Kültür

Bir toplumun duyuş ve düşünüş birliğini oluşturan, gelenek durumundaki her türlü yaşayış, düşünce ve sanat varlıklarının bütünü.

Tarihsel ve toplumsal gelişme süreci içinde yaratılan her türlü değerlerle bunları kullanmada, sonraki kuşaklara iletmede kullanılan, insanın doğal ve toplumsal çevresine egemenliğinin ölçüsünü gösteren araçların bütünü.

Eş Anlamlısı:Ekin, Ekinç

Kültür nedir?

Bir toplumun tüm maddi ve manevi değerlerinin aynı çatı altında toplanmasına ve tüm bu değerlerin tek bir kelime ile özetlenmesine kültür denir. Kültür kendi içerisinde ait olduğu toplumun tüm inançlarını, sanatla ilgili tüm geçmişini, anlayış biçimlerini, davranış biçimlerini ve inanç unsurlarını bir bütün olarak kapsamaktadır.

Az önce saydığımız kültür unsurları toplumlar içerisinde manevi kültür olarak da anılabilmekte ve bu değerler bütünü toplumlar içerisinde bir kuşaktan diğer kuşağa aktarılarak sürdürülmektedir. Kültürün bu aktarımı yaşam koşullarında sosyolojik açıdan sembolik olarak bir bütünden gelecek bütüne geçmektedir.

Kültür Tanımının Tarihçesi :

Kültür tanımı, ilk olarak Latince bir terimden meydana getirilmiştir. Bu terim ilk kez 17. yüzyılda Samuel von Pudenhorf tarafından kullanılarak ortaya çıkartılmıştır. Pudenhorf’un görüşüne göre; kültür insanların doğaya karşıt olarak ortaya çıkardığı ve belirli bir toplumsal bağlam sınırları içerisinde ortaya çıkardıkları eserler bütünüdür. Bunun yanında 18. yüzyılın sonlarına doğru önemli bir felsefi bilgin olan Immanuel Kant da kültür terimini insanların mantık ideasına bağlı olarak özgür bir biçimde hayata geçirebildikleri amaçların bir bütünü olarak ele almıştır.

Kültür Hakkında Genel Bilgi :

Kültür terimi, her toplumda farklı unsurlara sahip olacağından her toplumun birbirinden farklı unsurlara sahip olabilmesi durumunu doğurmaktadır. Yani bir toplumdaki düşünce tarzının ve yaşam tarzının ana unsuru kültürdür.

Kültür sadece toplumlar arası bir terim olarak değil, daha özele indirgenerek bireysel bir terim olarak da kullanılabilmektedir. Bunun anlamı, bir bireyin herhangi bir konudaki sahip olduğu bilgiler donanımından da kültür olarak bahsedilebileceği durumudur.

Kültüre ait tüm değerler, bir toplum içerisinde toplumu oluşturan insanların bütün sosyal ihtiyaçlarına cevap verecek şekilde bir zenginliğe ve ait olduğu toplumun bütünleşerek gelişmesine olanak sağlayacak unsurlara sahiptir. Kişiler hem bireysel olarak hem de oluşturdukları toplumun her bir ayrı ferdi olarak bu unsurların bilincindedirler.

Bahsettiğimiz bu bilinç, kültürün özüne dair olan “toplum bilinci” kavramını da meydana çıkarmaktadır. “Milli Şuur” olarak da adlandırılan bu kavram, bir toplumu sadece bireyler bütünü olmaktan çıkartıp gerçek bir millet ruhu taşımalarına ön ayak olmaktadır. Bu yüzden kültürün tanımında bir milleti diğer milletlerden ayıran temel duygular, düşünce biçimleri ve yaşayış stillerinin bütünlüğü tabirini kullanmak da mümkün olmaktadır.

Milletlerin kendi sınırları içerisindeki kültürün (buna milli kültür de denilebilmektedir) oluşmasındaki temel unsurlardan biri de o milletin gelişmişlik derecesi olduğu söylenebilmektedir. Yani bir toplumun kalkınma düzeyi ve zenginlik unsurları diğerinden fazlaysa, daha fazla değere sahip olan toplumun kültür seviyesinin de daha yüksek bir mertebeye sahip olduğundan söz edebilmek mümkündür.

Kültür teriminin kendi içerisinde temel olarak iki fakrlı ana gruba ayrıldığından da söz edecek olursak, bu gruplara “maddi kültür” ve “manevi kültür” denildiği görülmektedir. Örnek verilecek olursa; toplumdaki bireylerin kılık kıyafet tarzları, kullandıkları aletler ve çeşitli eşyalar, yerleşkelerinin dış görünümleri, beslenme şekilleri ve yemek unsurları gibi öğeler toplumlardaki maddi unsurları; gelenek ve görenekler gibi, tarih unsurları gibi, dil unsurları gibi ve ahlak unsurları gibi öğeler de manevi kültür kavramını oluşturmaktadır.

Kültürün Özellikleri Nelerdir?

Bütünleştirici etkisi vardır : Kültürü meydana getirmekte olan bütün öğelerin bütünleşmiş bir toplum sistemi yaratma durumundan söz edilebilmektedir. Eğer bir toplumda kültürel olarak bütünleşme sağlanamamışsa toplum içerisinde hem ekonomik konularda hem de sosyo kültürel konularda büyük farklılıklar oluşur ve bu durum da olumsuzluklar yaratabilmektedir.

Kurallar bütünüdür : Kültür kavramı toplum içerisinde benimsenmiş davranışlardan ve bilinen kurallardan meydana gelmektedir. İnsanların “toplum” normu içerisinde yaşayabilmesinin temel unsurlarını oluşturmaktadır.

Kuşaktan kuşağa aktarılmaktadır : “Sosyal miras” olarak da görülebilen kültür, canlı olarak kalabilme durumunu ancak yayılabilmesi sayesinde görebilmektedir. Yani dil, din, edebiyat, sanat ve eğitim-öğretim unsurlarıyla yayılması ve canlı tutulması mümkün olmaktadır.

Evrenseldir : Dünyadaki tüm ulusların devamlılığını sürdürmesini sağladığı davranışlar ve düşünce biçimleri kültürün evrensel olabilme niteliğini devam ettirmektedir.

Eleştirilme imkanı yoktur : Kültürün eleştirilemez özellikler taşımasının sebebi, ait olduğu milletin genel tercihlerine ve özgür iradesine göre ortaya çıkmasından kaynaklıdır. Bunun sonucunda herhangi bir millet diğer bir milletin kültürünü yanlış bulmamalıdır. Çünkü her milletin kültürü kendine göre doğru ve toplumu manevi olarak doyurucu niteliktedir.

Kültürle İlgili Kavramlar :

Alt kültür : Üst kültür denilen grubun bir alt kümesi niteliğinde olan alt kültür tabiri; toplumdaki bireylerin dil, din, etnik köken ya da töre unsurlarını içerisinde barındırır. Yani bizim toplumuzdaki Lazlar, Kürtler ve Aleviler bu kültürün içerisinde değerlendirilebilmektedir.

Kültürel gecikme : Bir toplum içerisinde maddi kültür unsurlarında meydana gelen değişimlerde, diğer yanda olan manevi unsurun ayak uyduramaması durumudur.

Kültür emperyalizmi : Bu kültür biçimini genelde gelişmiş ülkelerde görmek mümkündür. Gelişmiş toplumlar, daha az gelişmiş toplumlara kendi kültürlerini kitle iletişim araçlarıyla bilinçli ya da bilinçsiz bir şekilde empoze edebilmektedir.

Popüler kültür : Bir toplumda, içerisinde bulunan süreçlerde revaçta olan her ayrıntı konusunda toplumda bireylerin ona ulaşmak için maddi ve manevi bir çaba harcaması durumudur.

Kültürel yozlaşma : Toplumun kendine ait olan kültür değerlerine yeterli saygıyı ve sahiplenmeyi göstermemesi sonucu o toplumun kültürel değerlerine diğer toplumların kültürlerinin olumsuz olarak etkisinin olması ve doğal olarak etki gören toplumun kültürünün bozulmasıdır.

***

Kültür Nedir?

Biz çoğu kez bir kısa veya uzun cümleyle bir şeyin ne olduğunu tanımlamaya alıştırılmışızdır.
Kültürü bir cümleyle açıklamak oldukça zordur ve daima yetersiz kalacaktır. Kültürü önce tek cümleyle,
bu yetersizlik sorununa rağmen, ilk fikri vermek için tanımlayalım ve ardından da ayrıntılarını sunalım:

Tanım:

Kültür, toplum denen birim içinde ve bu birimi oluşturan örgütlü alt-birimlerde yaşayan insanın
kendini, ötekini ve örgütlü birimleri ve alt-birimleri “nasıl yeniden-ürettiğini” ve “bu üretimle ilgili ifade
biçimlerini” anlatır. Dolayısıyla, bu tanımdan, birbiriyle bağıntılı iki temel kültür ortaya çıkar: Maddi
yaşamın nasıl üretildiğinin göstergesi olan “maddi/materyal kültür” (somut kültür de deniyor) ve maddi
yaşamın yeniden-üretimiyle ilgili “anlatı biçimlerini” oluşturan “maddi-olmayan” düşüncelerin,
duyguların ve inançların ifadesi olan kültür (buna düşünsel kültür veya soyut kültür de denmektedir).

Egemenliği Meşrulaştıran Kültürle İlgili İki Uyduru:

Evrensel kültür:

İnsanlar acıkır, yer ve içer gibi evrensel gerçekler vardır; fakat asla ve asla
“evrensel kültür” olamaz, çünkü kültürün evrensel olabilmesi için herkesin her yerde evrensel gerçeği
maddi ve düşünsel (duygusal ve inançsal) olarak ifade biçimlerinin, nedenlerinin ve aradıkları
sonuçların aynı olması gerekir ki bu da imkansızdır: herkes yer ve içer, ama yeme ve içmeyi ifade
biçimleri (neyi nasıl pişirdikleri, nasıl yedikleri, yemedeki karın doyurma ötesinde aradıkları sonuçlar
vb), farklıdır. Dünyanın her yerinde Coca Cola içilmesi evrensel bir kültür olduğunu anlatmaz; bir
ticari/endüstriyel kültürün dünya egemenliğini anlatır. Ayrıca, dünyanın her yerinde “coca cola” içme
pratiği ve bu pratikle aranan doyumlar ve sonuçlar farklıdır.

Kültürel alışveriş:

Bu kavram kültür ürünlerinin alışverişini yapan tüccarlar için doğrudur; çünkü
onlar kültür üretmekte, pazarlamakta ve alıp satmaktadırlar. Ama toplumların tümü ele alındığında,
“kültürel alışveriş” çok ender vardır; çoğu kez “bir kültürün (günümüzde kapitalist endüstriyel kültürün)
diğer tarihsel kültürlerin üzerine çökertilmesi, onları kapitalist pazara uygun bir şekilde dönüştürmesi,
belli amaçlara göre kullanmak için melezleştirerek tutması ve marjinal hale getirmesi veya yok etmesi
vardır. Kültürel alışverişin olması için dengesiz bir kültürel ürün üretimi ve akışının olmaması gerekir;
ilgili tarafların birinin tüketen/alan ve diğerinin de üreten/satan/almayan olmaması gerekir. Dolayısıyla,
kültürel sömürü, kültürel egemenlik, kültürel yok etme, kültürel dönüştürme, kurnaz bir şekilde kültürel
alışveriş olarak sunulmaktadır.

Kültürü Açıklama:

İnsan fiziksel varlığını sürdürebilmesi için üretmesi ve bunu sürekli olarak yapması (yenidenüretmesi)
zorunluluğu vardır. İnsan öncelikle yemek, içmek, giyinmek, barınmak ve dinlenmek zorundadır. Bu zorunlu gereksinimleri yerine getirerek insan fiziksel kendini üretir ve bunu sürekli yaparak yeniden üretir. Dikkat edilirse, üretim ve yeniden üretim hem fiziksel varlığın (insanın kendisini) sürdürülmesi hem de bunun için gerekli faaliyetlerin yapılmasını gerektirmektedir. Dolayısıyla üretimle insan hem kendini hem de yaşam koşullarını (ne ve nasıl yediğini, giydiğini, içtiğini, barındığını, dinlendiğini, eğlendiğini, çalıştığını vb.) üretir. Kendi fiziksel varlığını sürdürmek için sürekli üretim yapan insan aynı anda düşünsel olanı da üretir. Düşünsel olan insanın kendini ve üretimini kendine anlatması ve buna uygun bir şekilde faaliyetlerini düzenlemesini getirir. Ancak düşünce taşıyan insan kendini üretmede araç kullanarak ve plan yaparak kendini ve koşullarını değiştirebilir. Dikkat edilirse, insan kendi tarihini üretim faaliyetleriyle biçimlendiren bir varlıktır. Dolayısıyla, insan dediğimizde kendi tarihini kendisi istediği biçimde yapan ve yalnız yaşayan tek bir varlıktan bahsetmiyoruz. İnsan dediğimizde, tarihini örgütlü birliktelikle yaratan sosyalleşmiş varlıktan bahsediyoruz. Bu sosyalleşmiş varlığın birey, özgür, bağımsız olması ancak ve ancak toplumdan geçerek, toplum yoluyla olur. Toplum dışında, toplumdan bağımsız birey, kişilik, bağımsızlık, özgürlük vb olamaz. Köle ancak toplum içinde köledir. Zengin ve efendi de öyle. Dolayısıyla kölelik veya efendilik veya bireycilik ve bunların kültürü kendiliğinden ve bireyin özgür iradesine göre oluşmaz. Özgür irade denen şeyin kendisi bile insanın örgütlediği yaşamın bir fonksiyonudur. Yani, insan kavim, cemaat, topluluk, toplum denen birimlerde örgütlenmiş üretimle fiziksel, düşünsel, psikolojik ve materyal varlığını oluşturur. Bu üretimle insan kendi tarihini örgütlü güç ilişkilerindeki insanlar tarafından tarihsel olarak yaratılmış koşullar içinde yapar.

İnsan birey, aile, cemaat ve toplum olarak kendini üretirken kendiyle, diğerleriyle ve doğayla ilişki ve dolayısıyla iletişimde bulunma zorundadır. Aksi taktirde fiziksel ve sosyal varlığını gerçekleştiremez. Örgütlü ilişkilerini iletişim yoluyla yürüten insan aynı anda ilişkilerinin doğasını (ilişkilerinin amacını, nedenini ve sonuçlarını; nerede nasıl ve ne zaman yapacağını) anlar ve anlatır. Bu anlama ve anlatım ilişkinin yürütülmesi sırasında yaşamın gerçeğiyle örtüşür: yaşam pratiğinin yaparken bütünleşik parçası olur. Bu anlama ve anlatım aynı zamanda pratik sonrası veya öncesi de yapılır. Hatta sembolsel temsillerle gelen farklı pratiklerle yeniden anlatılır. Bu yolla, maddesel hayatını üreten insan aynı zamanda bu hayatı, üretimi, üretim ilişkilerini ve sonuçlarını, umut ve beklentilerini, umutsuzluk ve korkularını kendisi ve topluluğu için açıklar. Dolayısıyla materyal hayatını üreten insan aynı zamanda bu materyal ilişkilerin bilincini de (ruhsal ve dinsel dahil düşünsel, bilişsel, ideolojik açıklamasını) üretir. Bu üretimi nasıl yaptığı aynı zamanda onun kültürünü oluşturur. İnsan materyal hayatını ve bu hayatın bilincini üretme biçimiyle belli zaman ve yerde kendinin ve topluluğunun kimliğini anlatır ve kaçınılmaz olarak kendini “ötekilerden” ayırır. Bu ifade tarzı insanın oluşturduğu topluluk yapısını, üretim tarzını, ilişki tarzını ve kültürünü oluşturur. Dolayısıyla, kültürü yaratan örgütlü ilişkilerdeki insandır: Kültür insanın sosyal içindeki kendini ve dolayısıyla sosyali yaratıştaki ifade biçimidir. Bu ifade biçimi dinamik bir karaktere sahiptir: İnsan toplumsal üretim tarzı ve ilişkilerinde (kendini üretme biçiminde) yaptığı değişiklikle yaşam biçimini, bu biçimin ifadesini ve dolayısıyla kültürünü de değiştirir. Kendini örgütlü yapılardan geçerek üreten insanın biçimlendirdiği bu yapıların doğasına göre kölelik, efendilik, şahlık, padişahlık, beylik, ağalık, toprak sahibi, köylü, kasabalı, saraylı, ulema, maganda, entel, laiklik, kökten dincilik vb üretilir. Bunun anlamı oldukça açık: Bir sosyal birim (aile, cemaat, dernek, zanaatkar, toplum) içindeki farklılaşma kendiliğinden oluşmaz, insanın evrensel genetik doğasından çıkıp gelmez veya düşünceler (ideolojiler) nedeniyle olmaz. İnsanın kendini üretim tarzıyla biçimlendirdiği örgütlü yapılar ve ilişkiler düzeninden gelir. Dolayısıyla aile ve yerel cemaat gibi mikro-örgütlü birimlerdeki üretim tarzı bu örgütlü birimleri üreten makro üretim tarzının yaratılan zenginliklerin nasıl yaratılacağı ve bölüşüleceğine (dağıtılacağına) bağlıdır. Buna bağlı olarak bunu destekleyen ve buna çeşitli ölçülerde karşı olan bilinç ve bu bilinci şekillendiren kültürel pratikler oluşur. Sosyal yapı içindeki zenginlikleri üretme, dağıtma pratikleri ve bu pratiklerle gelen ve bu pratikleri açıklayan farklılıklar aynı sosyal yapı içinde kültürel farklılıkları yaratır. Sosyal pratiklerle gelen kültürel farklılıklar birbirinden bağımsız ve birbiriyle barış ve ortaklık karakterine sahip olduğu gibi birbiriyle rekabet ve düşmanlık içinde de olabilir. Sosyal pratiklerle insan kendini ve toplumunu üretirken aynı zamanda bunlara bağlı olarak gelene kültürünü de üretir. Bunun anlamı aynı zamanda şudur: kültürün değişimi ancak pratiklerin değişimiyle gelir.

İnsan, yaşamdan öğrendiği ve yarattıklarını yeni nesillere göstermeyle aktarırken eğitim kültürünü de oluşturur. Bu eğitimle birikmiş tecrübelerin sonuçları verilir ve yeni sonuçlar ve tecrübeler için temel ve yol döşenir. İnsan materyal ilişkilerini ve açıklamalarını eski nesilden ve yaşarken öğrenirken, aynı zamanda, değişimleri de yaratır ve yaşar. Kültürü yeni nesillere aktarma, sözle ve yaparak-göstererek yapıldığı kültürle, egemen aktarmanın kayıtla yazarak olduğu kültürlerdeki ilişkiler önemli farklılıklar gösterir. Yaşam içinde süreklilikle ve aktarmayla insan kültürünün tarihselliği oluşur. Bu tarihsellikte eğitimin resmi örgütlü bir eğitim biçimine dönüşmesi ve bir egemenliğin satışını yapan ve bu egemenliğe ücretli\maaşlı ve kölelik arayışıyla birbiriyle yarış içindeki işsiz köleler yetiştiren örgütlü faaliyet olması gelişmiş kölelik biçimlerinin kurulmasıyla ortaya çıkmıştır.

İhtiyaçlar artık ortadan kalktığı halde, geçmiş ihtiyaçlarla biçimlenen bilinç ve davranış tarzlarından bazıları yeninin yanında marjinal olarak (yani önemsiz, azınlıkta) kalır ve egemen onun materyal ve düşünsel temelini yok edinceye değin kendini devam ettirir.

Zenginliklerin üretimi ve dağıtımında egemen olan pratikleri yöneten güçler insanı, toplumu ve dünyayı açıklama biçimleri ve kültürün üretiminde de baskın olurlar. Bu baskınlık egemen bilinç, ideoloji ve kültür biçiminde de kendini gösterir. Mısırlı bir kölenin veya sıradan bir Sümerlinin veya özgürlük taslayan günümüz bireyinin kendini kendi istediği biçimde üretmesi demek var olan örgütlü ilişki tarzlarıyla gelen, gerçek ve teolojik ceza korkusuyla desteklenen ve ödüllerle beslenen seçenekler arasından gücüne göre seçim yapması demektir. Bu yolla, örneğin bir Mısırlı mutlak köle veya özgürlük taslayan günümüzün serbest kölesi Köleliğine, köleliğin her gün materyal, bilişsel, bilinçsel ve dolayısıyla kültürel olarak sürekli üretilen tarzına katılır. Bu katılmada egemen kültürün rolü, egemen ideoloji ve dinin yaptığı gibi, bu katılmayı doğal olarak görmesini sağlamak; Böylece kölenin köleliğini normal görmesini ve hatta tanrı (veya demokrasi) tarafından bahşedilmiş bir lütuf (veya özgürlüğünün bir ifadesi) olarak içselleştirmesini oluşturmak olmaktadır.

Köle, köylü veya vatandaş ne denli egemen yapılarda çıkmaza sokulmuş olursa olsun, ne denli baskılar altında seçeneksiz bırakılırsa bırakılsın, ne denli köleliği kendine ve köleliğini egemen bilinçten geçerek kendi kendine meşrulaştırırsa meşrulaştırsın, bu meşrulaştırmalar destanlarla, mitolojilerle ve diğer egemen pratikler ve sunumlarla desteklense bile, gene de yaşadığı kölelik durumunun çeşitli ölçüde bilincindedir, çünkü ne denli sahte bilinçle veya avuntularla kaçış yolları verilse bile, köleliği her an yaşayan ve hisseden odur. Dolayısıyla, kölenin içinde, yaşadığı, yaşatıldığı ve yaşattığı yaşam koşullarıyla gelen egemenden farklı bir bilinç daima olacaktır. Bu bilinçte kölenin bu koşulları egemen kültürden (egemen ideolojiden ve bilinçten) farklı olarak yansıtılır. Bu yansıtma Spartakus’un isyanında, kölelerin kaçışında, Avrupa’daki ve Anadolu’daki köylü ayaklanmalarında, Roma’da güç kazanmak isteyen asillerin “size toprak ve efendinin kız ve karılarını vereceğim” vaadine katılmalarda, gizli ayinler, gizli toplantılar gibi mücadeleci siyasal kültürel pratiklerde ifadesini bulur.

Egemenliğin çıkarına uymayan siyasal, ekonomik ve kültürel pratiklere karşı tedbirler daima yeni kontrol mekanizmaları geliştirmek, yeni ve artırılmış baskılar ve bu baskıların bilinç yönetiminden geçerek meşrulaştırılması olmuştur. Efendisinin gazabından kaçan bir köleyi veya baş kaldıran köleleri veya köylüleri bazı köleler saklar ve korurken, bazı köleler (ki bunlar Mısır askeri, Amerika’daki kasaba Şerifi, Osmanlı jandarması gibi adalet sistemi denen meşrulaştırılmış örgütlü terör ve baskı yapılarında çalıştırılan diğer kölelerdir) tarafından yakalanmış ve cezalandırılmıştır. Kölenin başkaldırısını durdurma ve cezalandırmaya aynı zamanda Tanrılar ve melekleri de katılmıştır. Tevrat kölelik ilişkisini normal olarak kabul eder. Örneğin Abrams’ın eşi Sara hizmetçisini gaddar bir şekilde cezalandırınca, hizmetçi kaçtı. Tanrının meleği hizmetçiyi buldu ve “Sara’nın hizmetçisi, nereden geliyorsun ve nereye gidiyorsun?” dedi. O da “Hanımım Sara’dan kaçıyorum.” diye cevap verdi. Melek “Hanımına geri dön ve kendini onun eline teslim et” dedi (Genesis, 162-12). Tanrı böylece sadece köleliği tasdikle kalmıyor, meleklerine polislik yaptırarak kölenin baskı altında özgürlüğü seçme olanağını da elinden alıyor (Erdoğan, 1997: 170). Kölelik tanrının vergisi oluyor ve köle bu nedenle sahibine ve tanrısına dua ediyor. Hz İbrahim’in kölesine kulak verelim: Tanrı benim sahibimi büyük ölçüde takdis etti. Hayvan sürüleri, gümüş ve altın, erkek ve kadın hizmetçiler, deve ve eşekler verdi” (Genesis, 24:35). Sözlü gelenekteki egemen mitolojilerde hem dünyanın hem de tanrının düzenine baş kaldıran cezalandırılır. Çok soruşturan ve araştıran kişi/kahraman egemen açıklamalar çerçevesi dışına çıkmaya çalıştığında (ki mitolojilerde bu çıkma çabası güçlülerde vardır) daima çıkmaza düşmüş, düşürülmüş ve cezalandırılmıştır. Dünyevi hayattaki eşitsizlik, tabakalaşma, sınıflaşma, güç ve zenginliklerin adaletsiz dağılımı, öteki hayatta da yeniden üretilerek desteklenmiştir. Daha da öte gidilerek, örneğin Hz Musa’nın tanrısı ve melekleri zenginlerin koyunlarını, mallarını koruma işini de yapmıştır. Bütün bunlar egemen kültürel pratiklerin bir parçası olan mitolojilerdeki anlatımlarda da yeniden üretilmiştir: Mitolojilerdeki kademeleşme, güç ve eşitsizlik, yapabilme kapasitesi ve hiç bir şey yapamama içine sıkıştırılmışlık dünyevi hayattan çok daha ve katı bir şekilde üretilmiştir. Mitolojilerde soruşturanlar, çerçeveyi kırmaya çalışanlar, bir diğer gücün kontrol alanına girenler, başarılar ve başarısızlıklar daima güç yapılarının yeniden inşası ile son bulmuştur. Aynı durum filmler, romanlar, televizyon programlarıyla gelen modern mitolojilerde de vardır: Adalet daima yerini bulur. Kırılan veya ihlal edilen mülkiyet yapısı daima sonunda yeniden-inşa edilerek var olan güç ilişkileri ve üretim tarzına geri dönülür. Korku, ebediyen ateşler içinde yanmaya mahkûm olmaya kadar giden ceza, ne olacağını bilmemeyle gelen terör Modern ve eski mitolojilerde güç ilişkilerinin ve eşitsizliğin yeniden-üretimini sağlar. Bu mitolojilerden geçerek dünyevi güç ilişkileri ve eşitsizlik de sadece meşrulaştırılmakla kalmaz, yaratılan korkuyla desteklenir.

Sosyal yapılardaki güçlerin egemenliklerini yukarıdaki gibi her tür perçinleme çabasına karşı daima karşıt öykülemeler (destanlar, ağıtlar, kaçış ve kurtuluş anlatıları) olmuştur ve bu öykülemelerle, örneğin Köroğlu’nun başkaldırısı desteklenmiş, Hz. Hasan ve Hüseyin’in öldürüldüğü Kerbela sürekli yeniden üretilmiş, Zengine varmak istemeyen ve fukara sevgilisinden ayrılmak istemeyen kız direnmiş, Ferhat dağları delmiş, (Drakula) Frankestein Osmanlı askerlerinin kanını içmiş. vs vs…

Özlüce tarih boyu kendini toplumsal örgütlü yaşam içinde üreten insan aynı zamanda bu üretimin ayrılmaz ve bütünleşik bir parçası olan kendi kültürünü de üretmiştir. Yani, örgütlü üretim tarzı içinde oluşturulan güç ilişkileri ve eşitsizlikler o örgütlü yaşamın ifade biçimleridir ve bu ifade biçimleri kültür olarak ortaya çıkar. Dolayısıyla, kültür örgütlü ilişki tarzlarıyla ve bu tarzı çeşitli biçimlerde ifadesiyle kendini gerçekleştiren insanın bu gerçekleştirme tarzıdır.

Tarih içinde kendi koşullarını ve toplumunu değiştiren insan aynı zamanda bu değişimle birlikte kültürünü de değiştirmiştir.

Bu paragrafa kadar sadece sosyal birimlerde oluşturulan kültür ve bu birim içindeki farklılıkların kültüre egemenlik, katılma ve mücadele biçiminde ifadesini bulduğu üzerinde durduk. Sosyal formasyonlar (toplumlar) diğer toplumlarla ilişkide bulunduklarında, bu ilişki tarzıyla birlikte toplumlar arası kültürel tarzlar da oluşur. Bu kültürel tarzlar da uluslararası egemenlik, boyunsunma, katılma, katma ve mücadele biçiminde kendini gösterir. Dostluk, düşmanlık, savaş ve ticaret ilişkileriyle birlikte dostluğun, düşmanlığın, savaşın ve ticaretin yürütülüş biçimlerine uygun veya bu biçimleri farklı bir şekilde açıklayan ve ilişkiyi amaçlanan yönde doğrulayan veya yanlışlayan töresel, törensel ve bilişsel pratiklerle gelen kültürler oluşturulur. Bu oluşturulmada örneğin Yunan siteleri arasındaki savaşta alınan esirlerin geri verilmesiyle ilgili siyasal-kültürel ve ticari-kültürel pratikler belirir. Bu pratikler farklı eski-dost, benzer ırk, farklı ırk, ebedi düşman vb için farklı biçimlerde şekillendirilir. Haçlı Seferlerinin hazırlanma ve sefer kültürüyle, Osmanlı ordusunun hazırlanma ve güzergahı üzerinde oluşan karşılama, yollama, dinlenme, azık tedariki kültürü kaçınılmaz olarak farklı olacaktır. Elbette savaş kültürüyle ilgili genel benzerlikler de vardır: Mal ve mülk talanı, kadınların ödül olarak kullanılması, kadınlara, kızlara ve çocuklara tecavüzler, esir alma, köleleştirme bunlar arasındadır. Ticaretle bağlı olarak gelişen kültür birbirini tanıma ve ardından ticari bağlamda egemen olanın özellikle egemen ticari kültürünün diğerine nüfuz etmesi ve egemenlik kurması ve hatta tümüyle ortadan kaldırmasın kadar giden biçimlerde olur. Çerçinin ortadan kalkması ve bakkalın isim değiştirip süpermarket olması buna en somut örnektir. Bu durum egemen ideolojide kültürel alışveriş, kültürel dokunma, kültürel karşılıklı bağımlılık, kültürel gecikme (cultural lag) gibi tanımlamalarla nitelenir. Karşı nitelemelerde ise kültürel sömürü, kültürel emperyalizm olarak açıklanır.

Yukarıdaki bütün açıklamalarda kültür kavramı insan ve insan faaliyetinden hareket eden bir yaklaşım tarzının getirdiği tanımlamaya göre açıklandı. Tanımlama tanımlanana yaklaşım biçimini ifade eder. Başka bir deyişle, tanımlama belli bir çerçevenin içinde işleyen bir dünya görüşünün getirdiği anlayış biçimidir. Dolayısıyla, farklı dünya görüşleriyle kaçınılmaz olarak farklı kültüre tanımları üretir. İnsanın yaşam çevresi ve ilişkileri dünya görüşlerinin kaynağıdır. Dünya görüşleri insanı ve ilişkilerini açıklamaya çalışan düşünsel/ideolojik çerçevelerdir. Dünya bu çerçevelere göre oluşmaz; bu çerçeveler dünyayı oluşturan insanlar tarafından oluşturur. Dolayısıyla, kültürün (ve popüler kültürün) ne tek ne de herkesin kabul edebileceği evrensel bir tanımlanması vardır. Çeşitli dünya görüşlerinin (ideolojik çerçevelerin) getirdiği çeşitli tanımlamalar bulunur. Aynı veya benzer ideolojik çerçeveler içinde bile kültürün tanımlanmasında tek bir tanım üzerinde fikir birliği bulmak hemen hemen olanaksızdır. Kavram Latincede “cultura” kavramından gelir. İlk zamanlarda kültür kavramı bir şeyi ekip yetiştirme veya bakma sürecine verilen isim olarak kullanıldı. Örneğin “ekinin” ekilip yetiştirilmesi veya hayvanların bakımı, beslenmesi, çiftleştirilmesi, yetiştirilmesi gibi. Orta çağlardan sonra, özellikle Aydınlanma çağında, bu tanım insan beyninin “geliştirilmesi” anlamında kullanılmaya başlandı. Önce Fransızca ve İngilizcede, sonra Almancada görüldü. Kavram bazen “uygarlık” ile eş anlamda, bazen de karşılaştırmalı olarak ayrı bir anlamda kullanıldı. Uygarlık (medeniyet) Latince “civilis” kavramından gelir. “Civilis” vatandaşın veya vatandaşa ait anlamına gelir. Uygarlık kavramı İngilizce ve Fransızcada on sekizinci yüzyılın sonlarına doğru barbarlık ve ilkellikten kurtulup incelmeye, yontulmaya, düzene ve ileriye doğru giden insan kalkınması olarak kullanıldı. On sekizinci yüzyılın sonlarında, Almanya’da karşılaştırmalı bir şekilde kullanılmaya başlandı: “Zivilisation” (=uygarlık) negatif ve kültür pozitif anlam taşımaya başladı. Uygarlık kişilerin kibarlık ve incelik gibi davranışlarını değerlendirmeyle ilgili olarak kullanıldı. Böylece uygar olmayan da tanımlandı. Kültürse daha çok yaratıcılığın ifade edildiği entelektüel, artistsel\sanatsal ve ruhsal ürünler için kullanıldı. Bu da Almanya’da varolan Fransızca konuşan burjuvazinin “uygar” üst tabakasıyla, bürokrasi ve kırsal aristokrasiden gelen Almanca konuşan ve sanat, felsefe, bilimle, yani kültürle kendini tatmin eden entelektüellerin arasındaki ilişkinin bir sonucuydu. Kültür üst sınıf tarafından dışarıda bırakılmış bu entelektüellerin kendileriyle (kültürlü olmayla) gurur duymalarını ve tatmin olmalarını sağlıyordu. Benzer şekilde kültür günümüzde genel olarak eğitilmişlikle, entelektüel olmayla ve değerli olmayla eşleştirilir; “sanatta, davranışta, anlayışta vs mükemmel olan” anlamına kullanılır. Bunun karşıtı olan kültürsüz kavramıyla eğitilmemiş, kaba, maganda, zevksiz, bilgisiz olan anlatılır. Bu yolla kültür sadece belli özelliklere sahip olanların malı veya özelliği olarak belli bir mülkiyet içine çökertilir. Böylece kültür belli bir grubun veya sınıfın yaşam, düşünce ve davranış tarzını anlatan öznelliğe indirgenir. Bu anlam gerçekte, dikkat edersek, seçkinci kültür anlayışıdır: Çünkü mükemmellik aristokraside, “yüksek mektep mertebe görmüşte” ve “Yüksek kültür” denilen kültür tanımında aranır ve bulunur.

Başlangıçta kültürün en yaygın kullanıldığı yer antropoloji, özellikle kültürel antropoloji olmuştur. Antropolojinin on dokuzuncu yüzyılın sonunda ortaya çıkmasıyla, kültür anlayışında farklılaşma da arttı. Antropologların ilk yaklaşımı betimleyici ve sınıflayıcı yaklaşım olmuştur. Örneğin tutucu yaklaşımı temsil eden E. B. Tylor ve benzerlerinde ilgi insanların dinsel pratikleri, silahları, kullandığı araçlar, sanatları, gelenekleri ve görenekleri vs üzerinde toplanmıştır. Bu bağlamda kültür bilimsel bir şekilde incelenebilen ve belli bir toplumun üyelerinin sahip olduğu inançlar, adetler, gelenekler, yasalar, bilgi biçimleri topluluğudur. Bu tür yaklaşım kültür kavramına farklı kültürleri meydana getiren elemanların analizi, gruplandırılması ve karşılaştırılmasını ekledi. İkinci önemli gelişme kültürü tanımlama ve anlamada sembolsel biçimler ve bu biçimlerin taşıdığı anlam üzerinde durmaya başlama oldu. İnsanlar sadece anlamlı dilsel ifadeler üretip, bunları aktarmazlar, aynı zamanda dilsel olmayan olgulara, örneğin etkinliklere, sanata anlam verirler ve bunlarla iletişirler; deneyimlerini, inançlarını ve görüş biçimlerini paylaşırlar. Sembolsel kültür analizi sembolsel formlardaki “anlamları” ve anlam kalıplarını yorumlamaya çalışır. Bu tür vurgulamada ihmal edilen bu semboller ve sembolsel ilişkilerin olduğu konum ve koşullar olmuştur. Kültürel antropologların ve sembolsel etkileşimcilerin anlayışları çoğunlukla sömürgeciliğin nasıl başarılı olacağıyla bağıntılı kültürel politikalarla bitişik olarak gelir. Bazıları sömürgedeki kültürün geri ve ilkel olduğunu dolayısıyla oralara Batının uygarlığının ileri kültürünü götürdüğünü belirtirken, bazıları da yerel kültürlere dokunulmamasını gerektiğini belirtirler. Bazıları kültürel kontak ve alışverişin olduğunu ve kültürlerin bu şekilde geliştiğini belirtirler.

Dikkat edilirse, var olan üretim tarzı ve ilişkilerini meşrulaştıran ana akım açıklamalar kültürü çok çeşitli kılıflarla kaplı olarak sunmuşlardır. Kültürü sadece düşünsel olana ve düşünsel olandan geçerek davranışla ifade edilene indirgemişlerdir: Kültür tümüyle öğrenilmiş ve sosyal olarak aktarılmış davranıştır. Kültür halkın paylaştığı bütün değerler, kaideler, adetler ve alışkanlıklardır. Kültür bireylerin etkileşimlerinde neyin doğru ve önemli olarak düşündükleridir. Kültür aynı zamanda değerli olan objelerdir. Bu anlamlandırmaya paralel olarak, “kültürlü insan” kavramında olduğu gibi gelişmiş beyin durumunu ifade etme anlamından, “kültürel farklılıklar, kültürel ilgiler ve kültürel etkinlikler gibi kullanımlarda olduğu gibi bu gelişmenin süreci ve süreçlerin araçlarına kadar çeşitli anlamlar yüklenir. Bunun yanında, kültür yüksek kültür, kitle kültürü, rock’n roll kültürü, karşı kültür, Amerikan kültürü, Türk kültürü, gençlik kültürü, modern kültür, geleneksel kültür, popüler kültür, kitle kültürü, üstün kültür, bayağı kültür, ince kültür (şiir ve ince işleme) ve kaba kültür, televole kültürü, maganda kültürü, İslam kültürü, şirket kültürü gibi ayırımlarla sunulur. Daha kötüsü, günümüzde bazı tutucu yaklaşımlar sadece sporu değil, kültürün tümünü boş vakit geçirme faaliyetleri (eğlenme, dinlenme, hafta sonu faaliyetleri) içine hapsederler.Bu yaklaşıma son zamanlarda yoğun bir şekilde küresel pazarda şirketlerin iş yerinde çalışanların verimlilik için kontrolünü amaçlayan “kültürler arası farklılıkları” anlama eklenerek, planlı kontrole iş kültürü ve değerle katıldı. Kültür günümüzde günlük pratiğin pazar çıkarı için kontrolü ve yönlendirilmesinde planlı olarak üretilmektedir.

Kültürel, ekonomik ve siyasal süreçler sosyal hayatın birbirinden ayrılmaz parçalarıdır. Kültürel olan siyasal ve ekonomik olan için hayatidir. Kültür sadece değerleri, yargıları, tutumları vb taşıyan düşünsel bir süreç değil, fakat daha çok yaşanmış ve yaşanandır, yaşanmış ve yaşananla ilgilidir. Kültür insanların kendi yaşam deneyimleriyle biçimlenmiştir ve onların yaşam biçimlerinin bütününü oluşturur. Bu yaşam deneyimi bir zamanlar belli bir coğrafîk bölgeye aitti, yereldi ve doğrudan bire bir ilişkilerle oluşuyordu. Şimdi ise buna yoğun bir şekilde dolayımlı, dışarıdan ve uzaktan gelen “başkalarının yaşam deneyimleri” ve özellikle dünyaya egemen bir pazarın yaşam koşullarının belirlediği planlı yaşam deneyimleri eklemlendi. Dolayısıyla kültür ilişkisel ve tarihseldir çünkü kültürel biçimlenme ve değişim birbiriyle içten bağlı iki boyuta sahiptir: Kültür hem bilinçli şekilde seçen ve deneyimlerinin muhasebesini yapan insanlar tarafından inşa edilir, hem de, aynı anda, geçmişteki insanların seçim ve değerlendirmelerinden miras kaldığı için, seçim ve etkinliklerin önceden belirlenmiş kurucusu işlevini görür. Bu ikinci boyutu nedeniyle, kültür sosyal yaşamı farklı biçimde anlamaya ve farklı etkinlikler yapmaya karşı durur, tutucu bir karaktere sahiptir. Dikkat edilirse, insanların şeyleri yapma biçimi (kültürü) toplumun kendine bakışı, görünüşü, hissedişi, duyarlılığı, estetiği, yaratıcılığı, kendini kendine ve dışına anlatışıyla gelen sosyal kişiliğidir. Bütün bunlardaki farklılıklar hem toplum içindeki hem de toplumlar arasındaki farklılıkları da oluşturur aynı zamanda. Dolayısıyla kültürün ortaklıklara dayanan kolektif bir olgu olarak görünür. Bu ortaklık yaşamın nasıl üretildiği ve ifade edildiğine bakıldığında yaşamın örgütleniş biçimindeki özellikleri yansıtır. Bu özellikler kölelik ve efendilik ilişkileri karakterini taşıyorsa, kültürde ortaklık bu karakterin üretimini ve aynı zamanda bu karaktere karşıtlığı anlatır. Yani, ortaklık bir örgütlü ilişkideki beraberliği anlatır bu durumda, eşitliği, aynılığı, benzerliği değil. Kölelik örneğinde kölelik sisteminin ortaklığı herkesin o sistem içinde olmasıyla ve köleliği üretirken, aynı zamanda benzerlikler ve farklılıkları üretmesiyle gerçekleşen bir ortaklıktır. Dolayısıyla sosyal üretim ve ilişkilerde ne kadar farklılaşma ve kademeleşme üretiliyorsa (ya da benzeşme üretilyorsa) , o kadar farklı kültürler (o kadar benzer kültürler) üretiliyor demektir. Dolayısıyla kültürün üretimi ve paylaşımı topluluğun kendini nasıl ürettiği ve paylaştığına göre biçimlenir.

Yukarıdaki anlatımlardan kültürün oluşumunun doğal ve kendiliğinden olduğu kesinlikle anlaşılmamalıdır. Özellikle bilinç yönetiminin yoğun bir şekilde yapıldığı çağımızda, kültür aynı zamanda planlı olarak üretilir ve dağıtılır. Bu durum kitle üretimi yapan pazara entegre olmuş yaşam biçiminde, pazar güçlerinin kendilerini sürdürme zorunluluğuyla birlikte gelir. Böylece egemen bir pazar kültürü yaşamı biçimlendirirken, bu yaşama bütün farklı sınıfların, grupların, cemaatlerin, kavimlerin yaşam yollarını, kişiliklerini, varlığını, onları üretilen zenginliklerin paylaşımında sadece çalışan ve tüketen olarak tutarak, egemenlik altında birleştirir. Böylece egemenlik yaratılır ve sürdürülürken, aynı zamanda karşıtlık da biçimlenir ve mücadele sürdürülür.

Eskiden, örneğin kavimsel, derebeylik veya beylik üretiminde, yöneten ve yönetilen sınıfların yaşam yollarındaki birbirine bağımlılık ve birbirinden farklılık apaçık bir şekildeydi; yer ve zamanda fiziksel ulaşılabilirlilik, dokunabilirlilik ve doğrudanlık vardı. Varoluşun ifadeleri de açıkça bu farklılığı yansıtıyordu. Bağımlılık ise tanrıdan ve kılıçtan geçerek kurulan ve desteklenen bir karaktere sahipti. İstenen zaten materyal soygundu ve bunun için de kılıç ve tanrı yetiyordu; sürekli yenilenen yaygın bir bilinç yönetimi ağına gerek duyulmuyordu. Kültür bu yaşam ortaklığı ve farklılığının doğrudan ifadesini taşıyordu.

Yöneten ve yönetilenler arasındaki “şeyleri yapma yollarındaki” farklılık aynı zamanda “şeyleri yapmama yollarını” da içerir. Bu yoldan geçerek yaşam farklılığındaki kimlikler kültürel kimliklerin inşasıyla desteklenir. Yönetilenlerin “yapmama” yolları, eğer yönetenlerin çıkarlarına aykırı ise, aykırı olan yapma yollarında olduğu gibi, yönetenler tarafından tıkanır. Bu tıkama çeşitli engelleme mekanizmalarından (günahlar, ayıplar, cezalar ve meşrulaştırılmış katliamlardan) geçerek sağlanır. Bu daö boyunsunma yanında, karşıt pratikleri ve bu pratiklerin kültürünün oluşmasını da beraberinde getirir.

Siegelaub’un da belirttiği gibi maddi kültürün üretim tarihi, üretilmiş nesnelerin kültürel objeler olarak toplanması ötesinde, işçi kişiliğin, duyarlılığının ve yaratıcılığının gelişme tarihidir. Bu tarih de, birbirini izleyen dönemlerde, insanların üretim yaptığı çeşitli sömürü biçimlerinden geçmiştir: yakın aile, cemaat, kavim, kabile, aşiret veya klan için üretilen ilksel yerel üretimden, mübadelenin gelişmesi ve artı değerden geçerek, sanat ürününün yükselmesine (ki bu türdeki yönetimde kişisel hayat, özellikle popülerin kendisi, çok az bir değere sahiptir), tarımın, mutlak köleliğin, göçebeciliğin ve köy yaşam tarzının kırılmasından, geç-feodalizmin ve ilk-kapitalizmin yükselmesinden geçerek olmuştur. Bu türde çoğu kez ayrıcalıklı sanatkarların, pratik yaşamdan boşanmış ihtisaslaşmış ince sanatların yükseldiğini görürüz. Bu sanatlarda kolektif değerler zamanla kişisel stillere yer verdi. Önce stüdyo sonra da fabrika birleşmiş zanaatkarları ve örgütlerini ortadan kaldırdı. Artan bir şekilde kapitalin doğrudan yönetimi altında yeni biçimleri empoze etti ve yeniden örgütledi; 19’uncu yüzyılın kapitalizmi, yeni ve eşi olmayan bir egemen kültürü, (kitle kültürünü) yarattı. Bu kültür ihtisaslaşmış özel bir sektör olarak, durmadan artan endüstri üretimi olarak ve en önemlisi, ilk defa işçi sınıfına yöneltilen ve özellikle onların tüketimi için üretilen bir kültür olarak ortaya çıktı.

Düşünsel yanına bakıldığında kültür sosyal yaşamın sembolsel karakterini, sosyal ilişkilerde değiş-tokuş edilen sembolsel biçimlerde yatan anlam kalıplarını ima eder. Bu sembolsel biçimler kalıplaşmış sosyal koşullarda gömülüdür. Bu sosyal durumlar da güç ilişkilerini, çatışma biçimlerini, kaynakların bölüşülmesinde eşitsiz dağılımını içerir. Sembolsel kültürel biçimler en azından iki tür değerlendirmeden geçer: Üretenler ve alanların biçtiği kıymet: kötüleme, övme, sevme gibi. Ekonomik pazardaki değeri: Sembolsel biçimler pazar için üretildiğinde alınan ve satılan emtia olurlar. Kültür endüstrisinin tv programları, müzik cdleri, sinema filmleri, kasetler gibi ürünleri, ressamların ve heykeltıraşların eserlerinin sergilenmesi ve satılması buna örnektir.

Üretilen ve alınan –alınanı hem fiziksel olarak hem de görüntü veya ileti olarak anlayalım– sembolsel formlar denildiğinde, herhangi bir yol veya araç yoluyla kurulan ilişki, dolayısıyla iletişim denmek isteniyor. Sembolsel biçimler üretim ve İletme araçlarını, teknolojiyi kullanmayı gerektirir. Teknolojik araçlar belli ölçüde kültürel biçimin anlamsal içeriğinin tespiti ve sembolsel biçimlerin çoğaltılmasını sağlar. Örneğin taşa veya mermere oyularak yazılan bir yazı veya herhangi bir kültürel ifade basın teknolojisi karşısında çok daha az mekaniksel çoğaltma olanağı verir. Kültürel İletme örgütsel bir çevre içinde olur: Teknik araç belli şekilde biçimlendirilmiş örgütler tarafından kullanılır. Bu kullanma örgütsel yapıyı ve sembolsel biçimleri üretme ve dağıtma\İletme biçimlerini içerir. Teknolojisiz veya teknolojiyle aracılanmış İletmeyle kültürel biçimler bazı durumlarda çıktıkları özgün yerlerinden ve zamanlarından ayrılırlar ve farklı yer ve zamana taşınırlar. Bu “yer ve zaman” yabancılaşması o yerde ve zamanda olmayan insanların bu biçimi almasını sağlar. Buna klasik örnek gelenek ve göreneklerin kuşaktan kuşağa taşınması, Amerika’da senelerce önce üretilen, kullanılan ve artık kullanılmasında bir yarar görülmeyen, modası geçmiş ürünlerin Üçüncü Dünya ülkelerine pazarlaması. Meksika, Brezilya veya İtalya’da yapılmış gözyaşı-aşk-sevda-hiyanet-kıyamet-nedamet-moda-soda ile dopdolu kadın dizilerinin oralardan kalkıp her yere dağıtılması gibi…

İster popüler, ister kitle veya sınıf kültürü olsun, isterse bir materyalin veya materyal olmayanın (düşünselin, inancın) üretimi olsun, kültürle üretilen, belli biçimdeki materyal yaşam ve bu yaşamın ideolojisi ve bilincidir. Yaşamın ideolojisi ve bilincinin üretimi de, materyal kültürün üretim özellikleriyle beraber gider, onun tarafından belirlendikten sonra, onunla etkileşime başlar. Bu etkileşim sürecinde, sadece egemen kültürler yeniden-üretilip sürekliliği sağlanmaya çalışılmaz, aynı zamanda, karşıt olan kültürler üretilir ve mücadele verirler. Dolayısıyla, kültür alanı insan yaşamının tümünü kapsayan egemenlik ve mücadele alanıdır.

Kültür, bir toplumun kimliğini oluşturur, onu diğer toplumlardan farklı kılar. Kültür, toplumun yaşayış ve düşünüş tarzıdır.

Kültür, genel olarak iki öğeden oluşur :

a) Maddi Kültür Öğeleri: Binalar, Her Türlü Araç-Gereç, Giysiler vb.
b) Manevi Kültür Öğeleri: İnançlar, Gelenekler, Normlar, Düşünce Biçimleri vb.

Kültürün maddi ve manevi öğeleri arasında sürekli bir etkileşim vardır.
Birinde meydana gelen bir değişim diğerini de etkiler.

Kültür, toplumun doğal çevresinden yani coğrafi koşullardan etkilenir. Örneğin, dağlık bölgelerde yaşayan toplumların kültürüyle verimli ovalarda yaşayan toplumların kültürü birbirinden farklıdır.

Kültürün Özellikleri :

* Kültür görelidir. Yani her toplumun kendine özgü kültürü vardır.
* Kültür tarihseldir. Yani geçmişten günümüze süregelmektedir.
* Kültür insan eseridir. İnsanlar hem kültürü oluştururlar hem de kültürden etkilenirler.
* Kültür durağan değildir. Zaman içinde değişir. Maddi öğeler daha hızlı değişir. Ayrıca her toplumda kültürel
değişim hızı birbirinden farklıdır.

Kültürün İşlevleri :

* Birey davranışlarını yönlendirerek toplumsal düzeni sağlar
* Topluma kimlik kazandırır. Toplumu diğer toplumlardan farklı kılar
* Toplumsal dayanışma ve birlik duygusu verir. “Biz bilinci”
* Toplumsal kişiliğin oluşmasını sağlar. “sosyalleşme”

Kültürün Kazanılması :

İnsanların toplumları, ülkeleri birbirinden farklı da olsa biyolojik olarak birbirlerine benzerler, ama inanç, düşünce, tutum ve olayları algılayış tarzı bakımından farklıdırlar.

Bu farklılığı ortaya çıkaran etkenlerin başında içinde yetiştikleri kültürel yapıdır. Bireyler, kültürü sosyalleşme süreciyle kazanırlar.

Sosyalleşme (Toplumsallaşma), (Sosyalizasyon):

Birey, içine doğduğu kültürel ortamın özellikleri ana-babasından, yakınlarından, arkadaşlarından, okuldan, sokaktan ve iş ortamından öğrenir. Ömür boyu süren bu öğrenme ve uyma sürecine sosyalleşme denir.

Birey sosyalleşme süreciyle içinde yaşadığı toplumun bir üyesi olur. Olayları algılayış tarzından giyim tarzına, düşünüş tarzından davranış biçimine kadar her konuda kültürden etkilenir.

Sosyalleşme süreci, aynı toplumdaki bireyleri genel olarak birbirine benzetir. Ancak aynı kültürel ortamda da yaşasa her insanın yaratılış özellikleri farklı olduğu için kişilikleri birbirinin aynısı değildir.

Kültürle İlgili Temel Kavramlar :

1- Üst Kültür: Bir toplumda geçerli olan genel kültür özellikleridir. Toplumun her kesiminde bilinir ve benimsenir.
Örnek: Genel Türkiye kültürü, genel Çin kültürü, genel İtalyan kültürü gibi…

2- Alt kültür: Üst kültür içindeki din, dil, töre ve etnik köken bakımından kendine özgü özelliklere sahip
toplulukların kültürüdür.
Örnek: Türkiye’deki Kürt, Laz, Alevi, Yörük kültürü, Amerika’daki Kızılderili, Zenci, Göçmen kültürü gibi…

3- Kültürleme: Toplumun, kendi kültürel özelliklerini yeni kuşaklara sosyalleşme yoluyla aktarmasıdır.
Örnek: Türk toplumunda yetişen bir kişi Türk gibi düşünür, davranır ve giyinir.

4- Kültürleşme: Farklı kültürlerin karşılıklı etkileşime girmesiyle gerçekleşen kültür alış-verişidir. Kültürleşme süreci sonunda her iki toplum da yavaş ya da hızlı değişir.
Örnek: Aynı mahallede oturan Türk ve Kürt toplulukların zamanla birbirini etkilemesi,
Avrupa birliğine üye ülkelerin kültürel etkileşime girmesi

5- Kültürel Yayılma: Bir kültürde ortaya çıkan maddi veya manevi kültür öğesinin dünyadaki başka kültürlere yayılmasıdır.
Örnek: Spagettinin İtalya’dan, ulusçuluk fikrinin Fransa’dan, tütünün içmenin Kuzey Amerika yerlilerinden, yoğurdun Türklerden dünyaya yayılması gibi…

6- Kültürel Gecikme: Bir toplumdaki maddi kültür öğelerinde meydana gelen değişim hızına, manevi kültür öğelerinin ayak uyduramaması oluşan uyumsuzluk ve görgüsüzlük durumudur.
Örnek: Cep telefonu (maddi kültür) hızla yaygınlaşmaktadır ancak onu kullanma görgüsü (manevi kültür) aynı hızda gelişmemektedir. Bunun sonucu olarak toplu mekânlarda yüksek sesle konuşulmakta, tiyatro, sinama gibi yerlerde kapatmaya özen gösterilmemektedir.

7- Kültürel Şok: Kendi kültür ortamından başka bir kültür ortamına katılan bireylerin yaşadıkları bunalım ve uyumsuzluk durumudur.
Örnek: Almanya’ya giden ilk Türk işçilerin uyum sorunları, kentten köye gelin olan bir kızın uyum sorunu, Doğuda bir köye atanan yeni İzmirli öğretmen vb…

8- Kültür Emperyalizmi: Emperyalizm, bir ülkenin başka bir ülkenin kaynaklarını sömürmesi demektir. Kültür emperyalizmi, gelişmiş ülkelerin az gelişmiş diğer kültürleri özellikle kitle iletişim araçlarıyla etkilemesi ve kendine benzetmesidir. Kültür emperyalizmi, sömürgeciliği kolaylaştırır.
Örnek: Batı kültürü, TV programları ve filmleriyle diğer kültürleri giyim, eğlence ve tüketim alışkanlıkları bakımından kendine benzetmektedir. Böylece Batı, ürettiği ürünlere daha çok pazar bulacaktır.

9- Kültürel asimilasyon: Bir kültürün, kendi içindeki azınlık kültürü eritmesi ve kendine benzetmesidir. Asimilasyon normal bir süreçle olabildiği gibi devlet eliyle zorla da olabilir.
Örnek: Bulgar Türklerinin zamanla Slavlar içinde erimesi, Anadolu’daki Türklerden önceki eski halkların Türk kültürü içinde erimesi, Azteklerin Meksika kültürü içinde erimesi vb…

10- Kültürel Yozlaşama: Yabancı kültürlerin olumsuz etkisi ve toplumun kendi öz değerlerine yeterince sahip çıkmaması sonucu meydana gelen kültürel bozulmadır.
Örnek: Gençlerin batı kültürüne özenmesi, yardımlaşmanın yerini çıkarcılığın ve duyarsızlığın alması, anadilin yabancı kelimelerle yozlaşması, bayramların özünden uzaklaşıp tatile dönüşmesi, işyeri isimlerinin yabancı kelimelerden seçilmesi….

Kültür Kavramı Tanımlamalarıyla İlgili Bir Analiz

Bu araştırmada, kültür kavramı literatüre dayalı olarak incelenmiştir. Kültür milletlerin en önemli temel ögelerinden biridir. Araştırmada, kültürün farklı tanımları, tarihsel kronolojisi ile sınıflandırmaları bazı yorumlarla tanıtılmaktadır. Ayrıca kültür değişimi ile kültür ve sanat arasındaki ilişki tartışılmaktadır.

Giriş

Kültür, çok sayıda anlama sahip bir sözcüktür. Botanikten sosyal ve beşerî bilimler alanına dek uzanan geniş kapsamlı anlamlar içerir. Onun için günümüzde herkesi doyuran biçimde kültürü tek bir kalıpta tanımlamak oldukça güçtür. Kültürle ilgilenen bilim adamlarının bu tanımlamada sürekli yeni girişimlerde bulunmaları bu zorluğun göstergesidir. Bilim sürekli bir gelişim içinde olduğu için her terim gibi “kültür” de zamanla kullanılmakta olduğu bilim alanında yeni tanımlara kavuşmaktadır. Bu nedenle kültürü, sosyal ve beşeri bilimler alanıyla sınırlı tutmamız daha doğrudur.

Bilindiği gibi kültür, Türkçe’ye Fransızca’daki “Cultura” kelimesinden geçmiştir. Bir zamanlar dilimizde Ziya Gökalp’in vurgulayarak kullandığı “hars” kelimesiyle ifade edilmiştir. Daha sonra ise bu kelime “kültür” olarak kullanılır olduğu bilinmektedir. Gökalp’in bu noktaya, şu görüşlerinden hareketle vardığı anlaşılmaktadır. “Bir medeniyet müteaddit milletlerin müşterek malıdır. Çünkü her medeniyeti, sahipleri olan müteaddit milletler, müşterek bir hayat yaşayarak vücuda getirmişlerdir. Bu sebeple her medeniyet, mutlaka, beynelmileldir. Fakat her medeniyetin, her millette aldığı hususî şekilleri vardır ki, bunlara (hars-kültür) adı verilir.” (Turhan, 1994, 36). Medeniyet ve hars-kültür arasındaki bu karşılaştırma ile ilgili görüşler, bu araştırmanın ileriki bölümlerinde ele alınacağından kültürün birkaç farklı tanımına daha yer vermekte yarar vardır.

Uygur’a (1984, 17) göre kültür, insanın ortaya koyduğu, içinde insanın varolduğu tüm gerçeklik demektir. Öyleyse “kültür” deyiminden insan dünyasını taşıyan, yani insan varlığını gördüğümüz her şey anlaşılabilir. Kültür, doğanın insanlaştırılma biçimi, bu insanlaştırmaya özgü süreç ve verimdir. İnsanın kendini kendi evinde duymasını sağlayacak bir dünya ortaya koymasıdır. Böylesi bir dünyanın anlam-varlığına ilişkin tüm düşünülebilirlikleri içerir ve insanın varoluşunun nasıl ve ne olduğu demektir. “Biz kültür kavramını hem bir imkân kavramı hem de bir gerçeklik kavramı olarak kullanırız. Başka bir deyişle kültür kavramı, bir gizilgüç (potansia) kavramı olarak insanının yapabilirliğinin kuramı olduğu kadar, bir edim (actus) kavramı olarak onun şimdiye kadar yaptıklarının da kuramıdır.” (Özlem, 1986, 156). Kültürü, “……insan aklının doğaya kattığı her şeydir. O hâlde kültür, sosyal ve beşerî bilimler için, kimi zaman bir düşünce tarzı, kimi zaman bir davranış, kimi zaman da bir somut varolan şeklinde, ama daima karşımıza çıkan bir kavramdır.” (Erinç, 1995, 78) diye tanımlayanlar da vardır. Nihaî bir gerçek şu ki; köken ve amaç açısından, önem ve yaygınlık bakımından farklı boyutlar gösteren ve çeşitli ögelerden oluşan bir kavramla karşı karşıyayız.

Kültürü oluşturan ögelerin çeşitliliğinde; hars, uygarlık, medeniyet, ekin çağdaşlık, aydın insan, kültürlü kişi, entelektüel gibi kavramlara rastlanır. Bu ögelerin her birinin doğru bir anlamlandırma ile kullanılabileceği mümkün olduğu gibi, tek başına kültür kavramını tanıtmada yeterli olmadığı da açıktır. Dolayısıyla sayılan her bir öge bir bakıma kültürün tanımını dar kalıplara sıkıştırdığı da ileri sürülebilir. Alana dair ilgili araştırmalar yapan bilim adamları bu karmaşaya bir çözüm bağlamında kültürü farklı açılardan sınıflandırma ihtiyacı duymuşlardır. Yapılan sınıflandırmadaki yaklaşımın iyi kavranabilmesi, tanımda bir uzlaşıyı ortaya çıkarabilir.

Kültür sözcüğünün dört ayrı anlamda kullanıldığını belirten Güvenç (1994, 95-97) şu gruplandırmaya dikkat çekmektedir: “1- Bilim alanındaki kültür: Uygarlıktır. 2- Beşeri alanındaki kültür: Eğitim sürecinin ürünüdür. 3- Estetik alandaki kültür: Güzel sanatlardır. 4- Madde (teknolojik) ve biyolojik alanda kültür: Üretme, tarım, ekin, çoğalma ve yetiştirmedir.” Antropolojik terminolojide bazı temel kavramlar karşılığında kullanıldığında kültürün soyut bir sözcük olduğu ve bir toplumun ya da tüm toplumların birikimli uygarlığı olarak da bir içeriği düşünülebilir. Bu açıdan bakıldığında ise kültür, belli bir toplumun kendisi ve bir dizi sosyal süreçlerin bileşkesi olduğu ileri sürülebilir.

Tanımlar farklı açılardan yapılsa bile kültür tanımlamalarının tümü için ortak olan bazı tespitler vardır ki, bunların ilki kültürün organik olduğu ve dirik bir anlam taşıdığıdır. Kültür kavramının varlığı için ön koşul, en az sayıda da olsa bir insan topluluğunun ya da bir insan varlığının bulunması gereksinimidir. Toplumun ister bir kavrayış olarak isterse bir olgu olarak olmadığı bir yerde kültürden de söz edilemez. O hâlde, bir kimse önce kendisini bir toplumun üyesi olarak (en geniş ve en dar anlamlarıyla) hissedebilmeli, sonra da toplumun içinde kendinin de var olduğunu anlayabilmeli ki, bir kültür olgusundan söz edebilsin (Erinç, 1995, 19). Bilindiği gibi Cumhuriyetimizin kuruluşundaki temel felsefe kültür ile ilişkilendirilmiştir. “Türkiye Cumhuriyeti’nin temeli kültürdür. Kültür okumak, anlamak, görebilmek, mânâ çıkarmak, zihni terbiye etmektir.” (Akçora, 1989, 6), sözünün cumhuriyetimizin kurucusuna ait olması anlamlıdır.

İngiliz antropolog E.B. Tylor’a göre kültür; bilgiyi, imanı, sanatı, ahlâkı, örf ve adetleri, ferdin mensup olduğu cemiyetin bir uvzu olması itibariyle kazandığı itiyatlarını ve bütün diğer maharetlerini ihtiva eden gayet girift bir bütündür (Turhan, 1994, 35). Tylor’a göre kültür, toplum, insanoğlu, eğitim süreci ve kültürel içerik gibi değişkenlerin ve bunlar arasındaki karmaşık ilişkilerin bir işlevidir (Güvenç, 1994, 101). C. Wissler kültür için “bir halkın yaşama tarzıdır.” derken, tanınmış Alman Antropoloji bilgini Thurnwald’ın tanımı daha başkadır. “Kültür, tavırlardan, davranış tarzlarından, örf ve âdetlerden, düşüncelerden, ifade şekillerinden, kıymet biçmelerden, tesislerden ve teşkilattan mürekkep öyle bir sistemdir ki, tarihî bir mahsul olmak üzere teşekkül etmiş, an’aneye bağlı bir cemiyet içinde onun medenî techizatı ve vasıtaları ile karşılıklı tesirler neticesinde meydana çıkmış ve bütün unsurlarının zamanla yekdiğerine kaynaması sayesinde ahenkli bir bütün hâline gelmiştir. Buna mukabil medeniyet ise, birikmiş bir bilgiye ve teknik vasıtalarına sahip olmayı ifade eder.” (Turhan, 1994, 35).

“Kültür”ün Tarihçesi

İnsan topluluğunun nesilden nesile aktardığı inanç, bilgi ve uygulamalar olan kültürü tarihçesi ile de tanımak gerekir. Fransızca Cultura’dan gelen kültür sözcüğü Latince’de, “Colere”, sürmek, ekip-biçmek anlamına karşılık gelmekte ve “cultura” aynı zamanda Türkçe’deki “ekin” anlamında da kullanılmaktadır. İlk kez Voltaire’in “Culture” sözcüğünü, insan zekâsının oluşumu, gelişimi, geliştirilmesi ve yüceltilmesi anlamında kullanmış olduğu ileri sürülmektedir. “Sözcük buradan Almanca’ya geçmiş ve 1973 tarihli bir Alman Dili Sözlüğünde Cultur olarak yer almıştır.” (Güvenç, 1994, 96).

Kültürün tarihçesine bakıldığında, kültür ve medeniyet-uygarlık kavramlarının uzun bir süre kavram kargaşasına neden oldukları görülecektir. Fransızlar ve İngilizler 19.yy’ın ikinci yarısı ile 20.yy’ın ilk çeyreğine dek uygarlık kelimesini kültüre tercih ederlerken, ülkemizdeki yansımalar da farklı olmuştur. Bu bağlamda Ziya Gökalp’in “hars” adını verdiği “millî kültür”ü, Atatürk’ün “kültür”ü bir toplumun ürettiği maddî ve manevî varlıkların tümü olarak değerlendirdiği görülmektedir. Medeniyetin tanımına gelince sentezci yaklaşımlarla da karşılaşılmaktadır. “Bence, medeniyeti harstan ayırmak güçtür ve lüzumsuzdur. Bu nokta-i nazarımı izah için hars ne demektir tarif edeyim: a) Bir insan cemiyetinin devlet hayatında b) Fikir hayatında, yani ilimde, içtimaiyatta ve güzel sanatlarda, c) İktisadî hayatta, yani ziraatte, sanatta, ticarette, kara deniz ve hava münakalatçılığında yapabildiği şeylerin muhassalasıdır.” (Kongar, 1994, 16).

Görüldüğü gibi hars-medeniyet ayrışımı yapmak biraz güç gibi görünmektedir. Medeniyet bilgi, sanat ve ticaret üzere kurulur. Bu üç unsur toplumun yaşama biçimine yön verdiği de inkar edilemez. Böylece oluşan medeniyetten beklenen sonuçlar, güzelliklerini göstermesi ve insanlığın hepsine ya da hiç olmazsa çoğuna maddî ve manevî ortak değerler kazandırması durumu kültürü bu kez evrensel boyutuyla karşımıza çıkarmaktadır.

“Kültür, özellikle 20.yüzyıl son çeyreğinde her yıl farklı algılanan ortak bir miras durumuna gelmiştir.” (Gel, 1996, 25) gibi düşüncelerin bu evrensellik yaklaşımına engel olmadığı söylenebilir. “….tarihinin onuruna ve kültürün bilincine sahip olmayan, aydın değildir.” (Tansuğ, 1997, 84) sözünden ise, kültürün ortak bir miras üzerine temellendiği anlaşılmaktadır. Bununla birlikte Ziya Gökalp, yeni ve orijinal bir düşünce ve hareketle kültür ve medeniyetin birbirinden farklı olduğunu ileri sürmüştür. Böylece kültür-medeniyet yakınlığı görüşünde olan geleneğin dışında tasnifçi bir görüşle “Medeniyet beynelmileldir fakat kültür millîdir. Türkiye modernleşebilir ve pekâlâ Avrupa’dan farklı bir millet olarak kalabilir, hüviyetini kaybetmez.” diye bir antitez sunmuştur (Güngör, 1996, 77).

Kültür, yeni buluşlarla zenginleşir ve gelişir. Öğrendiklerimizin çoğu, toplumun bütününe mal olmuş şeylerdir ve bunları herkes öğrenebilir. Örneğin, Türkiye’de Ramazan ayında oruç tutulduğunu, evlenen insanların nikâh kıydırdığını bilmeyenimiz yoktur. Elbette kültürümüzün tamamen bu bilgi ve uygulamalardan ibaret olmadığı da açıktır. Herbirimizin farklı kişiliklere sahip olması, her insanın ayrıca özel kültür çevresiyle içiçe oluşundan kaynaklandığı söylenebilir. Genel (millî) kültürümüzü öğrenmemizde en önemli ortam ailemizdir. Ama her ailenin çocuklarına tıpa tıp aynı şeyleri öğretemediği de açıktır. Çünkü her aile aynı bilgi, görgü ve yeteneklere sahip değildir. Şu hâlde, her ülkede önce bir millî kültür vardır ki, ona ülkedeki büyük çoğunluğun hemen hepsi katılır. Hepimizin günde üç kez yemek yemesi, selâmlaşmamız, bayram ziyaretlerinde bulunmamız gibi…

“Kültür”ün Sınıflandırılması

İçerdiği çok anlamlılığıyla dikkate alındığında kültürün daha iyi anlaşılması biraz da sınıflandırmasının anlaşılmasıyla ilişkili olduğu söylenebilir. Kuşkusuz kültürün, sosyal ve beşerî yönden bir sınıflandırma ile ele alınması önemlidir. Kültürün taşıyıcılarını veya alanını esas alarak yapılan bir sınıflandırmada, üç alan düşünülebilir. Burada evrensel kültür, yöresel (bölgesel) kültür ve bireysel kültür olmak üzere üç alan düşünülebilir, fakat bu sadece biçimsel bir tasniftir. Bu alanların belirgin çizgilerle birbirlerinden ayrı düşünülmesi de kolay değildir. Tekil anlamda kültür, çoğul anlamda kültür; maddî kültür, manevî kültür; ideolojik kültür, davranışsal kültür (Erinç, 1992, 79) gibi sınıflandırmalar da konunun anlaşılmasına bir katkısı olabilir.

Kültürün bir toplumun sahip olduğu maddî ve manevî değerlerden oluşan bir bütün olduğunu söyleyen bilim insanları, aynı zamanda kültürün toplumda mevcut her tür bilgi, ilgi, alışkanlık, değer yargıları, genel tutumlar, görüş düşünce ve tüm davranış şekilleriyle bir bütün olduğunu savunmaktadırlar (Turhan, 1994, 45). Bu açıdan bakıldığında ise, bütün maddî kültür olaylarının, manevî kültürdeki inançlara dayanması yönüyle, kültür denilince daha çok “manevî” kültür akla gelebileceğini ileri sürmek de mümkündür. Bir insan topluluğunun ortak inanç ve uygulamaları tanımına göre, kültür taşıyan (ortak inanç ve uygulamalar etrafında toplanmış) en büyük topluluk olarak “millet” kavramının oluştuğu görülmektedir. Bu durumda akla gelen şey “millî kültür” olup, sadece millet hâlinde yaşayan insanların ortak bir tarihi, yani ortak bir hayat tecrübesine sahip olabileceği gerçeğidir.

Dünyanın bir ucundan öbür ucuna kadar bütün milletlerin tek bir topluluk gibi hareket etmeleri, hep aynı ihtiyaçları, aynı tatmin ve zevk yollarına sahip olmaları imkânsız gibi görünmektedir. Tüm insanlığın aynı kültüre sahip olması insanlığı durgunlaştırır, kısırlaştırır. Yani sınıfsız ve tek düze bir toplumun yeryüzünde varlığını sürdürme şansının olmadığı söylenebilir. Bununla birlikte milletlerin kültür farklılığının insanlığa zenginlik ve çeşitlilik katacağı da bir gerçekliktir. Güngör’e (1996, 86) göre “Bazı hakikatleri çok acı tecrübelerden sonra da olsa artık anlamış olmalıyız. Hem Türklük adına yola çıkıp hem bu milleti kendi tarihi oluşumunun dışında bambaşka bir kültüre kaynatmaya çalışmak akla ve gerçeklere aykırıdır.” .

Üçüncü bini yaşamaya başladığımız bu günlerde artık toplumun geçmişte denemiş olduğu katı sınıflandırmalarla ve ayrımlarla kültürlü bir toplum oluşturulamaz. Yani eski durum şimdilik artık yok, bu nedenle ya yeni durum ve yaklaşımlar benimsenecek ya da kültürel çöküntü kaçınılmaz olacaktır. Önemli olan dengeli hareket ve düşünmedir. Evrensel düşünce kaygısıyla, uygar davranış endişesiyle bir millet özbenliğini yitirirse veya globalleşme ve evrensellik dürtüsüyle böyle bir kaosa itilirse o millet yok olmaya mahkum olabilir. “Kendi halkının türküsünü söyleyemeyen, bilmeyen, işlemeyen aydına yazık! Bir çiçek türünün kaybolması, bir hayvan neslinin tükenmesi tehlikesiyle özgün bir kültür çeşidinin kaybolması arasında ne fark var. Hepsi de ulusal ve evrensel düzeyde insanlığın ortak malı değil mi? İnsanlığın yitiği değil mi? Yalnız ekolojik denge mi bozulur? Kültürel denge bozulmaz mı?” (Boydaş, 1998, 8).

Kültür Değişimi:

Kültürün sınıflandırılmasında katı ve sert çizgilerin olamayacağı gerçeğinden dolayı kültürün, hangi açıdan ele alınırsa alınsın bu gruplandırmaların birbirleriyle alışverişleri ve etkileşimleri olacağı söylenebilir. Kültür alışverişleri beraberinde kültür değişimini de getirmektedir. Doğal olarak kültür her nesilde bir takım değişmelere uğrar; çünkü her nesil kendi hayat tecrübesiyle eskilerden işe yaramayan bazı şeyleri atar, kendi yeni bulduklarını kültüre katar ve bu sayede toplumda ilerlemeler sağlanabilir. En ilkel kabileler düzeyinde bile kültürlerinde değişiklik olmayan bir toplumun varlığı düşünülemez. Bu değişimler daha çok başka kültürlerle temas sonucunda ortaya çıkmaktadır. Böyle durumlarda; toplumun siyasi yapısında, idari müesseselerinde ve toprağa yerleşme ve iskan biçiminde, inanç ve kanaatlerinde eğitim mekanizmasında, kanunlarında, maddî araç ve gereçlerinde ve bunların kullanılmasında, sosyo-ekonomik açıdan tüketim maddelerinde bir takım değişiklikler meydana gelir.

Kültür değişmeleri iki şekilde olmaktadır. Bunlardan biri serbest; diğeri zorunlu kültür değişimi olarak düşünülebilir. Serbest kültür değişimi, toplumların birbirleriyle olan ilişkilerinde kendiliklerinden yaptıkları kültür alışverişleridir. Zorunlu ve güdümlü kültür değişiminde ise, aynı kültüre sahip sosyal gruplardan biri, kendi kültürünü veya onun belli bazı unsurlarını kabul etmesi için diğerini etkilemeye çalışmasıdır. İdarî bir nüfuz ve iktidara sahip bir zümre, yabancı bir kültürü veya bunun belli bazı bölümlerini toplum çoğunluğunun arzusunun tersine kendi toplumuna zorla kabul ettirme girişimleri güdümlü bir kültür değişimidir.

Bu tarz değişim, daha çok bir toplumun herhangi bir biçimde -devrim, savaş, ihtilal gibi- yenilgisiyle sonuçlanan durumlarda görülür. Kültür tıkanmasını sonuç veren bu durum üç ögeye bağlı olarak şöyle açıklanabilir: ”a) Her ne sebeple ise, kültür kavramına eğilen kişinin düşünce yapısı, düşünce tarzı, bakış açısı, algılama gücü, bilinç düzeyi, b) Nesne olarak ele alınan kültürün ögelerinin kendi iç yasaları, bu ögelerin dirikliği, işlevsel derecesi, ögeler arasındaki düzen, c) Nesne ile öge arasındaki ilişkiye neden olan, sonra da bu ilişkiden çıkan amaç.” (Erinç, 1995, 50-51). Kültürel tıkanmanın varlığını gösteren birçok göstergeler vardır. Bunlardan dil, davranış, tutum ve inanç gibi.

Kültürel tıkanmanın objektif kanıtlarından dil konusunda şunlar söylenebilir. Kültür kavramı hangi bağlamda kullanılırsa kullanılsın, onu zaman ve mekân açısından aktaran, öğreten dil olduğuna göre, eğer bir toplumun sesli ve yazılı yayın organlarında duyulan ve okunan dil, o toplumun eğitim kurumlarında yasal olarak öğretilmesi beklenen dilden -dilbilgisi, söyleniş ve vurgu bakımlarından- sapmalar gösteriyor, asal olana benzerliğini yitiriyorsa, bu sapma üzerine eğilinmiyorsa, bu sapmadan kaygı duyulmuyorsa kültürde ciddî bir tıkanma var demektir. Artık bu, sağlıksız durumun kısa bir sürede toplumun her alanında ve biriminde belirgin sonuçlarını göstermeye başlayacağı anlamına gelebilir. Sonuç, bir kültürsüzleşmeye doğru gidişin işaretlerinin görülmüş olmasıdır. Dili Türk kültürünün üç ana kaynağının başında sayan Güngör’e (1980, 106) göre “Dilini kaybetmeyen milletler din değiştirse bile birliğini ve bütünlüğünü kaybetmeyebilir, fakat tatbikat bu iddiayı pek haklı çıkarmıyor. Türklerde millî birliği kuran unsurlar arasında din dilden hiçte geri kalmamıştır, Türkler müslüman olmasaydı değişik isimlerde kavimler hâlinde dağılıp gidebilirlerdi, nitekim daha önce çeşitli dinlere girerek birbirlerine düşman olmuşlardı.”

Kültürsüzleşme, bir grubun başka bir kültürle kurduğu ilişki sonucu kendi kültürünü değiştirmesi, hatta tümüyle değiştirmesi veya kaybetmesidir. Kültürsüzleşmede toplumun kendi kültürünü terk etmesinden ve diğer kültürlere intibak edememesinden doğan sosyal ve kültürel huzursuzluklar görülür. Türkiye’nin Batı kültürüne yönelmeye başladığından beri içinde bulunduğu durum budur. Yani, ne tam Batı kültürüne dayalı bir toplum olunabilmiş, ne de kendi kültürüyle batının sentezi yapılabilmiştir. İki yönden kendisini gösteren bu kültür yozlaşması, Türkiye’nin kültürel istikrarsızlığına neden olmuştur. Bu istikrarsız durum, sonuç olarak kalkınma hamleleri içinde bulunan ülkemizde bazı belirsizlikleri de beraberinde getirmiştir. Yani “Kendi yürüyüşünü terk etti, başkasını da öğrenemedi”, yargısına layık bir garip nesil oluşmuş bulunmaktadır. Yahya Kemal’lerin, Mehmet Âkif’lerin farklı kültürlere bakış açısı ile ilgili söyledikleri görüşler, böylesi kararsızlık ve kaosların sonucunu dillendiren gerçeklerdir. Âkif’in Batı uygarlığından müsbet bilimler ve sanatı almayı önermesi bir farklı yaklaşımdır. Yahya Kemal’in “Duydumsa da zevk almadım Islav kederinden” demesi, bir başka milletin keder ve tasasından ve onların millî değerlerinden bize pek fayda olmayacağının vurgulanmasıdır.

Günümüzde ağırlıklı olarak Batı kültürü ile yetişenler bile, Türkiye’de ve az gelişmiş doğu ülkelerinde, “Batı kültürünün soysuzlaşmış hâlde uygulama alanı bulduğunu” inkar etmemektedirler. “Türkiye’de her türlü sosyal yapı bozukluğu zorunlu bir kültür değişmesinin sonucu olmuştur. Kültürsüzleşmeye doğru görülen bu değişme olayı iki yüz yıldan beri süregelmektedir.” (Cem, 1973, 530-534). Gerçekten ülkemizin huzur dengesini bozan olayların temelinde, dış kültür değerlerinin toplum tarafından kabul edilmeyişinden gelen boşluk ve uyumsuzluklar yatmaktadır. Bu bakımdan istikrarlı ve mutlu bir toplum yapısına kavuşmanın kendi kültür değerlerimizin kaynağına inişle başlayacağını söylemek mümkündür.

Akılcı bir kültür değişimi düşüncesinin bazı esaslara dayandırılmasının gereği inkar edilemez. Aksi takdirde bilinçsiz ve toptancı bir anlayışla ortaya konacak tepkisel direnişin kimseye pek yararı olmayacağı açıktır. Bugün Batı kültürünün sağladığı başarıda da bu anlayışın büyük bir rolü olduğu görülmektedir. Bu konuda Atilla İlhan’ın “Hangi Batı?” adlı eserindeki şu görüşleri çok anlamlı görünmektedir. “Batılılar kendi ulusal bileşimlerini yaparken skolastik dönemlerden gelen ulusal görenek ve geleneklerini atmamışlar, onları aklın ışığında değerlendirip bileşimleri içerisinde eriterek kullanmışlardır.” (Atilla İlhan’dan aktaran: Mürsel, 1980, 213).

Görülen o ki, kültür değişimi her durumda gerçekleştirilebilir. Asıl olan kültürde ve onun değişiminde öze bağlı bir bileşim bilincinin korunmasıdır. Yoksa bir toplumun, kültür değişimi gerçekleştirmek pahasına millî ve manevî kişiliğini; kimliğini reddetmesi olumlu bir değişim olamaz. Kültür değişimine özellikle teknik eğitim ve bilim alanında büyük ihtiyaç vardır. Ünlü bir yabancı bir sosyolog olan Edward Sapir’in modern toplumun kültür değişiminine ilişkin görüşlerini değerlendiren Güngör’e göre (1980, 136), “Kendi mensuplarının temel istek ve menfaatleri etrafında kurulmuş olmayan, genel hedeflerden ferdi hedeflere doğru giden bir kültür dıştan (external) bir kültürdür; hakiki kültür ise içtendir, fertten hareket ederek gayelere gider.” Ali Fuat Başgil de yeni bir medeniyet hamlesi yapma ve Avrupa kültüründen yararlanma adına millî geleneklerimize sırt çevirmenin gereği olmadığını söylemektedir. Avrupa’dan metod yönüyle ilim, fen ve sanat gelişmelerinin alınmasının yanı sıra kültür değerlerinin korunmasını belirtmekte ve Japonların Batı uygarlığını bu yöntemle bünyelerine kabul ettiklerini örneklemektedir (Ali FuatBaşgil’den aktaran: Mürsel, 1980, 218).

Avrupa kültürüne gelince bir bütünlüğünün olmadığı apaçık ortadadır. Böylesi dağınık kültür ortamına sahip bir topluma yaklaşımda çok özenli ve dikkatli olunması bu nedenle bir zorunluluktur. Son yıllarda sıkça kullanılmaktra olan “Çok kültürlülük” terimi yeni gibi görünse de aslında eski bir geçmişi vardır. “Çokkültürlülük, kültür yönünden çokluk demektir, heterojen olmak demektir. Özellikle, 30 yıl içinde patlak veren iki dünya savaşının her şeyi allak bullak ettiği yüzyılımız Avrupa’sında önemli bir sorun. Avrupa’nın her yanında göçmenler, gergin işçiler, kaçaklar, sığınma istekleri ve devletsizler.. Avrupa’nın Batısında doğum, eğitim, gelenek açısından kendini çevreleyen kültürle temel bir uyumsuzluk içinde yaşayanların sayısı 15 milyona varmaktadır (Uygur, 1996, 22). Avrupa’nın bu manzarasını tarihimize bakarak düşündüğündüğümüz takdirde, bir çok farklı kültürün ahenkli bir mozaik oluşturduğu kültürel mirasımız gibi zenginliklerimizin önemini daha iyi anlayabiliriz.

Türk Dünyasında Kültür Değişimi:

Kültür değişmesinin, hem kaçınılmaz hem de gerekli bir olgu olduğu artık bilinmektedir. Ancak bunun sonuçları, her zaman istendiği gibi olmamıştır. Zaten çoğu kez bir değişikliği benimseyen kimseler, bunun daha ileride ne gibi değişmelere yol açacağını kendileri de hesaplayamazlar. Daha önce de sözü edildiği gibi değişmenin kendiliğinden veya zorla olması farklı sonuçlar doğurur. Serbest kültür değişmeleri veya zorunlu kültür değişmelerinin bir bütün olarak ele alınması gerektiği ortadadır. Bu gereklilik zaman zaman farklı ifadelerle dile getirilmiştir. “Bizim için kültür değişmelerinin tetkikini zaruri kılan son bir sebep de, memleketimizin iki buçuk asra yakın bir zamandan beri bu muazzam içtimai proses içinde bilfiil bulunmasıdır. Bundan dolayı bu zaman zarfında kültür değişmelerinin hangi safhasına vardığımızı, onun bize neler kazandırıp neler kaybettirdiğini; bu hususta ne kadar başarılı olduğumuzu; nerelerde, neden ve nasıl bocaladığımızı; bütün bunların nedenlerini, sosyal-psikolojiye ait saiklerini bilmemiz, onları dünyanın diğer kısımlarında meydana gelen değişmelerinin sonuçlarıyla karşılaştırmamız, gelecekteki gelişimimiz hesabına inkâr edilmez bir değer taşımaktadır (Turhan, 1994, 32).

Türklerin geçirdiği kültür değişmelerinde, özellikle son yüzyılda millî kültüre uymayan etkilerden dolayı bazı uyumsuzluklar görülmektedir. Geçmişe baktığımızda Türk milleti çok eski devirlerde Çin kültürü ile temasta idi. Bozkır hayatının güç şartlarından bıkan bazı Türkler, Çinliler gibi yaşamaya başladıkları zaman tembelleştiler, maddî zenginliklere daldılar, sonunda Çinlilerin idaresi altına düştüler. 8.yy’da İslâm kültürüyle karşılaşan Türkler, Araplarla ve İranlılarla bir arada yaşadıkları hâlde, kendi orijinlerinden pek bir şey kaybetmedikleri söylenebilir. Bu milletlerin kültürlerinden, kendileri için faydalı bilim, felsefe, edebiyat, sanat gibi şeyleri aldılar ve onları işleyerek kendileri de ortak medeniyete bir şeyler kattılar. Dillerini ve geleneklerini korudukları için birlikleri bozulmadı. Kısa sürede İslâm dünyasının idaresini ellerine almaları sonucu İslâm kültürü ile Türk kültürünün aynı şey gibi görünmesini sonuç veren bir homojenlik oluşmasına da neden oldular.

17.yy’ın sonuna kadar Türklerin kendilerini her milletten üstün görmeleri ve gerçekten de o tarihlere kadar üstünlüklerini hep devam ettirmiş olmaları bağımsız tarihçiler tarafından da kabul edilen bir gerçekliktir. 18.yy’a kadar başka milletlerden sadece kendilerine çok gerekli gördükleri şeyleri alan Türklerin, bu dönemden sonra devletin zayıf düşmesiyle, daha çok askeri alanlarda Avrupa ülkelerini örnek almaya başladığı görülmektedir. 19.yy’a gelince ise hemen her alanda Avrupa kültürünün ülkenin içine girdiği görülmektedir. Bu zorunlu kültür etkileşimi döneminin kilometre taşlarının; II. Mahmut Dönemi, Tanzimat Dönemi, II. Abdülhamit Dönemi, Meşrutiyet Dönemi ve daha sonra köyde ve büyük şehirlerde meydana gelen kültür değişmeleri olarak belirlemek mümkündür.

Türk dünyasındaki kültür değişimi bağlamında tarihî kaynaklara ve gerçekleşen gelişmelere bakılınca, çağdaş Türk toplumunun tarımcılık-hayvancılık aşamasından sanayileşme-kentleşme aşamasına geçmekte olduğu yani “sanayi devrimi”ni yaşamakta bulunduğu söylenebilir. Bu bağlamda bazı sosyologların kültürümüzün tarihi kaynakları konusundaki çok farklı ve birbirleriyle çelişik görüşleri başlıca beş ana başlık altında toplanabileceği söylenebilir (Güvenç, 1985, 118). Bunlar; Anadolucu, Orta Asyacı, Türk-İslâmcı, Batıcı ve Kültür Sentezci (bilimsel) görüşlerdir. Bu konudaki diğer farklı görüşlerin de değerlendirilmesinin başka bir bilimsel analizi gerektireceği düşüncesiyle ayrıntılara girilmememktedir.

Kültür değişmeleri sürecinde hayranlıkla taklit edilen medeniyet mensuplarının dikkatini çekip onların hoşuna gidecek eserler ortaya konabilir. Önceden terkedilmiş sanatlardan ya da diğer kültür ögelerinden bazılarının yeniden geliştirilmesi durumunda bu değerlerin tekrar ihya, iktibas veya kabul edildiği bilinmektedir. “Filhakika bir vakitler ihmal edilmiş olan Türk çiniciliğinin, Avrupalıların hoşuna gitmesi sayesinde ihya edildiği hatırlardadır. Bazen de taklit edilmekte olan medeniyette de bulunduğunun, onun da körü körüne terk veya ihmal edilmiş faydalı sanatların, müesseselerin ve unsurların sonradan yabancı birer unsurmuş gibi biraz değiştirilmiş bir şekilde yeniden ithal olunduğu görülmektedir” (Turhan, 1994, 206).

Kültür ve Sanat:

Öteden beri tartışılagelmekte olan kültür kavramı, ister istemez etkisi altında bulunan “sanat”ın da kültür-sanat ilişkisi bağlamındaki tartışma ortamına çekilmesine neden olmuştur. Bu iki temel kavramın tanımına girmeye gerek olmamakla birlikte, aralarındaki ayrımsamayı yapabilmenin toplumun bu kavramlara ilgi düzeyini öğrenme bakımından yararlı olacağı düşünülebilir. Sanat tanımı gereği; özgür, özgün, yeni, tek, eğitici, yönlendirici gibi çok niteliklerle bezendiği için ve belli bir manevî kültür anlayışına sahip birinin, sanatın bu niteliklerini nasıl kabul edeceği veya sanatı bu nitelikleriyle anlamasının muhtemel görülemeyeceği görüşünde olanlar vardır (Erinç, 1992, 14). Ancak buna karşın kültür-sanat ilişkisinin daha mantıklı bir zemine oturtulduğu değişik görüşlerin de varlığını bilmek gerekir.

“Sanatı sevmenin iki yolu vardır. Birisi onu sevmemek, ikinci onu mantıksal olarak sevmektir.” diyen Boydaş (1996), ben bir başka kültüre ait şarkıyı duyabilirim, yaşayabilirim, ancak onu mantıksal olarak beğenebilirim, demektedir. Evrensel kültür ve sanat içinde yer kapmak, yer tutmak onları taklit ederek değil, tersine onlara benzemeyerek, kendimiz olmakla mümkündür. Çünkü kültür de bir üsluptur. Ünlü düşünür Epiktetos’un şu sözü ne kadar anlamlıdır; “Zira, sığınmak için değil, keşfetmek için yabancı ordugaha girerim.” Bu sözden alınacak ders şudur: Sanat ve sanat eğitimi Batı estetiğine ve onun dümen suyuna gitmek değil, kendi mayamızın yoğurdu olan kendi sanat ve kültürümüzün doğasını, alanını, değerini ve köklerini araştırmak ve sorgulamaktır.

Yabancı kültür etkileriyle oluşan sanat ürünlerinden bir çok şeyler alınabilir. Önemli olan, bu kültürel ve sanatsal kazanımların aynen aktarımı değil, yorumlayarak alabilme becerisidir. Bireyin, kişisel kültür ortamında sürdürdüğü yaşamını yöresel ve evrensel kültür dünyasından edindiği değerlerle süsleyebilmesi, diğer bir ifade ile orijinal-özgün bir kişiliğe kavuşturabilmesi de önemlidir. Kültürün temelinde manevî veya millî kültür denilen kavramların varlığı evrenselliğe engel olarak düşünmeyi gerektirmez. Kültürü yansıtan farklı disiplinlerden olan sanatın ele alınması durumunda bu daha açık seçik görülecektir. Çünkü; “Sanat kültürü yansıtır. Bir kültür kendini eştikçe, derinliğine indikçe ancak evrenselin müjdecisi olabilir. Kendini tanımayan insan başkasını nasıl anlayabilir? Kendi böbreğini bilmeyen birisi, başkasının böbrek sancısını nasıl anlatır? Bundan şu noktaya gelebiliriz, kökünde gelenek olmayan hiçbir şey gerçekten yeni değildir… Evrensel kültür ve sanat içinde yer kapmak, yer tutmak onları taklit ederek değil, tersine onlara benzemeyerek kendimiz olmakla mümkündür (Boydaş, 1996, 8).

Eğitim, kültür ve sanat alanlarındaki sosyal etkinlikler, belki sonuçları çabuk alınamayacak çabalardır. Fakat unutulmamalı ki, sanat bir toplumun en olumlu tomurcukların, filizlerini belirleyen bir alandır. “Eğitim, insanın yeniden üretilmesidir. Kültür ise, bütün bunların birikimidir” (Kongar, 1994, 41-42). Sanat etkinlikleri bunların ürünleri manevî kültüre göre çok daha hızlı değişen kesimdir. Bu kesim, maddî kültür ögeleri kadar hızla gelişmese bile, inançlardan gelenek ve göreneklerden çok daha çabuk değişir. Üstelik, sanat, edebiyat ve düşün yapıtları, bir toplumun manevî kültür alanındaki en ileri değişim tohumlarını da içlerinde taşırlar. Bir başka deyişle, bir toplumun geleceği, maddî kültür ögelerinin etkisiyle, onun sanat, edebiyat ve düşün etkinlikleri çerçevesinde filizlenir. Sanat, edebiyat ve fikir insanları, bir bakıma günümüzün yargıçları, geleceğin habercileridir. Bu nedenle onlar gelecek toplumun en etkin mimarları arasında yer alırlar.

Sonuç

Sonuçta kültür ile ilgili olarak, kültürün akıl, ruh ve bilgi bütünlüğü olan tin tabakasında düşünülebileceği söylenebilir. Yani kültür ve tarih varlığımızın tinsel bir varlık olduğunu ileri sürülebilir. “Konuya ontolojik açıdan baktığımda varlık tabakasının üst katmanında kültür tabakası vardır.” diyen Tunalı (1984, 161), önemli bir gerçeği vurgulamaktadır. Milletleri mutlu kılan sadece teknoloji değil, aynı zamanda kültürdür. Tinsel varlık olarak kendisini hissettiren kültür olgusu, ortaklaşa oluşan bir gerçektir. Tinsel hayat büyüdükçe kültür hayatı da büyür.

Yakın çağlardan 17.yy’da Voltaire’nin kültür kelimesini kullanmasından günümüze, kültür hakkında çok farklı alanlarla ilgili olarak değişik tanımlar yapılageldiği bir gerçekliktir. Evrensel hafızamız olan kültürü, maddeci ve marksist açıdan insanın elinden çıkan ve doğaya eklenen değerler olarak nitelemeden ziyade, toplumun kollektif bir anlayışla ortak, tasa, kaygı ve inanışlar bütünü olarak tanımlamanın daha sağlıklı bir yaklaşım olduğu söylenebilir.

Kültürler arasında farklılıklar olabilir ve olmalıdır. Kültürel sınırlar coğrafik sınırlara göre çok daha derin olduğu artık herkesin bildiği bir gerçektir. Dilin kültür hayatındaki yeri de çok önemlidir. Çünkü dil, kültürün adeta indeksidir. Kültürde olup da dilde olmayan bir şey yok denecek kadar azdır ve bir homojenlik içerisindedir. Kültür dünyasının en sade ve katıksız temsilcilerinin sanatçılar olması nedeniyle, sanat da kültürün içindedir. Bu nedenle kültür ve sanat değerlerinin folklorik değerlerle iç içe olduğunu bilmekte yarar vardır. Sonuç itibariyle bu araştırmada literatüre dayalı olarak farklı birkaç açıdan incelenmiş olan kültürü, milletlerin en önemli varlık nedenlerinden ve temel ögelerinden biri olarak algılamaya günümüzde daha çok ihtiyacımızın olduğunu söylemek mümkündür.