Mantıksal Düşünme

Düşünme insana özgü ve onu hayvanlardan ayıran bir özelliktir. Bu özelliğe sahip olmak beraberinde sorumlulukları da getirir. Çünkü düşünme, herkeste aynı şekilde gerçekleşmediği için onun nasıl kullanıldığı önemlidir. Düşünme, doğru ve yanlış şekilde gerçekleşir. Durum böyle olunca da doğru ve yanlış düşünmenin birbirin-den ayrılması gerekir. Nedeni ise, her zaman daha iyiye ve daha olur olana ulaş-maktır. Doğru düşünmeden bahsedildiğinde kaçınılmaz olarak mantık işin içine gi-recektir. Çünkü mantık, doğru düşünme aracıdır ve kişileri mantıklı düşünmeye yönlendiren bir alandır. Mantıksal olarak düşünmek, doğru sonuçlara ulaşmak, da-ha net ve kesin bilgiler elde etmek bakımından önemlidir. Bu nedenle de mantıksal düşünme denilen bir düşünme türü kendini ortaya koymaktadır. Peki bu mantıksal olarak adlandırılan düşünme türü nedir? Bu soru çalışmanın temelini ve problemini oluşturmaktadır. Çünkü mantıksal düşünmenin ne olduğunu bilmek onun nasıl kul-lanılacağı hakkında bilgi verecektir. Bu ne nedenle de çalışmanın amacı olan man-tıksal düşünmenin bir düşünme türü olarak ele alınmasının önemi ortaya çıkacaktır.

1. Düşünme Nedir?

İnsanların en önemli özelliklerinden biri düşünebilme yeteneğine sahip olmalarıdır. Çün-kü düşünmenin içinde takdir etme ve muhakeme gücü vardır. Düşünme aracılığıyla insan hem meydana gelen her şeyin etkisini fark eder, hem de bazı kontrollü alıştırmaları ve anlamlı zihin-sel aktiviteleri sadece düşünme ile gerçekleştirebilir.

Düşünme bilgi edinme, anlama ve öğrenme sürecinin önemli bir bileşenidir. Problemleri çözmek için öne sürülen birçok zihinsel süreçten meydana gelir. Geniş olarak bakıldığında ise “düşünme, bilişsel olan ama davranıştan kaynaklanan, ak-lın veya bilişsel sistemin içinden çıkan, bilişsel sistem içerisinde bilgiye dayalı işlemlerin bütü-nünü ya da bütününbazı değişkenlerini içeren bir süreçtir. Yani düşünme çözüme doğru yön-lendirilmiş bir davranış ya da bir problemin çözümüyle sonuçlanan, davranışın sonucudur”

Düşünme felsefenin çıkış noktası olması bakımından filozofların üzerinde durduğu önem-li bir konudur. Nitekim eski Yunan filozoflarından biri olan Sokrates, düşünme üzerine bugün de geçerli olan ve Sokrates yöntemi olarak bilinen bir sorgulama yöntemi geliştirmiştir. Sokratik diyalog olarak da nitelendirilen bu sorgulama yöntemi, doğruluğundan emin olunan bilgilerin derinlemesine sorgulandığında rasyonel olarak savunulamayacak durumlara düşülebileceğini göstermeyi amaçlar. Bu yöntemde cevaplar yerine sorular verilir. “Sorulan her sorunun cevabı başka bir soruyla verilir. Yani, her bir soru bir öncekinin cevabı olduğu gibi aynı zamanda cevaplanması gereken yeni bir sorudur. Yani bu yöntem bir konunun aydınlatılması, soru matkabının sürekli konunun derinliğine doğru itilmesi ile gerçekleştirilir” Böylece düşünme süreci ortaya çıkar. Sokrates’in yöntemi ile düşünmeye yönelik başlayan süreç Platon ve Aristo ile devam eder. Platon, kendi duygu ve düşüncelerinin altındaki şekiller veya fikirlerin arkasındaki görünümü açıklamaya çalışırken, Aristo, bu süreçte akılcı düşünme sayesinde doğruya ulaşılabileceğini ortaya koyar. Düşünme konusundaki bu ilerleme zaman geçtikçe Descartes ile farklı bir boyut kazanır. “Düşünüyorum o halde varım” sözünü ortaya koyan Descartes, “düşünmek sözü ile doğrudan doğruya gözlemlenecek şekilde ortaya çıkan bütün şeyleri anlar. Bu sayede Decartes yalnız anlamak, istemek, hayal etmek de-ğil, irade, akıl, hayal gücü ve duyularla edinilen, hatta duymak bile düşünmekle aynı şey” olduğunu ileri sürer. İlerleyen dönemlerde ise Hegel, James, Spinoza ve Bacon gibi filozoflar ve daha birçokları nasıl düşündüğümüz ve düşünmenin nasıl inceleneceği konuları üzerinde dururlar.

19. yüzyılın ortalarına kadar “Darwin, Rowe, Spencer gibi bilim adamları ise insan zihni-nin bir “çalışan mekanizma” olduğu konusunda aynı fikre sahip olmuşlardır. Bu bilgilerini hay-van davranışları üzerine yapmış oldukları gözlemlere ve hayvanların beyinleri üzerine yapmış oldukları deneylere dayandırmışlardır”. Öte yandan John Dewey ise insanın düşünme ve öğrenme yeteneğinin, canlı organizmaların diğer bütün yetenekleri gibi evrimleştiğini kabul etmiştir. Ona göre canlılardayetenek, sadece hayatta kalmalarına katkı sağladığında evrimleşmektedir. Bu yüzden düşünme ve öğrenme, insanların tehlikelerden kaç-ma, önemli sorunları gerçekleşmeden öngörme, tahminde bulunma, planlama gibi verimli etkin-liklerini olanaklı kılan yaşamsal bir işleve sahip olduğu için evrimleşmiştir. Söz konusu bu evrimleşme düşünmenin tanımında da gerçekleşmiştir. Öyleki “Eski Yunan’da düşünme; analiz, yargıya ulaşma ve ulaşılan yargının değerlendirilmesi aşamalarını içeren zihinsel faaliyetler olarak tanımlanmaktayken”, gü-nümüzde ise düşünme, verileri toplamak ve elde edilen verileri analiz ederek bir karara varma ile sonuçlanan bir süreç olarak ele alınmaya başlamıştır

Düşünme sadece felsefenin ilgilendiği bir konu değildir. Düşün me aynı zamanda psiko-lojinin de üzerinde durduğu önemli bir konudur. Öyleki psikologlar tarafından farklı boyutlarda ele alınan düşünme konusu psikolojik açıdan derinlemesine incelenmiştir. Nitekim Sternberg düşünmenin, içsel sembolik aktivitelerle üretken fikir veya sonuçlardan yeniyi do-ğuran bir sıra, bir düzen olduğunu dile getirmiş, Sigel ise “Biz düşünürken bir şey hakkında bir şey düşünürüz. Bu şeyler; kelimeler, resimler, işaretler veya seslerdir ve bunların hepsi birden bizim bilgimizi meydana getirir” şeklinde açıklamalarda bulunarak düşünme konu-su açıklamaya çalışmışlardır.

Düşünmenin mantıksal bir boyutu olduğunu söyleyen Presseisen ise düşün-meyi, sahip olunan bilgiler ışığında gerçekleşen bilişsel ve mantıksal bir süreç olarak değerlen-dirmiştir. Presseisen ile benzer fikre sahip olan Lipman da düşünmeyi, ayırımları ve bağlantıları bulma veya oluşturma süreci olarak adlandırmıştır. Lipman’a göre söz konusu bu süreç karmaşıktır. Kişi ilişkilendirirken ilgili ve ilgisiz yönleri ayırır. Her ilişki, bir buluş ortaya çıktığında anlamlandırılır, bu anlamda zihin içerisindeki diğer anlamlarla beraber bir ilişki sis-temi olarak yerini alır. Düşünme aynı zamanda bilinçli deneyimlerdir. Düşünme kesin, tutarlı, uyumlu, mantığı düzenleyen, biçimlendiren ve yaratıcı yönlere sahiptir.

Görüldüğü üzere düşünme olgusu bilişsel bir olgu olarak düzenli, tutarlı ve mantıksal ya-pıyı düzenleyici bir yan taşımaktadır. Dolayısıyla da düşünme konusunda mantığın da işin içine katılması gerekmektedir. Fakat mantıksal bir düşünmeyi ortaya çıkarabilmek için öncelikle di-ğer düşünme türleri ele alınmalıdır.

2. Sık Kullanılan Düşünme Türleri:

Düşünme, zihinde uygulanan işlem ve süreçlere göre çeşitli türlere ayrılmaktadır. Bunlara da düşünme türleri denilmektedir. Bu türlerden en sık kullanılanlar ise kısaca şu şekildedir:

Analitik Düşünme: “Bir konuyu, sorunu veya olayı alt başlıklarına ayrıştırıp tümden ge-limle ve her bir başlığı ayrı ayrı irdeleyip eleştirerek ve her biri arasındaki bağlantıları gerçekçi kanıtlarıyla ortaya koyarak, yani tüme varımla düşünme ve değerlendirme olarak tanımlanmak-tadır”

Eleştirel Düşünme: Birinin bir şey hakkında düşünerek, ona odaklanması ile o konu hakkında ne yapacağına veya neye inanacağına karar vermek için sarf ettiği bilinçli çabadır.

Sistemli Düşünme: Çeşitli elemanlar ve aralarındaki ilişkileri içeren karmaşık bir bakış açısını içerir. Sistemli düşünme demek bilinçli düşünmektir. Sistemli düşünmekte bir amacın ve hedefin olması önemlidir. Sistemli düşünce, bilinenden yola çıkarak, bilinmeyene ulaşmak ve mantıklı işlemlerle onu açıklığa kavuşturmaktır.

Yaratıcı Düşünme: “Buluşçu, yenilik arayan veya eski sorunlara yeni çözümler getiren ve özgün düşüncelerin ortaya çıkmasını sağlayan bir düşünce biçimidir”. Yaratıcı düşünmede “özgünlüğün, farklı düşünmenin, akıcılığın ve yeni fikirlerin kayna-ğıdır. İlk olarak yeni bir fikir tasavvur edilir, onu açıklamak için çaba sarf edilir ve sonunda ürüne son şeklini verme zamanı geldiğinde yaratıcı eylem bunu tamamlar”. “Kişinin yaratıcı bir şekilde düşünebilmesi için kendine güven duygusu, alışılmış, bilindik kalıpların ve kuralların dışında bağımsız bir şekilde düşünebilme ve kendi bilgi ve ye-teneklerini sonuna kadar kullanabileceği özgür bir ortam gereklidir”.

Yansıtıcı Düşünme: “Çeşitli hipotezler oluşturma, bunlar üzerinde çalışma ve test etme, tümevarım yoluyla veri toplama ve tümdengelim yoluyla sonuçlara ulaşmayı içeren bir düşün-me türüdür”.

Derinlemesine Düşünme: Bir inancın veya bilginin bu inancı ya da bilgiyi destekleyen kanıtlar ve ortaya koyduğu sonuçlar ışığında aktif, dikkatli ve sürekli bir gözden geçirmeye, değerlendirmeye tabi tutulduğu bir düşünmedir.

Tümdengelim Düşünme: Bu düşünme, bütünden parçaya doğru giden ve zihnimizin ge-nel yargılardan özel sonuçlar çıkarma işlemlerini kapsayan bir düşünmedir. Örneğin “Bütün madenler ısınınca genleşir.” “Demir madendir.” “O halde, demir ısınınca genleşir.”.

Tümevarım Düşünme: Parçadan bütüne doğru giden zihinsel işlemleri içermektedir. Zihnin tek tek olgularla ilgili yargılardan hareket ederek genel sonuçlara ulaşma işlemleridir. Örneğin “Ali ile Ayşe insandır ve ölümlüdür.” “O halde bütün insanlar, ölümlüdür.”

Anolojik Düşünme: Bu tip düşünmede iki alan arasındaki benzerliklerden hareketle iliş-kiler kurulur. Bu ilişkilendirmeyle yeni bir karşılaştırma ve açıklayıcı bir anlam doğar.

Altı Sapkalı Düşünme: Bireyin, dikkatini düzenli bir şekilde bir noktadan diğerine yön-lendirerek belirli bir konuyu altı farklı noktadan ele almasını sağlayan düşünme türüdür. Altı düşünme şapkasının her biri farklı renktedir: Beyaz, kırmızı, siyah, sarı, yeşil, mavi. Şapkaların renkli olmasının sebebi; renklerin birtakım şeyleri bireyin hayalinde canlandırabilmesini kolay-laştırıyor olmasındandır.

Bu düşünme türleri en sık kullanılan düşünme türleridir. Tıpkı bu türler gibi mantıksal düşünmenin de düşünme türleri içerisinde sık kullanılan bir tür olması gerekmektedir. Çünkü düşünme sürecinin doğru işlemesi mantık sayesinde gerçekleşmektedir. Bu nedenle de mantık-sal düşünmenin ne olduğu da mantığa dayanarak açıklanmalıdır.

3. Mantıksal Düşünme:

Mantıksal düşünmeden bahsedebilmek için ona temel oluşturan mantığın ne olduğunu bilmek gerekir. Mantık, doğru düşünme biçimlerini gösteren aynı zamanda da mantıklı denen düşünme tarzını kendisine konu alan ve mantıklı düşünmenin düzenli olarak tespitini yapan bir alandır. Her disiplinde olduğu gibi mantık için de kurallar bulunmaktadır. Bu kurallara uyulması ile mantıklı ya da mantıksal düşünme süreci gerçekleşmiş olur. Bu kurallar da akıl yürütme formlarını kullanmayı, kıyas yapmayı ve kavramlar ile önermeler üreterek çıka-rım yapmayı içermektedir.

“Mantıksal düşünme, sağlam kararlar verebilmenin ve karmaşık problemleri çözebilme-nin anahtarıdır. Mantığımızı arabamızın neden çalışmadığından tutun da alışverişe gitmeden önce plan yaparken, vergi hesaplamalarımızı yaparken gibi birçok günlük işlerimizde de sıklıkla kullanırız. O zaman mantıklı düşünmenin temelinde iyi bir problem çözücü ve düşünür olma gerekliliğinin yattığını çıkarabiliriz”. Bunu yapmak için zihinsel süreci işin içine katmak gerekir. Çünkü mantıksal düşünme zihinsel süreci içermektedir. Bilişsel bir yapıyı barındıran mantıksal düşünme, bir sonuca varmak için etkili bir şekilde karar vermeyi gerektir-mektedir. Yani mantıklı karar vererek sonuca ulaşma süreci de denebilir. Üst düzey düşünme becerilerinden birisi olan mantıksal düşünme, bilişsel bilgi basamağında bilgi ve kavrama ba-samağının üstünde kendine yer edinen bir düşünmedir. Man-tıksal düşünmenin bilişsel boyutu onun aynı zamanda bilgi, deney ve gözlemler hakkında düşü-nülen kavram, sonuç ve üst düzey fikirleri kapsamasında da etkilidir. Zihinde oluşturulabilecek olan bu bilgi, sadece gözlem yaparak ya da başkası tarafından anlatılarak öğrenilmez, sadece insanın zihninde yapılandırılabilir.

Lazear mantıksal düşünmeyi oluşturacak temel maddeler olduğunu söylemiştir. Bu maddeler; 1. Soyut yapıları tanıma; çevremizdeki örüntüleri ayırt etme gücüdür. 2. Tümeva-rım yoluyla akıl yürütme; parçalardan bütüne ulaşma sürecinde kullanılan mantıktır. 3. Tüm-dengelim yoluyla akıl yürütme; tümdengelim yoluyla akıl yürütmenin tam tersi olan eldeki bü-tünden parçalara ulaşma sürecinde işe koşulan bir beceridir. 4. Bağıntı ve ilişkileri ayırt etme; günlük yaşamda bireyleri etkileyen verileri sıralama ve sınıflama davranışlarını içerir. 5. Kar-maşık hesaplamalar yapma; sayı ilişkilerini günlük hayatta kullanabilmedir. 6. Bilimsel Yönte-mi Kullanma; bu süreçte bir olayı gözleme, yargılama, tartma, karar verme ve uygulama vardır.

Görüldüğü üzere mantıksal düşünme, problem çözebilmeyi, kavramsal analizlerde bulu-nabilmeyi, akıl yürütmeyi gerçekleştiren yolları kullanabilmeyi, soyut yapıları tanıyabilmeyi, iki durum arasındaki ilişkiyi ayırt edebilmeyi ve çeşitli kıyas ve çıkarımlar yaparak mantıklı karar-lar verebilmeyi sağlayan bir düşünme türüdür.

4. Mantıksal Düşünmenin Diğer Düşünme Türlerinden Farklı ve Benzer Yanları:

Her düşünme türü kendi içinde belirli özellikler taşımaktadır. Bahsedilen düşünme türle-rinden de anlaşılacağı üzere birbirlerini içeren yanları olmasına rağmen esas olarak onları bir düşünme türü olarakayırt etmeyi sağlayan birbirlerinden farklı yapılara sahip olmalarıdır. Man-tıksal düşünme de diğer düşünme türleri ile değerlendirildiğinde benzer noktalara sahip olsa da bu düşünme türleri ile karıştırılmaması gereken yanlar da taşımaktadır. Mantıksal düşünmeyi diğer düşünme türleri içerisinde en çok barındıran ve karışıklığa sebebiyet verecek düşünme türlerine yer verilmesi uygun görüldüğü için bu düşünme türlerinden eleştirel, yaratıcı, yansıtıcı, sistemli, derinlemesine ve analitik düşünme üzerinde durulmuştur. Bu düşünme türlerinden ilk olarak eleştirel düşünmeye bakılmıştır.

Eleştirel düşünme günümüzde de üzerinde sıklıkla durulan ve eğitim öğretim hayatında kullanılması adına üzerine çeşitli çalışmalar yapılan bir düşünme türüdür. Günümüzde bu kadar etkili olan eleştirel düşünme kavramının kökenine uzanıldığında bu kavramın Sokrates’e dayan-dığı görülmektedir. Eleştirel düşünme denildiğinde önceleri felsefe aracılığı ile davranışlarımıza rehberlik etmeyi amaçlayan mantıklı düşünme anlaşılmaktaydı. Zaman zaman olayların doğru biçimde tanımlanması olarak da ele alınan eleştirel düşünme, daha sonra kapsamlı biçimde ta-nımlanmaya başlanmıştır. Hatta günümüzde eleştirel düşünme, aktif öğrenmeye dayalı, çoklu zekâyı kullanan, yöntemli, mantıklı, rasyonel, problem çözen ve yaratıcı bir dü-şünme şekli olarak ortaya koyulmaktadır.

Eleştirel düşünme ne yapılacağına, neye inanılacağına karar vermeye odaklanmış yansıtı-cı ve mantıklı düşünmedir. Fakat o, tek başına bunlardan birisine indirgenemez. İndirgemeci olmayan ve birçok disiplin için kullanılabilir olan kapsayıcı bir eleştirel düşünme tanımı vermek gerekirse eleştirel düşünme, “herhangi bir konu, olgu ve fikir üzerinde açıklık-seçiklik, tutarlılık, mantıklılık, şüphecilik ve doğru akıl yürütme gibi bazı ölçüt ve yöntemleri esas alarak; doğru olmayan düşünme biçimlerini tanıyan, kanıtlara ve sonuçlara önem veren araştırma temelli daha derin bir düşünme eğilimi, tutumu ve becerisi sergileyen, böylelikle de sadece herhangi bir sonuca değil ama tutarlı, makul sonuçlara ve yargılara ulaşmayı amaçlayan” bir düşünmedir. Fakat buradan da görüleceği üzere eleştirel düşünmenin mantıksal düşünmeden farkı mantıksal düşünme de doğru düşünme üzerinden hareket etmek varken eleştirel düşünme-de doğru olmayan düşünme biçimlerini tanıyan, kanıtlara ve sonuçlara önem veren bir yapı ser-gilenmektedir. Oysaki mantık yapısı gereği doğru düşünme kurallarının ve formlarının bilgisi ve düşünme yasalarını veren bir alandır.

Yaratıcı düşünmeye bakıldığında “bir uyumcu düşünce veya yeniden kavramsallaştırma-dır. Yeni ve kullanışlıolarak görülen yeni bir ürünle sonuçlanabilen bilişsel bir etkinliktir. Var olan temel bilgiden hayal ve zihin gücünü kullanarak yeni bir düşünce biçimlendirme veya ge-tirme yeteneğiyle beraber fikirleri değiştirme sürecidir”. Yaratıcı dü-şünme süreci, her aşamasında akılcı ve mantıkçı düşünmeyi ve bilimsel yaklaşımı içermektedir. Ama bunun yanında zihinsel bir düşünme faaliyeti, düşünme eylemi olarak da geçen yaratıcı düşünmede esas olan; süreç sonunda, yaratıcı bir ürün ya da çözüm ortaya koymak değildir. Önemli olan bu süreci aktif bir şekilde, yaşamın her alanında ortaya koymak ve uygulamaktır. Yaratıcı düşünme mantıksal bir yön taşımakla birlikte mantıksal düşünme ile sıkça karıştırılmaktadır. Bu noktada ayrımlarına bakıldığında yaratıcı düşünme; yeni ve özgün bir yapı taşır. Değişimin kaynağı olmakla birlikte fikir üretir. Bunu yaparken de kabul edilmesi güç özellik gösterir. O yüzden kabulü zordur. Alışılmış düşünüş tarzlarını kullanmaktan ziyade yetenekleri kullanır. Ayrıca yaratıcı düşünme, duygular, değer, tutum, sezgi ve varsayımları içererek geleceğe uzanan bir düşünme şekli ortaya koyarken. Mantıksal düşünme, daha çok bilgi birikimine dayanır. Deneyimleri kullandığı için kısa zamanda kabul edilebilir bir yan taşır ve geçmişin uzantısıdır. Bununla birlikte mantıksal düşünmenin iyi -kötü, doğru -yanlış gibi nitelendirmeleri vardır. Mantıksal ve nedensel bağlantılar kuran mantık kuralları vardır. Bu yüzden de matematiksel ve bilimsel düşünceye uygun özellikler gösterir. Bu nedenle de yaratıcı düşünmeden farklı noktalara sahiptir.

Sistemli düşünmede ise bilinenden yola çıkarak, bilinmeyene ulaşmak ve mantıklı işlem-lerle onu açıklığa kavuşturmak esastır. Buradan hareketle sistemli düşünmenin mantıklı düşünmede etkisinin olduğu görülmektedir. Çünkü zihinsel işlemleri doğ-ru ve sistemli bir biçimde kategorize etmek ve düşünme aracını kullanma için onun kurallarını belirleyebilmede mantık devreye girmektedir. Çünkü mantık insanın her türlü zihin faaliyetleri-nin bir aracıdır. Ayrıca mantık, düşünmenin kurallarını belirleyerek doğru ve yanlışın ölçülerini vermesi ile nasıl bir düşünme sürecinin oluşacağı konusunda da bilgi vermektedir. Bu durum da herhangi bir teorik bilginin sistemli bir şekilde işlemesini gerektirir. Bu da ancak mantık kural-larına uymak ile gerçekleşir. Mantıklı düşünen biri, çabuk ve acele kararlardan kaçarak, tüm yargılarında tutarlı olmaya çalışır. Yani, fikirlerden yapılan hükümlerden çıkarılan sonuçların tutarlı olması gerekir. Sistem, aralarında ilişki bulunan parçaların oluşturduğu bir bütün ise tutarlılık da mantıklı bir bütünün parçaları arasındaki karşılıklı bağlantının ya da uyu-mun olması halidir. Ya da çelişkilerin olmama halidir. Yani, bir çıkarım da öncüllerin birbiri ile çelişmeden uyum içinde olmasıdır. Görüldüğü üzere sistemli düşünme ve man-tıksal düşünme birbiri ile hareket etmesi gereken iki düşünme türüdür. Fakat mantıksal düşün-menin olabilmesi sadece sistemli düşünmeyi gerektirmez. O yüzden ayrılma noktaları bu konu-da oluşmaktadır.

Yansıtıcı düşünme ise “kişinin eylem sırasında ne yaptığını sorgulaması, daha sonra yap-tığı üzerinde tekrar düşünmesi ve buna göre genel bilgilerini düzenlemesidir”. Dewey ise yansıtıcı düşünmeyi dört boyutta ele almıştır. Bunlar; yansıtıcı düşünmede görüşler arasında anlamlı ilişkilere dayanan bir ardışıklık vardır. Bir görüş kendinden önceki görüşe dayanır ve kendinden sonraki görüşün uygunluğunu belirler. Yansıtıcı düşünmede olgu ve olayların temeli duygular ve inançlardır. Yansıtıcı düşünmede inancın da-yanak noktası bulgulardır. Bu bulgulara göre düşünceler uygun olup olmama koşuluna göre kabul veya reddedilir. Yansıtıcı düşünme,karşılaşılan problemi çözmeye dayanan bir araştırma sürecidir. Bu boyutlara bakıldığında mantıksal düşünme ile yansıtıcı düşünmenin benzer ve farklı noktaları görülmektedir. Mantıksal düşünmede de problem çözme vardır. Bunu mantıksal düşünme, sayıların etkin kullanılması, kavramlar arasındaki analiz ilişkilerini gösterme, katego-rize etme, genelleme yapabilme, hipotez kurma ve onu inceleme, matematiksel formülle hesap-lama gibi yetenekler ile ortaya koymaktadır. Fakat prblem çözme sadece budüzeyde kalır, yansıtıcı düşünmedeki gibi İnanç ve duygular işin içine katılmaz. Burada bilişsel süreçler ön plandadır. Çünkü evrensel bir insan özelliği olarak kabul edilen mantıksal düşünme becerisi yüksek bilişsel beceri olarak kabul edilir. Yani mantıksal düşünme düzeyi bireyin biliş-sel gelişim düzeyi hakkında bilgi verir.

Derinlemesine düşünmeye bakıldığında, Dewey’e göre, derinlemesine düşünme, bu far-kındalığın en üst düzeyde gerçekleştiği bir düşünmedir. Bu yüzden, Dewey derinlemesine düşünmeyi, hem imgelerin, fikirlerin ve kavramların zihinde aralarında mantıksal bir bağlantı ve düzenli bir ardıllık olmadan uçuştuğu rastgele düşünmeden ayırt eder. Ayrıca Dewey mantıksal bağlantılar ve düzenli ardıllıklar içermesine karşın gerçek olgulara değil de sadece hayallere dayalı olarak sürdürülen kurgusal düşünme ve kanıta dayan-madan otoriteye, geleneğe ve alışkanlığa göre gerçekleştirilen taklidi düşünmeden de derinle-mesine düşünmeyi ayıt etmiştir. Dewey’e göre, derinlemesine düşünme, bu diğer düşünmelerden, bir inancın, görüşün veya iddianın içeriğine, oluşma koşullarına ve sonuçlarına dikkat eden bilinçli bir düşünmedir. Mantıksal düşünme de bu verilen içerikleri kapsar. Fakat bir inanç, görüş ve iddiayı sorgulamaktan ziyade onun doğru olup olmadığı üzerinde du-rur.

Son olarak analitik düşünmeye bakıldığında analitik düşünme “nesneyi bulunduğu içeri-ğinden ayırmayı, nesneyi kategorilere ayırarak özelliklerine odaklanma eğilimini içerirve nes-nelerin davranışlarını açıklamak ve ön görmek için kurallar kullanma tercihidir”. Yani, analitik düşünme nesneyi tek başına inceleme ve onu kategorilere ayırarak düşün-meyi ifade etmektedir. Mantıksal düşünmede ise bu özelliğe sahip kişilerde hedeflerine ulaşma-da, karmaşık dünyada fırsatları değerlendirmede ve güçlüklerle baş edebilmede daha başarılı olurlar.

Sonuç :

Düşünme süreci çok yönlü ve geniş bir süreçtir. Durum böyle olunca düşünmenin çeşitli türleri ortaya çıkmıştır. Bu türler içerisinde kendine yer bulan mantıksal düşünme, problem çözmeye odaklı, ilişki kurabilen, doğru düşünme sürecindeki akıl yürütme yöntemlerini kullana-rak geçerli çıkarımlarda bulunan, soyut düşünmeyi de içinde barındıran bir düşünme özelliği göstermektedir. Mantık temelli bir düşünme olduğu için mantıksal düşünme mantık kurallarını kullanarak kendini diğer düşünme türlerinden ayırmaktadır. Her ne kadar düşünme türleri ara-sında mantıklı olma özellikleri yer alsa da buradamantıksal olmayı açmadıklarından dolayı mantıksal düşünme, kendini diğer düşünme türlerinden ayırmıştır. Özellikle eleştirel, yaratıcı, yansıtıcı, derinlemesine, sistemli düşünme türleri ile ortak özellik göstermesi bakımından karış-tırılırsa da mantıksal düşünme, bütün parça ilişkisinin ayrımına varan, çözüm üretmeye odaklı bilişsel süreçlerle değerlendirilen bir düşünme türüdür. Mantıksal düşünme matematiksel bir yan da taşımaktadır ama bu durum onun sadece sayısal işlemlerle yürütülebilen bir düşünme türü olduğunu göstermez. Çünkü kökeninde düşünme ve onun da kökeninde felsefe vardır. Mantık alanı da felsefe temelli bir alan olduğu için sadece sayısal odaklı olmayıp, dilsel ve an-lamsal özellikler de taşıyan bir yön oluşturmaktadır. Mantıksal düşünme de doğru düşünme aracı olan mantıktan pay aldığı için diğer düşünme türlerinden ayrılmaktadır. Sonuç olarak bir düşünme türü olarak mantıksal düşünme, çeşitli düşünme türleri gibi kendine özgü özellikleri ve ayırt edici yönleri taşıması bakımından mantık kuralları ile oluşturulmuş bir düşünme türü oldu-duğunu söylemek mümkündür.

Holistik (Bütüncül) Bilinç

Holizm; bütünün, kendisini oluşturan parçaların toplamından daha fazla olduğunu savunan felsefe görüşüdür. Ayrıca Sistem Kuramı içerisinde de değerlendirilen bir yaklaşımdır.

Holizm (Holism) kavramı Eski Yunanca bütün, tamam, tüm anlamlarına gelen “Holos” sözcüğünden türemiş olup İngilizce “Whole” (bütün) kelimesi ile aynı kökenden gelmektedir.

Bu yaklaşıma göre herhangi bir alanda (fizik, biyoloji, kimya, sosyoloji, ekonomi, dilbilim, felsefe) bir doğal sistemin bütünü kendisini oluşturan parçalardan ve alt sistemlerden farklı bir yapı oluşturur. Örneğin insan bağışıklık sistemi ve solunum sisteminden oluşsa da bunlarla belirlenemez. Kendisini oluşturan sistemlerden bambaşka bir varlıktır. Dolayısıyla alt sistem aslında çoğu zaman üst sistemin bir işlevini (fonksiyonunu) yerine getirir. Bu yaklaşımın temel düşüncesi, sistemi bir bütün olarak ele almasıdır. Bütünsel yaklaşım, sistemi oluşturan parçaların, parçalar arası ilişkilerin ve çıkacak sorunların birbirinden ayrılamayacağını kabul eder. Öğeler ve ilişkiler arasında meydana gelen sorunların (entropi) da birbirine bağlı olduğunu, bu yüzden de sorunların birisine çözüm bulunduğunda diğer sorunların da çözüleceğini ortaya koyar. Bütünsel yaklaşım, sistem kavramını “birbirleriyle etkileşimli bütünlüklerden oluşmuş, çevresiyle etkileşimli bir bütün olarak görür”. Bu anlayışa göre sistem çoğu zaman sinerji meydana getirir.

Bütün parçaların toplamından daha büyük bir etki yaratır. Bu anlayış Aristo’nun “bütün, parçaların toplamından daha fazladır” sözü ile özetlenebilir. 2 + 2 = 5 şeklinde ifade edilir.

Örneğin 1. Kişi tek başına 5 birim üretirken, 2. Kişi tek başına 4 birim üretmektedir. Bu iki kişi ortak bir çalışma yaptığında 4+5=9 birim üretmeleri beklenirken 11 birim ürettikleri görülmektedir. Bu etkinin nedenleri ise çok farklı olabilir. Bazen de sinerji negatif yönde işler. Verilen örnekte üretkenliğin düşerek 8 birim üretim yapılması gibi olabilir.

“Holistik”  kavramı bilinç seviyeleri yükseldikçe ( son zamanlarda) kullanılmaya başlanan bir kavram. Yeni bir kavram değil aslında fakat  daha çok da tıp alanında kullanılıyor. Bilinç seviyeleri arttıkça her şeye daha bütüncül bakılmaya başlandığı için kavram yaşamın her alanında kullanılmaya başlandı.

“Holistik”, ayrı ayrı parçaların bir araya geldiği bir bütünlük gibi düşünülüyor artık, yani “bütünsellik” anlamını taşıyor.  Ancak çoğumuz dünyada var olan her şeyin, birbirlerinden ayrı ve tek başlarına olarak evrende yer aldıkları algısına dayanan bir bakış açısı ile yaşıyoruz. Bu bakış açısında;  şu an algıladığımız her şey üç boyutlu algılarımızla şekilleniyor.

Evrendeki tüm var oluşlar, insanlar,dağlar,taşlar, kalemler- kağıtlar dahi birbirlerinden ayrı algılanır ve bizim algılarımız da bunu teyit eder. Lakin son dönemlerde yapılan araştırmalar, atomaltını, bing- bang teoremini inceleme fırsatı verdiğinde, bilim insanları, maddenin temel bir yapı taşının olmadığını fark ettiler.  Bu durumda bilim insanları devasa varoluşu, dünyayı, dünya üzerindeki maddeleri oluşturan şeylerin temelinde ne olduğunu anlamaya çalıştıkları teoremler öne sürdüler ve deneylere başvurdular. Psikolojide bilimsel karşılığı “Gestald Kuramı ( Wertheimer, Köhler, Koffka) ile Düşünce Biçimi” olan bu yaklaşımı tüm evrensel yapıya taşımaya başladılar diyebiliriz.

Çıkan sonuç “Maddenin temelinde, aslında her şeyin temelinde dev bir enerji evreni vardı. Bu enerji evreni salınan hareketlerle  var olup var ediyordu” . Ve tüm bu var olanlar, bizlerin gördükleri, göremedikleri, algıladıklarımız, algılayamadıklarımız da dahil olmak üzere hepsi, bu temel enerjiden oluşuyordu. Bu bakış açısı ile bizler artık çok daha geniş bakış açıları ile olaylara bakabilir hale geldik. Bilinç düzeyleri arttıkça enerji seviyelerini de algılamaya başlar olduk. İnsanlığın rotasını bambaşka bir alana doğru gitmeye başladı. İşte “kuantum fiziği” diye adlandırılan bu bilgiler, bizlerin bilinç kavramına, dünyaya, yaşama başka bir kavramla bakmaya başlamamıza neden oldu.

Hepimizin  içerisinde yaşadığı bu dünyanın,varoluşunun temelinde, belkide evrende büyük bir enerjinin salınımın yer alması yatıyor. Bu sonuç bize ne katabilir?

“Eğer her şeyin temelinde evrensel bir enerji varsa, var oluş içerisinde kendini var eden tüm canlı cansız  tüm cisimlerin özleri aynıdır.” Başka bir tanımlama ile “hepimiz aynı bütünün parçalarıyız ve eğer hepimiz aynı enerji salınımından oluştuk ve oluşuyor isek, bütün var olanlar arasında bizim algılayamadığımız enerjetik bağlar da mevcut.[3] Tüm kainat, içten içe örülü bir şekilde birbirleriyle büyük bir iletişim,bir bağ içinde.

İşte “Holistik” kavramı bu temel bilgiden yola çıkıyor. Kâinatta var olan tüm canlı,cansız varlıkların birbirleri ile  ilişkisi  ve dahi etkileşimi mevcuttur.

O halde; kâinatta,evrende, varoluşta en küçük bir canlı dahi; yani bir bitkinin yaprağı, küçük bir kurtçuk, bir bardak, bir insan, bir hayvan, gezegenler vb. bunların tümü birbirleriyle bir ilişki ve iletişim halindeler. Yani en küçük bir zerrenin üzerinde yapacağımız bir değişiklik, bütünü değiştirme potansiyeline ve gücüne sahiptir. Doğal olarak bu da bizleri, bütün var olanlara karşı çok yüksek bir bilinç ile görmeye, algılamaya,saygı duymaya ve onları daha da ciddiye almaya yöneltiyor.

İşte “Holistik” kavramı, bu bütünselliği, ama içten içe bağlı olan bir bütünselliği anlatır. Holistik bilinç ise tüm bu var oluşun bütünlüğün ile aslında hiç bir şeye vakıf değilken, aslında her şeye vakıf olunabileceğini fakat bunun yoğun bir bilinç seviyesi içerisinde yaşarken var olabileceğini idrak etmiş bir bilinçtir. Ve bu bilinç ile atılan her adım; önce bedende sonrasında yaşam ve yaşam alanlarımızda bütünlüğe yardımcı olur.

Bütüncülük (Holizm) Nedir?

Analitik doğrular, fikirler (terimler) arası bağıntılara dayanır. Dili anlıyor olmamız analitik doğruları anlıyor olmamız için yeterlidir. Gidip deneyimimizde ne olup bittiğine bakmamız gerekmez. Öte yandan olgusal bir içeriği olan doğrular söz konusu olduğunda sadece dili anlıyor olmamız yeterli değildir. Bu tür doğrular sentetiktir. Duyusal deneyimimizde ne olup bittiğine bakmaksızın söz konusu ifadelerin doğru olup olmadığına karar veremeyiz.

Analitik ve sentetik doğrular arasında yapılan bu ayrım, doğruları karşılıklı olarak birbirini dışlayan iki gruba ayırır. Yani bir önerme hem analitik hem de sentetik olamaz. Ayrıca bir doğru ya analitik ya da sentetiktir. Eğer bir önerme fikirler arası bir bağıntıyı ya da bir olguyu ifade etmiyorsa anlamsızdır. Bu durumda her iki gruba da sokulamayan tüm önermeler, tüm metafiziksel önermeleri de içine alacak bir biçimde, anlamsız olarak kabul edilmek durumundadır.

Şimdi Quine’ın sözünü ettiği iki dogmayı tekrar ele alalım ve karşılıklı olarak nasıl ilintili olduğunu daha yakından görelim. Olgusal içeriğe sahip herhangi bir önerme alalım ve bu önermeye P diyelim. Mantıksal pozitivistlerin anlam anlayışından hareket edersek söz konusu önermenin anlamı, onun doğrulanma yöntemi olacaktır. Bu doğrulanma yöntemine dair önermeleri bir bileşik önerme halinde E ile ifade ettiğimizi düşünelim. Quine’ın deneyciliğin ikinci dogması olarak andığı dogma, bu durumda şu önermenin analitik ve tanımsal olarak doğru olduğunu söylemektedir: P ancak ve ancak E. Çünkü P’nin anlamı E’ye indirgenmiştir. Şimdi P’nin ve onun anlamını içeren E’nin duyu deneyimine dayanarak doğrulanması ya da yanlışlanması söz konusu olabilir. Ancak “P ancak ve ancak E” önermesinin doğrulanması için bir deneyime ihtiyaç yoktur. Çünkü o analitiktir ve tanımsal olarak doğrudur. Acaba öyle midir?

İşte Quine bunu sorgulamaktadır. P önermesine baktığımızda, sadece dili anlı- yor olmamız, söz konusu önermeyi analitik olarak E önermesine çözümlememizi sağlayabilir mi? Quine’ın bu soruya verdiği yanıt olumsuzdur. Bir terimin hangi terimlerle eş anlamlı olduğu, bir terimin tanımının ne olduğu olgulara başvurmaksızın belirlenemez. Gündelik dili bir yana bırakıp biçimsel bir dizge oluşturarak analitikliği böyle bir dilde tanımlamaya çalışmak da sonuçsuz kalacaktır. Çünkü hangi önerme biçimlerinin analitik olduğunu belirleyecek kural ya da kurallara, dışarı dan bizim karar vermemiz gerekecektir. Bu durumda, analitik olanın ne olduğuna biçimsel dilden bağımsız olarak karar verebiliyor olmamız gerekir. Bu da bizi başladığımız noktaya geri getirecektir. Sonuç olarak sadece anlambilimsel bir zemine dayanarak belirlenebilen analitik önermeler olduğu savunulamaz. Bu itibarla sentetik önermelerin doğrudan deneyimle doğrulanabilecek önermelere çözümlenebilmesinden de söz edilemez. Her iki dogma da reddedilmelidir.

Quine bilgimizin duyu deneyimine dayandığını düşünmektedir. Bu itibarla deneyciliği reddediyor olması, bilgi için duyu deneyiminin esas teşkil etmediği anlamına gelmez. Quine’ın karşı çıktığı şey, önermelerin anlamlarının atomsal bir biçimde belirlenmesidir. Duyusal deneyimle karşılaştırmak üzere, tek tek önermeler küçük bir birim olarak kalmaktadır. Quine’a göre deneyimle ancak bilimin tamamı karşı karşıya getirilebilir. Şimdi bunun nedenini anlamaya çalışalım.

Quine’ın yaklaşımı bu noktada Fransız fizikçi ve felsefeci Duhem’ın düşük belirlenim (İng. underdetermination) savlarından (kuramların deneyim tarafından eksik belirlenmesine ilişkin savlardan) destek görmektedir. Sorunu bir örnekle ele alalım. Diyelim ki bize bir miktar içeriğinde ne olduğunu bilmediğimiz bir bileşik verilsin. Bizden bazı deneyleri yaparak bu maddenin hangi elementleri içerdiğini belirlememiz istensin. Bazı deneyler tasarlayabiliriz. Örneğin, bir başka bizim ne olduğunu bildiğimiz (bildiğimizi varsaydığımız) bir bileşikle tepkimeye girip girmediğine bu tepkimede ne kadar ısı açığa çıktığına, renk değişimleri olup olmadığına bakabiliriz. Diyebiliriz ki tepkimedeki sıcaklık şu kadar dereceye çıkarsa ve karışımın rengi şuna dönerse bu bileşik şudur. Fakat bu varsayımı oluştururken mevcut fizik ve kimya kuramlarından yararlanırız. Sadece bununla da kalmayız. Kullandığımız deney araçlarının dayandığı kuramları da varsayarız. Örneğin termometrenin işleyişine ilişkin olarak genleşme, termodinamik vb. pek çok kuramın savlarından yararlanırız. Dolayısıyla, “Testin sonucunda eğer şu sonuçlar elde edilirse, ilgili bileşik şudur.” dediğimizde sadece tek bir varsayımı değil, çok farklı kuramların ve git gide tüm bilimsel kuramların varsayımlarını test ediyor oluruz. Testin sonucunda istediğimiz sıcaklık ve renk değişimi olursa başlangıçtaki varsayımımızın doğru olduğuna hükmederiz. Ama bunu yaparken diğer tüm varsayımların da doğru olduğunu kabul ederiz. Eğer istediğimiz sıcaklık ve renk değişimi olmazsa başlangıçta varsaydığımız tüm kuramsal önermelerin hangisi ya da hangilerinin aslında yanlışlandığına kolayca karar veremeyiz.

Mantıksal bir yapı içerisinde konuyu şöyle sunabiliriz:

Y: Deneyimizi tasarlarken varsaydığımız yasaların tümel evetlemelerle bir araya getirildiği bileşik önerme

V: Bizim test etmek istediğimiz varsayım

Ö: Deneyin yapılması aşamasındaki özel şartlar (örneğin iki bileşiğin karıştırılıp belli bir dereceye kadar ısıtılması)

G: Sonuçta gözlemlenmesi beklenen durumu ifade eden önerme olsun.

Y ve V ve Ö
Öyleyse, G

Biçiminde bir kanıtlama elde ederiz.

Eğer “Y ve V ve Ö” doğru ise G de doğru olacaktır. G önermesinin deney sonunda doğrulandığını varsaydığımızda “Y ve V ve Ö”nün doğrulandığını söyleyemeyiz. Sadece yanlışlanmadığını söyleyebiliriz. G önermesinin deney sonucunda yanlışlanması durumunda ise “Y ve V ve Ö” bileşik önermesinin yanlış olduğu sonucuna varırız. Ancak tikel evetleme ile birleştirilen önermelerin hangi bölümünden bu yanlışlığın kaynaklandığına karar veremeyiz.

Bu örnekten de anladığımız gibi, bilimsel önermelerin duyu deneyimiyle karşılaştırılması atomsal bir varsayımın doğruluğuna karar vermekle sınırlandırılamaz. Quine’a göre karşılaştırmanın bir tarafında duyu deneyimi yer alırken diğer tarafında ise bilimsel önermelerin tamamı yer almaktadır. Quine’ın savunduğu bu yaklaşım bütüncülük (İng. holism) olarak adlandırılmaktadır.

Quine bu yaklaşımını bir başka metaforla aktarmaya çalışır: İnsan bilişi bir inançlar ağı gibidir. Tıpkı bir örümcek ağındaki her bir parçanın diğerleriyle doğrudan ya da dolaylı bir bağ içerisinde olması gibi bizim inanç ve kanaatlerimizin hiçbiri de tek başına değildir. Hemen tamamı dünyayla (duyusal deneyimle) dolaylı bir bağ içerisindedir. Bu itibarla herhangi bir inancımızda bir değişiklik olması diğerlerini şu ya da bu biçimde etkilemektedir. Quine insanlığın sahip olduğu bilgiyi sınır şartlarını deneyimin belirlediği bir güç alanına benzetmektedir. Bu alanda bazı bilgiler merkeze daha yakın ve bu itibarla duyu deneyimine daha uzakken bazıları ise duyu deneyimine daha yakındır.

Bu resim içerisinde cevaplanması gereken bir sorun ise her biri diğeriyle ilişkili olan bilimsel kuramların, nasıl olup da değişikliğe uğrayacağıdır. Yukarıdaki örneğimizi hatırlayarak sormamız gereken soru şudur: Bir grup kurama (ya da mevcut tüm kuramlara) dayanarak oluşturduğumuz bir varsayımımız bir gözlemle doğrulanmazsa hangi kuramı, ne ölçüde revize etmemiz gerektiğine nasıl karar veririz? Quine’a göre bu sorunun yanıtı şudur: Bilgisel dizgemizde en az sarsıntıyı yapacak surette değişikliğe gitme eğilimindeyizdir. Quine bunu bir düstur olarak ifade eder ve en az sakatlama düsturu (İng. maxim of minimal mutilation) olarak adlandırır. Öte yandan Quine’a göre hiçbir kuram ya da yasa, değişim sürecinden azade değildir. Bilimsel devrimler söz konusu olduğunda bu tür radikal değişimler de gerçekleşebilir. Quine’a göre öndeyide bulunma gücümüzü artırdığı ve çoklaştırdığı sürece bilimsel değişim kabul edilebilirdir.

Benzer öndeyilerde bulunan iki farklı kuram söz konusu olduğunda ise Quine’a göre daha basit olanı tercih etme eğilimindeyizdir. Söz konusu bu basit olanı tercih etme kuralı sadece bilimsel kuramlar için değil, sağduyuya dayalı gündelik düşünme biçimlerimiz için de aynen geçerlidir. Quine’a göre, temel unsurları duyumlar olan bir varlıkbilimdense, orta büyüklükte nesneler olan bir varlıkbilimi kabul etmemizin nedeni de basitlik kuralıdır. Bu varlıkbilimle duyum deneyimindeki karmaşıklıktan kendimizi kurtarıp kendi dışımızdaki nesnelerden bahsedebiliriz. Bu açıdan bakıldığında kendi dışımızda birer nesne olarak bir sandalye ya da masadan bahsettiğimizde, kendi başına var olan şeylerden değil bizim kurduğumuz, bu itibarla da kuramsal nesnelerden söz etmekteyizdir. Ancak bu yaklaşım bir sorun barındırmaktadır. Quine’ın buradaki akıl yürütmesi, öznel deneyimimizin unsurlarından söz edebileceğimiz özel bir dili olanaklı görür gibidir. Quine daha geç dönem yazılarında böyle bir özel dildense daha nesnel ve kamusal bir yaklaşımı savunmayı tercih etmiştir. Bir başka deyişle, duyu organlarımızın uyarılması neticesinde dünyayla temas ediyor olsak da gözlem önermelerimiz bu uyarımlarla değil kendi dışımızdaki nesnelerle ilgilidir. Gözlem önermeleri bilgimizi içeren kuvvet alanının sınırlarında bulunmakta ve diğer tüm bilgilerimiz tarafından etkilenmekte ve belirlenmektedir. Öte yandan, dünyayla teması- mızı sağlayan önermeler olarak bilimi nesnel kılan da bu gözlem önermeleridir.

20. yüzyılın başından itibaren felsefenin gelişimine baktığımızda, felsefenin bilimlerden ayrıldığını ve konusunun dil ve dilin mantığı ile sınırlandığını görürüz.

İster mantısal pozitivistler ve erken dönemdeki görüşleriyle Wittgenstein’ı, ister geç dönem görüşleri ile Wittgenstein’ı dikkate alalım, felsefenin metafiziksel olanla ilgili savlarından vazgeçmesi, beraberinde felsefenin ilgi alanında bir daralmaya yol açmıştır. Felsefe dil hakkında, özellikle bilimin dili hakkında konuşur. Amacı bilgi vermek, sentez yapmak vb. değil, ifadeleri açıklığa kavuşturmaktır. Felsefenin yapabileceği en iyi şey tutarlı bir anlam kuramı ortaya koyabilmektir. Hatta geç dönem görüşleriyle Wittgenstein’ı dikkate alırsak, tek ve bütünlüklü bir dil anlayışı geliştirmek bile olanaklı değildir. Felsefe işini bitirdiğinde de dünyayı zaten olduğu gibi bırakır. Felsefe 20. yüzyılın ortasına gelindiğinde böyle bir çizgide ilerlemektedir, ancak bu çizgiden bir sapmanın da sinyalleri belirmeye başlamıştır.

Analitik felsefeyi hazırlayan ve etkileyen bir yaklaşım olarak doğalcı ve pragmatist görüşler Peirce ve Dewey gibi filozoflar tarafından savunulmaktaydı. İnsan tıpkı diğer türler gibi, doğanın bir parçasıdır ve doğayla etkileşim halindedir. İnsanlık, elde ettiği bilimsel bilgilerin herhangi bir aşamasında, mutlak bir kesinliğe ulaşamaz. Farklı ve yaratıcı varsayımları dener, söz konusu varsayımlar sonuç verdiği sürece mevcut bilgi dağarının bir parçası haline gelir. Bu bakış açısının beraberinde getirdiği bir başka yaklaşım ise herhangi bir bilgi türünün ya da bilim dalının diğerlerine bir önceliğinin olmamasıdır. İnsanların ihtiyaçlarına bağlı olarak arayışları farklılaşır ve sahip oldukları değerlere göre bilgi edinme yöntemleri değişiklik gösterebilir. Bilen ile bilinen arasında ve değerlerle olgular arasında köktenci ayrımlar yapılamaz.

Yukarıda kısaca ifade ettiğimiz bu doğalcı anlayışın felsefeye yüklediği misyon, dilin ve dilin mantığının çözümlemesine dayalı felsefe anlayışından oldukça farklıdır. Bu yaklaşıma göre felsefe, diğer bilim dallarının yapamayacağı kapsamlı ve bütünlüklü bir sentezi gerçekleştirmekle mükelleftir. Ancak felsefenin bu biçimde yapılabilmesinin önünü açabilmek, dile ve dilin mantığına ilişkin çözümlemeleri esasa yerleştiren felsefe anlayışının kökten bir eleştirisini gerektirmektedir. Tarihin bu noktasında böyle bir eleştiriye soyunan ve bu eleştiriden hareketle söz konusu kapsamlı ve bütüncü bir felsefe anlayışını ikame etmeye çalışan felsefeci Willard Van Orman Quine olmuştur.

Bilim

Bilim Nedir ?

Sözlüklerde ve ansiklopedilerde bilimin değişik tanımları vardır. Sanırım bu tanımların hiç birisi bilimi eksiksiz olarak açıklayamaz.

Bilim gözleyebildiğimiz, içinde yaşadığımız bu “dünya” üzerine sadece gözleme ve deneylere ve mantığa dayanarak bilgi edinmektir. “Dünya” ile bütün evreni, yeryüzünü, canlı ve cansız varlıkları, insanı ve toplumu kastediyoruz. Bilim yoluyla bütün insanlık için ortak bilgi edinebiliriz çünkü aynı şartlar altında aynı gözlemlerden herkes tarafından hep aynı bilgiler elde edilir.

Bilimde tahminler her zaman yanlışlanmaya açıktır. Şimdiye kadar hep “doğru” çıkan bilgi yeni bir alanda da geçerli midir diye sorduğumuzda bunun cevabını ancak deney veya gözlemle elde edebiliriz. Tahminimiz yanlış da çıkabilir. O zaman önceki tecrübelerimiz bu yeni alanda geçerli değilmiş, bunu öğreniriz. Tahminimiz doğru çıkarsa bu önermenin geçerlilik alanı daha da genişlemiş olur.

Bilimde gözlenebilecek konularda gözlem yapmadan bilgi sahibi olamayacağımızı kabul ederiz. Bakmadan bilmek yoktur.

Bilim aslında bilgimizi kendi tecrübemize ve başkalarının tecrübesine dayandıran sağduyu ile örtüşür. Bilimin günlük hayattaki sağduyudan farkı, teleskopla, mikroskopla, parçacık hızlandırıcıları vs birçok deney ve gözlem aracı ile günlük gözlemlerimizin çok ötesinde de bilgi edinebilmesidir. Bilimin sağduyudan farkı aynı zamanda bilgiyi edinirken nesnel bir bakış açısının korunmasını sağlayan bilimsel yöntemi kullanmasıdır.

Böylece bilim geliştikçe, evrenin günlük hayatın ufkuyla sınırlı, sezgilere aykırı özelliklerini öğreniriz. Bilimin getirdiği yeni gözlem ve tecrübelerle mesela, Dünya’nın düz olduğu gibi bazı eski inançlardan vazgeçilir.

Cumhuriyet’te ve Cumhuriyet Bilim Teknik’te bilimin tanımı ya da açıklaması çok yapılmıştır. Bunlara bir yenisini eklemenin bir yararı olabilir mi? Bu soruyu, biraz minder dışına kaçarak yanıtlama olanağı vardır. Aşkı binlerce yazar anlatmıştır. Gene de, her gün yeniden anlatılmaktadır ve insanoğlu var oldukça anlatılmaya devam edilecektir. Ama hiç birisi aşkı eksiksiz anlatamamıştır ve anlatamayacaktır. Belki bilim de böyledir; onun eksiksiz bir tanımı yapılamaz. Ancak, bir temele dayanabilmek için, bir yerden başlamak iyi olacaktır.

TDK sözlüğünde bilim şöyle tanımlanıyor: Bilim

“Evrenin ya da olayların bir bölümünü konu olarak seçen, deneysel yöntemlere ve gerçekliğe dayanarak yasalar çıkarmaya çalışan düzenli bilgi.”
“Genel geçerlik ve kesinlik nitelikleri gösteren yöntemli ve dizgesel bilgi.”
“Belli bir konuyu bilme isteğinden yola çıkan, belli bir ereğe yönelen bir bilgi edinme ve yöntemli araştırma süreci.”

Bilim ile uğraşan bir kişinin bu tanımları yeterli bulmayacağını söylemeye gerek yoktur. Bu nedenle, bilimin eksiksiz bir tanımını yapmaya kalkışmak yerine, onu açıklamaya çalışmak daha doğru olacaktır.
İnsan doğaya egemen olmak ister!

Derler ki insanoğlu varoluşundan beri doğayı bilmek, doğaya egemen olmak istemiştir. Bu nedenle, insan varoluşundan beri doğayla savaşmaktadır. Son zamanlarda, bu görüşün tersi ortaya atılmıştır: İnsan doğayla barış içinde yaşama çabası içindedir. Bence bu iki görüş birbirlerine denktir. Bazı politikacıların dediği gibi, sürekli barış için, sürekli savaşa hazır olmak gerekir.

Gök gürlemesi, şimşek çakması, ayın ya da güneşin tutulması, hastalıklar, afetler, vb. doğa olayları bazan onun merakını çekmiş, bazan onu korkutmuştur.

Öte yandan, bu olgu, insanı, doğadan korkusunu yenmeye ve merakını gidermeye zorlamıştır. Korkuyu yenebilmenin ya da merakı gidermenin tek yolunun, onu yaratan doğa olayını bilmek ve ona egemen olmak olduğunu, insan, önünde sonunda anlamıştır. Peki, insanoğlunun doğayla giriştiği amansız savaşın tek nedeni bu mudur? Başka bir deyişle, bilimi yaratan güdü, insanoğlunun gereksinimleri midir?

Elbette korku ve merakın yanında başka nedenler de vardır. İnsanın (toplumun) egemen olma isteği, beğenilme isteği, daha rahat yaşama isteği, üstün olma isteği vb. nedenler bilgi üretimini sağlayan başka etmenler arasında sayılabilir. İnsanın korkusu, merakı ve istekleri hiç bitmeden sürüp gidecektir. Öyleyse, insanın doğayla savaşı (barışma çabası) ve dolayısıyla bilgi üretimi de durmaksızın sürecektir.

Bilim Neyle Uğraşır?

Bilimin asıl uğraşı alanı doğa olaylarıdır. Burada doğa olaylarını en genel kapsamıyla algılıyoruz. Yalnızca fiziksel olguları değil, sosyolojik, psikolojik, ekonomik, kültürel vb. bilgi alanlarının hepsi doğa olaylarıdır. Özetle, insanla ve çevresiyle ilgili olan her olgu bir doğa olayıdır. İnsanoğlu, bu olguları bilmek ve kendi yararına yönlendirmek için varoluşundan beri tükenmez bir tutkuyla ve sabırla uğraşmaktadır. Başka canlıların yapamadığını varsaydığımız bu işi, insanoğlu aklıyla yapmaktadır.

Bilimin Gücü

Bilim, yüzyıllar süren bilimsel bilgi üretme sürecinde kendi niteliğini, geleneklerini ve standartlarını koymuştur. Bu süreçte, çağdaş bilimin dört önemli niteliği oluşmuştur: çeşitlilik, süreklilik, yenilik ve ayıklanma. Şimdi bunları kısaca açıklamaya çalışalım.

Çeşitlilik

Bilimsel çalışma hiç kimsenin tekelinde değildir, hiç kimsenin iznine bağlı değildir. Bilim herkese açıktır. İsteyen her kişi ya da kurum bilimsel çalışma yapabilir. Dil, din, ırk, ülke tanımaz. Böyle olduğu için, ilgilendiği konular çeşitlidir; bu konulara sınır konulamaz. Hatta, bu konular sayılamaz, sınıflandırılamaz.

Süreklilik

Bilimsel bilgi üretme süreci hiçbir zaman durmaz. Kırallar, imparatorlar ve hatta dinler yasaklamış olsalar bile, bilgi üretimi hiç durmamıştır; bundan sonra da durmayacaktır.

Yenilik

Bir evrim süreci içinde her gün yeni bilimsel bilgiler, yeni bilim alanları ortaya çıkmaktadır. Dolayısıyla, bilime, herhangi bir anda tekniğin verdiği en iyi imkanlarla gözlenebilen, denenebilen ya da var olan bilgilere dayalı olarak usavurma kurallarıyla geçerliği kanıtlanan yeni bilgiler eklenir.

Ayıklanma

Bilimsel bilginin geçerliği ve kesinliği her an, isteyen herkes tarafından denetlenebilir. Bu denetim sürecinde, yanlış olduğu anlaşılan bilgiler kendiliğinden ayıklanır; yerine yenisi konulur.

Bu noktada şu soru akla gelecektir. Sürekli yenilenme ve ayıklanma süreci içinde olan bilimsel bilginin doğruluğu, evrenselliği savunulabilir mi? Bu sorunun yanıtını verebilmek için, bilimsel bilginin nasıl üretildiğine bakmamız gerekecektir. Sanıldığının aksine, bilimsel bilgi üretme yolları çok sayıda değildir; yalnızca iki yöntem vardır.

Bilim Tarihi :

Eğer, bilim, sistematize edilmiş pozitif bilgi olarak tanımlanırsa ( veya farklı zamanlarda ve farklı mekanlarda böyle kabul edilmişse), bilim tarihi, bu bilginin gelişiminin betimlenmesi ve açıklanmasıdır.

Örneğin, bugün astronomide bildiğimiz her şey gözönünde bulundurulduğunda, bu bilgiyi nasıl elde ettik? Bu, bizi, insanın Güneş’i, Ay’ı, yıldızları ve gezegenleri gözlemlemeye başladığı – ve hayret ettiği – tarihöncesi çağlara kadar geri götüren çok uzun bir hikayedir. Günümüz bilgisine ancak sonsuz girişimlerden ve yanlış girişimlerden sonra ulaşılmıştır.

Bir kimse, pozitif bilginin kazanılması ve sistematize edilmesinin gerçekten birikebilen ve ilerleyebilen tek insanî faaliyet olduğunu aklında tutarsa, bu çalışmaların önemini hemen kavrar. Şayet insanoğlunun gelişimini açıklamak isterse, açıklaması bu faaliyet üzerinde odaklaşmalıdır ve bu geniş anlamıyla bilim tarihi, bütün tarihsel araştırmaların kilit taşı olmaktadır.

Eğer insanoğlunun, bugünkü derinlik ve karmaşıklığına ulaşıncaya kadar tedricen geliştirilen bilimsel yaşantısının bir gelişim taslağı ile bunu izah edersek, tanım açıklık kazanmış olacaktır. Bununla birlikte, okuyucu, bunun bir bilim tarihi olmadığı, fakat kolay anlaşılmayan pek muhtelif araştırmalar hakkında ona oldukça yeterli bir bilinç veren bilim tarihinin basit bir genel görünümü olduğu konusunda uyarılmalıdır.

Herhangi bir tarih, bilimin ortaya çıkışının bir izahı ile başlamalıdır. Bu, antropoloji ve prehistoryanın görevidir. ılk insanlar, aletlerini nasıl icat ettiler ve biçimlendirdiler? Hayvanları nasıl evcilleştirdiler ve çiftçiliğin inceliklerini nasıl öğrendiler? Aritmetik, geometri ve astronomi hakkındaki ön bilgileri nasıl edindiler? Sağlık için en iyi yiyecekleri ve hastalık için en iyi ilaçları nasıl buldular? Suları yönlendirmeyi, kara ve deniz avcılığını, ağır taşları kaldırmayı ve nakletmeyi, maden filizini çıkarmayı ve işlemeyi, bronz ve daha sonra demir aletler yapmayı nasıl öğrendiler? Aile ve kabilelerdeki sosyal yaşam şekillerini, ekonomi ve idare yöntemlerini nasıl keşfettiler? Dili ve onu kaydetme çarelerini nasıl geliştirdiler? Bir tür toplumsal ve tarihsel bilince eriştiler mi, eğer eriştilerse, onu nasıl tatmin ettiler? Sanatsal ve dinsel ihtiyaçlar nasıl uyandı ve bunlara itaat etmek için neler yaptılar?

Bunlar, yazılı tarih perdesinin açılmasından evvel insanın ulaşmış olduğu bilgi seviyesinin anlaşılabilmesi için cevaplandırılması gerekli olan sayısız sorudan sadece birkaçıdır. Yazılı belgelerle temsil edilen en erken kültürler Mısır, Mezopotamya, Hindistan ve Çin’de göründü; bu belgeleri çözümleyebilen ve anlamlandırabilen şarkiyatçıların işbirliği olmaksızın bu kültürler hakkında bir izahat verilemez. Bilim tarihçileri, kendi araştırmalarına uygun düşen tüm verileri şarkiyatçıların incelemelerinden çıkarmayı ve onları açıklamayı başarabilmelidirler.

Birbirini izleyen bir sürü iniş çıkışlardan, keşiflerin yol açtığı ani ve büyük değişikliklerden ve demir silahların kullanılmasından sonra, kabiliyetli bir millet olan Yunanlılar, daha ciddi bir şekilde evreni ve kendilerini açıklamaya giriştiler. Bu insanlar başlangıçta, Küçük Asya’nın batı sahillerine, Sicilya’ya ve Güney ıtalya’ya yerleştiler. Matematiğin, astronominin, mekaniğin, fiziğin, coğrafyanın ve tıbbın temel ögelerini onlara borçluyuz. Eserlerinden bazıları bugüne kadar korunmuştur ve bilgimiz, fragmentlerden ve dolaylı alıntılardan derlenmiştir.

Yunan biliminin altın çağı, Yunan edebiyatı ve sanatının altın çağı ile aynı zamana rastlar. Ana üssü Atina, dili Yunanca ve zamanı ise M.Ö. 5’inci ve 4’üncü yüzyıllardır. 5’inci yüzyıl, atom kuramını keşfeden Demokritos ve Leukippos gibi büyük filozoflara, Kioslu Hippokrates gibi matematikçilere, Philolaus gibi astronomlara, “tıbbın babası” olarak kabul edilen Koslu Hippokrates gibi hekimlere tanıklık etti. Bu altın çağ, Sokrates’in M.Ö. 399’da politik bir cinayete kurban gitmesiyle kapandı.

4’üncü yüzyıl bilimsel başarılar yönünden daha da zengindi ve bu yüzyıl, iki filozof tarafından, bütün geçmişin türlerinde en büyük olan iki şahsiyeti tarafından yönlendirildi: yüzyılın ilk yarısına Atina Akademi’sinin kurucusu olan Platon, ikinci yarısına ise aynı kentteki Lise’nin kurucusu olan Aristoteles hakim oldu. Bu adamların tesirleri bugüne kadar ulaştı. Öyle ki düşünen her insanın, her bilginin ya bir Platoncu veya bir Aristotelesci olduğu söylenebilir.

Yunanistan’ın politik çöküşü, her tarafta, bilginlerin, esas olarak M.Ö.3’üncü yüzyıldan itibaren geliştirilen yeni kültürü adlandırmak için yeni bir isim kullanma konusunda anlaşmalarını sağlayacak derecede derin değişikliklere neden oldu. Merkez artık Atina değil, İskenderiye ve Avrupa’nın dışındaki diğer Yunan kentleriydi, ve yeni kültür Hellenik değil Hellenistik diye adlandırılmaktaydı. Bu dönem, Herophilos ve Erasistratos gibi 3’üncü yüzyıl anatomistlerinin, Öklid, Aristarkos ve bu yüzyııln ikinci yarısında yıldızları parlayan Arşimed, Eratostenes ve Apollonius ile M.Ö.2’inci yüzyılın sonlarında yaşayan Hiparkos gibi matematikçi ve astronomların faaliyetleri ile ölümsüzleştirilir. Roma, Hıristiyan çağı başlamadan biraz önce Yunan dünyasının politik hakimi konumuna yükseldiği için, Hellenistik çağın sonları Roma çağıyla birleşti. Roma bilimi, Yunan biliminin ancak bir yansıması idi; bununla birlikte, M.Ö.1’inci yüzyılda Lucretius ve Cicero ve bunu izleyen M.S.1’inci yüzyılda ise Celsus, Plinius ve Frontinus tarafından Latince birkaç bilimsel eser kaleme alındı. Bu andan, 7’inci yüzyıla kadar geçen süre içinde ortaya çıkan seçkin isimlerin tamamı Yunanlıdır. Bunların en büyükleri, 2’inci yüzyılda yaşayan – ve Yunanca eserleriyle Roma ımparatorluğu’nun altın çağına hakim olan – astronom ve coğrafyacı Batlamyus ile hekim Galen’di. Daha sonra, daha ziyade Diofantus ve Pappus (3’üncü yüzyıl), 4’üncü yüzyılda İskenderiyeli Theon, 5’inci yüzyılda onun kızı olan Hypatia gibi matematikçi ve astronomlar, Philoponus ve Simplicius (6’ıncı yüzyıl) gibi filozoflar, Oribasius (4’üncü yüzyıl), 6’ıncı yüzyılda Aetios ve Trallesli Alexander ve 7’inci yüzyılda Paulus Aegineta gibi doktorlar sahneye çıkar. Böylece Akdeniz havzasının büyük bir kısmına yayılan müslüman fütühatının başladığı dönemlere geliriz.

Burada, Ortaçağ tarihindeki bütün değişiklikleri en özlü bir şekilde bile anlatmak mümkün değildir. 9’uncu yüzyıldan 11’inci yüzyıla kadar, bütün Yunan ilmi Arapça’ya aktarıldı ve en yeni bilimsel eserler bu dille yazıldı. 11’inci yüzyıldan sonra, tedricen, hepsi Latince’ye, daha küçük bir kısmı ise ıbranice’ye çevrildi. Ortaçağların başlarının, 11’inci yüzyılın en büyük hekimi ıbn Sina (Avicenna) ve en orjinal bilgini ise onun çağdaşı olan el-Beyrûnî idi. Bu dönemin (9’uncu yüzyıldan 11’inci yüzyıla kadar olan dönem) önde gelen matematikçi ve astronomlarının – 9’uncu yüzyılda el-H,rezmî, el-Fergânî ve el-Battânî, 10’uncu yüzyılda Ebu’l-Vefâ, 11’inci yüzyılda Ömer Hayyam ve el-Zerkâlî – bütün eserleri, önde gelen filozoflarınki gibi – 9’uncu yüzyılda el-Kindî, 10’uncu yüzyılda el-Fârâbî ve 11’inci yüzyılda ise ıbn Sinâ ve el-Gazzâlî – Arapça’ydı. Arapça’daki kültür, Uzak Batı’dan (ıspanya ve Fas) Hindistan’a kadar yayılan sahada milletlerarasıydı; hatta sadece müslümanları değil fakat aynı zamanda Yahudileri ve Hıristiyanları da kapsadığı için ırklar arası ve dinler arasıydı. Bunların ortak özellikleri, geliştirilmesine hizmet ettikleri Arap dili ve İslâm kültürüydü.

Geç Ortaçağ düşüncesine, müslüman ibn Rüşd (Averroes), Yahudi Maimonides (ikisi de 12’inci yüzyılda yaşadı) ve 13’üncü yüzyılda Hıristiyan St. Thomas Aquinas gibi üç dev tarafından hükmedildi.

15’inci yüzyılın en büyük hadiseleri, bu yüzyılın ortalarına doğru matbaanın icadı ile Gemici Henry tarafından başlatılan ve yüzyılın sonunda Kolomb ve diğerleriyle doruğa ulaştırılan coğrafî keşiflerdi. Bu coğrafî keşifler 16’ıncı yüzyıl boyunca devam etti ve insanın pek çok sahadaki tecrübelerini sınırsız bir şekilde arttırdı.

Matbaanın keşfi, sadece, fikirlerin daha önce mümkün olandan çok daha mükemmel bir şekilde yayılması anlamına gelmez, fakat aynı zamanda, standart metinlerin ve kısa bir süre sonra da standart resimlerin üretilmesi anlamına da gelir. Bilginin ilerleyişi, ilk defa gerçekleşir gerçekleşmez kaydedilebiliyor, standartlaştırılabiliyor ve medenî dünyanın her tarafına yayılabiliyordu. Bu döneme kadar Doğu ve Batı birlikte çalıştılar, fakat dinî bağnazlık tarafından giderek dizginlenen İslâm Dünyası, matbaayı reddetti ve Batı Dünyası ile yaptığı işbirliğine son verdi.

Matbaanın keşfi, öyle verimli oldu ki, bu hadiseyi, Rönesans denilen ve adeta Batı’ya münhasır olan (bilim böyle söylüyor) yeni bir dönemin başlangıcı olarak saymak isabetlidir. Rönesans’ı, 1450 ile 1600 arasında kalan dönem olarak tanımlarsak, onun temel vasıflarından birinin, çoğu, sadece Arapça tercümelerinden istifade edilerek yapılmış Latince tercümelerinden tanınan Yunan klasik metinlerinin yeniden elden geçirilmesi olduğunu söyleyebiliriz. Diğer yönlerden, Rönesans, esasında Ortaçağ’ın devamıydı. Leonardo da Vinci, Nikola Kopernik ve Andreas Vesalius, Vannoccio Biringuccio ve Rodolphus Agricola, Ambroise Paré ve Pierre Belon, Konrad von Gesner, Tycho Brahe, William Gilbert ve Simon Stevin gibi birkaç dev ve Philippus Aureolus Paracelsus ve Bernard Palissy gibi isyankârlar vardı; fakat modern bilimin, Francis Bacon, Galileo Galilei, Johannes Kepler ve René Descartes gibi kimselerin yaşadığı 17’inci yüzyıla gelinceye değin gerçekten başladığı söylenemez.

Rönesans esnasında matbaaların miktarı çoğaldı ve basılmış kitapların sayısı ise sınırsız bir şekilde arttı. Bilginin muntazaman birikmesi güvence altına alındı. Bilimin ilerleyişini idare ve muhafaza eden diğer bir çare ise, akademilerin kurulmasıydı. ılk bilim akademileri olan Roma’daki Accademia del Lincei (1603 – 1630), Floransa’daki Accademia del Cimento (1657 – 1667), Londra’daki Royal Society (1662) ve Paris’teki Académie des Sciences (1666) 17’inci yüzyıldan kalmadır. Kitaplar ve dergiler bu akademiler tarafından desteklendi ve Paris’te neşredilen Journal des Savants (1665) ve Leipzig’de neşredilen Acta Eruditorum (1682) gibi diğer birkaç dergi ise, çalıştıkları yerlerde bilim adamlarının faaliyetlerini yönlendirdiler.

Hemen hemen bütün öncü bilginler bu akademilerden en az birinin üyesiydi ve bilimin sayısız yönlerdeki gelişimini akademik yayınlara dayanarak tasvir etmek mümkün olabilmekteydi. Bununla birlikte modern bilimin temel eserleri, Sir Isaac Newton’un Principia Mathematica’sı (1687), Christian Huygens’in Traité de la LumiËre’i (1690) gibi büyük incelemeler ve pek çok listeye girmiş büyük sayıdaki diğer eserlerdir.

17’inci ve 18’inci yüzyıllardaki seçkin bilim adamlarının sayısı öyla büyüktü ki, adlarını birer birer sıralamak mümkün değildir. Onların Avrupa’nın her tarafına yayıldıkları hususuna dikkat çekmek daha ilginçtir. Bilimsel faaliyetlerin milletlerarası olduğu her zamankinden daha belirgin bir hale gelmişti; her hangi bir ülkenin bilim tarihi, temel araştırmalardan bazıları diğer memleketlerde yapıldığı için (tek başına) çok eksik kalmaktaydı. ısviçre gibi çok küçük bir ülke bile Paracelsus, Gesner, Bernoulli ailesi, Albrecht von Haller, Leonhard Euler, Lambert, Steiner ve diğer bilim kahramanlarıyla bu tarihte önemli bir hisseye sahip oldu. Genç Amerika, Benjamin Franklin, John Winthrop ve Benjamin Thompson (Kont Rumford) ile kendi yeteneklerini üretmeye başladı.

19’uncu yüzyıl boyunca bilim, neredeyse inanılmaz bir bollukta ve oldukça temkinli olan en iyi gözlemcileri bile aldatabilecek ve biraz fazla iyimser yapacak süratte ve yönlerde gelişti. Bilimin mükemmellik menziline ulaştıran bir yol olduğuna inandılar. Daha fazla ilerleme, sadece doğabilimcilerinin tasarımlarını tamamlayacak sonsuz sayıda yeni verinin elde edilmesine veya daha dakik fiziksel ölçümlerin yapılmasına ve sonuçların daha ayrıntılı açıklanmasına bağlıydı. Bu sakin ve iyimser ortam, yüzyılın sonlarına doğru, yaşamın maddî koşullarını kökten değiştiren, önceki dönemlerden tamamen farklı olan 20’inci yüzyıla yol açan ve bütün geçmişi hafızamızda biraraya toplayan bir icatlar serisi başladığında altüst oldu. Birçok insan, 20’inci yüzyılda tamamen yeni bir dünyanın başladığına inanır gibi oldular ve bunda pek de yanılmadılar.

Bu temel icatların çoğu 19’uncu yüzyılın sonu gelinceye kadar tamamen geliştirilemedi, fakat bu andan sonra bunların gelişimi o kadar süratli ve nüfuzu o kadar derindi ki, dinamo, elektrik motoru, telgraf ve telefon, içten yanmalı motorlar, gramafon, havacılık, sinema, telsiz, radyo, televizyon, soğutma yöntemleri ve plastik (bunlar ciltlerce arttırılabilir) gibi icatlar 20’inci yüzyıl ortamının esas unsurları haline geldi. Saf bilimsel keşifler de aynı derecede ihtilalci olmuştu; icatların yaşam şekillerini altüst etmesi kadar derin bir şekilde bilimleri altüst ettiler. X ışınlarının keşfini (Wilhelm Konrad Roentgen, 1895), radyoaktiviteyi (Antoine Henri Becquerel, 1896) ve psikanalizi (Sigmund Freud, 1900 ve sonrası), mendelizmin yeniden keşfini (1900), kuantum kuramının keşfini (Max Karl Ernst Planck, 1901), mütasyon kuramını (Hugo de Vries, 1901-1903), radyumu (Pierre ve Marie Curie, 1903), özel ve genel izafiyet kuramlarını (Albert Einstein, 1905, 1916) ve atomun parçalanmasını (Sir Ernest Rutherford, 1919) anmak yeterli olacaktır.

Bilim adamları ve teknisyenler en son ürünleri bilmek isterler; daha önceki ürünlere modası geçmiş nazarıyla bakarlar ve onları önemsemezler. Bununla birlikte, bilim tarihçisi, sadece en yeni ürünlerle değil, bunlara yol gösteren ve bunları mümkün kılan bütün gelişmelerle de ilgilenir. En son ürünler, bir ağacın yeni meyvaları gibidir; meyvalar acil ihtiyaçlarımızı karşılar, ama ağaç olmaksızın meyva varlığa gelemez. Bilim tarihçisi, bilgi ağacını, bütün kökleri ve dallarıyla birlikte bilmek ister; bugünün meyvalarını takdir eder ama geçmişin ve geleceğin meyvalarını da ihmal etmez.

Hiç değilse 18’inci yüzyıldan beri, yani Giovanni Battista Vico, Montesquieu ve Voltaire’in zamanından bu yana, tarih kavramı gittikçe daha kapsmlı bir hale geldi. Önceleri, tarihçiler çoğunlukla siyasî ve askerî tarihle meşgul oldular; tedricen sanat ve edebiyata, dine ve ekonomiye daha fazla önem verilmesi gerektiğini öğrendiler. Böylece eski siyasî tarih, kültür tarihi olarak adlandırılabilecek çok daha geniş bir şekle dönüştürüldü.

Tarih sahası, coğrafî yönde de genişletildi. Erken dönem tarihçileri (örneğin Yahudi tarihçiler) sadece kendi halklarının tarihi ile ilgilenmişlerdi; Yunan ve Roma tesiri altında, coğrafî saha büyütüldü; fakat tarihçiler, (Doğu ve Batı’daki) bütün milletler hakkında yeterli bir malumat elde edinceye ve bunların tamamı kendi insanlık anlayışlarının veya kendi incelemelerinin sahasına girinceye kadar pek çok asırlar geçti.

Bilim tarihinin önemi ve değeri nisbeten son zamanlarda anlaşıldı ve bugün bile tarihçilerin büyük bir çoğunluğu bunu tamamen kavramış değildir. 17’inci yüzyılın sonlarına doğru (daha geriye gidilemez) birkaç öncü belirdi.

İsviçreli Daniel LeClerc (1652-1722) ve Albrecht von Haller (1708-1777); Alman J.C.Barkhausen (1666-1723), J.C.Heilbronner (1706-yaklaşık 1747), Johann Beckmann (1739-1811), A.F.Hecker (1795-1850), Abraham Gotthelf Köstner (1719-1800), Johann Friedrich Gmelin (1748-1804); İngiliz John Freind (1675-1728), Joseph Priestly (1733-1804), Adam Smith (1723-1790); İsveçli Olaf Celsius (1670-1756); Fransız Jean Etienne Montucla (1725-1799) ve Jean Sylvain Bailly (1736-1793) gibi insanlara tanıklık edildi.

Fakat bu temayı daha geniş bir bağlamda takdim eden ve onun dolaşımını arttıran ilk adam Fransız filozofu Auguste Comte’du. Comte, bu fikri, Cours de Philosophie Positive (1830-1842) adlı kitabında geliştirdi. Onun görüşleri, 1861’de başka bir Fransız filozofu Antoine Augustin Cournot tarafından tartışıldı; fakat Comte’un fikirlerinin gerçek varisi ve bilim tarihinin ilk büyük öğretmeni Paul Tannery (1843-1904) idi. 20’inci yüzyıl boyunca onun teşkil ettiği örnek, önde gelen ülkelerde birçok bilgin tarafından takip edildi. Bilim tarihi, tamamen kendi kanatlarıyla uçabilecek bir disiplin haline geldi; ama ona bütün zamanını hasredebilen insanların sayısı halâ çok azdı.

Bir kimse, bilimi kendi gelişim süreci içinde inceleyinceye kadar bilimsel faaliyetlerin felsefî yönleri açığa çıkarılamıyacağı için, filozofların bilim tarihiyle bilhassa ilgilenmeleri gerektiğini tahmin edebilir. Bir fonksiyonu anlamak için, sadece onu betimleyen yaydaki son noktaları dikkate almak yeterli değildir; bütün yayı hesaba katmak gerekir. Diğer taraftan, bilim tarihçisi, bilimin felsefî yönlerini anlamaksızın işini memnun edici bir şekilde yapamayabilir. Birçok bilim adamı, esasen felsefeden kaçınan bir mucit ve teknisyendi ama hiçbirisi felsefî bir boşlukta büyümedi. Bütün bilginler, farkında olsun ya da olmasın, zamanının dinî ve felsefî yönelimlerinden etkilenir.

Bilim tarihçisinin kullandığı yöntemler, ister istemez diğer tarihçiler tarafından kullanılan yöntemlere benzer; fakat diğer tarihçiler bilimsel hakikatlere ve kuramlara müracaat ederken, bilim tarihçileri, tamamen tarihsel olduğu kadar bilimsel bir hazırlık döneminden de geçmelidirler. Yeterli bir bilimsel bilgiye sahip olmaksızın bilimsel belgeleri anlamak ve değerlendirmek mümkün değildir. Bilim tarihinin bütün güçlüğü, çifte eğitim zorunluluğundan kaynaklanmaktadır. Bilimi bilmeyen tarihçiler ve tarihî yöntemler hakkında herhangi bir fikri olmayan veya böyle yöntemlerin varlığından bile haberdar olmayan bilim adamları tarafından çok hatalı incelemeler yapılmıştır.

Önemli olan nokta, şartların elverdiği ölçüde doğru olmaksızın herhangi bir türden bilginin değersiz olacağıdır. Yöntemlerin uyuşmazlığı işte burada ortaya çıkar. Fiziksel ölçümlere ilişkin bütün güçlüklerin tamamen farkında olan bir fizikçi, bu güçlüklerin üstesinden en iyi şekilde geleceğine inanabilir; fakat aynı adam, tarihsel güçlüklerin ve tarihsel dakikliğin ihtiyaç duyduğu şeylerin farkında olmayabilir.

Bilgine benzeyen tarihçi mümkün olduğunca hatasız olmaya çalışmalıdır, ama her durumun aynı derecede kesinliğe ihtiyaç göstermediğini hatırlamalıdır. Örneğin bir nesnenin uzunluğu bildirilirken, birim ihtiyaca göre değiştirilebilir; mikronlarla, milimetrelerle, yardlarla veya millerle ifade edilebilir; aynı şekilde zamanı ve bir hadisenin gününü, 21 Mart 1591 (Gregoryen) saat öğleden önce 9.00 diyerek çok dakik bir biçimde vermek gerekebilir; diğer durumlarda, 1591 Mart’ı, 1591 veya “16’ıncı yüzyılın sonlarına doğru” demek yeterli olabilir. Doğruluk dereceleri hatırı sayılır ölçüde değişik olmasına rağmen, bütün bu ifadeler doğrudur. Koşulların gerektirdiğinden daha yüksek bir kesinlik derecesi kullanmak bir nevi bilgiçliktir. Diğer taraftan, tarihçi herhangi bir konuyu araştırırken, tarihleri ve diğer gerçekleri mümkün olduğu kadar büyük bir dakiklikle kaydetmelidir; ters bir işlemin imkansız olduğu durumlarda, eğer ihtiyaç duyulursa, hesaptaki dakikliği azaltmak yeterince kolay olacaktır.

Tarihsel yöntemler, fiziksel yöntemlerden genellikle daha az somut ve daha çok narindir ve bu nedenle ayrıntılarıyla anlatılması daha zordur. Bu durum, bilimin gelişimi ile meşgul olduğumuzda bile, tarihe konu olan şeyin insan ve dolayısıyla kapris olduğu gerçeğiyle izah edilebilir. Bir bilim adamının tepkileri, incelediği nesnelerin hallerinden çok daha fazla karmaşıktır. Eski ve orta dönemleri veya Doğu bilimini araştırmak için gerekli olan yöntemler, şüphesiz, modern hadiseleri açıklamak için ihtiyaç duyulanlardan daha güçtür. Kendi lisanımızla anlatılan çağdaş olaylar söz konusu olduğunda, yeterince iyi bildiğimiz geçmişi incelemek veya dilbilimsel güçlükleri hesaba katmak hemen hemen hiç gerekmez. Diğer taraftan, bir kimse 9’uncu yüzyılda Bağdat’ta yazılmış Arapça eserlerin ihtiva ettiği trigonometrik hususları değerlendirmeye çalışacağı zaman, o yerin ve dönemin kültürünü hatırlayabilmesi, Arap dilini ve İslâm dinini anlayabilmesi vs gerekir. Bu çalışma türü sadece tarihsel değil, aynı zamanda dilbilimsel bir hüviyete de sahiptir. Bunun esası, dilbilimcilerin “metin tesisi” olarak adlandırdıkları şeydir. Yani (bu durumda), birisi, el-Hârezmî, Habaş el-Hâsib ve el-Battânî gibi bilginler tarfından yazılmış olan şeyleri mümkün olduğu kadar mükemmel bir şekilde belirlemeli ve (ya onlar tarafından yazılanlara veya başkaları tarafından istinsah edilenlere bakarak) metinleri kesin bir şekilde tesis etmelidir; ancak bunlar yapıldıktan sonra, bu yazarların trigonometriye ilişkin düşünceleri emniyetle araştırılabilir. El-Battânî’nin bu ya da şu şekilde yazmış olabileceğini varsaymak değersiz ve anlamsızdır.

Bir metnin tesisi, çok özel ve karmaşık bir eğitimi gerektirir. Dilbilimsel ve tarihsel yöntemler, sadece kullanılmaları esnasında elde edilecek şahsi tecrübe vasıtasıyla öğrenilebilir ve bu öğrenme süreci hiçbir zaman bitmez.

Bilim tarihi yeni bir disiplin olduğu kadar bilim tarihi öğretimi de oldukça yenidir. ılk kürsü 1892’de CollËge de France’da kuruldu; fakat ehliyetsiz profesörlerin tayini yüce maksadın gerçekleşmesini engelledi. Yazarın görüşüne göre, 60 sene sonra bugün, üniversite idarecileri, (1) bu çalışmaların önemini, (2) bunları, lazım olan (ilmî, tarihî ve felsefî) eğitimle donatılmış ehil bilginlere emanet etmenin gerekliliğini, (3) güç ve hala tecrübe safhasında olan böyle bir işin bütün zamanı dolduran bir uğraş olması icap ettiğini takdir etmek zorundadırlar. Bilim tarihi öğretimi, çoğu zaman, bir çeşit yan uğraş olarak, diğer bilim sahalarında güzide bir mevkiye sahip olmakla birlikte bilim tarihi öğretiminde yeterli olmayan kimselere emanet edilmiştir.

Bilim tarihi öğretimi, farklı yollardan olsa da, Londra, Paris, Frankfurt, Moskova ve Ankara gibi muhtelif Avrupa ve Asya üniversitelerinde ve Harvard, Wisconsin, Cornell, Yale, Johns Hopkins ve Brown gibi birkaç Amerikan üniversitesinde oldukça iyi bir şekilde organize edilmiştir. Bu üniversitelerde, bu çalışmaları doktora düzeyine kadar sürdürmek mümkündür. Profesyonel bilim tarihçileri hala son derece azdır.

Comte, Tannery ve bu makalenin yazarı tarafından tanımlandığı şekliyle bilim tarihinin, esasen muayyen bir bilimin veya muayyen bir tekniğin tarihinden farklı olduğuna dikkat edilmelidir. İlkin teknoloji göz önüne alınacak olursa, onun gelişiminin izahı, çok sayıda ekonomik ve sosyal araştırmayı gerektirir. ıcatlar, belirli ihtiyaçları karşılamak maksadıyla yapılır ve önemli olan her yeni icat, yeni ihtiyaçlar yaratır ve diğer icatları içeren sonsuz bir zincire yol açar. Örneğin, ilk buhar makinasının (motorunun) icadı, muazzam bir teknoloji kolunu yaratttı. Sadece bu motorlarla onların donanımları tedricen geliştirilmedi, fakat bunların mevcudiyeti, trenler, vapurlar ve diğer pek çok makine gibi yeni teknik değişimleri de akla getirdi. Teknolojinin herhangi bir dalının tarihçisi, patent literatürüne, sınaî ve ticarî kolların her türüne ve hatta bilim tarihçisinin nadiren ilgilendiği yasal meselelere aşina olmalıdır.

Diğer taraftan, bilim tarihçisi bilimin bütün branşlarını hesaba katmaya gayret etmeli ve aralarındaki yoğun ve karmaşık ilişkileri dikkatle incelemelidir. Gerçekte, onun esas amacı, bütün bilim ağacının, yani büyümesi köklerinde, gövdesinde ve sonsuz sayıdaki dalları ile sürgünlerinde asla durmayan bir ağacın gelişimini açıklamaktır. O, bir bilimin gelişiminin, diğer branşların gelişimini nasıl etkilediğini izah etmelidir. Örneğin, mikroskopların ve teleskopların gelişimi, fiziksel ve kimyasal problemlerin ve diğer teknik güçlüklerin çözümüne neden olmuştur; daha iyi mikroskoplar doğa bilimlerinin gelişimini etkilemiş, daha iyi teleskoplar astronomik gelişimi hızlandırmış ve atalarımızın evreninden sonsuz derecede daha geniş bir evren (veya evrenler) tasarlamamıza olanak vermiştir.

Bilim tarihçisi, bilginler ve her türden bilgili insanlar için yazarken, okuyucularının bilimsel bilgisinin oldukça karmaşık olan herhangi bir problemi anlamaya kafi geleceğini asla varsayamaz, ve bu nedenle açıklamaları asla çok teknik olmamalıdır. Kimya tarihçisi, okuyucusunun kimyasal incelikleri bilmesini bekler, fakat bilim tarihçisi aynı beklentileri besleyemez; çünkü okuyucularının çoğu kimyacılar değil, fakat hekimler veya fizikçiler, doğa bilimcileri, astronomlar veya matematikçiler ve filozoflar veya sosyologlardır.

Öyleyse bilim tarihi hakkında kaleme alınmış genel bir eser, tıp veya jeoloji tarihi hakkındaki bir eserden daha az teknik olmalıdır; fakat bir tarafta kaybedilen, çok daha geniş olduğu için diğer tarafta kazanılır. Kimya tarihçisi daha çok bir teknisyen, bilim tarihçisi ise daha çok bir hümanisttir; yani kelimenin tam anlamıyla bir insanlık tarihçisidir.

Bilim tarihi, sonsuz karmaşıklıkta ve inanılmaz büyüklükte bir saha haline geliyor; “Bu, onu incelemenin veya öğretmenin tek yoludur ve bundan başka bir yol yoktur” demek çok gülünç olabilir. Bir çok yol, birçok görüş vardır; bunların herbiri uygun ve yararlıdır; hiçbirisi diğerlerini dışarda bırakmaz. Bu görüşlerden bazıları daha önce bildirilmişti. Bir milletin veya bir dönemin kültürünü mümkün olduğu kadar mükemmel bir şekilde anlamak isteyen bir tarihçinin görüşü, sahip olduğu bilginin kökenini ve gelişimini araştırabilen profesyonel bir bilim adamının görüşü, büyük bilim adamları seçkin bir yazar olmadığı, olamadığı veya olması gerekmediği için ya da bir nevi bilimsel zemine sahip olmak bir yazarın elinde olmadığı için değerlendirmelerine bilimi dahil edebilen edebiyat adamlarının görüşü, asli kaygısı bilim ile felsefe arasındaki karmaşık münasebetleri (birinin diğerini ne kadar etkilediğini) göstermek olan bir filozofun görüşü gibi görüşler vardır. Bunlardan başka, daha dikkatli bir şekilde tetkik edilmeye layık olan mantıksal, psikolojik ve sosyolojik olmak üzere en azından üç görüş daha vardır.

Mantıkçılar, bilimsel gerçeklerin mantıksal dizilimini aydınlatmaya ve keşiflerin mantıksal bir yorumunu vermeye yönlendirilebilirler. Keşiflerin kronolojik sırası mantıksal sırasından çoğu kez oldukça farklı olduğu için, bunlar, araştırmalarının sonuçları tarafından şaşırtılmaya mahkumdurlar. Sanatta olduğu gibi, bilimde de “rüzgar dilediği yönden eser”. Bazılarının bilimin mantığı olarak adlandırdıkları şey, genellikle arada sırada işleyen ve geçmişe yönelik olan bir şeydir ama yine de bunu ortaya çıkarmak yararlıdır. Keşifler her zaman mantıksal bir sıraya uygun olarak yapılmaz; fakat onları bu sıraya göre açıklamak için yapılan zahmete değer ve bu teşebbüs işe yarar.

Yeterince mantıksal olan öğretim yöntemleri, keşif yöntemlerinin hemen hemen tersidir. Sözgelimi inorganik kimya veya teorik mekanik gibi çok geniş bir konunun öğretmeni, ilkin, gerçeğin yerine, çok daha sonra keşfedilmiş olsa bile temel kavramları açıklamalıdır. Öğretmenler tarihî sırayla ilgilenmezler; onların esas maksadı, mümkün olduğu kadar basit ve açık bir şekilde bilimi açıklamaktır.

Diğer bir grup tarihçi ise, bilimsel faaliyetlerin şahsî yönleriyle ilgilidirler ve şunlara benzer sorular sorarlar: Nasıl oldu da John Doe falan veya filan keşfi yaptı? Bu aklî veya hissî nedenlerle izah edilebilir mi? O, bir insan olarak diğer bilginlerle veya diğer insanlarla nasıl mukayese edilebilir? Mizacı, işinden, dinlenmesinden veya eğlenmesinden, başarısından veya başarısızlığından nasıl etkilendi? Sosyal çevresi tarafından nasıl etkilendi ve sosyal çevresini nasıl etkiledi? Kendisini nasıl ifade etti ve açığa vurdu veya neden açığa vurmakta başarılı olamadı? Ruhunun özelliği neydi? Ondaki doğruluk, güzellik, adalet ve din sevgisi nereden nereye kadar gelişti? Çevresindeki dünyaya ilgisiz miydi, sınırlı olan inceleme alanının dışında kalan her şeye karşı kör müydü? Sadece psikologlar değil, fakat hümanistler de, bu sorularla sonsuz sayıdaki diğer soruları cevaplandırmaya gayret gösterirler.

Bilim adamlarını teker teker incelemek ve onların faaliyetlerinin şahsî köklerini bulmaya çalışmak yerine, bir kimse, onları bir sosyal grubun üyesi olarak görebilir ve onlara yöneltilmiş olan sosyal baskıları araştırabilir. Resmî Sovyet felsefesi olan “dialektik materyalizm”e (Doğu Avrupa’da söylendiği şekliyle “diamat”a) göre bilim, şayet sosyal nedenlerle dışlanmamışsa her şeyden önce sosyal ve ekonomik koşullarla izah edilebilir. Bilim, bir sosyal boşlukta gelişmediği ve bilim adamları, devletin veya işverenin pek çok şekilde istismar ettiği ve hor gördüğü vatandaşlar olduğu için, bu tip açıklamalarda doğru bir taraf vardır. Her bilim adamı, işini yapmak için bir parça yiyeceğe ve diğer konforlara ihtiyaç duyar; eğer silah altına alınır ve savaşta ölürse, faaliyetleri sona erer; eğer bir fizikçi veya bir astronom ise, fırsatları, kabul edilmiş olduğu laboratuvara [= deneyevine] veya gözlemevine bağlı olacak ve hürriyeti, idarecilerin ya da çalışma arkadaşlarının iyi veya kötü niyetleri tarafından sınırlanacaktır. Ama hiç kimse, onun ruhunu tamamen denetleyemez; engellenebilir veya dizginlenebilir, fakat bilimsel düşünceleri, sosyal faktörler tarafından belirlenemez. Namuslu bilim adamları, sık sık maddi menfaatlarına zararlı olan faaliyetlerde bulunmuşlardır. Bilim tarihçileri, toplumun muhtelif sınıflarını ve müstesna insanların psikolojisini anlamakta bize yardımcı olan bu tip uyuşmazlıkları mümkün olduğu kadar dikkatli bir şekilde tasvir etmelidirler.

Toplumun bilim üstündeki ve bilimin toplum üstündeki tesirlerine ilişkin meselelere tahsis edilmiş olan muazzam bir literatür “Bilim ve Toplum” genel başlığı altında tasnif edilebilir. Bu konuya mahsus kitapların çoğu, yazarın Horus’daki yazısında liste halinde verilmiştir; fakat bu liste eksiktir ve her gün yeni kitaplar yayınlanmaktadır. Sosyologlar, bilim tarihindeki bu problemlerle ve bunların sonsuz sayıdaki sonuçlarıyla ilgilenmeye teşvik edilmektedir.

Bilim tarihini öğrenmek için birçok kuramsal nedenin bulunduğu açıktır. Bir bilim adamı, yaptığı işi aydınlığa kavuşturmak ve bundan aldığı hazzı arttırmak için, bir filozof, bilimle felsefe arasında bağlantı kurmak ve sonraki değişikliklerin hesabını vermek için, bir psikolog, insan aklının özelliklerini ve imkânlarını araştırmak için, bir sosyolog ise bilim adamları ile onların ait oldukları sosyal gruplar arasındaki birçok münasebeti daha iyi anlamak için tarihi inceleyebilir.

Bir konuyu kuramsal nedenlerle inceleyen bir kimse galiba enderdir; çoğu öğrenci yarara yönelik nedenlerle belli bir eğitime boyun eğer. Onlar, bir meslek veya uğraşta kendilerini yeterli bir hale getirmek isterler. Konuya onların bakış açısından bakıldığında, (sadece tarihsel araştırmalarla elde edilebilen türden bir perspektife ihtiyacı olan bir kimsenin gereği gibi eğitilmesinde) bilim tarihi öğrenimi, bilim öğretmenlerinin eğitimini tamamlayacak ve kütüphanecilerin, editörlerin, müze müdürlerinin, idarecilerin ve bilimsel uğraşlarla doğrudan veya dolaylı olarak ilgilenen diğer kimselerin sahip olduğu gibi bilimötesi konumlara sahip birçok öğrencinin vasıflarını iyileştirecektir.

Evrim

Evrim Nedir?

Evrim, biyolojide canlı türlerinin nesilden nesile kalıtsal değişime uğrayarak ilk halinden farklı özellikler kazanması sürecidir. Bazen dünyanın evrimi, evrenin evrimi ya da kimyasal evrim gibi kavramlardan ayırmak amacıyla organik evrim ya da biyolojik evrim olarak da adlandırılır.

En kısa tanımıyla evrim, popülasyon içi gen ve özellik dağılımlarının nesiller içerisindeki değişimidir. Bu tanımdaki her bir basamak, evrim için olmazsa olmazdır:

Popülasyon: Evrimsel süreçte değişen bireyler değil, popülasyonlardır. Yani tekil bireyler (örneğin bu yazıyı okuyan siz veya tekil olarak köpeğiniz) asla evrimleşmemiştir, asla da evrimleşmeyecektir. Ancak bir türün tüm bireylerinin oluşturduğu popülasyonlar, her bir nesilde, bir önceki nesle göre daha farklı özellik dağılımlarına sahip olacaktır. İşte bu, evrimdir.

Gen ve özellik dağılımları: Evrimde olan, bir türün bir başka dönüşümü olmak zorunda değildir. Evrimde değişen, popülasyonların genlerin veya özelliklerinin dağılımıdır. Örneğin uzun boyluluğa dair genlerin popülasyon içinde görülme sıklığı bir nesilden diğerine geçtiğinizde %5’ten %7’ye çıkmışsa, o popülasyon evrimleşmiş demektir. Türleşme evrimin kaçınılmaz bir sonucudur; ancak evrimden söz etmek için türleşme şart değildir!
Nesiller içindeki değişim: Evrimsel değişimden söz etmek için mutlaka en az 1 nesil geçmesi gerekir. Bir bireyin kendi ömrü (nesli) içerisinde geçirdiği hiçbir değişim evrimsel değildir. Ömrümüz içinde geçirdiğimiz değişimlere “gelişim” denir. Evrimsel biyoloji ile gelişimsel biyoloji iki farklı biyoloji sahasıdır.
Bu tanımın dışladığı ve hesaba katmadığı birkaç unsur vardır. Bunları vurgulamak, evrime dair kavramları daha da netleştirecektir:

Canlılık: Evrimin modern tanımlarında her zaman canlılığa özel bir vurgu yapılmaz; çünkü eğer ki belirli özellikleri taşıyan bireylerden oluşan bir popülasyon varsa ve bu popülasyonun bireylerini tanımlayan özelliklerin gelecek nesle aktarılma niteliği varsa, o bireyler geleneksel anlamda “canlı” olarak tanımlanamasa da, evrimleşebilirler. Örneğin virüsler canlı değildir; ancak evrimleşebilirler. Örneğin tamamen bilgisayar ortamında simüle edilen bireyler bile, canlı olmamalarına rağmen, evrimleşerek insan mühendisliğinin üretebildiğinden daha başarılı ürünleri evrimsel değişim yoluyla üretebilmektedir. Bunların yanısıra evrimsel değişimler, “kültürel evrim”, “kimyasal evrim”, “jeolojik evrim”, “astroevrim” gibi her zaman doğrudan canlılıkla ilgili olmayan diğer bilim dallarında da kullanılmaktadır.

Türleşme ve Makroevrim: Kimi zaman evrim, kısa yoldan “bir türün bir diğerine dönüşümü” olarak tanımlanır. Halbuki bu evrimin tanımı değil, sonucudur. Gölün oluşumu sürecini, “bir çukurun suyla dolarak kapanması” olarak tanımlamak, sürece dair bir fikir verse de, bu suyla dolarak kapanma işinin nasıl gerçekleştiğini anlatmaz. Gölün oluşacağı bölgeden daha yüksekten aşağı akan su damlalarının, bu çukur içerisinde yavaş yavaş birikerek, çukurun dolmasıyla izah etmek süreci daha iyi tanımlar. Benzer şekilde, yukarıda yaptığımız evrim tanımı; yani popülasyon içi gen ve özellik dağılımlarının nesiller içinde değişmesi, uzun vadede ve farklı çevre şartları altında birikerek yeni türleri oluşturur. Ancak söylediğimiz gibi bu, evrimin sonucudur; tanımı değil. Mikroevrim (ya da evrim), yeterli süre tanındığında makroevrimi doğurur. Damlaya damlaya göl olur. Bu açıdan evrim, genellikle kısa vadede genotipteki (genlerdeki), genellikle uzun vadede ise bu gen değişimlerine bağlı olarak fenotipteki (fiziksel özelliklerdeki) değişimdir.

Fosiller ve Geçiş Türleri: Evrimin tanımı genler üzerinden yapılır; fosiller veya ara geçiş türleri üzerinden değil. Fosiller, makroevrimin tartışmaya yer bırakmayan kanıtlarını sunuyor olsa da, evrimsel sürecin tespiti için fosillere ihtiyacımız yoktur. Bir diğer deyişle, elimizde hiçbir fosil bulunmasaydı da, sadece doğaya yönelik gözlemlerimizden, genetik verilerden ve matematiksel evrim sahasından yola çıkarak evrimsel değişimi ispatlamamız mümkün olurdu.

Tanı:
Doğada, herhangi bir şeyin nedenini tanımlama işidir. Genellikle hastalıkların tanımlanması olarak kullanılır.

Gen:
Kromozom üzerinde belirli bir yer işgal eden, fiziksel özelliklerin ve canlıya ait fonksiyonların kalıtımının temel birimidir. Kalıtsal karakterlerin ebeveynden yavrulara aktarılmasını sağlar. Tek bir gen belirli bir DNA veya bazı durumlarda RNA uzunluğuna ve nükleotit sayısına sahiptir.

Popülasyon:
Cinselliğe sahip (seksüel) türlerde, birbirleriyle çiftleşebilen bireylerin ve yavrularının oluşturduğu gruplardır. Cinsellik bulunmayan (aseksüel) türlerde ise aynı bölgede yaşayan bireylerin oluşturduğu gruplardır.

Türleşme:
Evrimsel süreç içerisinde, çeşitli izolasyon mekanizmaları dahilinde birbirinden ayrılan, eskiden aynı türe ait olan popülasyonların, farklı evrim mekanizmalarının farklı etkileri altında, nesiller içerisinde birbirlerinden farklı yönlere doğru evrimleşmeleri ve farklı özellikler geliştirmeleri durumudur.

Makroevrim:
Genellikle morfolojik olarak değişimlerle eş anlamlı olarak kullanılan, büyük çapta olan, gözlenebilir evrimsel değişimlerdir. Makroevrim sonucunda yeni türler oluşabilir veya var olan türler değişebilir. Genellikle, mikroevrimsel değişimlerin bir toplamı olarak gerçekleşirler.

Mikroevrim:
Popülasyon ve tür içerisindeki gen frekanslarının ve özelliklerin dağılımlarının zaman ve nesiller içerisinde değişmesidir. Genellikle doğrudan gözlenemez ve genetik analizlere ihtiyaç duyar. Her canlı, yeterince zaman verildiğinde, mikroevrimsel değişimler geçirmektedir.

Concorde Yanılımı Teorisi

Concorde Yanılımı ve Parayı Batırma Teorisi

Concordeyanılgısı, yaşamımızda maddi ya da manevi emek verdiğimize inandığımız bir olguyu/durumu/kişiyi bırakamamaktır/terk edememektir. Bu teoriye göre, insanlar kazanımlarından çok, kaybettiklerine odaklanırlar.

Hayatınızın herhangi bir döneminde yatırım yaptığınız şeyleri kaybetmekten korktuğunuz için kötü yatırım yapmaya devam ettiğiniz oldu mu? Karar vermek insan hayatındaki önemli dinamiklerden biridir. Aldığımız kararlar bugünümüzü ve geleceğimizi belli oranlarda etkiler. Doğadaki diğer tüm canlılardan farklı bir akli muhakeme yeteneğine sahip olarak yaratılmış olan insanlar karar verme sürecinde geleceğe yönelik zihinsel meşguliyet içinde bulunurlar. Rasyonel bir karar vermek için geleceğe yönelik kâr- zarar dengesi kurmak şarttır. Rasyonel olan karar, insanın kendisine gelecekte fayda sağlayacak seçenekleri takip etmesidir. Kendimiz ya da sevdiklerimiz için fayda sağlayacağını umduğumuz kaynaklara yatırım yapmaya başlar veya devam ederiz. Bu yatırım parasal, duygusal ya da zamansal olabilir. Ancak insan her zaman rasyonel davranamaz ve farketmeden Concorde Yanılımı adı verilen yanılgıya düşebilir. Concorde Yanılımı kişinin karar verirken gelecekteki kazançlarını değil geçmişteki bedellerini referans almasıdır.

Karar vermek insan hayatındaki önemli dinamiklerden biridir. Aldığımız kararlar bugünümüzü ve geleceğimizi belli oranlarda etkiler. Concorde yanılgısı, çok emek harcanan bir işten, araştırmadan sonuç alınmamasına rağmen ya da emek sarf edilen bir ilişkinin ısrarla bitirilmemesi gibi ticaretten özel hayata kadar yaşamın her alanında görülebilecek bir durum. Geçmişte yapılan bir işin istenildiği gibi gitmemesi halinde bu fikre daha çok bağlanıldığı bu durum aslında insanı içten içe bitiren korkunç bir gerçek. Doğadaki diğer tüm canlılardan farklı bir akli muhakeme yeteneğine sahip olarak yaratılmış olan insanlar karar verme sürecinde geleceğe yönelik zihinsel meşguliyet içinde bulunurlar. Rasyonel bir karar vermek için geleceğe yönelik kâr- zarar dengesi kurmak şarttır. Rasyonel olan karar, insanın kendisine gelecekte fayda sağlayacak seçenekleri takip etmesidir. Kendimiz ya da sevdiklerimiz için fayda sağlayacağını umduğumuz kaynaklara yatırım yapmaya başlar veya devam ederiz. Bu yatırım parasal, duygusal ya da zamansal olabilir. Ancak insan her zaman rasyonel davranamaz ve farketmeden Concorde Yanılımı adı verilen yanılgıya düşebilir. Concorde Yanılımı kişinin karar verirken gelecekteki kazançlarını değil geçmişteki bedellerini referans almasıdır.

Akıllıca bir karar neye göre alınır?
Geçmişte verdiğin kararlara göre mi yoksa gelecekte edinmeyi umduğun kazanca göre mi?

Bir ton para verdiğin her şey dahil bir otele gittin. Tatilin ortalarında bir lokma bir şey yiyemeyecek kadar doymuş hissediyorsun. Hangi davranışın seni mutlu edeceğini düşünüyorsun? Bir ton para verdiğin için yemeye devam edersen mi mutlu olacaksın, yoksa daha fazla yemek senin için iyi olmayacağından yemeyi bırakacak mısın? Peki dört gün tatile gidip beş kilo alan insanların hepsi görgüsüzlüğünden mi bu kadar yiyor?

Düşmana göre çok fazla kayıp verdiğin bir savaşta artık üstün durumdasın ve sonsuza kadar barış yapma şansın var. Barışı sağlayacak mısın yoksa çok kayıp verdiğin için düşmanı yok etmeyi mi düşünüyorsun? Kuzey irlanda’nın İRA ile olan mücadelesinin sonuna gelindiğinde bazı milletvekilleri “çok kayıp verdikleri gerekçesiyle” barış referandumunda “hayır” oyu kullandı. Bu milletvekilleri 25 yılllık savaşı bitirmeye “evet” demek varken daha çok kayıp anlamına gelen “hayır” oyunu neden kullandı?

Bu gibi mantık dışı, bir bakıma takıntılı davranışları açıklamak için üretilen teorilerden birinin adı parayı batırma yanılımı (sunk cost fallacy). Elindeki seçenekleri gelecekte elde edeceği kazançlara göre değil de geçmişteki kararlarına göre değerlendiren kişilerin bu düşünme biçimine mağlup olduğunu söyleyebiliriz.

Parayı batırma yanılımı üzerine bugüne dek pek çok araştırma yapıldı. Bu araştırmaların birinde üç grup deneğe, üç farklı fiyattan sezonluk sinema bileti satıldı. Birinci gruba satılan kombine biletin fiyatı 15 dolarken, ikinci grubunki 2 dolar, üçüncü grubunki ise 7 dolardı. Sezon sonunda deneklerin kaç film izlediği araştırıldı. Ucuz bilet alan denekler, pahalı bilet alanlara oranla daha az sayıda filme gitmişlerdi. En fazla sayıda filmi 15 dolar ödeyen grup izlemişti.

Yazıda okunduğunda oldukça işlevsiz gelen ve insan aklının rasyonalitesiyle çelişen bu teori insan yaşamı içinde oldukça sık kullanılmaktadır. İnsanları kazançlarından çok yitirdikleri şeyler harekete geçirir. Ve yitirdiklerimizi kurtarmak için daha riskli davranışlar sergileriz. Bahis oyunlarında parasının çoğunu önceki oyunlarda kaybetmiş olan bahisçinin son oyunda yitirdiklerini geri almak umuduyla tüm parasını ortaya koyması bu teorinin en tipik örneğidir. Aslında bahisçi olumsuz gidişatı sürdürmeyi, yatırım yaptığı kaynaktan vazgeçmeye tercih eder. İşlerin düzeleceğini umut etmek, uğruna çokça yatırım yapılmasına rağmen içinde bulunduğu kötü durumu kabullenmekten daha kolaydır.

Concorde yanılımını daha gündelik durumlarda da görebiliriz. Örneğin sevdiğiniz sanatçının konseri için bir hafta önceden bilet satın aldığınızı varsayalım. Etkinliğin yapıldığı gün soğuk alıyorsunuz ve grip oluyorsunuz. Konsere gidip gitmeme konusunda kararsızsınız. Rasyonel olan gelecekteki fayda ve zarar dengesini şu şekilde hesaplamanızdır:

‘’Kendimi kötü hissediyorum. Konsere gitsem de güzel vakit geçiremeyeceğim. Eve döndüğümde daha kötü hasta olma ihtimalim var. Gitmemeliyim. ‘’

Ancak Concorde Yanılımı’na düştüğünüzde hasta olsanız bile konsere gitmeye karar vermeniz olasıdır. Aksi takdirde paranızı boşa harcamış ve yatırım yaptığınız kaynağı kaybetmiş olursunuz. Oysa parayı çoktan harcamıştınız. Gitseniz de gitmeseniz de geri alamazsınız. Bu nedenle geçmişte yapılan yatırımı dikkate alarak verdiğimiz karar mantıklı olmaktan uzaktır.

Otellerde ya da açık büfe restoranlarda ‘Verdiğim para kadar yemeliyim’ motivasyonu ile tabağını taşana kadar dolduran insanlar, başladığı kitabı okumaktan hoşlanmadığı hâlde okuduğu kısımdan vazgeçemediği için yarım bırakmayıp tamamlayanlar, yazıldığı kursu verimli bulmadığı halde başladığı için terk edemeyip sonuna kadar devam edenler, ve buna benzer daha birçok durum Concorde Yanılımı’na örnek olarak verilebilir. Bu örneklerde de gördüğümüz gibi Concorde Yanılımı sadece maddi alanda kendini göstermez. İnsan ilişkilerinde, geçmişte duygusal yatırım yaptığımız için vazgeçemediğimiz durumlarda da kendini gösterir.

Concorde Yanılımı, psikolojik açıdan insan hayatının birçok alanında ortaya çıkmasına rağmen psikologlar tarafından yeterince incelenmemiştir. Concorde Teorisi hakkında bildiklerimiz davranış ekonomisi alanında ‘Parayı Batırma Yanılımı (Sunk Cost Fallacy) üzerine yapılan araştırmalardan ibarettir. Parayı Batırma Yanılımı ekonomik bir terimdir ve Concorde Teorisinin sadece maddi yatırımlarla gerçekleştiği durumları kapsar. Yani Parayı Batırma Yanılımı’nda yatırımlar sadece parasaldır, duygusal ya da zamansal yatırımları içermez. Bu nedenle psikoloji biliminden çok ekonomi ile ilişkilidir.

Bu iki terimin farkını şu örnekle daha iyi anlayabiliriz. Spor salonuna bir yıllık üyelik yaptırmış olan birini ele alalım. 4 ay boyunca düzenli olarak spora gitmiş ama son zamanlarda motivasyonunu kaybetmiş olsun. Spora gitmek için isteksiz olduğu bir gün ‘Bir yıllık paramı peşin ödedim. Paramın karşılığı kadar gitmek zorundayım.’ şeklinde düşünürse bunu Parayı Batırma Yanılımı’na örnek olarak verebiliriz. Eğer parayı değil yaptığı diğer yatırımları hesaba katarak ‘4 aydır düzenli şekilde devam ediyorum. Bugün gitmezsem verdiğim çaba boşa gitmiş olacak. Fiziksel yorgunluğum ve spora ayırdığım zamanımın karşılığı kadar spora gitmeyi sürdürmeliyim’ şeklinde düşünürse bunu Concorde Yanılımına örnek olarak gösterebiliriz. Kısacası Concorde parasal, zamansal, fiziksel tüm yatırımları kapsayan durumlarda kullanılırken ekonomik bir terim olan Parayı Batırma Yanılımı sadece kişinin maddi yatırımlarını kurtarmak için harekete geçme motivasyonudur.

Hal Arkes ve Catehrine Blumer, 1985’te Parayı Batırma Yanılımı’nı göstermek amacıyla bir deney hazırladılar. Deneklerden Michigan’da bir kayak gezisi için 100 dolar harcamış olduklarını varsaymalarını istediler. Ancak Wisconsin’de 50 dolara daha iyi bir kayak gezisi düzenlediler. Ve denekler bu yolculuk için de bir bilet aldı. Daha sonra araştırmacılar deneklere iki gezinin aynı tarihe denk geldiğini söylediler. Denekler iki tatilden birini seçmek durumunda kaldılar. Ayrıca biletlerin geri ödenmesinin veya satılmasının mümkün olmadığını belirttiler. Deneklerin 50 dolar verdikleri ama daha kapsamlı görünen kayak gezisini mi yoksa ilk önce aldıkları Michigan’daki kayak gezisini mi seçeceklerini sordular. Çalışmadaki insanların yarısından fazlası daha pahalı olan geziyi tercih etti. Kayıplarının daha çok olduğu durum için risk aldılar. Geçmişte zaten ödemiş oldukları parayı kaybetmekten korktular. Bu yanlış, geçmişteki yatırım için hissedilecek kaybetme duygusunu ortadan kaldırmaktansa, gelecekte daha iyi bir deneyim vaat eden seçeneğin daha mantıklı olduğunu fark etmelerini engellemiş oldu. (Arkes & Blumer, 1985)

Davranışsal ekonomi, Parayı Batırma Yanılımı’nda kayıptan kaçınma davranışının genellikle ekonomik kararları etkilediğini kabul eder. Geçmişte ödenen ve çoktan kaybedilmiş olan fiyatın alakasız olması gerekirken ödenen fiyat kişinin kararlarında bir kıyas noktası haline gelmiştir. Bu davranış hem ekonomistler hem de psikologlar tarafından irrasyonel kabul edilmektedir ve buna rağmen oldukça yaygındır. Dolayısıyla ekonominin büyük bir çoğunluğu tarafından kabul edildiği gibi ‘’Ekonomik rasyonellik sınırlıdır’’ . Bu; finans , ekonomi ve özellikle menkul kıymetler piyasaları için muazzam etkilere sahip bir faktördür . Daniel Kahneman bu alandaki kapsamlı çalışmaları nedeniyle Ekonomide Nobel Ödülü’nü kazanmış isimlerden biridir (McRaney, 2011).

Concorde Yanılımı’nın sadece ekonomik yatırımlarda geçerli olmadığı evrimsel ve sosyal köklü temellerinin de bulunduğu fikri etologların hayvan gözlemleriyle ortaya çıkmıştır. Hayvanlar eş bulmak, yuva yapmak, üreme sürecini başarıyla sürdürmek, yavrulamak, yavrularını büyütmek ve onları diğer canlılardan korumak gibi bir dizi sorumluluğa sahiptir. Bu sorumluluğu yerine getiren hayvanlar aile kurmak için özveride bulunmuş yani çaba harcamış olurlar. Ancak olası bir engelde ya da tehlikede hayatlarına devam etme ya da sorumluluklarını terk etme ayrımında kalırlar ve bir karar vermeleri gerekir. 1972 yılında Newark’taki Rutgers Üniversitesi evrim teorisyeni Robert Trivers, çift oluşturan hayvanlarda eşlerden birinin yuvayı terkederek yavruların büyütülmesi sorumluluğunu diğer çiftin sırtına yüklediğini fark etti. Böyle durumlarda genellikle yuvayı terkeden taraf daha az yatırımda bulunan hayvandı. (Oksay, 2007)

Elbette ki Trivers’ın fikrine karşı çıkan teorisyenler oldu. Ancak Richard Dawkins, Tamsin Carlisle gibi bu isimler tekrarlı deneyler sonucu çeşitli alanlarda concorde teorisinin mümkün olabileceğini kabul etmiş oldular. İnsanlar olarak bizler de hayvanların dünyasında olduğu gibi çaba sarfettiğimiz, duygusal yatırım yaptığımız ilişkilerimizden vazgeçmekten korkuyor ve hatta geçen zamanın hatrına artık zevk almadığımız belki de bize zarar veren arkadaşlıklarımızı sürdürüyoruz. Sosyal çevremizde özellikle evlilik gibi karşılıklı ilişkilerde gördüğümüz daha çok emek veren tarafın ilişkideki çıkmazlara karşın ilişki sürdürme isteğine daha fazla sahip olması, hayvanlarda görülen daha az emek veren tarafın yuvayı daha önce terketmesi örüntüsü ile örtüşmektedir.

Concorde Yanılımını Türkçe atasözleri ve deyişlerde de görmek mümkündür. Yenilen pehlivan güreşe doymazmış, battı balık yan gider , gemiyi en son kaptan terk eder bunlardan bazılarıdır. Concorde Yanılımında gerçekçi olmayan bir umut beklentisi söz konusudur. Bu sebeple ‘Umut Teorisi’ olarak da isimlendirilir. Umut etmek kişinin hayat motivasyonunu, olumsuz hayat olaylarına karşı direncini arttıran bir etkendir. Ancak concorde yanılımında görüldüğü gibi realist olmayan umma davranışı, zaten olumsuz gidişatta olan kişiyi düze çıkarmayacak; olumsuz gidişata neden olan davranışını olumlu sonuç bekleyerek sürdürdüğü için olumsuz durumun sürmesine ya da daha kötü sonuçlanmasına neden olacaktır. Kısacası Concorde Yanılımı ‘kaybeden olmamak için daha çok kaybetmek’ olarak açıklanabilir. Concorde Yanılımı farklı isimlerde anılsa da ekonomi, iktisat, psikoloji, etoloji gibi birbirinden farklı alanlarda görülebilen oldukça geniş spektruma sahip bir davranış örüntüsüdür.

Diğer bir araştırmada Kaliforniya Üniversitesi’nden Ha Hoang ve Barry Staw’ın antrenörler üzerinde yürüttüğü bir çalışmada oyuncuların, performanslarına göre değil aldıkları ücretlere göre değerlendirildikleri ortaya çıktı. Pahalı oyuncuların daha fazla oyunda oynatıldığı ve takımda daha uzun süre tutulduğu izlendi.

İndiana Üniversitesi’nden Anne McCarthy ve araştırma ekibinin yürüttüğü başka bir araştırmada, yeni iş kuran girişimcilerin işleri yolunda gitmese de yatırımları kısmayıp büyük bir inatla işi sürdürdükleri görüldü.

İnsanları kazançlarından çok yitirdikleri şeyler harekete geçirir. Ve yitirdiklerimizi kurtarmak için daha riskli davranışlar sergileriz. Bahis oyunlarında parasının çoğunu önceki oyunlarda kaybetmiş olan bahisçinin son oyunda yitirdiklerini geri almak umuduyla tüm parasını ortaya koyması bu teorinin en tipik örneğidir.

Parayı batırma yanılımına benzeyen diğer bir teori ortaya 1996 yılında atıldı: Concorde Yanılımı teorisi (diğer adıyla umut teorisi) adı verilen bu teori, aklı başında pek çok insanın parayı batırma yanılımına nasıl düştüğünü açıklayıcı nitelikteydi

Concorde isimli uçağın ilk deneme uçuşlarında başarısız olmasına rağmen, uçağa yapılan yatırımlara devam edilmesi, yatırımcıların geçmişteki yatırımlarını düşünerek “yeter” diyememesi uçağın, Concorde teorisinin isim babası olmasına vesile oldu. 2. Dünya Savaşı’ndan sonra sesten hızlı uçabilen (supersonic) bir yolcu uçağı yapma fikri ortaya çıkmıştı. Başta İngiltere olmak üzere birçok ülkede bu amaçla komiteler kuruldu ve süpersonik bir jet tasarlanmaya başlandı. 1962 yılında Fransa ve İngiltere supersonic uçak projesini başlatınca, 7 yıllık emekleri sonucu ‘Concorde’ isimli jet doğmuş oldu. Ancak üretimi için çokça para ve zaman sarf edilen Concorde, daha deneme uçuşunda beklentilerin altında performans sergiledi ve başarısız bulundu. Concorde uçağının yakıt maliyeti çok yüksekti ve yolcu kapasitesi azdı. Ayrıca güvenirliği yeterli bulunmamıştı. Buna rağmen uçağın üretimine devam edildi.

1996 yılında İngiliz Psikoloji Derneği ‘’Düşünme” konusu üzerine bir konferans gerçekleştirdi. Bu konferansta Oxford Üniversitesi zoologlarından Alex Kacelnik ”Concorde yanılımı” isimli teorisini ortaya attı. Concorde yanılımı, daha önce yapılan yatırımın içerdiği kayıpları dikkate almayarak, daha önce yatırım yapılan kaynağın kaybedileceği gerçeğinden kaçmak için daha fazla yatırım yapılması gerektiği mantığıdır. Concorde’un üretilmesi için 7 yıl boyunca çaba harcayan proje yetkililerin geçmişteki çabalarını kaybetmemek için başarısız buldukları uçağı kullanıma sunması gibi bizler de günlük hayatta sırf geçmiş yatırımlarımızın ‘yüzü suyu hürmetine’ başladığımız işi yarım bırakmaz, bize zarar verecek olsa dahi devam ettiririz. Nihayetinde olumsuz gidişat devam eder ve yine olumsuz sonlanır. Alex Kacelnik’in teorisine ‘Concorde’ ismini verdiği tarihten 4 yıl kadar sonra, 25 Temmuz 2000 tarihinde 113 kişinin ölümüne sebep olan Concorde uçak kazasının gerçekleşmesi gibi…

Concorde Yanılımı, evrim teorisi kapsamında zoologlar tarafından ortaya atılan bir kavram. Hayvanlar eş bulmak, yuva kurmak gibi birçok sorumluluğun altına girer. Eş bulurken pek çok özveride bulunur. Karşısına engeller çıktığında şimdiki durumunu değerlendirerek sorumluluğunu devam ettirip ettirmeme kararı verir. 1972 yılında Newark’taki Rutgers Üniversitesi evrim teorisyeni Robert Trivers, çift oluşturan hayvanlarda eşlerden birinin yuvayı terk ederek yavruların büyütülmesi sorumluluğunu diğer çiftin sırtına yüklediğini fark etti. Trivers’e göre yuvayı terkeden genellikle daha az yatırımda bulunan taraf (çoğunlukla erkek) oluyordu.

Oxford Üniversitesi’nden Richard Dawkins ve öğrencisi Tamsin Carlisle, hayvanların önlerindeki seçenekleri değerlendirirken gelecekteki kazançtan çok ilk yatırımları göz önünde bulundurduğunu iddia eden Trivers’e karşı çıktılar. Dawkins’e göre doğal ayıklama sürecinde yuvayı terk eden taraf, yalnızca bu işten avantaj sağladığı için çeker gider; yaptığı ön yatırımları düşündüğü için değil. Ne var ki Dawkins araştırmalarını derinleştirdikçe hayvanlarda Concorde Yanılımı adı verilen takıntının mümkün olabileceğini fark etti. Dawkins’ten başka Florida Üniversitesi’nden Jane Brockmann, Kingston Queen Üniversitesi’nden Robert Lavery ve Carleton Üniversitesi’nden Patrick Weatherhead hayvanların çeşitli davranışları altında Concorde Yanılımının olup olmadığını araştırdı. Bütün bu çalışmaların sonuçlarını değerlendiren bir grup bilim adamı, hayvanlar dünyasındaki bazı kavramların araştırmacıların kafasını karıştırdığı ve bulguların önyargıyla değerlendirilmiş olabileceği varsayımı üzerinde duruyor.

Dijital Minimalizm

Teknolojik gelişmelerle birlikte yoğun bir dijital trafiğin içinde olduk. Odaklanma süremiz ise gittikçe kısaldı. Önceden tek oturuşta bitirdiğimiz işleri belki saatlere, belki de günlere bölerek yapabilir hale geldik.

İlk bakışta çok masum ya da günümüzün gerçeği olarak görülen dijital iletişim araçları, verimimizi baltalayan en büyük etkenlerden biri olabilir.

Konu tam da buraya gelmişken Cal Newport bize bir çözüm önerisi sunuyor: Dijital minimalizm.

Dijital Minimalizm Nedir?

Minimalist Yaşam Tarzı İçin 5 Öneri
Minimalizm; temelinde sadelik, işlevsellik ve basitlik ögelerini barındıran bir olgu olarak son zamanlarda sıkça karşımıza çıkmakta. Minimalizm esintilerine beyaz zemin üzerinde az sayıda obje içeren yalın bir görselde veya sanat, moda, mimari gibi alanlarda rastlayabileceğiniz gibi bu kavramı yaşam tarzınıza uyarlamak da mümkün. Evinizin içinden beyninizin içine kadar her alanında minimal bir tutum sergileyerek daha ferah daha arınmış bir yaşamın kapılarını açabilirsiniz.

1) Evinizi 90/90 kuralına göre düzenleyin.
Aslında daha fazla alana değil daha az eşyaya ihtiyaç duyuyoruz. Sadeleşmenin yolu da çalışma masanızdan giysi dolabınıza kadar evinizin her alanını arındırmaktan geçiyor. Bu aşamada kullanabileceğimiz 90/90 kuralına göre, evinizdeki bir eşyayı seçtikten sonra kendinize yöneltmeniz gereken iki soru var: “90 gün içinde bunu hiç kullandım mı? Önümüzdeki 90 gün içinde kullanacak mıyım?”. Bu iki soruya da hayır cevabı verdiyseniz o eşya ile vedalaşmanız gerekiyor demektir. Evinizi bu şekilde düzenlediğinizde bu size daha çok alan kazandırarak aradığınız şeyleri daha kolay bulmanızı sağlayacak.

2) Yenisi gelirse eskisi gitmelidir.
Çağımızda tüketim çılgınlığı doyumsuzluğu da beraberinde getiriyor ve ihtiyacımız olandan fazlasına sahip olmamıza rağmen tatminsizlik hissine yol açıyor. Aynı tarzda birbirinden rol çalacak tonla eşyaya sahip olmak gereksiz bir kalabalık yaratarak gerçekten neye ihtiyacınız olduğunu anlamanızı zorlaştırıyor. Minimalizm akımına göre, yeni bir eşya satın alacaksanız sahip olduğunuz bir eşyadan da vazgeçmeniz gerekiyor. Bu anlayıştan yola çıkacak olursak dolabınızda vazgeçmek istediğiniz bir kazağınız yok ise yeni bir kazağa da ihtiyacınız yoktur.

3) Zihninizi boşaltın.
Minimal ve sade bir hayat sadece evinizdeki eşyalarla ilgili değildir. Zihninizde biriktirdiğiniz çözülmemiş meseleler de kalabalık yaratır ve bu kalabalık asıl yer etmesini istediğiniz olgulara yer açmanızı engeller. Bu nedenle, değiştiremeyeceğiniz şeyler üzerine düşünmekten vazgeçin ve üstlenebileceğinizden fazla sorumluluk alarak kendinize endişe yaratmayın. Zihninizi arındırmak öğrenmenizi kolaylaştıracak, üretkenliğinizi arttıracak hatta uykunuzdan bile daha çok verim almanızı sağlayacaktır. Ayrıca meditasyon, yoga, dans gibi aktiviteleri alışkanlık haline getirmeniz beyninizi dinlendirmeye fazlasıyla yardımcı olacaktır.

4) Teknolojik aletlerle ilişkinizi sınırlandırın.
Hayatı sadeleştirmenin bir diğer yolu dijital dünyada harcadığınız zamanı sınırlamaktan geçiyor. Ara sıra cep telefonunuzu kapatarak, günlük televizyon izleme sürenizi azaltarak, sosyal medya profillerinizi daha az kontrol ederek asıl önemli işleriniz için daha fazla zaman kazanıp sahip olduğunuz zaman dilimini daha etkin kılabilirsiniz. Unutmayın zamanınız söz konusu olduğunda kontrol sizde olmalıdır.

5) Kendinizle yalnız kalın.
Daha huzurlu bir hayat için minimalizmi benimsemek aynı zamanda sizi hayatınızı daha fazla sorgulamaya teşvik edecektir. Bu doğrultuda kendinizle vakit geçirmek hayatınızla ilgili farkındalığınızı artıracaktır. Kendinizle paylaştığınız bu zaman hayatınızdaki fazlalıkları ve işe yaramaz eylemleri belirlemenizde de yol gösterici bir rol üstlenirken, iç sesimiz de asıl istediğimiz şeyleri bulmak için kulak vermemiz gereken en doğru sestir.mini5Ara sıra kendinizle yalnız kalın, 80 yaşınızdaki halinizin şu anki halinize vereceği öğütleri düşünün. Çünkü hayatınızda neyin doğru neyin yanlış gittiğine dair aradığınız en sağlıklı cevaplar sizdedir.

Dijital minimalizm ise minimalizmin alt kolu olarak ortaya çıkmış ve temeline dijital sadelik felsefesini almış bir modern felsefe diyebiliriz.

Cal Newport “Pürdikkat: Odaklanma becerisini nasıl yitirdik, nasıl geri kazanabiliriz?” adlı kitabında dijital minimalizmi hayatımızda nasıl kullanabileceğimiz konusunda titizlikle yaptığı çalışmaları anlatıyor. Onun dilinden bu kavramın tanımı:

“Dijital minimalizm, dijital iletişim araçlarının (ve bu araçların yarattığı alışkanlıkların) hayatınızı ne kadar etkilediğini sorgulamanıza yardımcı olan bir felsefedir. Düşük değerli dijital gürültüyü kasıtlı ve agresif bir şekilde ortadan kaldırmanın ve gerçekten önemli olan araçların kullanımınızın, hayatınızı önemli ölçüde iyileştirebileceği inancıyla motive olur.”

Bu tanıma paralel olarak Einstein’ın şu sözü hatırlanmaya değerdir:

“Her şey mümkün olduğunca basit yapılmalıdır ama basitleştirilmemelidir.”

Eğer aşağıdaki tanım sizi anlatıyorsa, muhtemelen dijital minimalizmle tanışma zamanınız gelmiş demektir:

“Daha somut bir ifade ile , günlük hayatta karşılaştığımız her potansiyel can sıkıntısı anında , örneğin kuyruğa girip beş dakika beklediğinizde ya da arkadaşınız gelene kadar bir yerde tek başınıza oturmak zorunda olduğunuzda eliniz doğrudan telefonunuza gidiyorsa, beyniniz Nass’ın tabiri ile “zihinsel enkaza” dönmüş demektir; yani pürdikkat çalışmaya imkan vermeyecek şekilde yeniden yapılanmış haldedir.”

Joseph Cambpell, Carl Gustav Jung ve Dijital Minimalizm

Carl Gustav Jung ve Joseph Cambpell’ın ortak bir alışkanlığı bulunuyor: İkisi de pürdikkat çalışmak için kendilerini izole edip çalışacakları konuyla baş başa kalmak için ellerindeki her imkanı zorlardı.

Cambpell, mitoloji konusunda gelmiş geçmiş en büyük yazarlardan biri olmakla beraber, öğrencilik yıllarında kaldığı sıkıcı yerde günde 7-8 saat aralıksız kitap okuduğunu söylüyor.
Aynı şekilde Jung, İsviçre’deki Bollingen kulesine çekilir, saatlerce teorilerini geliştirmek için saatlerce okur ve yazardı.

İkisi de başarılarını, kendilerini işleriyle baş başa bırakarak pürdikkat çalışmaya borçlu. Günümüzde bölünmeden çalışabilmek sürekli “online” olduğumuz için çok zor olsa da mümkün.

Başarı İçin Nasıl “Offline” Olunur?

Bir saniyeliğine yanı başınızda hiç teknolojik araç olmadan çalıştığınızı düşünün. Beklenmedik gelen mesajlar yok, çalışmanızı bölen aramalar yok, sürekli kontrol etmeniz gereken gelen kutusu ve bildirimler sekmesi yok.

Muhtemelen hem verim olarak hem de zaman olarak çok daha başarılı bir süreç olacaktır. Eğer bu teknolojik araçlara mahkumsanız, olabildiğince sadeleştirmeniz gerekir. Bunu yaparken, dijital duvar kağıtlarınızdan bildirimlerinize kadar yeniden gözden geçirmeniz gerekebilir. İlk bakışta küçük detaylar gibi görünse de, odağınızı bozacak şeyleri minimuma indirmek temel amaç.

1) Telefonunuzda ve bilgisayarınızda kullanmadığınız bütün uygulamaları, gereksiz dosyaları silin.

2) Ana ekranınızda fazla klasör bulunmasın ve kendinize gözünüzü yormayacak bir duvar kağıdı seçin.

3) Bildirimlerinizi kapatın. Bildirimlerinizi kapattığınızda hesaplarınıza girmek sizin tercihiniz olacaktır. Böylelikle hiçbir zaman gelen bildirime karşı istemsizce göz atma ve ardından gelen ana sayfada dolaşma güdüsüne kapılmayacaksınız.

4) Kendinize e posta ve bildirim kontrol etme saati belirleyin ve mümkün olmadıkça bu aralığın dışına çıkmayın. Örneğin 2 saatte bir kontrol ile başlayıp gittikçe bu aralığı genişleterek zaman tasarrufu yapabilirsiniz.

5) Uzaklaşın: Eğer telefonunuzu ya da bilgisayarınızı kullanmanızı gerektirecek bir durum yoksa onu sadece odanızdan değil, zihninizden de uzaklaştırın.

6) Hatırlatma: Sosyal medya platformlarında gereksiz insanları takip etmek ve postlarını beğenmek zorunda değilsiniz.

7) Dijitalden uzak hobiler edinin. Zihninizi rahatlatacak hobilerle kendinizi geliştirmeniz ve zamanınızı geçirmek mümkün. Çok daha kaliteli zaman geçireceğinize emin olabilirsiniz.

Unutmayın ki dijital minimalizm felsefesini hayatınızda ne kadar kullanacağınız elbette sizin elinizde. Fakat dijital ortamlarda öldürdüğünüz zamanın farkında varmak bile çok büyük farklar yaratacaktır.

İroni: Evet. Dijital bir ortamda dijital minimalizm üstüne bir içerik okudunuz.

İnsan Ömrünü Uzatmak için Tuzu Azaltın

Tuz tüketiminin azaltılması milyonlarca kişinin hayatını kurtaracak.

Bilim adamları, gıdalardaki tuz oranının yüzde 15 azaltılması durumunda gelecek on yıl içinde sekiz milyondan fazla hayatın kurtarılabileceğini açıkladı.

Araştırmacılara göre, tütün tüketiminin azaltılmasının ardından insan sağlığına yapılabilecek en etkin ve ucuz katkı, tuz tüketiminin azaltılması üzerinden olacak.

Bulgularını İngiltere’deki bir tıp dergisinde yayınlayan araştırmacılar, Birleşmiş Milleter’e de tuz tüketiminin azaltılmasını sağlık alanında küresel öncelikleri listesine alma çağrısı yaptı.

Araştırmanın tavsiyeler bölümünde, tuz tüketiminin azaltılmasına yönelik gönüllü önlemlerin işe yaramaması durumunda, gıda endüstrisinin tuz miktarını azaltmaya yönelik bir kontrolden geçirilmesi ve kurallar koyulması gerektiği de belirtiliyor.

Tuzun kan basıncının artmasında ve kalp hastalıklarında rol oynadığı araştırmalarla sabitlenmiş bulunuyor.

Amerika Birleşik Devletleri’nde tuz tüketiminin yalnızca üçte bir oranında azaltılması, yıllık sağlık harcamalarında 24 milyar dolarlık tasarruf yapılmasını ve on binlerce kişinin hayatının kurtarılmasını sağladı.

Kalp krizi sonucu ölümlerin yüzde 70’inin kalkınmakta olan ülkelerde meydana geldiğini belirten araştırmacılar, gıda sektöründeki tuz azaltma önlemlerinin bu nedenle dünya çapında yapılması gerektiğini de belirtiyorlar.

Tuz endüstrisi ise, bu rapora karşı çıkarak, tuz tüketimiyle ilgili araştırma sonuçlarının iddialardan ibaret olduğunu ve bilimsel temellerden ziyade bir tür modaya dayandığını söylüyor.

Einstein’ın Rüyası – Stephen Hawking

Yirminci yüzyılın ilk yıllarında iki yeni teori uzay ve zaman ile gerçeğin kendisine ilişkin düşünüş şeklimizi tamamen değiştirdi. Yetmiş beş yıldan fazla bir zaman sonra hala onlann sonuçlan üzerinde çalışmakta ve onlan Evren’deki herşeyi tanımlayacak birleşik bir teori halinde birleştirmeye uğraşmaktayız. Bu iki teori genel görecelik teorisi ve kuantum mekaniğidir. Genel görecelik kuramı uzay ve zamanla ve onların büyük bir ölçekte Evren’deki madde ve enerji tarafından nasıl eğrildikleri veya büküldükleri ile ilgilenir. Diğer taraftan kuantum mekaniği ise çok küçük ölçeklerle uğraşır.

(*) Temmuz 1991’de Tokyo’da NTT Data Communications Systems Corporation Paradigm Session’da yapılan bir konuşma

Onun içinde, bir parçacığın konum ve hızının aynı anda hiç bir zaman kesin olarak ölçülemeyeceğini söyleyen, belirsizlik ilkesi yer alır. Birini daha hassas olarak ölçtükçe diğerini daha az hassas olarak ölçersiniz. Her zaman bir belirsizlik veya şans unsuru vardır ve bu küçük ölçekte maddenin davranışını temel bir şekilde etkiler. Genel görecelik hemen hemen tek başına Einstein’ın işiydi ve Einstein kuantum mekaniğinin gelişiminde de önemli bir rol oynadı. Kuantum mekaniği hakkındaki duygularını şu cümlede özetlemiştir: “Tanrı zar atmaz”. Fakat tüm kanıtlar Tanrı’nın uslanmaz bir kumarbaz olduğunu ve mümkün olan her vesileyle zar attığını göstermektedir.

Bu yazıda bu iki teorinin ardındaki temel fikirleri ve Einstein’ın kuantum mekaniğinden neden huzursuz olduğunu aktarmaya çalışacağım. Aynı zamanda, bu iki teori birleştirilmeye çalışıldığında gerçekleşecekmiş gibi görünen dikkate değer şeylerin bazılarını da anlatacağım. Bunlar, zamanın kendisinin yaklaşık on beş milyar yıl önce bir başlangıcı olduğunu ve gelecekte bir noktada sonunun gelebileceğini göstermektedir. Ama bir başka tür zamanda Evren’in hiç sınırı yoktur. O ne yaratılır, ne de yok edilir. O yalnızca vardır.

Görecelik kuramıyla başlayacağım. Ulusal yasalar yalnızca bir ülke içinde geçerlidir, fakat fizik yasaları İngiltere’de, Birleşik Devletlerde ve Japonya’da aynıdır. Bu yasalar aynı zamanda Mars’ta ve Andromeda galaksisinde de aynıdır. Yalnızca bu kadar değil, hangi hızla hareket ediyorsanız edin, bu yasalar aynıdır. Bu yasalar hızlı trende veya bir jet uçağında neyse yerde duran birisi için de aynıdır. Aslında kuşkusuz yeryüzünde hareketsiz olan biri bile Güneş etrafında saniyede 18.6 mil (30 kilometre) hızla hareket etmektedir. Güneş de galaksi etrafında saniyede yüzlerce kilometre hızla hareket etmektedir vb. Yine de, tüm bu hareketler fiziğin yasaları için bir fark yaratmaz, bunlar tüm gözlemciler için aynıdır.

Sistemin hızının bağımsızlığı, ilk olarak gülleler veya gezegenler gibi nesnelerin hareket yasalarını geliştiren Galile tarafından keşfedildi. Ancak insanlar gözlemcinin hızının bağımsızlığını, ışığın hızını yöneten yasaları da kapsayacak şekilde genişletmeye çalıştıklarında bir problem ortaya çıktı. On sekizinci yüzyılda ışığın kaynaktan gözlemciye anında ulaşmadığı, onun yerine belli bir hızla, yaklaşık olarak saniyede 186.000 mil (300.000 kilometre) hızla gittiği keşfedilmişti. Fakat bu hız neye göre idi? Uzayda ışığın geçtiği bir ortam olması gerektiği anlaşılıyordu. Bu ortama esir dendi. Işık dalgalarının esirden saniyede 186.000 mil hızla geçtiği düşünülüyordu, bu da esire göre hareketsiz olan bir gözlemcinin ışığın hızını saniyede 186.000 mil olarak ölçeceği, fakat esirde hareket halindeki bir gözlemcinin daha yüksek veya daha düşük bir hız ölçeceği anlamına geliyordu. Özel olarak, yeryüzü ,Güneş etrafındaki yörüngesinde esirde hareket ederken ışığın hızının değişmesi gerektiğine inanılıyordu. Ancak 1887 yılında Michelson ve Morley tarafından yapılan dikkatli bir gözlem ışığın hızının her zaman aynı olduğunu gösterdi. Gözlemci hangi hızla ilerliyor olursa olsun, her zaman ışığın hızını saniyede 186.000 mil olarak ölçecekti.

Bu nasıl doğru olabilir? Farklı hızlarda hareket eden gözlemcilerin hepsi ışığı aynı hızda nasıl ölçebilirler? Bunun yanıtı, eğer uzay ve zaman konusundaki normal fikirlerimiz geçerliyse, ölçemeyecekleridir. Ancak 1905 yılında yazdığı ünlü bir yazıda Einstein evrensel zaman fikrini bırakırlarsa böyle gözlemcilerin hepsinin aynı ışık hızını ölçebileceklerine işaret etmiştir. Herbiri yanında taşıdığı bir saatle ölçülen, kendi bireysel zamanına sahip olacaktır. Bu farklı saatler tarafından ölçülen zamanlar, eğer birbirine göre yavaş hareket ediyorlarsa, hemen hemen tam olarak uyuşacaktı fakat eğer saatler yüksek hızla hareket ediyorsa farklı saatler tarafından ölçülen zamanlar önemli ölçüde farklı olacaktı. Bu etki gerçekten yerdeki bir saatle ticari bir uçaktaki saati kıyaslayarak gözlemlenmiştir; uçaktaki saat yerdeki saate kıyasla biraz daha yavaş çalışır. Ancak normal yolculuk hızlarında saatlerin hızları arasındaki farklar çok küçüktür. Yaşamınıza bir saniye eklemek için Dünya etrafında dört yüz milyon defa dolaşmanız gerekir; bu arada uçakda verilen yemekler ömrünüzün çok daha (azla kısalmasına yolaçacağını da unutmayın.

Kendi bireysel zamanlarına sahip olmak, farklı hızlarda yolculuk yapan insanların ışık hızını aynı ölçmelerini nasıl doğurur? Bir ışık sadmesinin hızı onun iki olay arasında yol aldığı uzaklığın olaylar arasındaki zaman aralığına bölünmesiyle bulunur. (Bu anlamda bir olay uzayda tek bir noktada, zamanda belirli bir noktada olan bir şeydir). Farklı hızlarda hareket eden insanlar iki olay arasındaki uzaklık konusunda görüş birliği içinde olmayacaktır. Örneğin bir karayolundan aşağı inen bir arabanın hızını ölçersem, onun yalnızca bir kilometre ilerlemiş olduğunu düşünebilirim, fakat Güneş üzerindeki biri için o yaklaşık 1800 kilometre ilerlemiştir, çünkü araba yoldan inerken yeryüzü hareket etmiş olacaktır. Farklı hızlarda hareket eden insanlar olaylar arasında farklı uzaklıklar ölçtüklerinden, ışığın hızı konusunda görüş birliğine varmaları için aynı zamanda farklı zaman aralıkları ölçmüş olmaları gerekir.

Einstein’ın o ünlü 1905 yazısında önerdiği orijinal görecelik teorisi şimdi bizim özel görecelik teorisi diye isimlendirdiğimiz şeydir. Bu teori nesnelerin uzay ve zamanda nasıl ilerlediklerini tanımlar. Bu teori zamanın kendi başına var olan evrensel bir nicelik olmadığını gösterir. Onun yerine, gelecek ve geçmiş yalnızca uzay-zaman olarak isimlendirilen bir şey içinde yukarı ve aşağı, sol ve sağ, ileri ve geri gibi yönlerdir. Zamanda yalnızca gelecek yönünde ilerleyebilirsiniz, fakat ona biraz açılı gidebilirsiniz. Bu nedenle zaman farklı hızlarda geçebilir.

Özel görecelik teorisi zamanı uzayla birleştirmiştir, fakat uzay ve zaman hala içinde olayların olduğu sabit bir arkaplandır. Uzay-zaman içinde farklı yollardan gitmeyi seçebilirsiniz fakat yaptığınız hiçbir şey uzay ve zamanın arkaplanında değişiklik yapamaz. Ancak Einstein 1915 yılında genel görecelik kuramını formüle ettiğinde tüm bunlar değişti. Einstein kütlesel çekimin yalnızca değişmez uzay-zaman arkaplanı içinde çalışan bir kuvvet olmadığı şeklindeki devrimci fikre sahipti. Kütlesel çekim, uzay-zamanın içindeki kütle ve enerjinin neden olduğu bir bükülmeydi. Gülleler ve gezegenler gibi nesneler uzay-zamanda doğru bir çizgide hareket etmeye çalışırlar, fakat uzay zaman düz olmayıp bükülü. eğrilmiş olduğu için yolları bükülmüş görünür. Yeryüzü uzay-zamanda düz bir çizgide hareket etmeye çalışmaktadır, fakat Güneş’in kütlesinin yarattığı uzay-zamanın eğriliği onun güneş etrafında bir daire içinde gitmesine yol açar. Benzer şekilde. ışık düz bir çizgide ilerlemeye çalışır, fakat uzay-zamanın Güneş’in etrafındaki eğriliği, uzak yıldızlardan gelen ışığın. Güneş’in yakınından geçmesi durumunda, bükülmesine yol açar. Normal olarak, gökyüzünde Güneş’le hemen hemen aynı yönde olan yıldızları görmek mümkün değildir. Ancak Güneş ışığının büyük kısmının ay tarafından engellendiği bir güneş tutulması sırasında, bu yıldızlardan gelen ışık gözlemlenebilir. Einstein genel görecelik kuramını, koşulların bilimsel gözlemler için uygun olmadığı, I. Dünya Savaşı sırasında yarattı; fakat savaştan hemen sonra İngiltere’de yapılan bir araştırmada 1919 yılının güneş tutulması gözlemlendi ve genel görecelik kuramının kestirimleri doğrulandı : uzay-zaman düz değildir, fakat içindeki madde ve enerjiyle eğrilmiştir.

Bu Einstein’ın en büyük zaferiydi. Bu keşif uzay ve zamanı düşünüş şeklimizi tamamen değiştirdi. Onlar artık içinde olayların olduğu pasif bir arkaplan değillerdi. Artık uzay ve zamanın Evren’de olup bitenden etkilenmeden sonsuza kadar devam ettiğini düşünemezdik. Onlar artık içlerinde oluşan olayları etkileyen ve bu olaylardan etkilenen dinamik niceliklerdi.

Kütle ve enerjinin önemli bir özelliği her zaman pozitif yüklü olmalarıdır. Bu nedenle kütlesel çekim her zaman nesneleri birbirine doğru çeker. Örneğin yeryüzünün kütlesel çekimi Dünya’nın zıt taraflarında bile bizi ona doğru çeker. Bu nedenle Avustralya’daki insanlar dünyadan düşmezler. Benzer şekilde Güneş’in kütlesel çekimi gezegenleri onun etrafında yörüngede tutar ve yeryüzünün gezegenler arası uzayın karanlığına fırlamasını önler. Genel göreceliğe göre, kütlenin her zaman pozitif olması uzay-zamanın yeryüzünün yüzeyi gibi tekrar kendi üzerine eğrilmiş olması anlamına gelir. Eğer kütle negatif olsaydı, uzay zaman bir eğerin yüzeyi gibi diğer yönde kıvrılmış olurdu. Kütlesel çekimin çekici olduğunu yansıtan bu uzay zamanın pozitif eğriliği, Einstein tarafından büyük bir problem olarak görülmüştü. O zamanlar yaygın olarak Evren’in statik olduğuna inanılıyordu, ama eğer uzay ve özellikle zaman kendi üzerine eğrilmişse, Evren bugünkü haliyle hemen hemen aynı durumda sonsuza kadar nasıl devam edebilirdi?

Einstein’ın orijinal genel görecelik denklemleri Evren’in ya genişliyor ya da büzülüyor olması gerektiği kestiriminde bulunuyordu. Bu nedenle o kütlesel çekim kuvvetine karşı koymak üzere, Evren’deki kütle ve enerjiyle uzay-zamanın eğriliğinin bağlantısını kuran denklemlere yeni bir terim ekledi. Bu “kozmolojik değişmez” denen şey itici bir kütlesel çekim etkisine sahipti. Böylece maddenin çekimini kozmolojik değişmezin itişiyle dengelemek mümkün idi. Bir başka deyişle, kozmolojik değişmez tarafından üretilen uzay-zamanın negatif eğriliği Evren’deki kütle ve enerji tarafından üretilen uzay-zamanın pozitif eğriliğini yok edebilirdi. Bu şekilde, aynı durumda sonsuza kadar süren bir evren elde edilebilirdi. Einstein, kozmolojik terim olmayan orijinal denklemine bağlı kalmış olsaydı, evrenin ya genişlediği, ya da büzüldüğü kestiriminde bulunurdu.

Edwin Hubble’ın, uzak galaksiler üzerinde yaptığı gözlemlerin onların kabaca bizden uzaklıklarıyla orantılı hızlarla uzaklaştıklarını gösterdiği 1929 yılına kadar, Evren’in statik olmayıp genişlediği konusunda kanıt yoktu. Galaksiler arasındaki uzaklıklar zamanla artmaktadır. Evren genişlemektedir. Daha sonraları Einstein kozmolojik değişmezi “yaşamımın en büyük gafı” olarak nitelendirmiştir.

Fakat kozmolojik değişmez ile veya o olmadan, maddenin, uzay-zamanın kendi üzerinde eğrilmesine neden olduğu gerçeği, genel olarak öyle kavranmasa da, bir problem olarak kaldı. Bunun anlamı maddenin bir bölgeyi kendisini etkili olarak Evren’in kalanından kesip ayıracak kadar kendi üzerinde eğriltebileceği idi. Bu bölge kara delik olarak isimlendirilecek şey haline gelecekti. Nesneler kara deliğin içine düşebilir fakat hiçbir şey oradan kaçıp kurtulamaz. Dışarı çıkmak için ışığın hızından daha hızlı hareket etmeleri gerekir, buna da genel görecelik kuramı tarafından izin verilmemektedir. Böylece kara deliğin içindeki nesne hapsolmuş olacak ve bilinmeyen bir yüksek yoğunluk durumuna çökecekti.

Einstein bu çökmenin sonuçlarından çok huzursuz olmuştu ve bunun gerçekleştiğine inanmayı reddetti. Fakat 1939 yılında ‘Robert Oppenheimer, Güneş’in kütlesinin iki katından daha fazla kütleye sahip olan bir eski yıldızın tüm nükleer yakıtını tüketttiğinde kaçınılmaz olarak çökeceğini gösterdi. Daha sonra savaş araya girdi, Oppenheimer atom bombası projesine katıldı ve kütlesel çekim çökmesi ne yönelik ilgisini kaybettti. Diğer bilim adamları yeryüzünde incelenebilir fizikle daha fazla ilgileniyorlardı. Evren’in uzak alanları hakkındaki kestirimlere güvenmiyorlardı, çünkü bunlar gözlemle test edilebilir görünmüyorlardı. Ancak 1960’larda astronomik gözlemlerin alanı ve niteliğindeki büyük gelişmeler kütlesel çekim çökmesi ve Evren’in ilk zamanlarına ilgiyi yeniden canlandırdı. Roger Penrose ve benim bazı teoremleri kanıtlamamıza kadar Einstein’ın genel görecelik teorisinin bu durumlarda tam olarak neyin kestiriminde bulunduğu konusu açık değildi. Bu teoremler uzay-zamanın kendi üzerinde eğrilmiş olmasının uzay-zamanın bir başlangıç veya sona sahip olduğu yerler olan tekilliklerin bulunduğu anlamına geldiğini gösteriyordu. Uzay-zaman yaklaşık on beş milyar yıl önce Büyük Patlama’da bir başlangıca sahip olmalıydı ve çöken bir yıldızda ve çöken yıldızın arkada bıraktığı kara deliğe düşen herhangi bir şeyde, bir sona ulaşacaktı.

Einstein’ın genel görecelik kuramının tekilliklerin kestiriminde bulunması fizikte bir krize yol açtı. Uzay-zamanın eğriliğinin külle ve enerji dağılımıyla ilişkisini kuran genel görecelik denklemleri, bir tekillikte tanımlanamaz. Özel olarak genel görecelik. Evren’in Büyük Patlama’da nasıl başlaması gerektiği kestiriminde bulunamaz. Bu yüzden genel görecelik tam bir teori değildir. Evren’in nasıl başlaması gerektiğini ve madde kendi kütlesel çekimi altında çöktüğünde ne olması gerektiğini belirleyecek bir ek unsur gerektirir.

Gerekli katkı unsurunun kuantum mekaniği olduğu anlaşılıyor. Einstein 1905’de, özel görecelik teorisi üzerine yazısını yazdığı yıl, aynı zamanda fotoelektrik etki denen bir olay hakkında da yazı yazdı. Belli metallere ışık düştüğünde yüklü parçacıklar yayıldığı gözlemlenmişti. Çok şaşırtıcı olan şey, eğer ışığın yoğunluğu azal-tılırsa yayılan parçacık sayısının azalması fakat her parçacığın yayılma hızının aynı kalmasıydı. Einstein, ışığın herkesin varsaydığı gibi sürekli olarak değişken miktarlarda yayılmayıp belli büyüklüklerde paketler halinde yayılması durumunda, bunun açıklanabileceğini gösterdi. Işığın yalnızca kuanta denen paketler halinde yayılması fikri bir kaç yıl önce Alman fizikçi Max Planck tarafından ileri sürülmüştü. Bu biraz, süpermarketten şekerin tek tek alınamayacağını, yalnızca kilogramlık paketler halinde alınabileceğini söylemeye benzer. Planck kuanta fikrini kızarmış bir metal parçasının neden sonsuz miktarda ısı vermediğini açıklamak üzere kullandı; fakat kuantayı basitçe teorik bir hile olarak, fiziksel gerçeklikte herhengi bir şeye karşılık gelmeyen bir şey olarak düşündü. Einstein’ın yazısı tek tek kuantaları doğrudan gözlemleyebileceğimizi gösterdi. Yayılan her parçacık metale çarpan bir ışık kuantumuna karşılık geliyordu. Bu yaygın şekilde kuantum teorisine çok önemli bir katkı olarak değerlendirilmektedir ve ona 1922 yılında Nobel ödülü getirmiştir. (Einstein genel görecelik kuramıyla bir Nobel ödülü kazanmış olmalıydı, fakat uzay ve zamanın eğri İmiş olduğu fikri hala fazla spekülatif ve tartışmalı sayılıyordu, bu yüzden ona onun yerine fotoelektrik etki için bir ödül verdiler -o kendi başına ödüle layık olmayan bir iş olduğundan değil)

Fotoelektrik etkinin tam sonuçlan, 1925 yılında Werner Heisenberg’in onun bir parçacığın konumunu tam olarak ölçme olanağı sağladığına işaret edişine kadar, kavranmamıştı. Bir parçacığın ne olduğunu anlamak için onu ışığa tutmanız gerekir. Fakat Einstein çok küçük bir miktarda ışık kullanamayacağımızı, en . azından bir paket veya kuantum kullanılması gerektiğini göstermişti. Bu ışık paketi parçacığı etkiler ve onun herhangi bir yönde bir hızla hareket etmesine yol açar. Parçacığın konumunu ne kadar hassas ölçmek isterseniz, kullanmak zorunda kalacağınız paketin enerjisi o kadar büyük olur ve böylece o parçacığı daha fazla etkiler. Ancak siz parçacığın konumunu nasıl ölçmeye çalışırsanız çalışın, konumundaki belirsizlik ile hızındaki belirsizliğin çarpımı her zaman belirli bir minimum miktardan büyük olur.

Heisenberg’in belirsizlik ilkesi bir sistemin durumunun tam olarak ölçülemeyeceğini, bu yüzden onun gelecekte tam olarak ne yapacağı konusunda kestirimde bulunulamayacağını göstermiştir. Tüm yapılabilecek şey farklı sonuçların olasılıkları hakkında kestirimde bulunmaktır. Einstein’ı o kadar huzursuz eden şey bu şans ya da rasgelelik unsuru idi. Einstein, fiziksel yasaların, gelecekde ne olacağına ilişkin belirli, muğlak olmayan bir kestirimde bulunmamasına inanmayı reddetti. Fakat nasıl ifade edilirse edilsin, kuantum olayı ve belirsizlik ilkesinin kaçınılmaz oldukları ve fiziğin her dalında onlarla karşılaşıldığı konusunda her tür kanıt vardır.

Einstein’ın genel göreceliği klasik teori olarak isimlendirilen bir şeydir; yani belirsizlik ilkesini kapsamaz. Bu nedenle genel göreceliği belirsizlik ilkesiyle birleştiren yeni bir teori bulunması gerekir. Çoğu durumda, bu yeni teori ile klasik genel görecelik arasındaki fark çok küçük olacaktır. Bunun nedeni, daha önce belirtildiği gibi, kuantum etkilerinin kestirimde bulunduğu belirsizliğin yalnızca çok küçük ölçeklerde olması, genel göreceliğin ise çok büyük ölçeklerde uzay-zamanın yapısıyla ilgilenmesidir. Ancak Penrose ve benim kanıtladığımız tekillik teoremleri uzay zamanın çok küçük ölçeklerde son derece eğri İmiş olacağını gösteriyor. O zaman belirsizlik ilkesinin etkileri çok önemli olacaktır ve bazı dikkate değer sonuçlara işaret eder görünmektedir.

Einstein’ın kuantum mekaniği ve belirsizlik ilkesi ile problemlerinin bir kısmı onun bir sistemin belirli bir geçmişi olduğu şeklinde sağduyuya dayanan tasımı kullanmasından ileri gelmektedir. Bir parçacık ya bir yerdedir ya da bir başka yerde. Yarısı bir yerde yansı diğer yerde olamaz. Benzer şekilde astronotların aya ayak basması gibi bir olay ya olmuştur ya da olmamıştır. Yan olmuş olamaz. Bu insanın biraz ölü veya biraz hamile olamaması gibidir. Ya öylesiniz, ya da değilsiniz. Fakat eğer bir sistemin belirli tek bir geçmişi varsa belirsizlik ilkesi parçacıkların bir defada iki yerde olması veya astronotların yalnızca yarı ayda olmaları gibi her türlü paradoksa yol açar.

Einstein’ı o kadar sıkmış olan bu paradoksları önlemenin güzel bir yolu Amerika’lı fizikçi Richard Feynman tarafından ileri sürülmüştü. Feynman 1948 yılında ışığın kuantum teorisi üzerindeki çalışmasıyla ün kazandı. 1965 yılında bir başka Amerika’lı Julian Schwinger ve Japon fizikçi Shinichiro Tomonaga ile birlikte Nobel ödülü aldı. Fakat o Einstein ile aynı gelenekte, fizikçinin fizikçisiydi. Tantanadan nefret ederdi ve National Academy of Sci-ence’dan, buradakilerin zamanlarının çoğunu hangi bilim adamının Academy’ye kabul edilmesi gerektiği konusu üzerinde karar vermekle geçirdiklerini görerek, istifa etti. 1988 yılında ölen Feynman teorik fiziğe bir çok katkısıyla anımsanır. Bunlardan biri parçacık fiziğinde hemen hemen her hesaplamada temel olan onun adını taşıyan diyagramlardır. Fakat daha da önemli bir katkısı geçmişlerin toplamı kavramıydı. Burada fikir bir sistemin klasik kuantum dışı fizikte normal olarak varsayıldığı gibi uzay-zamanda tek bir geçmişe sahip olmadığıdır. Onun yerine, sistem her olanaklı geçmişe sahiptir. Örneğin, belirli bir zamanda A noktasında olan bir parçacığı düşünün. Normal olarak parçacığın A’dan uzaklaşırken düz bir çizgi üzerinde hareket edeceği varsayılır. Ancak geçmişlerin toplamına göre, A’da başlayan herhangi bir yolda ilerleyebilir. Bu durum bir kurutma kağıdına bir parça mürekkep damlattığınız zaman gerçekleşecek şeye benzer. Mürekkep parçacıkları kurutma kağıdında mümkün olan her yoldan yayılırlar. Kağıdı keserek iki nokta arasındaki düz çizgiyi tıkasanız bile mürekkep köşeden döner.

Parçacığın her yoluna veya geçmişine ilişkin, yolun şekline dayanan bir sayısı olacaktır. Parçacığın A noktasından B noktasına gitmesi olasılığı parçacığı A’dan B’ye götüren tüm yollarla bağlantılı sayıların toplanmasıyla bulunur. Yolların çoğu için yolla ilişkin sayı yakındaki yolların sayılarını hemen hemen siler. Böylece onlar parçacığın A’dan B’ye gidişinin olasılığına çok az katkıda bulunurlar. Fakat düz yolların sayıları hemen hemen düz olan yolların sayılarıyla toplanır. Böylece olasılığa ana katkı düz veya hemen hemen düz olan yollardan gelecektir. Bu nedenle bir parçacığın bir köpük odasından geçerken yaptığı iz hemen hemen düz görünür. Fakat parçacığın yoluna üzerinde bir yarık bulunan bir duvar gibi bir şey koyarsanız, parçacık yollan yarığın ötesinde yayılabilir. Parçacığı yarıktan geçen düz çizginin uzağında bulma olasılığı yüksek olabilir.

1973 yılında, belirsizlik ilkesinin bir kara delik yakınında eğrilmiş uzay-zamanda bir parçacık üzerindeki etkisini, araştırmaya başladım. Çok dikkate değer ki, kara deliğin tam olarak kara olmayacağını buldum. Belirsizlik ilkesi, parçacıklar ve radyasyonun düzgün bir hızla kara delikten dışarı sızmasına olanak verecekti. Bu sonuç ben ve başka herkes için tam bir sürpriz oldu ve genel bir inançsızlıkla karşılandı. Fakat önceden görülebilmesi ve durumun açık olması gerekiyordu. Bir kara delik, ışığın hızından daha yavaş-bir hızda hareket edildiğinde kaçıp kurtulunması olanaksız olan, bir uzay bölgesidir. Fakat Feynman’ın geçmişlerin toplamı, parçacıkların uzay-zamanda herhangi bir yoldan gidebileceklerini söyler. Bu yüzden bir parçacığın ışıktan hızlı ilerlemesi mümkündür. Işık hızından daha yüksek hızda uzun bir yol almasının olasılığı düşüktür, fakat kara delikten çıkmasına yetecek kadar ışıktan daha hızlı gidebilir ve daha sonra ışıktan yavaş ilerleyebilir. Bu şekilde belirsizlik ilkesi, parçacıkların en son hapishaneden, bir kara delik olarak düşünülen yerden, kaçıp kurtulmalarına olanak verir. Bir parçacığın Güneş kadar kütlesi olan bir karadelikten dışarı çıkmasının olasılığı çok düşüktür çünkü parçacık kilometrelerce, ışıktan hızlı gitmek zorunda kalacaktır. Fakat Evren’in ilk zamanlarında oluşmuş çok daha küçük kara delikler olabilir. Bu ilksel kara delikler bir atomun çekirdeğinin büyüklüğünden daha az büyüklükte olabilirler, yine de kütleleri yüz milyar ton, Fuji dağının kütlesi kadar, olabilir. Bu kara delikler büyük bir trafo kadar çok enerji yayıyor olabilirler. Keşke bu küçük kara deliklerden bir tane bulup enerjisini kullanabilseydik! Fakat göründüğü kadarıyla Evren’de bunlardan fazla sayıda yoktur.

Kara deliklerden radyasyon çıkışı kestirimi, Einstein’ın genel göreceliğini, kuantum ilkesiyle birleştirmenin ilk önemli sonucuydu. Bu kütlesel çökmenin göründüğü kadar bir ölü son olmadığını gösterdi. Bir kara delikteki parçacıkların yaşamlarının sonuna bir tekillikte ulaşmaları gerekmiyor. Onun yerine kara delikten kaçıp kurtulabilirler ve dışarda yaşamlarına devam edebilirler. Belki kuantum ilkesi, geçmişlerin, büyük patlama sırasında zamanda bir başlangıca, bir yaratılma noktasına, sahip olmasını önlemenin de mümkün olduğu, anlamına gelmektedir.

Bu yanıtlandırılması çok daha zor bir sorudur, çünkü kuantum ilkesinin yalnızca verilen bir uzay-zaman arkaplanında parçacık yollarına değil, zaman ve uzayın kendi yapılarına uygulanmasını gerektirir. Gerekli olan şey yalnızca parçacıklar için değil, uzay ve zamanın tüm dokusu için de geçmişlerin toplamını almanın bir yoludur. Henüz bu toplamı doğru dürüst nasıl yapacağımızı bilmiyoruz, fakat sahip olması gereken belirli özellikleri biliyoruz. Bunlardan birisi eğer alışılmış gerçek zamanda değil de, sanal zaman denen şeydeki geçmişlerle ilgilenirsek toplam almanın daha kolay olduğudur. Sanal zaman anlaşılması zor bir kavramdır ve kitabımın okuyucuları için en büyük problemlere yol açanın da o olması olasıdır. Ben aynı zamanda felsefeciler tarafından da sanal zamanı kullanmam nedeniyle şiddetle eleştirildim. Sanal zamanın gerçek evrenle nasıl bir ilişkisi olabilir? Kanımca bu felsefeciler tarihin derslerini öğrenmemişlerdir. Bir zamanlar Dünya’nın düz olduğu ve Güneş’in onun etrafında döndüğünün açık olduğu kabul ediliyordu ama Kopernik ve Galile’nin zamanından beri yeryüzünün yuvarlak olduğu ve Güneş’in etrafında döndüğü fikrine yönelmek zorunda kalmış bulunuyoruz. Benzer şekilde zamanın her gözlemci için aynı hızla ilerlediği kabul ediliyordu fakat Einstein’ın zamanından beri zamanın farklı gözlemciler için farklı hızla ilerlediğini kabul etmek zorunda kalmış bulunuyoruz. Aynı zamanda Evren’in tek bir geçmişi olduğu açık görünüyordu, ama kuantum mekaniğinin keşfinden beri Evren’in her olası geçmişe sahip olduğunu düşünmek zorunda kalmış bulunuyoruz. Sanal zaman fikrinin de kabul etmek zorunda kalacağımız bir şey olduğunu ileri sürmek istiyorum. Bu Dünya’nın yuvarlak olduğuna inanmakla aynı düzeyde bir entellektüel sıçramadır. Sanal zamanın şimdi yuvarlak Dünya’nın olduğu gibi doğal görünmeye başlayacağını düşünüyorum. Eğitilmiş dünyada kalan fazla düz dünyacı yoktur.

Sıradan, gerçek zamanı, soldan sağa giden yatay bir çizgi gibi düşünebiliriz. Erken zamanlar soldadır, geç zamanlar sağdadır. Fakat zamanın bir başka yönü, sayfanın yukarısına ve aşağısına giden bir yönü, olduğunu da düşünebilirsiniz. Bu zamanın sanal yönü denen şeydir, gerçek zamana dik açılardadır.

Sanal zaman kavramını getirmenin amacı nedir? Neden anladığımız gerçek zamana bağlı kalınmıyor? Bunun nedeni, daha önce söz edilmiş olduğu gibi, madde ve enerjinin uzay-zamanın kendi üzerinde katlanmasına yol açmaya eğilimli oluşlarıdır. Gerçek zaman yönünde bu kaçınılmaz olarak tekilliklere, uzay-zamanın bir sona ulaştığı yerlere yol açar. Tekilliklerde fiziğin denklemleri tanımlanamaz, bu yüzden ne olacağı konusunda kestirimde bulunulamaz. Fakat sanal zamanın yönü gerçek zamanla dik açılıdır. Bu da onun uzayda hareket etmeye karşılık gelen üç yöne benzer bir şekilde davrandığı anlamına gelir. O zaman Evren’deki maddenin yol açtığı uzay-zamanın eğriliği üç uzay yönü ve sanal zaman yönünün arkada buluşmalarına yol açabilir. Yer yüzünün yüzeyi gibi kapalı bir yüzey oluştururlar. Üç uzay yönü ve sanal zaman sınırları veya kenarları olmayan kendi üzerine kapalı bir uzay-zaman oluştururlar. Uzay-zamanın Dünya’nın yüzeyinin başlangıç veya sona sahip olmasından daha fazla başlangıç veya son diye adlandırılabilecek bir noktası olmaz.

1983 yılında Jim Hartle ve ben Evren’in geçmişleri toplamının gerçek zamandaki geçmişlerden alınmaması gerektiğini ileri sürdük. Onun yerine yeryüzünün yüzeyi gibi kendi üzerine kapanmış olan sanal zamandaki geçmişlerin üzerinden toplam alınmalıdır. Bu geçmişlerde herhangi bir tekillik veya herhangi bir başlangıç veya son bulunmadığı için onlar içinde ne olduğu tamamen fizik yasaları tarafından belirlenir. Bu da sanal zamanda olan şeylerin hesaplanabileceği anlamına gelir. Ve eğer Evren’in sanal zamanda geçmişini biliyorsanız, gerçek zamanda nasıl davrandığını hesaplayabilirsiniz. Bu şekilde Evren’deki her şey hakkında kestirimde bulunabilecek tam bir birleşik teori bulmayı umabiliriz. Einstein yaşamının son yıllarını böyle bir teoriyi arayarak geçirdi. Böyle bir teori bulmadı çünkü kuantum mekaniğine güvenmiyordu. Evren’in, geçmişlerin toplamında olduğu gibi, bir çok alternatif geçmişleri olabileceğini kabul etmeye hazır değildi. Hala Evren için geçmişlerin toplamını nasıl doğru dürüst yapılacağını bilmiyoruz, fakat bu işin sanal zamanı ve kendi üzerine kapanan uzay-zaman fikrini ilgilendireceğinden oldukça emin olabiliriz. Bu kavramların yeni nesle Dünya’nın yuvarlak olması fikri gibi doğal görüneceğini düşünüyorum. Sanal zaman hali hazırda bilim kurgunun bir kavramıdır. Fakat bilim kurgu veya matematiksel bir hile olmaktan öte bir şeydir. İçinde yaşadığımız Evren’i şekillendiren bir şeydir.

Albert Einstein : Bilim ve Uygarlık

Yaşadığımız bu ekonomik sıkıntı çağında ulusları ayakta tutan mânevi güçlerin ne olduğu açıkça belirmektedir. Umarız ki, geleceğin tarihçisi, Avrupanın politik ve ekonomik bakımdan birleştiği bir gün, çağdaş olayları yargıladığı zaman, günümüzde bu kıtanın özgürlük ve onurunun Batı devletleri tarafından kurtarılmış olduğunu, bu güç zamanlarda kin, nefret ve zorbalığa kaymadan sıkıntıya karşı koyan Batı Avrupa’nın kişi özgürlüğünü başarıyla savunup, bilgi ve buluşların ilerlemesine yol açtığını görecek ve söyliyecektir. Çünkü kendi varlığına saygısı olan bir insan için hayat bu özgürlük olmadan yaşanmaya değmez.

Beni yıllarca kendi yurttaşı sayan bir ulusun tutum ve davranışını yargılamak bana düşmez hem; yalnız eyleme değer verilen günümüzde yargılamaya girişmek boş bir çaba olsa gerek.

Bugün bizi ilgilendiren sorunlar şunlardır: İnsanlığı ve bize miras kalan mânevi varlıkları nasıl kurtaracağız? Avrupa’yı yeni bir yıkımdan nasıl koruyacağız?

Hiç şüphe yok ki, dünyayı saran ekonomik buhran ve buhran yüzünden halkların yoksul düşmesi, birçok nimetlerden yoksun kalmaları, tanığı olduğumuz tehlikeli karışıklıklara yol açmıştır. Bu gibi dönemlerde hoşnutsuzluk kin ve öfke doğurur; öfke insanarı zorbaca eylemlere ve devrimlere sürükler, kimi zaman da savaşa götürür. Sıkıntıdan, çaresizlikten yeni yeni dertler doğar. Bugün devlet adamları, tıpkı yirmi yıl önce olduğu gibi, korkunç sorumluluklar yüklenmiş bulunuyorlar. Gönül ister ki bunlar bir anlaşmaya varsınlar ve Avrupa’da uluslararası alış verişleri birlik ve aydınlık temelleri üzerine kurabilsinler, böylece her devlet savaşın başarısızlıkla sonuçlanacak bir serüven olduğunu kesinlikle anlasın. Ne var ki, devlet adamlarının çabası ancak halkların sağlam, sarsılmaz istemine dayandığı zaman başarılı sonuç verebilir.

Bizi ilgilendiren konu yalnız barışı kurmanın ve korumanın teknik çareleri değil, aynı zamanda kafaları eğitmenin, aydınlatmanın yoludur. Düşünce özgürlüğümüzü, kişisel özgürlüğümüzü tehlikeye sokan güçlere karşı koymak istiyorsak, önce yitireceğimiz değerlerin ne olduğunu iyice tasarlamamız ve atalarımızın bunca zor savaşlarla elde ettikleri bu özgürlüğe neler borçlu olduğumuzu açıkça bilmemiz gerekir.

Bu özgürlük olmasaydı, ne Shakespeare, ne Goethe, ne Newton, ne Faraday, ne Pasteur, ne de Lister yetişirdi. O olmasa, ne halk için konforlu evler olurdu, ne demiryolları, ne telsiz telgraf, ne salgınlara karşı korunma çareleri, ne ucuz okuma kitapları, ne kültür, ne de herkese açık sanatlar. Hayatın belli başlı gereksinmelerini karşılıyacak gereçleri meydana getirmek için insanın çabasını kolaylaştıracak makineler olmaz, çoğu insanlar eski Asya zorbalarının zamanındaki köle hayatını yaşardı.

Buluşlar, keşifler yalnız özgür insanlara vergidir, yalnız onlar yaratabilir biz modern insanların hayatım yaşanmaya değer hale getiren düşünce eserlerini.

Belki bir gün gelecek, çağımızın ekonomik güçlüklerinden sıyrılıp da çalışmada «arz ve talep», sunu ve istek, üretim ve tüketim arasındaki dengeyi kurabilecek ve bu dengeyi yasalarla yürütebileceğiz. Ama bu sorunu da özgür insanlar olarak çözümlemeliyiz, onu bahane ederek bizi köleliğe sürüklemelerine izin vermemeliyiz; çünkü kölelik olumlu, sağlıklı her türlü gelişmeyi köstekliyen bir bataktır.

Bu sözlerimle ilgili olarak, geçenlerde aklıma gelen bir düşünceyi dile getirmek isterim: Şehirden uzak, yalnız yaşıyor ve rahat, düzenli bir hayatın yaratıcı düşünceyi geliştirmeye ne kadar elverişli olduğunu görüyordum. Toplumumuzda yalnızlığı gerektiren ve beden ya da akıldan yana büyük bir çaba gerektirmeyen bazı görevler vardır: örneğin deniz feneri ve yüzen fener bekçiliği. Bu görevleri bilim, özellikle, bazı matematik ya da felsefe sorunlarını derinliğine incelemeyi amaç edinen gençlere vermek mümkün değil mi? Pek az genç hayatının asıl verimli çağında bilimsel sorunların üstüne eğilmek fırsatını bulur. Bir genç belli bir süre için bir burs bulabilse bile, en kısa zamanda sonuç elde etmek zorundadır. Bu durum salt bilime ulaşmak için hiç de elverişli değildir. Ekmeğini kazanmak için gelişigüzel pratik bir görev alan genç bilim adamı bu bakımdan daha elverişli koşullar içindedir yeter ki asıl çalışmasına ayırabilecek zaman ve enerjiyi bulabilsin. Bu dediğim gerçekleştirilirse, belki yaratıcı kafalara şimdi olduğundan daha geniş ölçüde gelişmek olanağı verilmiş olur. Ekonomik yoksulluğun ve politik karışıklığın ağır bastığı çağımızda bu çeşit düşüncelerin üstünde durmaya değer.

Tehlikeli, yoksul bir çağda yaşadığımızdan yakınmalı mıyız? Sanmam. İnsan bütün öbür canlılar gibi yaradılıştan gevşektir. Onu uyaran, dürtükliyen olmazsa, hemen hiç düşünmez, törelerine ve alışkanlıklarına uyarak bir otomat gibi yaşar. Genç değilim, çocukluk, gençlik aşamalarını geçirdim ve bende delikanlının yalnız kendi hayatının ıvır zıvırlannı düşündüğü, arkadaşları gibi konuşup, tıpkı onlar gibi davrandığı çağları yaşadım. Bu yapmacık maskenin altında neler saklandığını pek fark edemez insan, çünkü alışkanlığın, biçimselliğin etkisiyle insanın gerçek kişiliği pamuğa sarılmış gibidir.

Bugünümüz ne kadar başka! Fırtınalı zamanımızda çakan şimşeklerin ışığında insanları ve olayları olanca çıplaklığıyla görebiliyoruz. Her millet, her insan amaçlarını, tutkularını, güç ve güçsüzlüklerini açığa vurmaktadır. Koşulların hızla değişmesinde göreneğin hiç yeri kalmamıştır: Alışkanlıklar kurumuş buğday taneleri gibi havaya savrulmaktadır.

İnsanlar çaresizlik içinde, iflâs etmiş ekonomik gelenekler ve kurulması gereken uluslararası politik ilişkiler üzerinde düşünmeye başlıyorlar. Uluslar tehlikeler ve karışıklıklar arasından yeni gelişmeler yoluna girmektedirler. Çağımızın bu karışıklıkları bize daha iyi bir dünya hazırlasa bari!

Zamanımızın bu yargısı bir yana, ödevimiz ulu ve dayanıklı varlıklarımız arasında hayata değer veren ne varsa onları korumak ve çocuklarımıza atalarımızdan aldığımız kültür mirasını daha arı ve daha zengin olarak aktarmaktır.

Albert Einstein

Albert Einstein : Bilim ve Toplum

Bilim, insan işleri üzerinde iki yoldan etki yapar. Birincisi, hepimizin bildiği bir yoldur: Bilim insan hayatını baştan başa değiştiren, dolaysız, daha çok dolaylı olarak bir takım olanaklar yaratır, ikinci yol eğitici bir nitelik taşır insan düşüncesini etkiler. Bunun etkisi üstünkörü bir bakışla görülmezse de, daha az derin değildir.
Bilimin en gözle görünen pratik etkisi, hayatı hem zenginleştiren, hem karmaşık hale sokan bir takım buluşlara yol açmasıdır; bunlar, buhar makinası, demiryolu, elektrik gücü ve ışığı, telgraf, radyo, otomobil, uçak, dinamit vb. gibi buluşlardır. Bunlara bir de biyoloji ve tıp alanında insan hayatını koruma amacıyla yapılan buluşları, özellikte acıları dindirme yollarını ve yiyecekleri koruyup saklamaya yarayan teknik icatları eklemek gerekir.

Ama, bütün bu buluşların insana sağladığı en büyük iyilik, eskiden, basit yaşayışı sürdürmek için pek gerekli olan o son derece yıpratıcı beden çalışmasından insanı kurtarmış olmasıdır bence. Bugün köleliğin genel olarak ortadan kalktığını ileri sürebiliyorsak, bunu bilimin pratik sonuçlarına borçluyuz.

Öte yandan, teknoloji, ya da uygulamalı bilim, insanlığı son derece ciddi bir takım sorunlarla karşı karşıya getirmiştir, insanlığın yaşaması, bu sorunların yararlı bir yoldan çözümlenmesine bağlıdır. Yapılacak şey, yeni bir takım toplumsal kurumlar ve gelenekler yaratmaktır. Öyle kurumlar ki, onlar olmadıkça, yeni âletler, ister istemez insanlığın başına belâların en büyüğünü açabilir.

Örgütlenmemiş bir ekonomide, mekanik üretim araçları şu sonucu doğurmuştur: insanlığın hatırı sayılır bir bölüğü mal üretimi bakımından artık gerekli olmaktan çıkmış ve böylece ekonomik oluşumun dışında kalmıştır. Bunun sonucu olarak da, ilk ağızda, satın alma gücünde bir azalma olmuş ve aşırı yarışma yüzünden iş gücünün değeri düşmüştür ki, bu da, git gide daralan aralıklarla, mal üretiminin ciddi olarak felce uğramasına yol açmıştır. Öte yandan, üretim araçları, bunları ellerinde tutanlara, politik kurumların geleneksel güvenekleriyle önlenemiyecek ölçüde bir güc sağlamaktadır, insanlık bu yeni koşullara uymak için yeni bir savaşa girişmiştir. Bizim kuşağın insanları, görevlerine yaraşır bir güc gösterebilirse, bu savaş gerçek bir kurtuluşa götürebilir.

Teknolojiye gelince, o da mesafeleri kısaltmış ve son derece etkin bir takım yeni yıkma araçları yaratmıştır. Bu araçlar, davranışlarında alabildiğine serbest olmak isteyen ulusların elinde, insanlığın hayatını ya da güvenliğini tehlikeye koyabilmektedir. Bu durum, bütün dünya için bir tek yürütme ve yargı gücünü gerekli kılar. Ne var ki, millî gelenekler böylesi bir merkezi gücün kurulmasına umutsuzca karşı koymaktadırlar. Burada da, kendimizi yene bir savaşın, sonucu hepimizin kaderini belirliyecek bir savaşın ortasında bulunuyoruz.

Ulaştırma araçları, basılı sözü çoğaltma yolları ve radyo modern silâhlarla birleşince bedenle ruhu merkezi bir gücün buyruğu altına koymaya yüz tutmaktadırlar ki, bu da insanlık için üçüncü bir tehlike doğurmaktadır. Çağımızın zorbalıkları ve onların yıkıcı etkileri, bu ilerlemeyi insanın yararına kullanmakta ne denli geri kaldığımızı açıkça göstermektedir. Burada da durum ve koşullar, uluslararası bir çözüm yolu ve bu çözüm için de henüz yoksun bulunduğumuz psikolojik bir temel gerektirmektedir.

Şimdi, bilimin insan düşüncesi üzerine yaptığı etkilere gelelim. Bilim öncesi çağlarda, yalnız düşünce ile, bütün insanlığın zorunlu ve kesin diye kabul edebileceği sonuçlar elde edilemezdi. Tabiattaki bütün olayların katı yasalara bağlı olduğu düşüncesi de kabul edilemezdi. Tabiat yasasının, ilkel bir insanın gözündeki bölük pörçük görünüşü perilere cinlere olan inancı beslemekle kalır. Onun için, ilkel insan, bugün bile, tabiatüstü ve sorumsuz bir takım güçlerin hayatına karışabileceği korkusu içinde yaşayıp durmaktadır.

Bilimin en büyük zaferi, insanın kendine ve tabiata karşı duyduğu güvensizliği, insan aklı üstündeki etkisiyle yenmek olacaktır. Eski Yunanlılar ilkel matematikle birlikte, ilk defa olarak, sonuçlarından hiç kimsenin kaçmamayacağı bir düşünce sistemi kurmuşlardı. Ondan sonra Rönesans bilginleri, sistemli deneyle matematik yöntemi birleştirmeyi düşündüler. Bu birleşme, tabiat yasalarını, deneyle doğrulayarak, öylesine kesin bir biçimde dile getirebiliyordu ki, tabiat biliminde artık düşünce ayrılıklarına yer kalmıyordu. O günden bu yana, her kuşak akıl ve bilgi mirasını arttırmıştır ve bütün yapıyı tehlikeye sokabilecek en ufak bir buhran korkusu kalmamıştır.

Büyük halk yığınları bilimsel araştırmanın ayrıntılarını ancak kendi dar anlayışı ölçüsünde izleyebilir. Ama, hiç değilse, büyük ve önemli bir yarar olduğunu da görür: Bu yarar da, insan düşüncesinin güvenilmeğe değer ve tabiat yasasinın evrensel olduğunu düşünmektir.

Albert Einstein