Ezoterik/içrek (içe yönelik anlam/ileti), asıl olarak belirli kişilerin içselliği ile sınırlandırılmış felsefî öğretilerdir. Bu öğretiler herkes tarafından bilinen egzoterik/dışrak (dışa dönük anlam/ileti) öğretiler değil, tam tersine belirli kişilerin aşamalardan geçerek bilmeye hak kazandığı öğretilerdir. Diğer anlamı ise içsel, tinsel farkındalığa sebep olan, Mistisizm ile eşanlamlı kabul edilen önemli ve kesin bilgilerdir. Ayrıca Ezoterizm geniş, farklı öğreti ve pratik yelpazesine sahip olan bir akımdır.
İçrekçilik, batınilik ya da ezoterizm, bir konudaki derin bilgilerin ve sırların ehil olmayanlardan gizlenerek, bir üstat tarafından sadece ehil olanlara inisiyasyon yoluyla öğretilmesidir. Ezoterizm bir din veya bir inanç sistemi değildir. Çoğunlukla ezoterik (içrek) yani ezoterizm ile ilgili veya ezoterizme dair şeklinde kullanılır.
Aday Seçimi:
Tüm eski inisiyasyonlarda gizliliğe ve aday seçimine dikkat edilmiştir. İnisiyatik bir organizasyona her önüne gelen giremezdi, böyle bir organizasyon talip olan adayları kendi kriterlerine göre bir elemeden geçirirdi. Adayda geçmişinden getirdiği birtakım yeteneklerin, belirli bir moral (manevi) ve zihinsel düzeyin olup olmadığına bakılırdı. Adayda aranan gereken koşullar, gereken kapasite yeterli görüldüğünde aday birtakım sınavlardan geçirilirdi. Bu sınavlar her inisiyasyonda farklı olmuştur. Hakkında az çok bilgi sahibi olunan inisiyasyonlar arasında, eski Mısır, Moğolistan, Şamanizm, Maya, Mitraizm, Eleusis, Orfe ve Pisagor inisiyasyonları sayılabilir. Eski Mısır’daki gibi sert inisiyasyonlarda bazı sınavların ölümle sonuç verdiği anlatılmaktadır.
Eğitim:
İnisiyasyonlarda üstad, bilgileri modern eğitimdeki gibi öğretmezdi. Yani bilgilerin hafızaya depolanması tarzında bir eğitim vermezdi. Yalnızca yolu ve yöntemleri gösterirdi. Öğrenci kurtuluş ya da aydınlanma denilen hedefe kendi iç çalışmasıyla erişmek zorundaydı. Nadiren de olsa, inisiyasyonu tamamlamadan ayrılmış olanların var olduğu belirtilmektedir. Bir inisiyatör, öğrencisinin kalbinden ve aklından geçenleri bilebilir ve hatta onun rüyalarını denetleyebilirdi. Asya’nın şamanist inisiyasyonlarında da üstadların öğrencisini öte-aleme götürüp geri getirdiği hakkında sayısız bilgi vardır.
İlk Aşama ve İkinci Doğuş:
İlk eleme sınavlarını başarıyla atlatan öğrenciyi üç temel aşamanın ya da yedi tali aşamanın söz konusu olduğu bir eğitim beklerdi. Bu üç temel aşamanın içerdiği ilahi hakikat bilgileri “sırlar” anlamına gelen misterler sözcüğüyle ifade edilir. Bunlar küçük misterler, büyük misterler ve hakiki misterler olarak bilinir. Kimileri küçük sırları çıraklık sırları, büyük sırları kalfalık sırları, hakiki (hakikata ait) sırları da ustalık sırları olarak adlandırır. Evrensel yasalar ile imajinasyon denetlemesi, nefs denetlemesi ve psişik yetenekler hakkındaki teorik bilgilerin verildiği birinci aşamanın sonlarina dogru aday ogrendikleri konusunda cesitli sinavlardan gecirilirdi. Bu sinavlardan basariyla gecen aday,sonunda “cehenneme iniş”,”yeraltına iniş” ya da “ölüm deneyimi” adı verilen, derin bir trans halinde geçmişiyle yüz yüze kaldığı bir gece geçirirdi. Bu tüm gerçek inisiyasyonlarda uygulanan bir deneyimdir. “İnisiyatik ölüm” de denilen bu deneyim sırasında trans halindeki aday, kimilerinin spatyum, kimilerinin “esîrî”, kimilerinin “astral”, kimilerinin “gayb alemi” dediği öte-alemde, görünmeyen alemde geçmişten getirmiş olduğu menfi birikimlerden vicdanî hesaplaşmayla kurtulmak zorundadır. Bu çok sarsıcı deneyimi sırasında, psişik yetenekleri çok güçlü olan üstadı onu yalnız bırakmaz, öte-alemdeki bu hesaplaşması sırasında kimilerinin astral seyahat, kimilerinin şuur projeksiyonu dediği yolla yanında olur. Platon ve Orfe, “vicdani hesaplaşma” da denilen bu deneyimin ilk etabını, zaten her insanın öldükten sonra yaşayacağı bir “kendi kendini yargılama” ve kefaretini ödeme olarak betimler. Deneyim sonunda aday, menfiliklerinden arınarak, yeryüzünde doğmadan önceki “saf şuur hali”ni elde etmiş bulunmaktadır. Kendisi ölüm-ötesi alemde yaşadıklarından sonra öyle büyük bir değişim ve dönüşüm geçirmiştir ki, bir çocuk kadar, yeni doğmuş bir bebek kadar saflaşmış durumdadır. Aslında inisiyatik dilde “birinci doğuş” denilen bu deneyime, sonradan, egzoterik kesimce, anneden doğuş ilk doğuş olarak kabul edildiğinden, ikinci doğuş adı verilmiştir.
İkinci ve Üçüncü Aşama :
kinci aşama inisiye adayının teorik olarak öğrendiklerini uygulama aşamasıdır. Adayın yüksek şuur hallerini, görünmez alemi ve birtakım realiteleri bizzat deneyimleyerek tanımasıyla edindiği bilgilerdir. Psişik yeteneklerin de geliştirildiği bir aşamadır. Tarihteki büyük majisyenlerin hepsi inisiyelerin içinden çıkmıştır. Fakat nefislerini denetleyebildikleri için bu güçlerini çıkarları için kullanmamışlardır.
Aslında inisiyatik dildeki ikinci doğuş bu aşamanın sonunda söz konusu olurdu. Üçüncü aşama ise adayın spiritüel tesiri manevi alemden kendi başına, yani üstadı olmaksızın çekip aktarmayı başarmasıyla, daha doğrusu bu aktarıcılık halinin süreklilik kazanmasıyla tamamlanırdı. Bunun en belirgin belirtisi sezgi yoluyla (ilham, vahiy tarzında) bilgiler ifade etmesiydi. Artık karanlıkta yolunu görebilmesi için üstadının ışığına ihtiyacı yoktu kendi yolunu kendisi aydınlatabilir, hatta karanlıktaki diğerlerine de ışık tutabilirdi. Kendisine üç kez doğuş yaşatmış inisiyatörü elbette onun için “baba”ydı, o da “oğul”du. Bu yüzden inisiyelerden söz eden pek çok tradisyonda inisiyeler “oğullar” sözcüğüyle nitelendirilir. Ustasından manevi diplomasını alan inisiye isterse başka bir yerde kendi inisiyasyonunu kurabilirdi. Buna Anadolu’da el almak denir. İnisiye olmuş kişinin kendisi de başkalarını inisiye ettiği takdirde bir zincir meydana getirilmiş olur ki, bu zincire hermetik zincir, inisiyatik zincir, guru-parampara gibi çeşitli adlar verilmiştir.
İnisiyatik Ünvanlar :
Antik Yunan’daki inisiyasyonlarda kutsal misterleri açıklama fonksiyonunu belirtmek üzere, üstada verilen unvanlardan biri “hiyerofant”tır. Bu unvan “kutsal” anlamındaki “hiereos” sözcüğü ile “göstermek” anlamındaki “phainein” sözcüklerinden türetilmiş olup, “kutsalı gösteren” anlamına gelmektedir. “Mistagog” ise üstada verilen bir başka unvan olup, ilk aşamayı tamamlayan adayları sevk etme fonksiyonunu belirtir. “İnisiye edilen kişi” anlamına gelen “mystes” sözcüğü ile “sevk eden” anlamına gelen “agogos” sözcüklerinden türetilmiştir. Mist (mystes) sözcüğü kimilerine göre Grek tradisyonuna eski Mısır’dan geçmiş olup, ilk aşamayı tamamlayanlar için kullanılırdı. Fakat antik Yunan’da, ilk aşamayı tamamlayanlar için, “yeni yetişen bitki” anlamındaki neofit sözcüğü tercih edilmiştir.
Büyük İnisiyeler :
René Guénon gibi kimi yazarlar, İsa Peygamber ve Sakyamuni Buda’nın da aslında birer inisiye olduklarını ve onların üstad oldukları organizasyondan egzoterik kesime (avamı beşere) sızan bilgilerin sonradan birer din haline dönüşmüş olduklarından söz ederler. Batı kaynaklarında bilinen büyük inisiyeler arasında geçen belli başlı isimler Hermes Trismegistus, Sakyamuni Buda, Musa Peygamber, Pisagor, Platon, Orfe ve İsa Peygamber olarak belirtilir. Kuşkusuz bu isimlere Sufilik’ten, İslam ezoterizminden (Batınilik) birçok ismi eklemek gerekir. Bu liste aslında daha uzun olmalıdır. Çünkü inisiyasyonlarda gizlenme temel bir ilke olduğundan pek çok inisiyasyon ardında fazla kimlik bilgisi bırakmadan yok olmuştur.
İslami Ezoterizmde İnisiyasyon :
İnisiyasyon denilen eğitim, İslam geleneğinde, genel olarak “tedris, irşat” olarak ifade edilmekle birlikte, inisiyasyon sözcüğünün özel anlamdaki karşılığının tasavvuf olduğu kabul edilmektedir. Bir inisiyasyonda tek olan üstad inisiyatör adı ile ifade edilir. İnisiye adı sözcük anlamıyla başlamış, kabul edilmiş anlamına gelmekteyse de terim günümüzde, inisiyasyonu tamamlayanları ifade etmek üzere kullanılan bir terim haline gelmiştir. Tasavvufta üstad için mürşit, öğrencileri için mürit terimi kullanılır.
İnisiyasyon, tradisyonel ezoterik bilgilerin belli şartları taşıyanlar arasından seçilenlere uygulanan bazı deneysel sınavlar sonucunda başarılı olanlara aktarımı olarak da ifade edilebilmekle birlikte, inisiyasyon bilgi aktarımından ibaret değildir; hedef öğrencinin iç çalışmasıyla kendini geliştirerek, “kurtuluş” denilen hale ulaştırması ve spiritüel tesiri kendi başına aktarabilecek olgunluğa ulaşmasıdır.
Bu tür seçimler inisiyatörün sahip olduğu manevi nitelikleri taşıyanlar arasında yapılır; bu manevi nitelikler, kişinin irfanı kabul edip edemeyeceğini belli eden vasıflardır. Bu niteliklere sahip kişi manevi tekamül yoluna girmek üzere kendisi bizzat inisiyasyon merkezine gidebileceği gibi, bazen inisiyatör bu tür kişileri uzaktan takip edebilir ve belli bir noktadan sonra eğitim için yanına alabileceği gibi uzaktan da eğitebilir. Mevzu bahis vasıflara sahip kişiler belirli bazı yöntemlerle imtihan addedilen bir deneme sürecine sokulur; bunlar genelde manevi niteliklerin açığa çıkarılıp uygulanmasına dönük fiili sınavlardır.
Sınavlardan sonraki aşamada inisiyelere gizli sırlar öğretisi öğretilerek kişinin bilmek’le değil olmak’la sırları çözeceği gösterilir. Bununla birlikte inisiyasyon sürecinde devam eden eğitim üç ana başlık altında toplanır: Yaratıcı Mutlak Güç, İnsan ve Sırları, Kozmoloji.
Ezoterik Bilgi ile Egzoterik Bilginin Kıyası :
İnisiyatik bilgi, onun dışında kalan profan ya da egzoterik bilgiden tamamen farklı bir yapıda ve haldedir. Profan bilginin fiilen yaşama dahil edilmesi zor veya dolaylıdır. Oysa inisiyatik bilgi yaşamla daima iç içe olan belli bir tahakkuk süreci gerektiren bir bilgi türüdür. Zaten profan bilginin algı merkezi bilinçteki rasyonel akıl diyebileceğimiz dünyevi zeka ve kavrayışken inisiyatik bilgi kişinin hakikati idrak kabiliyeti olan müdrike, intelect’tir. Zaten entelektüel kelimesinin gerçek anlamı da bu irfanı kavramış yetkin kişilere işaret eder. İntelect rasyonelite gibi zekaya dayalı olarak değil bizzat idrake dayalı olarak hakikati sezer ve sonrasında açıkça görür. İnisiyasyonun temel konusu olan Yaratıcı Mutlak Güç insanı kendi kemali üzere var ettiği için inisiye eğitim sürecinde esasen öğrenmeye değil zaten kendi gerçekliğinde mevcut olanı hatırlamaya çalışır ve insanın bu yönüyle Kainat’ı incelemesi dahi aslında kendindeki bilgiye ulaşma çabasıdır. Bunun için de tüm gayretini kendini tanımaya vererek kıyaslamalı olarak Kozmolojide gördüğü manaların kendindeki sembollerini bir bir açığa çıkararak kendini gerçekleştirir.
Gizlilik İlkesi :
İnisiyatik bilginin avama anlatılamayacak sır nitelikli yapısı nedeniyle bu eğitimi aktaran merkezler tarih boyunca gizlilik ilkesiyle saklanmışlardır. Aksi takdirde aktarılan irfanın, dinin ezoterik yani içrek-batıni yönünü taşıması nedeniyle yanlış anlamalara ve inanç sapkınlıklarına yolaçacağı biliniyordu. Bu nedenle inisiyatik merkezler;
- 1. İnisiyelerin gizli seçimlerine dayalı bir yapısal genişlemeye sahip,
- 2. İnisiyatik öğrenimi tamamlamış inisiyelerin başkalarını yetiştirmek üzere oluşturulan hiyerarşik yapısı sayesinde öğretisi silsile ile aktarılan,
- 3. Öğretinin aktarımında hem kozmolojik varoluşla yapılacak olan kıyaslamalarda kolaylık sağlamaya hem de yine gizliliği devam ettirmede rol oynaması bakımından sembolizmin ağırlıklı olarak kullanıldığı toplumdan uzak merkezlerdir.
Gizlilik ve Dereceleme İlkelerinin Nedeni :
Ezoterizme göre, ezoterik bilgiler, yani hakikatler ve sırlar, herkese açıklanmamalı, ancak belli eğitimlerden geçip o bilgileri almaya hak kazanmış, layık olmuş kişilere belirli bir zaman içerisinde derece derece açıklanmalıdır. Kimseye, değerini ve anlamını anlayamayacağı böyle bilgilerin verilmemesi gerektiği gibi, kimseye kaldıramayacağı, taşıyamayacağı bilgi de verilmemelidir. Çünkü taşıyamayacağı bilgi, kişiye bir yarar vermeyeceği gibi, zararlı da olabilir. Bu bilgiler belirli semboller ve alegoriler vasıtasıyla aktarılır.Yüksek bilgiler insanlara anlayış düzeylerine göre ve anlayış düzeylerinin ilerlemesine göre derece derece açılan bir sembolizme bürünmüş şekilde verilir. Bu durum kutsal metinlerde de geçerlidir.
Ezoterizm Sözcük Anlamı :
“Ezoterik” sıfatının kullanımı antik çağlara kadar uzanmaktadır. Bu kavrama ilk olarak M.S. 2. yüzyılda Samasota von Lukian tarafından yazılan Aristoteles felsefesinin ezoterik ve egzoterik olarak ele alındığı hicivsel eserlerde rastlanılmıştır. Alexandria von Clemens de bu bağlamda ilk olarak “gizli tutma” kavramını kullanmıştır. Çok benzer bir anlayışla Romalı Hippolyt ile Chalkis’li İmablichos, Pisagor öğrencilerinin arasında egzoterik ile ezoterik olanları birbirinden ayırarak ezoterik olanların daha dar bir çemberde, seçici bir kurul içinde olduğunu ve belirli öğretileri ayrıcalıklı olarak dinlediklerini belirtmiştir. Yine Antik Çağlarda kullanılan bir başka anlamı da Platon felsefesini ve mistiğini anlamaya yönelik olan içsel bilgidir. Ezoterik kavramı, benzer ya da farklı anlamlarla ilerleyen zamanlarda da yazarlar tarafından kullanılmaya devam edilmiştir.
Ezoterizm kavramının geçmişi ise bu durumun aksine çok da eskilere dayanmamaktadır. Bu kavramda ilk olarak 1828 yılında Jacques Matter’ın Antik Çağ Gnostisizmi (tanrıyı kabul etme, bilme) üzerine yazdığı eserinde karşılaşılmıştır. Diğer yazarların da bu yeni türeyen sözcüğü kabul edip kullanmaya başlamalarının ardından Ezoterizm, 1852 yılında ilk olarak Fransızca bir sözlükte “içrek bilgi” (gizli bilgi) anlamına gelen sözcük olarak yerini almıştır. Daha sonra Eliphas Lévi’nin büyü konulu etkin kitapları dolayısıyla sözcük, anlamından çoğu kez uzaklaşmıştır. Bu eserlerde Okültizm (kara büyücülük, müphemcilik) sözcüğüne de ilk defa yer verilmiştir. O zamandan bu yana çoğu akım ya da yazarlar, sözcük hakkında kendi tanımlarını kendilerine özgü biçimde yapmışlardır.
Günümüzde Ezoterizm daha farklı olarak algılanmaktadır. Bilinmeyen, sır olarak kalmamalı; herkesin öğrenebileceği, öğrenme gereği duyacağı içrek bilgiler olarak algılanmalıdır.
Günümüzde bu kavramın başka bir genel karşılığı ise; asıl olan, kendine özgü kesin bilgiler ve bu bilgilere ulaşmayı sağlayan farklı yollardır.
Ezoterizm ve ezoterik kavramlarının bilimde iki farklı temel kullanımı vardır. Bu kavramı din bilimi alışılagelmiş tipolojide tanımlar ve belli yollarla dinsel formda karakterize eder. Genellikle, Ezoterizm kavramıyla bağlantılı olan içrek bilgi kavramı din biliminde yer almaktadır. Bir başka, bununla yakın bağıntılı ve Mircea Eliade, Henry Corbin ve Carl Gustav Jung tarafından temsil edilen bir geleneğe göre ise “ezoterik” dinin daha derini “içrek sırlarına” işaret eder, bu nedenle de aynı dinin örneğin sosyal kurumları veya resmi dogmaları gibi “egzoterik” boyutlarından ayrışma görülür. Her iki yaklaşım da her dönemin ve bölgenin çeşitli dinlerinde uygulanabilmektedir. Bu akım veya yönelimlerden ayrı tutulması gereken bir durum ise, özellikle batı kültüründe, belli benzerlikler gösteren ve tarihsel anlamda birbiriyle bağlı belli başlı akımları ezoterik olarak özetlemeye yarayan toplumbilimsel yönelimlerde söz konusu olmaktadır. Bu bağlamda son zamanlarda ortaya çıkan batı Ezoterizm’inden de bahsedilebilir. Ezoterizm tarihi çağlara göre de ayrılmıştır. Bazı yazarlar; Yeniçağ, Ortaçağ ve eski Antik Yunan çağı olarak Ezoterizm felsefesini gruplandırmışlardır. Bu gruplandırılan tanım ve kullanım alanları tamamen aynı olmasa da özde birbiriyle bağlantılıdır. Bunun yeniçağdaki bir örneğini Rönesans içindeki “hermetizm” (kapalılık) akımında görmekteyiz; bir başka tanımla “gizemli/müphem felsefe” diye bilinen bu yönelimde çok geniş anlamıyla Neo-Platoncu bir bağlam söz konusu olmaktadır, içinde ise Simyacılık, Paracelsusculuk, Gül Haçı tarikatçılığı, Hristiyan Kabala ve teosofi geleneği, İlüminata (Işık) tarikatçılığı ve 19. ile 20. yüzyılın New-Age Hareketine kadar sayısız müphemci/gizemci akımı vardır. Daha eski çağların dâhil edilmesi durumunda ise antik Gnostizm ve Hermetizm, Yeni Platoncu metin okumaları ve değişik gizemci “bilimler”in yanı sıra büyücü akımlar da sayılması gerekmektedir. Bunların hepsi, Rönesans döneminde iç içe geçip birbiriyle bir sentez oluşturmuştur. Bu açıdan bakılınca, teolojik bazdaki iki ilkesel yaklaşıma dair önlerde vurgulanan ayrım önemsizleşir, çünkü hem gizli tutma hem de toplumbilimsel araştırmalardaki “içrek yol”un boyutu ezoterik durumlarda görünebilir de, eksik olabilir de..
Batı Ezoterizm Tarihi :
Önsöz :
“Ezoterizm Tarihi”, konuyla alakalı net, kesin bir tanımlama olmadığından ve farklı tanım kullanımları olduğundan problem teşkil etmektedir.
Antik Dönem :
Bugünkü Ezoterizm görüşlerinin oluşmasına yardımcı olan ilk kanıt, Antik ve Yunan dönemi öncesinden bu yana süre gelmiş sosyal yapı ve öğretilerdir. Bu öğreti ve sosyal yapının çıkış noktası, kurucusu Pisagor’un olduğu dini felsefi okullar (M.Ö. 570–510) ve Pisagor taraftarlarının Kroton’da (bugünkü Güney İtalya’nın Calabria bölgesindedir) kurduğu tarikattır. Pisagor, diğer çağdaşları gibi (orfik ve farklı mistik kültler) ruh göçü inanışına bağlı olarak ruhun ölümsüzlüğüne inanmıştır. Pisagor, bedenin ruh için geçici bir yer olduğunu ve daha sonra bu tutsaklıktan kurtulup özgür olacağını savunur. Manevi yönden kusursuz bir hayat şartıyla ruh bedensel varoluştan kurtulur. Daha sonra bu inanışa göre; yeniden doğma daha yüksek bir mevki ile devam eder. Bu yeniden doğum dizisinden sonra bedensel dünyadan tamamen uzaklaşılır. Bu inanış, Homeros görüşlerine karşılık tam bir zıtlık oluşturur. Iliada’da belirtilen düşüncelere göre, ruh göçünün kabul edilir olduğunu; fakat ruhun her bedende farklı karakteristik özellikler gösterdiğini savunulur. Empedokles ve Platon gibi diğer önemli filozoflar da ruh göçüne (reenkarnasyon) inananlardandır.
Ezoterizm akımının diğer ana konusu ise daha önce Pisagor’un da ele aldığı tüm varoluş prensiplerinin yükselen değerlere sahip olduğu ile ilgilidir. Dünyanın çok sayıda karakterler armonisiyle düzenlenmiş “tek” (bütün) olduğuna inanılır. Ruh bir şekilde tüm evrenle genel, matematiksel ve ifade edilebilir bir uyum içerisindedir. Dünyanın ahenk içerisinde oluşu, Pisagor’un da ele aldığı gibi, gezegenlerin farklı hareketlerle oluşturduğu müzikal uyumdan kaynaklanmaktadır. Bu durumun asıl sebebi budur. Ayrıca, adalet ve ikilik gibi tinsel nitelikler ahlâki bakış açısıyla alakalıdır.
Platon, ruhun ölümsüzlüğünü tartışmacı bir şekilde kanıtlamaya çalışmıştır (Phaidon diyalogu). Bunun üzerine prensipte bedenden ayrı olarak ele alınan ruh, akıl aracılığıyla tanımlanmıştır. Ruhun asıl yeri, öldükten sonra geri döneceği saf ve ebedi düşünceler ve zihinsel varlıklar dünyasıdır. Pisagor’un da belirttiği gibi beden, ruhun bir dizi dönüşüm yaptığı ve saf bir yaşam sürmesi koşuluğuyla kurtulabileceği hapishanesidir. Ruh, bu kurtuluş sayesinde gerçek ruhsal varoluşuna geçebilmektedir. Bedensiz olarak ruh, ait olduğu sonsuz varlıksallıkları da doğrudan algılayabilir, görebilir, ancak bu bilgi bedende karanlık ve bulanık olarak durur, buna bağlı olarak da ancak kendi içine dönük ussal etkinliğin devamında bir anımsama veya hatırlama (Mnemosyne) olarak belirir. Platon, canlıların yanı sıra gezegenlerin ve hatta yıldızların da bir ruhu olduğunu ve onların da yaşadıklarını iddia eder.
Ezoterizm, Platon felsefesinde içe giden yol anlamına gelmektedir. Platon’un da görüşlerine paralel olan Ezoterizm öğretileri aracısız ve kolay kavranabilir niteliktedir.
Platon bir öğretici olarak önemli olan noktaların ipuçlarını verir ve kişi bu öğretiler ışığında kendi ezoterik bilgilerine ulaşır.
Platon’un ruh üzerine verdiği bilgiler, milattan sonraki zamanlarda ortaya çıkan Neoplatonizm (Yeni Platonculuk) akımına yol gösterici olmuştur. Neoplatonizm akımının Roma’daki en önemli öncüsü Plotin’dir (M.S. 205–270) ve antik çağ bitimine kadar felsefi görüşleri geçerliliğini korumuştur. Plotin insanın içinde zaten var olan ve farkında olmayı gerektiren tanrı inancı olarak da nitelendirdiğimiz içteki “ben” konusunu Platon’un öğretileri doğrultusunda ele almıştır. Bu sözü edilen konu, asıl ulaşılmak istenen ruh kavramını tanımlamaktadır. “Plotin düşüncelerinin en önemli özelliklerinin mistik olarak kabul edilmesi” adlı eseri yazan filozof Wolfgang Röd, “archimedischen Punkt europäischer Seeleninterpratation” (Avrupa Ruh Yorumlamasının Arşimet Noktası) ve “Bugünkü Ezoterizm görüşlerinin yöntemsel ve kilit noktaları” adlı eserin yazarı Ezoterizm filozofu Kochu von Stuckrad bu konuda Yeni Çağ hareketini başlatmışlardır. Plotin’in ele aldığından daha ayrıntılı olarak ele alınan mistik unsurlar konusu büyü konusuyla bağlantılı olarak Iamblichos (M.S. yaklaşık 275–330) ve Proklos (5. yy) tarafından ele alınmıştır. Bu söz konusu felsefeciler kendi dönemlerinde merakın da artmasıyla mistik dinler, büyü ve kehanet üzerinde çalışmışlardır. Röd, Neoplatonik felsefenin değişimi konusuyla alakalı olarak “Teosofi ve Büyücülük Neoplatonizm’in alt konusudur.”demiştir.
Ezoterizm’e büyük değerler kazandırmış Helenistik dönemde yaygınlık kazanan başka bir gelenek de tanrı Hermes ile bağlantılı olarak Mısır mitolojisi ve büyülerinin ve Yunan felsefesinin senteziyle ortaya çıkan Hermetizm’dir. Burada daha çok Yunan-Roma düşüncelerinde daha az ele alınan “tanrı” ve “asıl insan” gibi ana konular ön plandadır. Hermetizm’in bir başka ana konusu ise mikro evren ve makro evren çerçevesindeki astrolojik karşılıkların Sympathie (birleşik duyu; duyu bütünlüğü, algısal uyum) ile olan ilişkisidir. Daha sonra Neoplatonik kavram çerçevesinde tüm evren ve evrene hâkim ilahi güç aracılığıyla ruhun ölümsüz olması düşüncesinin yaygınlaşması belli başlı etik yönelimlerin ve bilgilerin ortaya çıkmasını mümkün kılmıştır.
Diğer önemli işaret ise Gnosis (tanrıyı bilme) olarak da tanımlanabilecek Antik Çağ’ın son dönemi, çeşitli din akımlarının etkileriyle oluşan ruhun işkenceden kurtulması düşüncesidir. Bu çok yönlü dinsel hareketler M.S. 1. yüzyılda Mısır’da ve Doğu Roma İmparatorluğu’nda ortaya çıkmıştır. Söz konusu bu hareketler, putperestlik, Yahudilik ve Hristiyanlıkta da görülmüştür. Ayrıca, Yunan felsefesi de bu dini düşünceyle paralel gelişmiştir. Bunun yanı sıra son derece önemli olan diğer kavram ise ikilik kavramıdır. Bu kavramın ana hatları ve hareket alanı oldukça belirgin ve katıdır. İkilik, tinsel bağlamda ruhsal dünyanın ve gelip geçici kabul edilen madde dünyasının birbirinden keskin bir şekilde ayrılmasıdır. Bu tanıma aydınlık ve karanlık, iyi ve kötü kavramları da örnek gösterilebilir. Kutsal dinler üzerinde çalışan yazarlar bu doğrultuda anahtar bulgu elde etmişlerdir. Bu, geliştirilen söz konusu hava ve gazın birlikte kullanımı (Pneumatik) bulgusu ruhsal gerçekliği kolay anlaşılır kılmıştır. Hristiyan Gnostisizmi’nde özellikle tek ve gerçek kabul edilen inanç olarak İsa Mesih’in ve buna bağlı olarak dünya tarihinde kabul görmüş düşünce ve görüşlerin gerçek olmadığı kabul edilir.
Gnostik düşünce akımı hem felsefi açıdan hem de güçlü kurumsal içyapısı açısından merkez kiliseye karşı çıkışlarını sürdürmüştür. Merkez kilisede, kilise kavramının oluşumu ve Hristiyan Gnosisi’nin farklı düşünceleri arasında keskin bir ayrılık söz konusudur.
Papa Clemens’lerin (I ve II) ve Origenes’in etkili teolojik öğretileri Gnosis fikirlerine yakındır. Gnosis ve bu öğretilerin yakınlığı tinsel yüce bilgilerin yayılmasını sağlamak vasıtasıyla olmuştur. Bu yayılma sırasında o döneme ait talepler de bu yönde gerçekleşmiştir. Origenes, o dönemki karşıtı Salamis von Epiphanes tarafından “baş sapkın” olarak ilan edilmiştir. Hristiyanlar arası Katolik ve Ortodoks mezhepleri kolayca tanımlanırken kilise karşıtları “Gnosis” ve “Gnostisizm” kavramlarını tanımlamada problem yaşamışlardır.
Hristiyan eleştirmenler ve Gnostik diye adlandırılan düşünce biçimi arasındaki temel fark, kendi öğretilerinin tekliği ve tanınan nesnelerin bir güce sahip olduğu düşüncesini yaymaktır. Bunun tam tersi kilise, insanın öğrenme isteğini sınırlamakta ve sadece dini hususlara değer vermektedir. Kilise böyle bir bilgi otoritesi olma yetkisini, sadece kendisi tarafından resmi geçerli ilan edilip kabul gören yazı ve metinlerin içeriği ve kendisi tarafından öngörülen inanç kurallarına dayandırmaktaydı. Bu tür açıklamalar somut anlamda özellikle Astroloji ve büyü kavramlarını sorgulamaya neden olmuştur. M.S. 4. yüzyıla kadar kilisenin gücü öylesine hükmedici durumdadır ki önemsiz hatalar yüzünden yakılma ya da kılıçtan geçirilme gibi ölüm cezaları yaygınlık kazanmıştır. Bu tür sapkınlıklar zaman geçtikçe etkisini kaybetmiş ve daha sonra da yok olmuştur; çünkü insanoğlu, 20. yüzyıla kadar sürekli gelişmiş ve Irenäus von Lyon gibi kilise karşıtları objektif açıklamalarla insanları aydınlatmıştır. İlk olarak 1945 yılında Mısır’da gnostik içerikli Nag Hammadi metinlerinde “büyüler” başlığı altında toplamış ve ilk defa kendi fikirlerini eklemeden tarafsız, açıklayıcı ve net bir bakış açısı sunmuştur. Ortodoks mezhebi, toplanan bu metinleri tanımaktadır.
Ortaçağda Ezoterizm :
Ortaçağ’da Hristiyan camiasının Antik Dönem öğretilerinin büyük bir bölümü etkisini yitirirken, İslam dünyasında bu düşünceler geçerliliğini korumaya devam etmiştir. İslam dininde ortaya çıkan bu düşünceler, farklı dinsel kültürlerden ve daha çok Musevilik dininden kaynaklanmıştır. Özellikle, insanın benliğinde yaşadığı uyanış ve İncil’de bulunmayan dini ibareler Ortodoks Hristiyanlığı tarafından kabul görmemiştir. Bunun yanında Akdeniz ülkelerinde Pagan dini “”ahmet reis” tarafından ortaya çıkarılmıştır; Yakın Doğu’da ise, Ortodoks Hristiyanlığının yanı sıra özellikle Mani dini, Zerdüştlük ve İslamiyet yayılmaya başlamıştır. Diğer taraftan, özellikle Benedikt Tarikatı tarafından yeni kurulan 529 manastır, kuzeyde yayılmaya başlayan Mistisizm inanışını benimsemiştir. Havari hikâyelerinde adından sıkça bahsettiği Pavlus ile aynı dönemde yaşayan yazar Dionysias Areopagita’nin 5. ve 6. yüzyıllarda yaygınlaşmış olan Ortaçağ Mistisizmi’nde büyük etkisi olmuştur. Dionysios, Platon’un da ele aldığı “negatif” Teoloji kavramı üzerinde durmuş, tanrının ulaşılmaz yüceliği konusunu incelemiştir. İlk olarak tanrının tekliği hakkında şimdiye kadar süre gelen bilgilerin koşulsuz geçerliliğini ortadan kaldırmıştır. Ayrıca Dionysios tanrı ile insan arasında aracı olduğuna inanılan meleklerin hiyerarşik yapısını belirlemiştir.
Yaklaşık yüz yıl sonra Pavlus’un da daha önceleri kısaca değindiği 5. yüzyıl sonlarına doğru ortaya çıkmış, bugün bile geçerliliğini koruyan bu yazarın söz konusu yazıları insanlar arasında derin bir şüphe uyandırmıştır.
8. yüzyıldan itibaren Güney İspanya’da hoşgörülü Arapların inanışıyla İslam, Hristiyanlık ve Musevilik dininin inanışları ortak bir paydada harmanlanarak birlik oluşturmuşlardır. Bu birliğin oluşumuyla İslamiyet’te Sofizm akımı ortaya çıkmıştır. Platon ve diğer filozoflar bu tarihten itibaren batı Avrupa’da daha da tanınmışlardır.
12. yüzyılda Güney Fransa’da Musevilik diniyle alakalı olan Kabala, yeni mistik düşünce olarak ortaya çıkmıştır. Kabala önceleri Musevilikte bilinen bir inanışken daha sonra Ezoterizm tarihinde önemli bir role sahip olmuştur. İlk başta kutsal kitap olan Tevrat’ın açıklanması engellenmiş; fakat Kabala daha sonra kendine özgü mistik ögelere sahip inanışıyla bu engeli kaldırmayı başarabilmiştir. Bazı Kabala inanışına sahip kişiler -en tanınmışı Abraham Abulafia’dır- Hristiyan Gnostikler gibi, bir kişinin sadece Tevrat’a bağlı kalmayabileceği, aynı zamanda kesin olarak kabul görmüş mistik deneyimlere de inanabileceği görüşünü savunmuştur.
Bingen Hildegard, “Tanrısal eserlerin kitabı” adlı eserini bu bağlamda yazmıştır. İnsanların sanrı tasviri, 13. yüzyılda ‘tek evren’in bir parçası olan Hristiyanlıkta da kozmolojik öğretilerin, karşılıklarda düşünmenin, hayal gücünün ve ruh transferinin üst başlığı olarak daha sonraları Ezoterik adıyla anılacak olan resmi ve önemli bir yer edinmiştir. Buna örnek olarak; Almanya’dan Mistik inanışa sahip Bingen Hildegard, Fransa’dan Chartres’de Platon’un düşüncelerini benimseyen okul, İtalya’dan hayalci Fiore Joachim ve Fransisken, İspanya’dan Mallorquiners Ramon Llull’un Yeni Platoncu yaklaşımını ortaya koyan Kabala’yı andıran öğretisi ve İngiltere’den Oxford (Robert Grosseteste’daki ışığın teozofisi ve Roger Bacon’daki simya ve astroloji) gösterilebilir. 1300’lerde Teolojide, Rasyonalizmi vurgulayan ve hayalciliği reddeden Averroizm üstünlüğü görülmüştür.
Özellikle Mistisizm 14. yüzyılın ilk yarısında temsilcilerinin Latince yerine şu ana ait halk diline önem vermemeleriyle hatırı sayılır gelişmeler kaydetmiş ve popüler hale gelmiştir. Burada önde gelen kişiler ise Alman Dominik (rahibi) Usta Eckhart, Johannes Tauler ve Heinrich Seuse’dir. Buna ek olarak; Hollanda, İngiltere, Fransa, İtalya ve İspanya’da da temsilciler olmuştur. Bu Mistizistlerin deneyimlerinin ve kullandıkları kavramların çeşitliliği içinde onların hedefi; Mistisizim Birliği, mistizist birleşme ya da insanların tanrıyla ortak komünyon oluşturması “ruhun gerisinde tanrının doğuşu” olmuştur. Eckhart’ın mistizist düşünceleri Ortaçağ Mistisizminin tepe noktasına ulaşmıştır; aynı zamanda Mistisizm için Yeni Çağ‘ın ilk dönemlerinde uyanışa geçen yeni bir çıkış noktası da oluşturmuştur. Eckhart için Mistisizm kendinden geçmiş bir hayranlığı değil, tartışmaya, sonuçlara odaklanmaya, saltlığın kavranmasına ve tek olmaya dayalı özel bir düşünce tarzını yansıtmaktadır. Bu görüşle Eckhart Johannes Scotus Eriugena, Dionysios Areopagita ve Yeni Platonculuk geleneği içinde kalmıştır. Çoğu zaman Almancayı kullandığından dolayı, Hristiyan teolojisi içindeki bu platonik yöneliminin en güçlü temsilcisi olarak ortaya çıkmıştır. Buna karşın, ölümünden sonraki dönemde onun öğretisi bir tür İncil dışı inanış olarak yargılanmış ve görüşlerinin yayılması karmaşık teolojik ekol tartışmalara vesile olması nedeniyle eleştiri görmüştür. Büyü ve Astroloji gibi Ezoterizm inanışları Ortaçağ’da yayılmıştır. Ayrıca büyü o dönemde melek ve şeytanlarla (Invokation) ilişkilendirilmiş ve şeytanın varlığı teolojide iyi olarak bilinen melekler kadar kabul görmüştür. Simya, İspanya’daki Arap Müslümanların öncülüğünde 12. yüzyılda kesin olarak kabul görmüştür.
Ezoterik Bilgiye Modern Bakış Açısı :
Tarihsel planda genel olarak, ‘ezoterik bilgi’ belirli grupların, farmasonlar gibi, dışarıdakilerden (halktan) sakladığı bilgiyi tanımlamakta kullanılmıştır. Son zamanlarda, okült ve mistik öğretilerin halka daha fazla yansıması ile beraber, daha farklı bir ezoterik anlayış önem kazanmıştır; ancak ferasetli ve farkında bir azınlık tarafından anlaşılabilen kompleks ve güç bir tür bilgi. Bu anlayışta, ezoterik bilgi çoğunlukla dışarıya dair bilgilerden farklı ve uzak olan derin, kişinin içinde sakladığı bir tür hikmettir.
***
Varoluşun Sırrı Varoluşun İçindedir :
Varoluşumuzu anlamanın yolu kendimizi tanımakta, bunun yolu da içe dönüşte saklı… Bu yolda ilerledikçe devreye ezoterizm giriyor. Varoluşumuzla ilgili büyük bilmeceyi çözmek için belki de geçmişin izlerini farklı gözlerle sürmek gerekiyor.
Ezoterik çalışmalar, insanoğlunun binlerce yıldır sorduğu “Ben kimim, dünyada yaşamın gayesi nedir, varoluşun sırrı nedir?” gibi soruların cevaplarını araştırıyor. Bu soruların cevaplarına yaklaşabilmek için de insanın kendini keşfetmesi, içine dönmesi ve cevapları kendinde araması gerektiğini savunuyor. “Kendini keşfetme yolculuğu Mu’ya kadar nasıl uzanıyor?” diye merak ettik.
Ezoterizm hakkında bildiğimiz dışa kapalı bir öğreti şekli olduğu. Nedir ezoterizm? Neye dayanıyor?
Ezoterizmin Osmanlıca karşılığı “Bâtınilik”tir. Bâtın; iç yüz, içteki anlamına gelir. Yani içteki gizli olan anlamındadır. Ezoterik öğreti, herkese açıklanmayan ve öğretilmeyen, gizli bir yerde gerçekleştirilen bir öğretim şeklidir. Bu öğretinin kökeni de bundan binlerce yıl önce, kıtaların batmasıyla yeryüzünden silinen Mu ve Atlantis uygarlıklarına dayanır.
Kozmik kökenli Mu ve Atlantis’in sırlarını öğrenen devremizin insanları, binlerce yıl önce bu bilgileri kuşaktan kuşağa aktarmışlardı. Günümüze kadar ulaşan bilgilerin kaynağı da aslında bu kadim öğreti sistemine bağlı.
Ezoterik bakış açısının temel prensibi nedir peki? Neyi içeriyor bu öğretiler?
Ezoterizmin ana konusu, insan, yaşam ve evrendir. Ezoterizme göre varoluşun sırrı da varoluşun içinde saklıdır. Bu sebeple insanın kendini tanıması için içine dönmesi gerekir. Hiçbir şey göründüğü gibi değildir, ruhsal ve maddesel oluşumların altında görünmeyen gerçekler yatar. Doğal olanı incelerken onda doğaüstü olanı da görebiliyorsanız ezoterik olarak çalışıyorsunuz demektir. Çünkü her şey, bir şeyin sembolüdür. Herhangi bir sembolün içerdiği anlam yani sır, onun içinde gizlidir.
O sembolü bir bilmece gibi çözmeden o sırla yüz yüze gelinemez. Ezoterizmin en temel bilgilerinden birine göre parça, bütüne ait bilgi taşır. Bu nedenle insanda da tanrısal bilgiler gizlidir. Ezoterik inisiyasyonun amacı insandaki bu tanrısal bilgileri ortaya çıkartmaktır. Bir zamanlar mabetlerde bu içsel sırlara ermeyi amaç olarak seçen kişiler de bu bilgilerin peşindeydiler.
Kozmik bilgilerin saklı bir şekilde öğretilmesi nereden kaynaklanıyor?
Bu zaruretten doğmuş bir sistemdir. Bu bilgilerin herkese açıklanmamasının sebebi içinde yaşamakta olduğumuz şartların bir gereğiydi. Sır sükunet içinde alınır ve kimseye söz edilmezdi. Bu öğretiye dahil olan kişi, inisiyasyon yoluyla kendinde zaten var olan içsel bilgilerle yüz yüze getirilmeye çalışılırdı. Bu bir iç değişim değil içtekinin açığa çıkmasıdır.
Bu eğitimde ezoterik sırlar müridin göstereceği çabaya göre değişen bir süre içinde verilirdi. Sırrın içerdiği bilginin içselleştirilmesi de gerekiyordu çünkü zamanından önce açıklanacak bir sır, kişinin bilgiyi yanlış yorumlayarak yanlış sonuçlar çıkarmasına ve ciddi sorunların oluşmasına da sebep olabilirdi. Bu nedenle sırlar idrak edemeyecek olanlardan saklanırdı. Bir hazırlık ve hazmetme devresi gerekliydi. Bu şimdi günümüz için de geçerlidir. Artık toplu inisiyasyon devri kapanmış, bireysel inisiyasyon dönemi başlamıştır. Günümüzde artık inisiyatik çalışmalar yok.
Öğretinin kökeni Mu ve Atlantis uygarlıklarına dayanıyor.
Mu uygarlığını bugünkü uygarlığımızla mukayese ettiğimizde çok ileri seviyede olduklarını söyleyebiliriz. Bugün bizler için kapalı kalmış olan kozmik bilgiler, insan varlığının özellikleriyle ilgili bilgiler ve ruhsal konudaki bilgiler o dönem apaçık günlük hayatlarının içindeydi. Mu’da ezoterizm diye bir kavram yoktu çünkü apaçık bilgiler vardı, gizlilik yoktu. Mu uygarlığının dünya sahnesinden silinmesiyle birlikte, kıta batmadan önce çeşitli kıtalara göç ettiler. Çünkü artık kıtanın batacağı anlaşılmıştı. İlk önemli göç Atlantis’e yapıldı. Bizim kıtamıza, Orta Asya civarlarına da göç ettiklerini biliyoruz.
Mu kültürü Atlantis’te uzun yıllar yaşadı. Atlantis’in batışı günümüzden yaklaşık 12 bin 500 yıl önceydi. Dünyanın aşağı iniş sürecinden bahsederiz ezoterizmde. İşte bu aşağı iniş süreci ile birlikte apaçık olan bilgiler yavaş yavaş dejenere olmaya başladı. Özellikle Atlantis’in son dönemlerine doğru birlikten uzaklaşıldı ve dualiteye geçildi. Yani pozitif ve negatif kutuplar dünyada etkin olmaya başladı. Daha önceleri böyle bir atmosfer yoktu, dünyanın aurası yani manyetik enerjisi çok farklıydı. Bu bozulma ve kutuplaşma ile birlikte Atlantis’te de iki kutup oluştu. Pozitif kutup eski Mu kültürünü devam ettirdi. Negatif kutup ise negatifi yaymaya başladı. Bu aslında insanlığın aşağı iniş sürecinin doğal ve ilk başta kararlaştırılmış bir kaderiydi. Negatif enerjiler yoğunlaşmamış olsaydı insanlığın aşağı iniş süreci de gerçekleşemezdi. Niçin böyle bir sürece ihtiyaç olduğu apayrı bir söyleşi ve kitap konusu. Sonuçta böyle bir sürecin içine girildi.
Kısaca açıklayabilir misiniz? Nedir bu iniş ve çıkış süreci?
Envolüsyon ve evolüsyon yasası, ezoterizmde iniş ve çıkış yasası olarak adlandırılır. Bu yasa evrenin her köşesinde işler, böylece evrenin varoluşunu ve sürekliliğini sağlar. Aynen nefes alış ve verişimiz gibi. İnsanda da sürekli bir evolüsyon ve envolüsyon hareketi meydana gelir. Bu yasa doğum ve ölümde de kendini gösterir. Mikrokozmosta vuku bulanlar benzer şekilde makrokozmosta da meydana gelir. Çünkü yukarıdaki nasılsa aşağıdaki de öyledir.
Ezoterik öğretiye göre dünya insanlığının macerası da bir envolüsyonevolüsyon dualitesi içindedir. Yükselişe geçmeden önce aşağılara iniş vardır. Bu düşüşün akabinde bir yükseliş doğacaktır. Bu insanın iç kıyametidir ve kastedilen kıyamet uyanışı, yaşamın amacını kavramaya başlayışı sembolize eder. Ezoterik bilgilere göre eski anlayışların ve bilgilerin yerine gelecek olan yepyeni anlayışlar ve bilgilerle insanlık yukarı çıkış sürecinde büyük bir hız kazanacak ve kaybettiği değerlere yeniden kavuşacaktır. Böylece binlerce yıldır söz edilen Altın Çağ’a ulaşılacak ve daha sonra büyük devre sona erecektir.
Mu döneminin de Altın Çağ olduğundan söz edildiğini duyuyoruz. İnsanın yeniden kozmik bilgilere ulaşacağı anlamına mı geliyor bu?
Evet, ezoterizmde Mu dönemine Altın Çağ derlerdi. Hatta sembolik bir şekilde insanların tanrılarla birlikte yaşadığı bir dönem olarak ifade edilirdi. Şimdi nereye doğru gidiyoruz derseniz, evet tekrar o Altın Çağ’a doğru yürüyoruz, diyebilirim. Şu anda etrafımızı saran karanlıklar bizi yanıltmasın. Yavaş yavaş herkes içindeki o gücü daha da yoğun hissedecek. Fakat bunun için bilgiye ve kendi üzerinde çalışmaya ihtiyaç var. Aşağı inişin ilahi bir karar olduğunu bilmek bakış açımızı fazlasıyla değiştirir.
Şöyle bakılabilir; aslında ilahi bir deneyin içindeyiz. Ruh varlığı bedenlendikten sonra ne kadar kabalaşırsa kabalaşsın, ne kadar ağır şartlara girerse girsin içindeki ilahi kıvılcımı yaşatmayı becerebilecek mi? Bunun bir sınavı yaşanıyor. Yavaş yavaş yukarı çıkıyoruz. Bu zaten öyle olacak. İstesek de istemesek de…. Çünkü istemesek de aşağı inecektik. “Dönüşünüz banadır” sözünün bir anlamı da budur. Bu mükemmeliyete insanlar tekrar kavuşacak. İnsanlığın kökeni dendiği zaman dinler nereyi işaret eder? Cenneti… Yani biz cehennemden gelmedik, cennetten geldik. Cennet mükemmeliyet çağını temsil eder. Altay Yaradılış Efsanesi ve Tevrat’taki yaratılış efsanesi de aynıdır. Hepsi aslında sembolik olarak aynı şeyi anlatıyor.
Mu döneminde insanların tanrılarla birlikte yaşadıklarını söylediniz. Bu ne demek?
Ezoterizmde tanrılar, tanrıoğulları, yılanoğulları gibi tanımlamalar vardır. Bunlar evrensel idare mekanizmasının bizzat kendisini ifade eder. İsa Peygamber, tanrının oğlu olduğunu söylemiştir. Fakat bu Allah’ın oğlu olduğu anlamına gelmez. Tanrıoğulları denen, evrensel idare mekanizmasının bir üyesiydi. Bunu ruhsal idare mekanizması olarak tanımlayanlar da oluyor. Fakat en kapsamlı şekilde, Dünya da dahil olmak üzere bu seviyede olan gezegenlerin eğitiminden sorumlu olan bir sistem var. Buna, evrensel idare mekanizması diyoruz. Tanrılardan kastedilen o evrensel idare mekanizmasının unsurlarıdır özetle. Mu neden tanrılarla birlikte yaşardı? Çünkü bu evrensel planla sürekli irtibat halindeydiler. Burada yaşarken adeta orada yaşıyor gibiydiler. Astral tortuları olmadığı için hayal bile edemeyeceğimiz türde bir medeniyet söz konusuydu. Telepatik yetenekleri açıktı, sürekli ruhsal irtibat halindeydiler.
Astral tortu ile neyi kastediyorsunuz?
Bu dünyaya doğarken salt bir ruh varlığı olarak doğmuyoruz. Bir astral yapı kullanmak zorundayız. Yani ruhsal enerji ile fizik enerjiyi bir arada tutacak bir sisteme ihtiyaç var. Bu yapı birbirine tesir alışverişi yapılmasına olanak sağlıyor. Dünyaya doğarken, dünyanın o zamanki aurasını da bir kabuk gibi alan bu yapıyla birlikte geliyoruz. Yani sadece buraya doğmak yetiyor astralimizin kabuklaşması için. Sonrasında dünyada ürettiğimiz her negatif enerji bu kabuğa bir kabuk daha ekliyor.
Dinlerin insanları iyi ahlaka yönlendirmesi, en basit tabiriyle yalandan uzaklaştırmaya çalışması, bu pozitif enerjiyi daha fazla kullanmamız için tortuları azaltma çabası. Yani esas hedefimiz bu astral tortunun temizlenme çalışmasıdır. Şu an sırtımızda o kadar çok yükle dolaşıyoruz ki ne kadar temizleyebilirsek o kadar rahatlarız. Bu zor bir çalışmadır, çok da güle oynaya olmaz kabukların atılması. Mısır mabetlerinde bu çalışmanın yıllarca sürdüğünü söylemiştim ve inisiye adayı son aşamaya kadar da gelemiyordu.
Şimdi herkesin dilinde olan bir şey var mesela, özellikle New Age akımında “Bizler tanrısal varlıklarız” derler. Tamam bu sözel olarak doğrudur fakat biz ne anlıyoruz bu bilgiden. Tanrısalız ama nasıl? Yetiyor mu bu bilgi bize? Herkesin dilinde olan ve sözel olarak doğru olan bir bilgi hiçbir işimize yaramaz. Aynı şekilde bu bilginin de bohça bohça anlamı var. Astralin temizlenmesi başlı başına bir çalışmadır. Mitolojilerde canavarlarla mücadele motifleri vardır. İşte bu astral tortularla mücadelenin sembolüdur.
Mu ve Atlantis’e geri dönelim. Atlantis de battıktan sonra nasıl devam etti peki süreç?
Atlantis’ten özellikle Mısır’a yapılan yoğun göçler, Mısır’da kökeni Mu uygarlığına dayanan bilgilerin merkezileşmesine sebebiyet verdi. Pozitif kutupta yer alan rahipler Mısır’a geldiler. Dünya üzerindeki diğer uygarlıklardan çok farklı bir uygarlık tipinin ortaya çıkmasının sebebi Mısır’ın tamamen bir Atlantis kolonisi olmasına bağlıydı. Bu bilgiler Mu’dan Atlantis’e, Atlantis’ten de Mısır’a geldi. Dünyanın başka merkezlerine de gittiler ama Mısır’ın farklı bir özelliği vardı. Bu bilgiler Mısır’a geldikten sonra Atlantisli rahipler tarafından kurulan mabetlerde yaşatılmaya devam etti. Dünyanın aşağı inişi o kadar hızlanmıştı ki artık bilgiler apaçık bir tarzda verilemeyecek bir boyuttaydı.
Kozmik kökenli bilgiler ve sırlar negatif alanda kullanılmaya başlanmıştı. Dünyanın dengeleri bozulmuştu, bu sebeple bilgiler sadece mabetlerde yetiştirilen ayıklanmış, seçilmiş az sayıda insana aktarılmaya başlandı. Biz buna Mısır inisiyasyonu diyoruz. Bu kişiler dünyanın çeşitli yerlerinden gelip eğitim gördüler. Mısırlı rahipler burada inisiyeler yetiştirdi. Atlantisli rahipler mabetlerine almaya karar verdikleri kişilere bu sırları verdiler. Ama sırlar çok uzun yıllar süren bir eğitim sonunda elde ediliyordu.
Pisagor, Eflatun ve Yunan filozofu olarak tanıdığımız birçok kişi bu mabetlerde eğitildi. Bu kişiler eğitim aldıktan sonra kendi ülkelerine geri döndüler. İşte ezoterizm burada başladı. Mısır’da almış oldukları bilgileri bohçalar içinde üstünü örterek, sembolik ifadelerle kendi ülkelerinde anlatmaya başladılar. Kendi okullarını ve mabetlerini de kurdular. Mimarinin, felsefenin, matematiğin ve sanatın her çeşidinin ilhamı kaynağı bu bilgilerden çıktı.
Geçmişin izlerini sürüp, sembolleri çözmeye ve kadim bilgilerin sırlarına ulaşmaya mı çalışıyoruz şimdi?
Evet, şimdi biz bir zamanlar Mısır’da bohçalanan bilgilerin bohçalarını açmaya çalışıyoruz. “Peki madem açılacaktı niye kapatıldı?” diye sorulabilir. Bunun böyle olması ilahi olarak planlanmıştı. Mu ve Atlantis’in var olmuş olması bize bir şey katmaz, ama onların elindeki bilgiler varoluşumuzu, bizi, genetiğimizi değiştirir. Bilgi sadece sözel olarak aktarılan bir nesne değildir. Bilgi enerjiden oluşur ve çok büyük değişime sebebiyet veren bir niteliği vardır. Dolayısıyla bu bilgiler bizim anlayışımızı değiştirecektir.
Ezoterizmdeki sembollerin ışığında bazı şeyleri yeniden gözden geçirmemiz gerektiğini söylüyorsunuz. Fakat bu sembollerin günümüzde de kötüye kullanılması söz konusu değil mi?
Atlantis’te kutuplaşmadan bahsetmiştim. Agarta pozitif kutbu, şambala ise negatif kutbu temsil ediyordu. Bunlar gizli yer altı merkezlerini kurduklarında aynı bilgiye sahiptiler. Yani bu bilgilerin pozitife hizmet etmesi gibi negatife hizmet etmesi de söz konusu. Bizim şu an için sır diye tabir ettiğimiz bilgiler her ikisinde de vardı. Ama bu bilgileri nasıl kullandıkları önemliydi. Bunların içinde öyle bilgiler var ki düşünce konsantrasyonu ile karşınızdaki kişiyi felç edebilirsiniz. Bunları negatif yönde çok yoğun olarak kullandılar o dönem. Tarih boyunca şambala birçok insanla irtibata da girmiştir. Bunun tarihte en büyük örneği Hitler’dir. Zaten şambalanın hakimiyeti altında aşağı inmiş bulunuyoruz. Şambalanın gücü ile şu anda dünyayı kötü yönde idare eden birçok lider var. Bu güçleri pozitif yönde kullanmak ise çok şeyi değiştirir. Astral tortularımızı bu sebeple de temizlememiz gerekiyor.
Dinlerin vermek istediği mesajı anlamak için bâtıni yani ezoterik açıdan incelemek mi gerekiyor?
Ezoterizmin içindeki bilgileri öğrenmek ve dinsel metinleri bu bilgiler ışığında okumak dinlerin içindeki gerçek mesajı anlamamızda bize çok büyük kolaylık sağlar. Çünkü dinlerin dili semboliktir ve bu semboller ezoterik içeriklidir. İnandığı dinin aktarmış olduğu mesajları mümkün olduğunca kapsamlı olarak öğrenmek isteyen herkes ezoterizme müracaat etmek zorundadır, aksi takdirde bu ilahi mesajlar kapalı kalacaktır. Ezoterizm ne dinle ne de bilimle çelişmez. Tam tersi din-bilim çelişkisini çözmek için ezoterizm bize yardımcı olur. Kitabi dinler olarak adlandırdığımız dinlerin şu anda hala dünya halkları tarafından tam olarak anlaşılamamasının nedeni, ezoterizmin içindeki bilgilerin bilinmiyor olmasından kaynaklanmıştır. Mezheplerin ortaya çıkışı da bu anlayışsızlığın bir ifadesidir.
Dinin doğru yorumlanamayışı bilinç düzeyimizin artmasına da engel oluyor. Çünkü dinlerde de bohçalama sistemini kullanmıştır. Dinlerde açık bilgiler yoktur. Ateş bir semboldür ezoterizmde ve dolayısıyla cehennemde yanmanın da bir sembol olduğunu bilmek lazım. Sufizm’de cennetin yolu cehennemden geçer derler. Bu önemli bir bilgidir ve üzerinde düşünülmesi gerekir. Kur’an-ı Kerim’de dile getirilen cehennem ateşi bir arınmanın sembolüdür. Astralimizde biriken tortuların yakılmasını sembolize eder. Ancak o zaman biz kendi öz varlığımız ile bütünleşebiliriz.
Mısır mabetlerinde on yıllarca süren çalışmalarda sadece bilgi verilmiyordu. Mabete bağlanan kişinin astral tortularının yakılması ile uğraşılıyordu, esas inisiyasyon buydu. İnisiyeyi kozmik irtibata getirme çalışmasıydı bu. Dolayısıyla insanlar hangi dinin kimliği içinde kendini görüyorsa öncelikle onun kitabını birkaç defa okuyup, ezoterik semboller ışığında gözden geçirsinler. İşte o zaman çok daha farklı bir tablo karşımıza çıkacak. Ve o tablo gönlümüzü ışıtacak. Günümüze kadar hala dinler arası bir barış sağlanamadıysa bu dinlerin bize sunmuş olduğu ışıkla insanların henüz yüz yüze gelememiş olmasından kaynaklanıyor. Halbuki bütün dinlerin kaynağı aynı. Dinlerin ışığını görmek insanları değiştirir.
“Gizli Sırlar Öğretisi” kitabınızda Atatürk’ün Mu uygarlığını araştırdığından bahsediyorsunuz. “Gizli Yönleriyle Atatürk” kitabınızda da bu konuyu daha detaylı anlatıyorsunuz sanırım. Atatürk’ün Mu’ya olan ilgisinin sebebi neydi?
Son dönemlerde herkes tarafından duyulmuş olan Mu uygarlığını Türkiye’ye tanıtan aslında Atatürk’tür. Türkler’in kültür kökenini ortaya çıkarmak Atatürk’ün en büyük isteklerinden biriydi. Sağlığının bozulduğu son dönemlerde Mu uygarlığını araştırıyordu. Türkler’in kökenini araştırmak için girmişti bu çalışmaya. İlk çalışmalar 1937’de Atatürk’ün bu konudaki çok önemli kitapları Türkçe’ye çevirtmesiyle birlikte başladı.
Tercümelerde Maya dilinin yeryüzünün ana dilinden gelmiş olduğunu, tüm dillerin orada doğduklarını ve ana dilin Mu dili olduğunu belirten bölümlerin altı Atatürk tarafından çizilmiştir. Tercümelerde Atatürk tarafından altı çizilen diğer bölümler ise ırkların kökenini ve insanın yaradılışını anlatan satırlardı. Bu kitaplar çok uzunca bir süre Türk Dil Kurumu’nun arşivlerinde kaldı, basılmadı. Son 10 yıldır ise bu konu üzerinde daha fazla düşünülmeye ve çeşitli yayınlar yapılmaya başlandı. Atatürk’ün Mu ile ilgili düşüncelerini ve çıkardığı sonuçları ne yazık ki tam olarak bilmiyoruz.
***