arasındaki ayrımı önemli bulmaktadır. Deleuze etkin kuvvetlerin edilgen kuvvetlere dönüşüm sürecine odaklanmıştır. AntiOedipus’un ve şizoanaliz içinde önemli bir tartışma konusu olan arzunun nasıl olup da kendi bastırılışını arzulaması bu kuvvet dönüşümünün bir örneğidir.
Tepkisel kuvvetler hiçbir zaman bir eylem üretmeyi planlamayıp, eylemi imkânsızlaştırmak niyetindedirler. Tepkisel kuvvetin derdi, intikam almaktır. Tepkisel kuvvet etkin kuvveti baştan çıkararak anlam ve değer mekanizmasını dönüştürmeye çalışır. Bilinç Deleuze’e göre kendi anlam ve değerlerini yaratamamasından dolayı bütün kuvvetlere direniş sergilemektedir. Bundan dolayı bilinç intikam duygusuyla doludur.
Deleuze Nietzsche’nin kültür eleştirisinden çok etkilenmişti. Kültür egemen kuvvetlerin birliği ve sürekliliğini açıklamaktadır. Kültür akışkanlıklar oluşturmaya çalışır ve cezalandırma pratiği ile desteklenen bir belleğe sahiptir.Deleuze’ün Nietzscheci kültür analizinde geçmişe dayanarak gelecek hakkında vaatler verebilen bireysellikler üretemek yönündeki amacıdır. Yani kültür bireyi şekillendirebilir.
6.Felix Guattari Ve Anti-Psikanaliz:
Guattari’ye göre kapitalizm bir iktidar biçimidir. Sadece ekonomik bir sistem olarak görmek yanıltıcı olacaktır. Bu yönüyle de kapitalizm faşist bir sistemdir ve sürekli olarak insanları dönüştürmek ve onları özne haline getirmeye çalışmaktadır. Guattari’nin kendi sözleriyle “kapitalist iktidar bireylerin davranışlarına, algıları, bedenleri, çocukları ve cinsel partnerlerine yönelik ilişkilerine mikrofaşizm enjekte etmektedir”
7.Devlet Dini: Psikanaliz:
Deleuze ve Guattari kapitalizm eleştirisi yapmak istemiştir. Bu anlamda Marksistlerin temel tartışma konularını takip etmişlerdir. Devrimin neden gelmediği bir çok kişi tarafından tartışılmıştır. Bunlardan çıkan en önemli sonuç ise kapitalizmin kendini sürekli yenilmesi olmuştur. Artık kapitalizm Marx’ın anlatmış olduğu kapitalizm değildir. Reich için ego, burjuvanın kendisidir ve artık dibimize kadar çaktırmadan gelmiş ve bizi yönetmektedir. Reich Freud’un mirasına sahip çıkmasına rağmen psikanalizin işleyişi, amaçları ve yapıp ettikleri ciddi bir şekilde eleştirilmiş ve reddedilmiştir. Bunlara Freudomarksist denmiştir. Psikanalizden şüphe edilmeye başlanmıştır. Psikanaliz kim için çalışır sorusuna psikanaliz kapitalizm için çalışır cevabını vermişlerdir. Deleuze ve Guattari’de bu yandaşlar ordusunun içindeki en önemli figürlerdendir. Freudomarksist geleneğe destek olarak, psikanalizin “devlet dini” olduğunu ve psikanalistlerin “son rahipler” olduklarını ifade ederek, psikanalizin “büyük sefaletini” ortaya koymuşlardır.
8.Şizofrenik Bilinçdışı Ve Sentezler:
Bir önceki bölümlerde psikanalizi eleştirisini anlatmıştık. Şimdi psikanalize karşı ortaya koydukları şizoanalizi anlatacağız. Deleuze ve Guattari psikanalizi red etmiş olsalar bile psikanaliz terminolojisi üzerinden eleştirmişlerdir. Deleuze ve Guattari bilinçdışını açıklamak için farklı bir disiplin ortaya koymuştur. Normalde tarih disiplini ile incelenen bilinçdışı Deleuze ve Guattari’ye göre çoğrafi disipline göre incelenmelidir.
Sentezlerin meşru ya da gayrimeşru kullanımını üretim ve anti-üretim arasında mücadele belirlemektedir. Anti-üretim üstün geldiğinde arzu bağlantıları ve akışları durmakta ve nevrotik birey oluşmakta, arzu üretimleri üstün geldiğinde sapkın birey ortaya çıkmaktadır. Her bir sentezden özne arzunun baskısı ile yan ürünü olarak çıkmaktadır. Öznenin kuruluşu tarihseldir. Şizoanaliz bu bağlamda Freud’un ortaya koyduğu Oedipus kompleksinin arzunun doğası hakkında yanlış bir yaklaşıma sahip olduğunu iddia etmektedir. Şizoanaliz psikanalizin arzuyu kavrama noktasında işlediği hataları göstermek istemektedir.
Deleuze ve Guattari arzunun oluşumu noktasında arzunun kaydının Oedipus kompleksinin aşamalarında oluştuğu şeklindeki görüşü eleştirirler. Deleuze ve Guattari şizonun bu süreçleri sürekli olarak sorguladığını ve geçersizleştirdiğini belirtmiştir. Deleuze ve Guattari psikanalizin Oedipus karmaşasını her şeye uyguladığını düşünmüş ve psikotik olguları açıklayamadığını söylemiştir. Şizo kendi belirleyici eşgüdümleyici sistemine ve kendine özgü kayıt koduna sahiptir. Bu kayıt kodu toplumsal kodlarla aynı içeriğe sahip değildir. Böyle olsa bile bu toplumsal kodu parodileştirmek içindir. Arzu kodu olağanüstü akışkanlığa sahiptir. Şizofren bir koddan diğerine hızla geçmektedir. Birinden diğerine çabukça geçebilmektedir. Kendisine sorulan soruya bir gün verdiği yanıt diğer gün verdiği yanıtla aynı değildir. Aynı olayı bir diğer gün aynı şekilde kaydetmemektedir. Şizofreni bir çokluğun üretimidir ve faşist öznellikler çokluktan nefret eder.
9.Psişik Bastırma/Toplumsal Bastırma Ve Arzunun Ezilişi:
Deleuze psikanalizin ve Oedipal mekanizmanın bastırdığını söylemiştir. Bu ezilme hareketi hem toplumsal hem psişiktir. Bu sebeple psişik ve toplumsal ezilmeyi beraber ele alacağız. Goodchild’ın söylediği gibi “…toplumdaki erk oluşumları, sadece arzunun işleyişlerinin sonuçlarıdır… Erk, arzudan türer ve arzuyu ‘bastırmaya’ koyulur” Anti üretim bütün bir arzulama üretimini yok etmeye çalışır. Bunun için organsız bedeni devreye sokar. Organsız beden ‘’sıfır yoğunluk’’ anlamına gelmektedir. Bilinçdışının içinde ölüm deneyimi ve katatoni durumudur.
Reich’in yaklaşımında aile kurumu toplumsal bastırma mekanizma tarafından görevlendirilmiş ve sorumluluğu arzunun denetlenip kaydedilmesidir.
10.Toplumsal Üretim Makineleri:
Daha önce ifade edildiği gibi psişik bastırma tek başına görev almaz. Toplumsal bastırmayla birlikte çalışır. Toplumsal bastırmanın görevini ise aile üstlenir. Ailenin görevi ise arzuyu etkisiz hale getirmekti. Bunun için Oedipal söylemi ortaya çıkarıyor ve arzunun ensestvari eğilimlerini ortadan kaldırıyordu. Eğer özne toplusal yasayı kabul ederse toplumsallaşıyor ve özne oluyordu. Tam tersi bir durumda ise özne şizoid bir konumda yer alıyordu. Şizoların en önemli özelliği oedipalleştirme mekanizmalarından kaçıyor olmasıydı. Deleuze ve Guattari Oedipusun tümüyle toplumsal bastırmanın bir icadı olarak görüyordu. Bu Nietzsche esinli bir Oedipus söykütüğü başlatmaktadır. Bu durumda deleuze ve Guattari için şöyle bir soru belirdi. Kapitalist düzen nasıl olmuştu da bu Oedipus’u bulmuştu? Bu sorunun cevabı için toplumsal ifade makinelerinin bir tarihini oluşturdular. Bu noktada Deleuze ve Guattari üç temel toplumsal ifade makinesini öne çıkardılar: İlkel makine, despotik makine ve kapitalist makine. Şizoanaliz tarihsel materyalist olduğundan kapitalist makinenin evrimleşerek olduğunu düşündüler.
Yeryüzü bütün bir üretim sürecinin kaydedildiği, üretim güçlerinin üzerine yazıldığı, faillerin ve ürünlerin yerleştirildiği kayıt yüzeyidir. Toplumsal makineler bir hafıza üretirler. Bu hafıza olmadan insan sinerjisi mümkün olmamaktadır. Bu kültürel hafıza sayesinde toplumsal işleyiş sağlanabilmektedir. Bu nedenle iktidar psikanalize ihtiyaç duyar. Çünkü psikanaliz hafızanın deşilmesidir.
Deleuze ve Guattariye göre temsil arzu üretiminin toplumsal ve psişik bastırmanın temelidir. Bu bastırma biçiminin toplumsal yapıya bağlı üç farklı türü bulunmaktadır. Bunlar bastırılmış temsil, bastırıcı temsil ve yerinden edilmiş temsil. Arzu maddi gerçekliği yani kavram olmayanı ifade ettiği için bu temsil konusunun yani kavramların, kelimelerin ve işaretlerin arzuyu nasıl soyut bir konuma getirdiğini görmek de önemlidir. Deleuze ve Guattari ilkel teritoryal temsilin ağız temelli olmasına karşın, uygarlaşmanın bunu ortadan kaldırdığını ifade etmişlerdir. İlkel teritoryal temsil mekanizması düzlemindeki göstergeler gösterdikleri nesnelerin, şeyleri yönetmektedirler. Göstergeselleşme toplumsal iktidar ilişkilerinin içerisine geçildiğinin açık bir kanıtıdır. Bu anlamda ilkel toplumsal düzen içerisinde çokça gördüğümüz ritüeller toplumsal iktidarın kullanım biçimi olarak görülmektedir. Ritüellerde gösterge ekonomisi devreye girmekte ve bireyler toplumsallaşarak zararsızlaştırılmaktadır. Çünkü daha önce de bahsetmiş olduğumuz gibi ilkel toplumsal makinenin temel amacı akış fazlasını kodlamak ve özel kullanımını engellemektir.
Her bir toplumsal üretim biçimi bir öncekinin üzerine kurulmuştur. Bu anlamda despotik makine ilkel teritoryal makinenin bir dönüşümü sonucunda oluşmaktadır. Kapitalist makinede despotik makinenin dönüşümü olarak yerini alacaktır. Barbar despotik makine ilkel teritoryal makine ile karşıtlık ile kurulmaktadır. Despotik makine imparatorluğun doğuşunu ifade etmektedir. Düzen içerisinde her zaman paranoyak imparator ile sapkınlarını, yöneten ile elit sürüsünü, despot ve bürokratlarını, kutsal insan ile müritlerini, münzeviler ile keşişleri yer almaktadır.
Despotik emperyal temsil sistemi içerisinde basitçe değişen şey ses ile grafik sistemi arasındaki ilişkinin değişmesidir. Her zaman yazma eylemini tarihsel olarak ilk kuran despot olmuştur. Yazma despotik bir eylemdir. İlkel teritoryal temsil sisteminde temel unsur ses iken, despotik emperyal temsil sisteminde bunun yerini yazı almıştır. Emperyal despotik temsil sistemi ile birlikte grafiksel unsurlar yazma eylemine dönüştürülmüştür.
Marx’ın Kapital isimli önemli kitabında iki temel bileşeninin buluşmasını anlattığını vurgulamaktadırlar. Bir tarafta yersizyurtsuzlaşmış işçi ki bu işçi özgürleşmiş ve kendi emeğini satmaya çalışır, diğer tarafta ise işçiyi satın alan ve kapital haline gelen kodsuzlaşmış para bulunmaktadır. Yersizyurtsuzlaşmış işçi ve kodsuzlaşmış paranın buluşması kapitalizmin temel olayıdır. Her iki unsurun yersizyurtsuzlaşma ve kodsuzlaşma süreçleri farklı köklere dayanmaktadır. İşçi açısından özelleşme nedeniyle toprağın yersizyurtsuzlaşması, üretim araçlarının kodçözümü, ailenin çözülüşü ile birikimin yokolması ve çalışma açısından işçinin emeğinin yersizyurtlaşması önemlidir. Kapital açısından da parasal soyutlama nedeniyle refahın dönüşümü, tüccar sermayesi nedeniyle üretim akışlarının kodçözümü, finansal kapitalizm dolayısıyla Devletin kodçözümü önemlidir. Kapitalist dönem bu anlamda ne bir ilkellikte olduğu gibi zulüm sistemi, ne despotizmde olduğu gibi terör sistemi, kinizm çağıdır. Kiniklik toplumsal alanın içkin bir özelliği haline gelmiştir.
11.Sonuç:
Şizoanaliz temelde psikanaliz eleştirisidir. Bilinçdışı bunlardan biridir. Psikanalitik bilinçdışından şizoanalitik bilinçdışına geçiş yapılmıştır. Şizoanalizin bakış açısına göre bilinçdışı bir anlam ifade etmez. Sadece bilinçdışı arzu makinelerini üretir. Deleuze ve Guattari şizoanalizin ilk görevinin yıkım olduğunu söyler. Oedipus, egonun yanılsamaları, süperegonun kuklası olmanın, utanç duygularının, yasanın, kastrasyonun yıkılması ve ortadan kaldırılması gerekmektedir.
Deleuze ve Guattari psikanalitik bilinçdışının bir tiyatro sahnesi gibi olduğunu söylerken şizoanalitiğin bir fabrikanın işleyişi gibi olduğunu söylemektedir. Tiyatro sahnesinde gerçek yaşamdan bir kesit temsil edilerek sergilenirken, fabrika da bildiğimiz üzere üretim yapılmaktadır. Bu anlamda şizofrenik bilinçdışı üretim alanıdır. Bu üretim süreci bütün değerleri ve anlamları, temsil mekanizmasını yıkmayı kendisine amaç edinmiştir. Psikanaliz arzuyu faşist bir öznellikle ele almaktadır.
Deleuze ve Guattari’ye göre ise cinsellik bütün heryerde iş başındadır ve bu temel bir hakikattir. Bürokratların belgeleri ile kurduğu yakınlık, hâkimin adaleti sağlamak istemesi, bir işadamının parayı dolaşıma sokması, burjuvanın proleteri ezme biçimi cinsellik barındıran pratiklerdir. Hitler faşistleri cinsel bir biçimde ayartmıştır. Bayraklar, uluslar, ordular ve bankalar halkları cinsel bir biçimde ayartmaktadır.
Tüketerek Tükenmek mi, Tüketerek Mutluluk olmak mı ?…
İktisat, en azından yerleşik tanımında, insanların isteklerini tatmin etme özelliğini taşıyan malların (ya da hizmetlerin) üretimi, tüketimi ve bölüşümü ile, bu malları üretmek için kullanılan kaynakların değişik üretim alanlarında nasıl kullanılacağıyla ilgilenen bir disiplin. Böyle bakıldığında ise, malların istekleri karşılama özelliklerinin, yani faydanın iktisadın temelinde yer aldığı açık. Başka bir deyişle yerleşik iktisat, mutluluğun kaynağını insanların tüketim yoluyla elde ettikleri tatmin ya da genel olarak haz duygusunda bulur; kişi ne kadar çok tüketirse, o kadar haz duyacaktır. En temel hedefi, nasıl olursa olsun hazza ulaşmak olan “rasyonel iktisadi insan” (homo oeconomicus), kendi faydasından başka bir şeyi düşünmeyen, çalışmaktan hoşlanmayan, kendisinden başkasını sevmeyen, mutluluğa ulaşmak için hem çevresindeki doğayı, hem de hatta başka insanları yalnızca birer araç olarak gören bencil bir varlıktır. Bu yüzden iktisat bakımından tatmin ya da haz duygusu, daha çok malların alınıp satıldığı piyasalar bağlamında değerlendirilebilecek olan, başka deyişle piyasa toplumu içerisinde duyumsanabilir görünmektedir. Bu bakışın bir başka sonucu da, bir “tüketim toplumunun” yaratılmasının, insanların mutluluğunu artımasının tek olmasa da en önemli yolu olduğudur.
1.“İktisadi İnsan” ve Mutluluk
İktisadın varsaydığı insan tipi, yalnızca kendi çıkarını düşünen, akılcı iktisadi insandır. Bu insan için önemli olan mal ve hizmetlerin tüketiminden elde ettiği faydadır. İnsanın faydası, ya da elde ettiği haz, onun mutluluğunun da anahtarıdır. Bir başka deyişle iktisat, insana ilişkin olarak hazcı (hedonist) bir bakış açısını benimsemektedir. Bu bakış açısı eski Yunan düşüncesine, özellikle Epicurus’a kadar götürülebilirse de, Aydınlanma döneminde Fransız Claude Adrien Helvétius (1715–1771) ile özellikle İngiliz Jeremy Bentham (1748-1832) bu görüşün en büyük savunucuları olmuştur. İktisat, kendi insan tipini doğrudan Bentham’ın adıyla özdeşleşen faydacılık (utilitarianism) görüşünden almıştır. Bentham’a göre, “Doğa insanı iki egemen efendinin, acı ile hazzın yönetimi altına koymuştur. … Her yaptığımızı, her söylediğimizi, düşündüğümüz her şeyi belirleyen bu iki efendidir” (Bentham’dan aktaran: Hunt, 1992: 158). Bentham, insanın mutluluğa ulaşmasının yolunun acıdan kaçmak, hazzı olabildiğince artırmak olduğunu söylemektedir. Aslına bakılırsa, yalnızca insanın değil, doğadaki bütün canlıların da amacı budur; bu bakımdan, örneğin “tatmin olmuş bir domuz ile tatmin olmuş bir insan arasında bir fark yoktur” sloganı faydacılığın temel sloganlarından birisi olarak kabul edilmiştir. İnsan için de önemli olan, erişebileceği, acıdan arınmış net hazzı ençoklaştırmaya çalışmaktır. Hatta yalnızca tek bir kişinin mutluluğu değil, bütün bir toplumun mutluluğu da buna bağlıdır, çünkü eğer bireylerin mutluluğu erişebilecekleri net haz miktarı ise, toplum tek tek bireylerin toplamı olduğundan toplumun genel mutluluğu da tek tek bireylerin mutluluklarının toplamı olacaktır. Böylece mümkün olan en çok sayıda insanın mutluluğunun anahtarı yalnızca haz ilkesidir. Bir başka deyişle Bentham’ın peşinde olduğu şey, acı ve hazzın kalkülüsünü ortaya koymaktır. Bu, tam da çağdaş iktisadın benimsediği bir hedeftir; Bentham’dan yaklaşık yüz yıl sonra, bugün çağdaş iktisadın kurucusu olarak kabul edilen W. S. Jevons’un da hedefi, “mutluluğun kalkülüsü”nü gerçekleştirmekti. Bu bakış açısına göre, iktisat kuramı da bu iki ilke, yani acı ve haz, ya da çağdaş terimlerle söylendikte, maliyet ile fayda arasındaki gerilimin ortaya çıkardığı sorunlarla uğraşmalıdır.
Böyle bir bakış açısını irdelerken, iki nokta üzerinde durmak gereklidir. İlkin, Bentham’a göre hazlar arasında niteliksel bir ayrım yapmak, bazı hazların nitelik bakımından diğerlerinden daha önemli olduğunu düşünmek olanaklı değildir; örneğin Homeros’un İlyada’sını okumanın boş oturmaktan daha yüce bir uğraş olup olmadığını tartışmak anlamsızdır.[1] Önemli olan bu etkinliklerin kişiye verdiği haz düzeyleridir. Bununla doğrudan bağlantılı olan ikinci ve daha da önemli bir nokta, kişiye neyin haz vereceğinin bütünüyle kişinin kendisine bağlı olmasıdır. Eğer serserilik etmek kişiye felsefe kitabı okumaktan daha fazla haz veriyorsa, o durumda kişi için serserilik etmek daha iyidir. Bir başka deyişle neyin haz verici, neyinse sıkıntı ya da acı verici olduğu, giderek neyin iyi, neyin değerli, neyin önemli olduğu konusundaki tek yargıç, yine kişinin kendisidir. Bu bakımdan hiç kimseyi, zevkleri, tercihleri, kendisine mutluluk, haz ya da neşe veren şey ya da etkinlikler konusunda eleştirmek mümkün değildir. Bu ilke giderek bütün bir toplum için de genelleştirilebilir; örneğin eğer serserilik etmek, daha fazla sayıdaki insan için, İlyada’yı okumaktan daha fazla haz yaratıyorsa, toplum tarafından bu yapıtı okumak ve yorumlamaya tercih edilecektir ve bunda da yanlış olan bir şey yoktur.
Böyle bir yaklaşımın yalnızca Bentham’ın yaşadığı 18. yüzyıl sonlarındaki İngiltere için değil, bugün bile kimi bakımlardan ne kadar rahatsız edici olduğu ortadadır.[2] Bu bakış açısı, kendisini toplumun üzerinde görme eğilimi bulunan hiçbir seçkinci grup ya da insanın (aristokratlar, yöneticiler, entelektüeller, vs.) kabul edebileceği bir şey değildir; bu bakımdan da aslında büyük ölçüde demokratik olduğu da ileri sürülebilir; neyin önemli olduğu, neyin mutluluk ve haz verici olduğunu belirlemek toplumda hiçbir yöneticinin, grubun ya da katmanın tekelinde olamaz. Aslında, bu yaklaşımın 17., 18. ve 19 yüzyıl iktisatçılarına (hatta günümüz iktisatçılarına da) çekici gelen tarafı, benimsediği toplum ideallerinde yatması, yani temel değerler olarak eşitlik ve özgürlüğü benimsiyor olmasıdır (Buğra 1989: 40). Akıl yürütme yetisine sahip olan her birey, kendi seçimlerini yapabilecek ve bunları değerlendirebilecek kapasitededir; bu insana neyin iyi olduğunu söylemeye kalkmak, onu yetersiz görmekle birdir. Bu birey, kendi kararlarını kendisi verebilen, kendi ayakları üzerinde duran, ekonomi dışı kısıtlarla egemenlik biçimlerini reddeden, özgür bir bireydir.
Bu birey tipi ise, piyasa sisteminin işlemesi için zorunlu olan bir bireydir. Bir piyasa ekonomisinin varolabilmesi için gerekli olan özel mülkiyet hakkı ile sözleşme özgürlüğünün tanımlanmış olması, bunları kullanabilme yeterliliğine sahip bireyler olmadan bir işe yaramaz. Bu tür bireylerin de kendileri için iyi olanları (yani haz verenleri) tanımlayarak onların peşinden koşmalarından başka bir şey olmayan özel girişim, piyasa ekonomisinin tanımlayıcı özelliğidir. Bu bireyin öteki insanlarla girdiği ilişkiler, tatmin sağlayan, haz, neşe veren malların alınıp satıldığı piyasalarda, ekonomi dışı zor kullanımını gerektirmeyen, insanın doğuştan gelen ilişkiler içerisine sıkışıp kalmaktan kurtaran, etkileşim içindeki bireylerin eşit kabul edildiği değiş-tokuş tipi ilişkilerdir (Buğra 1989: 44). Bu ilişkiye giren taraflar davranışlarını özgür iradeleriyle, piyasa dışından kaynaklanan herhangi bir kısıt ya da baskıya boyun eğmeden gerçekleştirebilir. Bu bireyler birbirleriyle eşittirler çünkü, değiş-tokuş ilişkisi, alış verişe konu olan değerlerin birbirine eşit olduğu, herhangi bir artık ya da sömürünün söz konusu olmadığı türden bir ilişkidir. Bir başka deyişle, ne kadar yadırgatıcı görünürse görünsün, faydacılık hem kişinin mutluluğu konusunda hiç bir üst otoriteye yetki vermemesi, hem de herkesin mutluluğunu sağlamak konusunda hazır bir reçete vermesi bakımından son derece çekici bir öğretidir; bu yüzden de iktisatçılar için neden vazgeçilmez olduğunu anlamak kolaydır. Yani, piyasa sisteminin işleyişi ile bireyin kendi mutluluğu peşinde koşması arasında doğrudan bir bağlantı sözkonusudur. Birey mutluluğa piyasa sistemi içinde erişebilir; piyasa sistemi, ya da özel girişim ekonomisi de bireylerin bu çabaları sonucunda işleyişini sürdürerek kendisini yeniden üretir. İktisat kuramının belki de en büyük başarısı, bu öyküyü biçimsel olarak da dile getirebilmesi olmuştur. Dolayısıyla böyle bir başarının gerisinde bütünüyle haz ya da neşe duygusunun yer aldığını söylemek bir abartma sayılmasa gerektir.
2.Piyasa Sistemi ve Mutluluk İlişkisi
Böyle bir insan ve ona dayanan toplum tasarımı, bireyi etrafında yer alan, kendisinin bir parçası olduğu “kozmik düzenin” (Taylor, 1975: 6) ya da “cemaat”in güdümünden kurtaran bir tasarımdır. Bu tasarımın kaynağının, genel olarak Aydınlanma düşüncesi olduğu söylenebilir. Eskiden gelen, gerisinde bir logos’un yattığı bu ”kozmik düzen” artık yerini, varlıklar arasındaki ilişkinin önceden verilmiş bir kozmik plana bağlı olmayan, yalnızca belirli güç ya da etkenlerin sonucu olarak gerçekleştiği düşüncesine bırakmaktadır (Taylor, 1985b: 256-59). Böyle bir bakış açısının merkezinde yer alan özgür birey, kendi akıl yürütmesi sonucu belirlediği hedeflere ulaşmaya çalışırken, çevresindeki dünyaya araçsal bir biçimde yaklaşacaktır; önemli olan çevremizdeki varlıkların bizim kendi mutluluğumuz sağlamakta ne kadar kullanışlı olduğudur. Bütün bu varlıklar potansiyel olarak, kendi amaçlarımızı gerçekleştirmek için kullanabileceğimiz araçlardır (Taylor 1985b: 266). Bunun yanısıra, bireyler kendilerini artık belirli bir cemaatin bakış açısından tanımlamak yerine kendilerini bağımsız, özgür, toplumun onlardan beklentisi ne olursa olsun, yalnızca akla dayanarak kendi hedeflerine ulaşabilme yeteneğine sahip varlıklar olarak tanımlamaya başlayacaklardır. Genel olarak “piyasa toplumu” ya da Tönnies’in deyimiyle “cemiyet” (Gesellschaft) aşamasını niteleyen bu dönüşüm, artık “cemaat” (Gemeinschaft) tipi bir toplumsal organizasyonun çözülmesi anlamına gelmektedir (Tönnies 1988). Toplululuğun üyeleri arasındaki dayanışma, ekonomik ilişkilerin topluluğun ihtiyaçlarına göre düzenlenmesi, insan ilişkilerinin dolaysız, yüz yüze ve somut nitelikte olması ile nitelenen bir “cemaatin” içerisinde kendini tanımlayan birey, güven duygusu içinde olacaktır (Fromm, 1941: 40-41). Ne var ki bu birey, topluluk içerisinde yalnız ve yalıtılmış olmasa da, onun yukarıdaki anlamda bireysel özgürlüğünden sözetmek güçtür; bu tür toplumlarda, insanların topluluk içerisindeki konumları, bütünüyle doğuştan gelen toplumsal statülerine göre, bireyin ödev ve yükümlülükleri topluluk ya da onun temelindeki aile içindeki ilişkiler, akrabalık ve kan bağları tarafından belirlenmektedir. Bu bakımdan örneğin mülk, bireye değil, bir toplumsal statüye aittir. Mülkün kullanımı ile el değiştirmesini ise gelenekler ile töreler belirlemektedir. (Buğra 1989: 32). Dolayısıyla, kişiler arasındaki ilişkiler de eşit taraflar arasında gerçekleşen ilişkiler olarak değil, tabi olma ilişkileri biçimindedir; bunlarda haklar ve çıkarlar değil, ödev ve yükümlülükler önemlidir. Ekonomik etkinlikler de esas olarak akrabalık ilişkileri, politik ya da dini bir merkezi otoriteye tabi olmak yoluyla ya da kendine yeterli, kapalı gruplar arasındaki ilişkilere dayanarak yürütülmektedir. Dolayısıyla bu ilişkilerde benimsenen temel değerler, çıkar ya da kazanç güdüsü (ya da haz) değil, statüye, geleneğe, töreye ya da dine dayanan, grup içi bağlılık, dayanışma, onur gibi değerlerdir. Doğal olarak böylesine katı bir hiyerarşinin bulunduğu, örneğin servet biriktirme yoluyla kişinin doğuştan gelen statüsünden kurtulmasının mümkün olmadığı, toplumsal akışkanlığa izin verilmeyen cemaatlerde ne birey özgürlüğünden, ne de hatta bireyin kendisinden sözetmek mümkündür.
Böyle bir toplumun, yukarıda tanımlanan anlamda kendi mutluluğu peşinde koşan, topluluğun beklenti ya da değerlerinden çok kendi değerleri peşinden giden bir bireyle uyuşması olanaksızdır. Tersine, bireyin üzerinde sürekli olarak topluluğun ahlak anlayışının, toplumsal statülerin, ailenin denetimi sözkonusudur. Bu toplumlarda birey, sürekli gözetim altında tutulan bir “akvaryum” içinde yaşamak zorundadır; bireyin “özel yaşamından” sözetmek neredeyse olanaksızdır. Örneğin, Batı Avrupa’da Onsekizinci yüzyıldan önce yoksulların evlerinde yalnızca bir ya da iki oda varken soyluların daha geniş olan evlerinde çok sayıda oda bulunmaktaydı; ne ki genel olarak bu odalar, bugünkü evlerde olduğu gibi arada koridorlar olmadan birbiriyle doğrudan bağlantılı idiler. Bu, başkaları tarafından erişilmesi zor olan öteki odaları (yatak odası vs.) genel mekanlardan ayıran ve dolayısıyla özel bir aile yaşamına olanak veren koridorların olmaması, “özel yaşam” düşüncesinin bile ne kadar tuhaf göründüğünü göstermektedir. (Giddens 1999: 176; Taylor 1985b: 254-255). Bir başka örnek, bizim için neredeyse doğal görünen, onsuz yaşamlarımızın anlamlı olmayacağına inandığımız, ve (eğer karşılık görüyorsa) önemli bir neşe kaynağımız olan “romantik aşk” kavramının bile son derece yeni, 17.-18. yüzyıllarda yaygınlaşan bir düşünce olmasıdır. Ortaçağlarda bu düşünce oldukça sıradışıdır; bu dönemde hemen hiçkimse aşık olduğu için evlenmemişti. Hatta, erkeğin karısını aşk ile sevmesi bile bir “zina” olarak görünmekteydi (Giddens 2000: 2-3; Taylor, 1985b: 254). Bunun nedeni, ailenin bir zevk kaynağı olarak görülmekten çok topluluğun yeniden üretimini sağlamak için gerekli bir kurum olarak görülmesidir. Aşk duygusu, ya da özel yaşam istekleri, topluluğun içindeki dayanışma duygularını ortadan kaldırarak bu yeniden üretimi tehlikeye atma potansiyeline sahip olacaktır, çünkü bu tür talepler herşeyden önce bireyin kendisini farklılaştırması, topluluğun öteki üyelerinden bağımsız olarak kendi istekleri peşinde koşması anlamına gelecektir. Böyle toplumlarda bireylerin kendilerini öne çıkarmalarına izin verilemezdi.[3] Bu durumda kapitalizmin, ya da “cemiyet” tipi bir toplumsal organizasyonun, insanların mutluluklarını artırıyor görünmesinde şaşılacak bir şey yoktur. Bu tür toplumsal organizasyonlarda öncelikle birey olma duygusu ve bireysel özgürlük talepleri öne çıkmaktadır. Cemaat tipi bir toplumsal organizasyondan cemiyet tipi bir organizasyona geçerken özgür, kendi kendisinin yargıcı olan bir bireyin yaratılması ve bu bireyin, içlerinde en önemlisi mülkiyet hakkı olan doğal haklarını kullanmasını engelleyen cemaatin dayattığı kısıtlardan kurtulması gereklidir.
Bunu yanısıra, piyasa sisteminin tarihine bakıldığında, dikkati çeken bir başka nokta, genel olarak insanların yaşam standartlarının giderek yükseliyor olduğudur. Bunu sağlayan şey, kapitalizmin yarattığı yeni organizasyon biçimleri ile yeni teknolojilerin giderek hem insan yaşamını kolaylaştırması, hem de ortalama yaşam beklentisini artırmasıdır. Başka deyişle, artık çağdaş dünya, “tüketim toplumu” ile nitelenmektedir. Eğer iktisadın öngördüğü gibi hazzın ve neşenin kaynağı tüketim ise, bu durumda piyasa ekonomisinin bu hazzı giderek artıracak olanakları yarattığını söylemek mümkündür. Hatta yalnızca tüketim bakımından sağlanacak olanakların değil, aslında “gelişme” ya da “kalkınma” düşüncesinin de giderek haz duygusunun artırılması yönünde bir değişimi öngördüğü ve bunun da, özellikle sosyalizm deneyleri başarısızlığa uğramış görünürken, piyasa sistemi sayesinde gerçekleştiği söylenebilir. Dolayısıyla her durumda piyasa ekonomisinin insanların hem özgür seçimlerine olanak vermesi, hem de hazlarını artıracak olanakları sunması anlamında temel neşe kaynaklarından birisi olduğunu söylemek mümkündür. Bu sonuç, en azından çağdaş iktisat kuramının çıkarsamakta çok istekli olduğu bir sonuçtur.
3.Piyasa Sistemi Gerçekten Mutluluk Yaratır mı?
Peki ama, gerçekten insanların artık daha mutlu, daha neşeli olduklarını söylemek o kadar da mümkün mü?
Etrafımıza, hatta kendimize baktığımızda bile bu kadar yeni olanaklar ile farklı tüketim kalıplarının gerçekte bizim mutluluğumuzun artmasının, tek ya da en önemli yolu olduğunu söyleyebilir miyiz? Bu tüketim kalıplarına ulaşmak için, giderek daha çok çalışmak ve yorgunluğa (hem fiziksel, hem de “tükenmişlik” –burnout anlamında) katlanmak zorunda değil miyiz?[4] Bunun yanında tüketim çılgınlığı bir tür “fetişizm”e, yani bize yararlı olacak malların kendi başlarına birer varlık kazanarak yaşamlarımızı kontrol etmelerine yol açmıyor mu? Örneğin daha hızlı ya da daha güçlü arabalara binmek, bizim kendi gücümüzün artması anlamına mı geliyor, yoksa aslında bizim dünyada, çevremizde ya da hatta kendimizde bir fark yaratma kapasitemiz olarak tanımlayabileceğimiz eyleme (agency) gücümüzü yitiriyor olduğumuz anlamına mı? Dünyaya, çevremize, doğaya giderek yabancılaşıyor, çevremizi yalnızca kendimiz için bir araç olarak değerlendiriyor olduğumuz bizi doğadan koparıp insanlıktan çıkarmıyor mu? Marx’ın en başında farkettiği gibi artık öylesine tek yanlı düşünüyoruz ki, “bir nesnenin, ancak bizim için bir sermaye olarak varolduğunda, ya da ona doğrudan sahip olduğumuzda, yediğimizde, içtiğimizde, giydiğimizde, içinde yaşadığımızda vs. kısacası onu kullandığımızda onun bizim olduğunu düşünüyoruz” (Marx 1973: 351-52).
Bundan daha da önemlisi, bireysel ve toplumsal yaşamlarımızda giderek hissettiğimiz güçsüzlük ya da güvensizlik olgusunu neden bu kadar sık yaşamak zorundayız? Bir yandan sürekli kendi farklılığımızı ortaya koyma çabasında iken –ki bugünlerde bu genellikle tüketim tercihlerinin farklılaştırılması, ya da “yaşam biçimi” tercihlerindeki farklılaştırma olarak kendini gösteriyor— öte yandan da giderek tüketim toplumunun bize sunduğu hazır kalıpları kullanmak –hem tüketim kararlarımızı verirken, hem de hatta kendi akıl yürütme sürecimizi gerçekleştirirken— ve giderek kendi farklılığımızı yadsıyarak, içinde bulunduğumuz ortam, çevre, toplumsal katman ya da sınıfın belirlediği insanlar olmayı neden bu kadar kolay benimsiyoruz? Kendimizi, Max Weber’in piyasa sisteminin (hem üretim, hem de toplumsal yaşam alanında) “akılcılaşmasının” yarattığını söylediği “demir kafes” içine hapsetmiyor muyuz? Yani, Eric Fromm’un işaret ettiği bir çelişkiyi hepimiz yaşamıyor muyuz? “Çağcıl birey, benliğinin (self) çok fazla farkında olan, bunu sürekli ortaya koymaya çalışan biri olarak nitelense de, bu benlik gerçekte giderek zayıflamakta ve bütüncül benliğimizin –akıl yürütme ve irade gücü– öteki bütün parçalarını dışlayarak yalnızca bir parçasına indirgenmektedir” (Fromm, 1941: 117). Yani, artık yalnızca haz peşinde koşan “tek boyutlu insan”lara (Marcuse, 1964) dönüşmüyor muyuz?, Belki de bu soruların yanıtı, piyasanın kişisel gelişimimiz bakımından sağladığı olanakların yanısıra, bu olanakları ortadan kaldıracak koşulları da yaratıyor olmasında yatmaktadır. Belki de, içinde yaşadığımız, kişiliğimizin, benliğimizin, hatta kimliğimizin gelişme sürecinde bu kadar önemli olan toplumu, sırf kendi neşemiz, hazzımız, mutluluğumuz için bu kadar kolay bir kenara atmamamız gerekiyor. Belki de yapmamız gereken şey, kendi kendimizi düşürdüğümüz bu durumdan kurtularak neşenin ya da hazzın tek kaynağının tüketimden sağlanan tatmin olmadığını görebilmek. Hatta belki de mutluluğa ulaşmanın temel yolu, tüketimden ya da servet biriktirmekten sağlayacağımız bireysel hazzımız değil, Aristoteles’in de dediği gibi bu toplum içerisinde kendi kendimizi ya da sahip olduğumuz potansiyelleri gerçekleştirebilmek. Belki de öğrenmemiz gereken, hepimizin aslında aynı zamanda birer “politik hayvan” olduğu. Dolayısıyla sorun belki de, iktisadın benimsediği faydacılık anlayışının gerisindeki insan tasarımının “insanlık durumunu” ortaya koymada yetersiz olması. Başka deyişle, Bentham’ın ya da çağcıl iktisadın bu insanlık tasarımı, insanın çağlar boyunca sahip olduğu özellikleri (hem bir birey, hem de aynı zamanda toplumsal bir varlık olma) gözardı ederek “çağcıl küçük burjuvayı normal insan” diye görmenin “safdilliği” (Marx, 1976: 758) içinde.
Bu alternatif bakış açısına göre, insanlar yalnızca kendi dolaysız tatminlerini düşünmenin ötesinde, “politik hayvan”lar olarak aynı zamanda Aristotelesci “iyi yaşam”ın gereklerini de düşünürler. Bu “iyi yaşamın” gerekleri, yalnızca bireyin kendisi tarafından değil, bireyin içinde yaşadığı toplumla girdiği sürekli diyalog sonucunda belirlenmektedir. İnsanların sahip oldukları potansiyelleri gerçekleştirmeleri anlamındaki bir iyi yaşam, değişik insan gereksinimlerinin (maddi ve ideal) karşılanmasının yanısıra, farklı yeteneklerin (bilişsel, duygusal, pratik vb.) toplumsal bir ortam içerisinde geliştirilmesine de göndermede bulunmaktadır (Buğra ve Irzık 1999). Aristotelesci etik çerçevesinde birey esas olarak bir toplumsal varlık olduğundan, “kendine yeterliliğe” gönderme yapar biçimde tanımlanan iyi bir yaşam ancak bir toplum içerisinde gerçekleştirilebilecektir (Taylor, 1985b: 190-191). Bunun nedeni, bireyin kendisinin bile bir “toplumsal ürün” olması, kendi kimliğini, toplumdaki öteki insanlarla giriştiği diyalog sonucu tanımlamasıdır (Taylor 1991: 32-33). Yalnızca bireye ağırlık veren atomcu yaklaşımın gözden kaçırdığı nokta tam da budur:
birey, yalnızca bir parçası olduğu topluluk içinde korunabilen ve sürdürülebilen dil ve kültür yoluyla gerçekleşebilir. Topluluk, basitçe bir bireyler topluluğu değildir; ne de birey ve toplum arasındaki ilişki basit bir nedensel etkileşimdir. Topluluk aynı zamanda, kişiyi tanımlayan, kendilik yorumunun topluluğun sürdürdüğü etkileşimden damıtılması anlamında, kişiyi oluşturan unsurdur da. Yalnız bir insan, de facto olarak değil, de jure olarak da bir olanaksızlıktır. Tek başımıza, Aristoteles’in dediği gibi ya canavar, ya da Tanrı oluruz. (Taylor 1985a: 8)
Bu, insanların neşe ya da haz duydukları nesne ya da etkinliklerin belirlenmesinde bile toplumun oynadığı rolü göstermektedir. Başka deyişle insanlar, kendi isteklerini değerlendirirken, yalnızca bu isteklerin sonuçlarını değil, aynı zamanda bunların “niteliklerini” de değerlendirme yeteneklerine sahip olmaları anlamında “güçlü değerlendiriciler” olarak tanımlanabilir (Taylor 1985a: 15-44).[5] Başka deyişle insanlar, faydacılığın düşündüğünden daha “derin” olabilirler: Bir insanın bizim için temel olan ya da önem taşıyan yaşamın kalitesi sorunlarına karşı duyarsız olduğunu, bu sorunların farkında olmadığını ya da bunlarla ilgilenmediğini düşünüyorsak, o insanı “boş” diye görürüz. Bu insan yalnızca yüzeyde yaşar, çünkü aslında isteklerini yerine getirmeye çalışırken bu isteklerin daha “derin” sorunlarla, yaşam biçimlerinin dile getirilmesi ve sürdürülmesi gibi sorunlarla ilgisini göremez. Ya da onun ilgilendiği konular, bize önemsiz ya da basit sorunlar gibi gelebilir; örneğin yaşamın kalitesinden çok nasıl göründüğüyle ya da nerelerde yemek yediği, hangi arabaya bindiği gibi sorunlarla ilgilenir. Bu bakımdan, “tam bir Faydacı, olanaksız derecede boş bir kişiliktir; kendilerini Faydacı olarak ilan edenlerin, kendi idelojilerini gerçekten yaşayıp yaşamadıklarını, derinlik olarak algıladıklarının ne olduklarına bakarak değerlendirebiliriz” (Taylor 1985a: 26).
Yani insanlar, yalnızca kendi dolaysız hazları, tatminleri peşinde koşan varlıklar yerine “gerçeklik” (authenticity) özelliğine sahiptirler. Başka deyişle insanlar aynı anda hem öteki bireylerden farklıdırlar (toplumla çatışma pahasına olsa bile), hem de kendilerini ancak toplum içerisinde gerçekleştirebilir, potansiyellerini geliştirip değerlendirebilirler (Taylor 1991: 55). Bu iki özellik arasında çelişkiler, çatışmalar ve gerilimler yaşamın önemli bir parçası olsa da, bu ikisi olmadan “gerçek” bir insandan sözetmek mümkün değildir. Faydacılığın ve genel olarak iktisadın benimsediği insan tipi, toplumsal bir varlık olduğunun farkında olmayan, yalnızca mal ve etkinliklerden elde ettiği faydayı düşünen “boş” bir varlıktır. Bu bakış açısına göre neşenin tek kaynağı bizim tüketimden elde ettiğimiz hazdır; bu da ancak piyasa mekanizması ile gerçekleştirilebilir. Piyasa sisteminin işleyişi için zorunlu görünen böyle içi boş, kabuk niteliğindeki, neşeyi ya da genel olarak hazzı yalnızca ekonomik etkinlikler sonucu elde edilir diye gören insanlar acaba “gerçek” insanlar mıdır?. Kendi yaşamlarımızda ister istemez çoğu zaman böyle davranmak zorunda kaldığımız doğru ise de, en azından bunu aşıp yaşamlarımızın ve isteklerimizin “kalitesi” (yalnızca tüketim olanakları bakımından değil, kendi sahip olduğumuz potansiyeller bakımından da) üzerinde düşünmeye zaman ayırmaya bir an önce başlasak belki de daha iyi olur.