Anti Masonik Parti

Amerika Birleşik Devletleri’n de 1828-1838 yılları arasında faaliyet göstermiş politik oluşum.

Kurucu lideri William Morgan partinin liderliğini yaptığı sırada ortadan kaybolmuştur ve öldüğü düşünülmektedir.

Birleşik devletlerin ilk üçüncü partisidir. ikinci parti sistemi sayesinde 1828 yılında kurulmuştur.
Dönemin major partileri olan Demokratik Parti, önce Ulusal Cumhuriyetçi Parti daha sonra Whig Parti’nin ardından önemli bir güç haline gelmiş, özellikle temsilciler meclisinde kendine ciddi sayılabilecek bir yer açabilmiştir.

New York kökenli bu grup William Morgan olayından sonra ülkede artan mason karşıtı görüşleri ilk olarak Anti-Masonik Hareket çatısı altında toplamış daha sonra da partileşmiştir.

Güç kazanmasının bir nedeni Morgan olayının toplumda yarattığı tepki olsa da bir diğer önemli neden Ulusal Cumhuriyetçi Parti’nin gizliden verdiği destektir. Tahmin edilebileceği gibi bu desteğin nedeni de üst düzey bir mason olduğu bilinen ABD başkanı Andrew Jackson’ın gücünü azaltmaktı.

Özellikle partileşme döneminde diğer konularda da görüşler ileri sürmüş olsalar da partinin asıl derdi adından da anlaşılacağı gibi masonlardı. Masonik örgütlenmenin toplumda adaletsizlik yarattığı, genelde toplumun üst tabakasından üyelere sahip olan masonların kurumların işleyişine dolaylı yoldan müdehale ettikleri, adaleti bile yönlendirdikleri hatta engellediklerini ileri sürerek bu tip oluşumlara karşı çıkıyor aynı zamanda dönemin Jacksonyan Demokrasi anlayışını da eleştiriyorlardı.

Masonlara karşı olmak dışında pek ortak noktası bulunmayan insanların oluşturduğu zamanla iç anlaşmazlıkların çıktığı parti ilk hareket noktasından ileri gidememiş, bütünlüklü bir siyaset geliştiremeden kendi kendine içe çökmüştür.

Partinin üst düzey üyelerinin çoğunun eski masonlar olması da ayrıca trajikomik bir ayrıntıdır.
Partinin başkan adayı olarak eski bir farmason olduğu bilinen William Wirt’i göstermesi, daha sonra da Wirt’in bir konuşmasında masonik örgütlenmeleri savunması da partiyi iyice ciddiyetten uzaklaştırmıştır.

Anti-Masonik Parti, ulusal sahnede aktif olan ilk üçüncü taraftı. Amerika’daki popüler görüş genellikle gizli örgütlere karşıydı, ancak Masonluk bu incelemeden büyük ölçüde kurtuldu çünkü birçok önde gelen vatandaş üyeydi. 1826’da Masonlar için eleştiriden muafiyet sona erdi. O yıl Batavia, New York’tan bir duvar ustası olan William Morgan ortadan kayboldu. Morgan’ın ortadan kaybolması ile Masonlar arasındaki bağlar hiçbir zaman kurulamadı, ancak eleştirmenler olayı gazabını kardeşlik örgütüne çevirmek için kullanıyorlar. Sonuç, Mason yapısının hızla küçülmesiydi. 1826’da 507 olan loca sayısı altı yıl sonra sadece 48’e düştü. Anti-Masonik coşku, siyasi makine Albany Regency’nin bir Mason olan Martin Van Buren tarafından yönetildiği New York Eyaletinde özellikle güçlüydü. Muhalefet, New York toplumunun daha yoksul unsurlarının demokratik öfkesini kışkırtmaya çalışan William H. Seward ve Thurlow Weed tarafından yönetildi. O yıl, Weed Rochester’ı piyasaya sürdü. Anti-Masonik EnquirerEylül 1831’de, Anti-Mason Parti Baltimore’da ulusal bir kongre düzenledi ve William Wirt’i bir sonraki yıl için başkan adayı olarak gösterdi. Popüler Andrew Jackson’a karşı koşan Wirt, Vermont eyaletinin yalnızca yedi seçim oyu alarak başarısız oldu. Başlıca etkileri, oyları Henry Clay’den uzaklaştırmak olmuştu. 1834 civarında, Anti-Mason Parti, bazı üyelerinin yeni Whig Partisi’nin kurulmasına yardım etmesi ve diğerlerinin Demokrat Parti’ye göç etmesiyle hızlı bir dağılmaya başladı.

Ezoterizm

Ezoterik/içrek (içe yönelik anlam/ileti), asıl olarak belirli kişilerin içselliği ile sınırlandırılmış felsefî öğretilerdir. Bu öğretiler herkes tarafından bilinen egzoterik/dışrak (dışa dönük anlam/ileti) öğretiler değil, tam tersine belirli kişilerin aşamalardan geçerek bilmeye hak kazandığı öğretilerdir. Diğer anlamı ise içsel, tinsel farkındalığa sebep olan, Mistisizm ile eşanlamlı kabul edilen önemli ve kesin bilgilerdir. Ayrıca Ezoterizm geniş, farklı öğreti ve pratik yelpazesine sahip olan bir akımdır.

İçrekçilik, batınilik ya da ezoterizm, bir konudaki derin bilgilerin ve sırların ehil olmayanlardan gizlenerek, bir üstat tarafından sadece ehil olanlara inisiyasyon yoluyla öğretilmesidir. Ezoterizm bir din veya bir inanç sistemi değildir. Çoğunlukla ezoterik (içrek) yani ezoterizm ile ilgili veya ezoterizme dair şeklinde kullanılır.

Aday Seçimi:

Tüm eski inisiyasyonlarda gizliliğe ve aday seçimine dikkat edilmiştir. İnisiyatik bir organizasyona her önüne gelen giremezdi, böyle bir organizasyon talip olan adayları kendi kriterlerine göre bir elemeden geçirirdi. Adayda geçmişinden getirdiği birtakım yeteneklerin, belirli bir moral (manevi) ve zihinsel düzeyin olup olmadığına bakılırdı. Adayda aranan gereken koşullar, gereken kapasite yeterli görüldüğünde aday birtakım sınavlardan geçirilirdi. Bu sınavlar her inisiyasyonda farklı olmuştur. Hakkında az çok bilgi sahibi olunan inisiyasyonlar arasında, eski Mısır, Moğolistan, Şamanizm, Maya, Mitraizm, Eleusis, Orfe ve Pisagor inisiyasyonları sayılabilir. Eski Mısır’daki gibi sert inisiyasyonlarda bazı sınavların ölümle sonuç verdiği anlatılmaktadır.

Eğitim:

İnisiyasyonlarda üstad, bilgileri modern eğitimdeki gibi öğretmezdi. Yani bilgilerin hafızaya depolanması tarzında bir eğitim vermezdi. Yalnızca yolu ve yöntemleri gösterirdi. Öğrenci kurtuluş ya da aydınlanma denilen hedefe kendi iç çalışmasıyla erişmek zorundaydı. Nadiren de olsa, inisiyasyonu tamamlamadan ayrılmış olanların var olduğu belirtilmektedir. Bir inisiyatör, öğrencisinin kalbinden ve aklından geçenleri bilebilir ve hatta onun rüyalarını denetleyebilirdi. Asya’nın şamanist inisiyasyonlarında da üstadların öğrencisini öte-aleme götürüp geri getirdiği hakkında sayısız bilgi vardır.

İlk Aşama ve İkinci Doğuş:

İlk eleme sınavlarını başarıyla atlatan öğrenciyi üç temel aşamanın ya da yedi tali aşamanın söz konusu olduğu bir eğitim beklerdi. Bu üç temel aşamanın içerdiği ilahi hakikat bilgileri “sırlar” anlamına gelen misterler sözcüğüyle ifade edilir. Bunlar küçük misterler, büyük misterler ve hakiki misterler olarak bilinir. Kimileri küçük sırları çıraklık sırları, büyük sırları kalfalık sırları, hakiki (hakikata ait) sırları da ustalık sırları olarak adlandırır. Evrensel yasalar ile imajinasyon denetlemesi, nefs denetlemesi ve psişik yetenekler hakkındaki teorik bilgilerin verildiği birinci aşamanın sonlarina dogru aday ogrendikleri konusunda cesitli sinavlardan gecirilirdi. Bu sinavlardan basariyla gecen aday,sonunda “cehenneme iniş”,”yeraltına iniş” ya da “ölüm deneyimi” adı verilen, derin bir trans halinde geçmişiyle yüz yüze kaldığı bir gece geçirirdi. Bu tüm gerçek inisiyasyonlarda uygulanan bir deneyimdir. “İnisiyatik ölüm” de denilen bu deneyim sırasında trans halindeki aday, kimilerinin spatyum, kimilerinin “esîrî”, kimilerinin “astral”, kimilerinin “gayb alemi” dediği öte-alemde, görünmeyen alemde geçmişten getirmiş olduğu menfi birikimlerden vicdanî hesaplaşmayla kurtulmak zorundadır. Bu çok sarsıcı deneyimi sırasında, psişik yetenekleri çok güçlü olan üstadı onu yalnız bırakmaz, öte-alemdeki bu hesaplaşması sırasında kimilerinin astral seyahat, kimilerinin şuur projeksiyonu dediği yolla yanında olur. Platon ve Orfe, “vicdani hesaplaşma” da denilen bu deneyimin ilk etabını, zaten her insanın öldükten sonra yaşayacağı bir “kendi kendini yargılama” ve kefaretini ödeme olarak betimler. Deneyim sonunda aday, menfiliklerinden arınarak, yeryüzünde doğmadan önceki “saf şuur hali”ni elde etmiş bulunmaktadır. Kendisi ölüm-ötesi alemde yaşadıklarından sonra öyle büyük bir değişim ve dönüşüm geçirmiştir ki, bir çocuk kadar, yeni doğmuş bir bebek kadar saflaşmış durumdadır. Aslında inisiyatik dilde “birinci doğuş” denilen bu deneyime, sonradan, egzoterik kesimce, anneden doğuş ilk doğuş olarak kabul edildiğinden, ikinci doğuş adı verilmiştir.

İkinci ve Üçüncü Aşama :

kinci aşama inisiye adayının teorik olarak öğrendiklerini uygulama aşamasıdır. Adayın yüksek şuur hallerini, görünmez alemi ve birtakım realiteleri bizzat deneyimleyerek tanımasıyla edindiği bilgilerdir. Psişik yeteneklerin de geliştirildiği bir aşamadır. Tarihteki büyük majisyenlerin hepsi inisiyelerin içinden çıkmıştır. Fakat nefislerini denetleyebildikleri için bu güçlerini çıkarları için kullanmamışlardır.

Aslında inisiyatik dildeki ikinci doğuş bu aşamanın sonunda söz konusu olurdu. Üçüncü aşama ise adayın spiritüel tesiri manevi alemden kendi başına, yani üstadı olmaksızın çekip aktarmayı başarmasıyla, daha doğrusu bu aktarıcılık halinin süreklilik kazanmasıyla tamamlanırdı. Bunun en belirgin belirtisi sezgi yoluyla (ilham, vahiy tarzında) bilgiler ifade etmesiydi. Artık karanlıkta yolunu görebilmesi için üstadının ışığına ihtiyacı yoktu kendi yolunu kendisi aydınlatabilir, hatta karanlıktaki diğerlerine de ışık tutabilirdi. Kendisine üç kez doğuş yaşatmış inisiyatörü elbette onun için “baba”ydı, o da “oğul”du. Bu yüzden inisiyelerden söz eden pek çok tradisyonda inisiyeler “oğullar” sözcüğüyle nitelendirilir. Ustasından manevi diplomasını alan inisiye isterse başka bir yerde kendi inisiyasyonunu kurabilirdi. Buna Anadolu’da el almak denir. İnisiye olmuş kişinin kendisi de başkalarını inisiye ettiği takdirde bir zincir meydana getirilmiş olur ki, bu zincire hermetik zincir, inisiyatik zincir, guru-parampara gibi çeşitli adlar verilmiştir.

İnisiyatik Ünvanlar :

Antik Yunan’daki inisiyasyonlarda kutsal misterleri açıklama fonksiyonunu belirtmek üzere, üstada verilen unvanlardan biri “hiyerofant”tır. Bu unvan “kutsal” anlamındaki “hiereos” sözcüğü ile “göstermek” anlamındaki “phainein” sözcüklerinden türetilmiş olup, “kutsalı gösteren” anlamına gelmektedir. “Mistagog” ise üstada verilen bir başka unvan olup, ilk aşamayı tamamlayan adayları sevk etme fonksiyonunu belirtir. “İnisiye edilen kişi” anlamına gelen “mystes” sözcüğü ile “sevk eden” anlamına gelen “agogos” sözcüklerinden türetilmiştir. Mist (mystes) sözcüğü kimilerine göre Grek tradisyonuna eski Mısır’dan geçmiş olup, ilk aşamayı tamamlayanlar için kullanılırdı. Fakat antik Yunan’da, ilk aşamayı tamamlayanlar için, “yeni yetişen bitki” anlamındaki neofit sözcüğü tercih edilmiştir.

Büyük İnisiyeler :

René Guénon gibi kimi yazarlar, İsa Peygamber ve Sakyamuni Buda’nın da aslında birer inisiye olduklarını ve onların üstad oldukları organizasyondan egzoterik kesime (avamı beşere) sızan bilgilerin sonradan birer din haline dönüşmüş olduklarından söz ederler. Batı kaynaklarında bilinen büyük inisiyeler arasında geçen belli başlı isimler Hermes Trismegistus, Sakyamuni Buda, Musa Peygamber, Pisagor, Platon, Orfe ve İsa Peygamber olarak belirtilir. Kuşkusuz bu isimlere Sufilik’ten, İslam ezoterizminden (Batınilik) birçok ismi eklemek gerekir. Bu liste aslında daha uzun olmalıdır. Çünkü inisiyasyonlarda gizlenme temel bir ilke olduğundan pek çok inisiyasyon ardında fazla kimlik bilgisi bırakmadan yok olmuştur.

İslami Ezoterizmde İnisiyasyon :

İnisiyasyon denilen eğitim, İslam geleneğinde, genel olarak “tedris, irşat” olarak ifade edilmekle birlikte, inisiyasyon sözcüğünün özel anlamdaki karşılığının tasavvuf olduğu kabul edilmektedir. Bir inisiyasyonda tek olan üstad inisiyatör adı ile ifade edilir. İnisiye adı sözcük anlamıyla başlamış, kabul edilmiş anlamına gelmekteyse de terim günümüzde, inisiyasyonu tamamlayanları ifade etmek üzere kullanılan bir terim haline gelmiştir. Tasavvufta üstad için mürşit, öğrencileri için mürit terimi kullanılır.

İnisiyasyon, tradisyonel ezoterik bilgilerin belli şartları taşıyanlar arasından seçilenlere uygulanan bazı deneysel sınavlar sonucunda başarılı olanlara aktarımı olarak da ifade edilebilmekle birlikte, inisiyasyon bilgi aktarımından ibaret değildir; hedef öğrencinin iç çalışmasıyla kendini geliştirerek, “kurtuluş” denilen hale ulaştırması ve spiritüel tesiri kendi başına aktarabilecek olgunluğa ulaşmasıdır.

Bu tür seçimler inisiyatörün sahip olduğu manevi nitelikleri taşıyanlar arasında yapılır; bu manevi nitelikler, kişinin irfanı kabul edip edemeyeceğini belli eden vasıflardır. Bu niteliklere sahip kişi manevi tekamül yoluna girmek üzere kendisi bizzat inisiyasyon merkezine gidebileceği gibi, bazen inisiyatör bu tür kişileri uzaktan takip edebilir ve belli bir noktadan sonra eğitim için yanına alabileceği gibi uzaktan da eğitebilir. Mevzu bahis vasıflara sahip kişiler belirli bazı yöntemlerle imtihan addedilen bir deneme sürecine sokulur; bunlar genelde manevi niteliklerin açığa çıkarılıp uygulanmasına dönük fiili sınavlardır.

Sınavlardan sonraki aşamada inisiyelere gizli sırlar öğretisi öğretilerek kişinin bilmek’le değil olmak’la sırları çözeceği gösterilir. Bununla birlikte inisiyasyon sürecinde devam eden eğitim üç ana başlık altında toplanır: Yaratıcı Mutlak Güç, İnsan ve Sırları, Kozmoloji.

Ezoterik Bilgi ile Egzoterik Bilginin Kıyası :

İnisiyatik bilgi, onun dışında kalan profan ya da egzoterik bilgiden tamamen farklı bir yapıda ve haldedir. Profan bilginin fiilen yaşama dahil edilmesi zor veya dolaylıdır. Oysa inisiyatik bilgi yaşamla daima iç içe olan belli bir tahakkuk süreci gerektiren bir bilgi türüdür. Zaten profan bilginin algı merkezi bilinçteki rasyonel akıl diyebileceğimiz dünyevi zeka ve kavrayışken inisiyatik bilgi kişinin hakikati idrak kabiliyeti olan müdrike, intelect’tir. Zaten entelektüel kelimesinin gerçek anlamı da bu irfanı kavramış yetkin kişilere işaret eder. İntelect rasyonelite gibi zekaya dayalı olarak değil bizzat idrake dayalı olarak hakikati sezer ve sonrasında açıkça görür. İnisiyasyonun temel konusu olan Yaratıcı Mutlak Güç insanı kendi kemali üzere var ettiği için inisiye eğitim sürecinde esasen öğrenmeye değil zaten kendi gerçekliğinde mevcut olanı hatırlamaya çalışır ve insanın bu yönüyle Kainat’ı incelemesi dahi aslında kendindeki bilgiye ulaşma çabasıdır. Bunun için de tüm gayretini kendini tanımaya vererek kıyaslamalı olarak Kozmolojide gördüğü manaların kendindeki sembollerini bir bir açığa çıkararak kendini gerçekleştirir.

Gizlilik İlkesi :

İnisiyatik bilginin avama anlatılamayacak sır nitelikli yapısı nedeniyle bu eğitimi aktaran merkezler tarih boyunca gizlilik ilkesiyle saklanmışlardır. Aksi takdirde aktarılan irfanın, dinin ezoterik yani içrek-batıni yönünü taşıması nedeniyle yanlış anlamalara ve inanç sapkınlıklarına yolaçacağı biliniyordu. Bu nedenle inisiyatik merkezler;

  • 1. İnisiyelerin gizli seçimlerine dayalı bir yapısal genişlemeye sahip,
  • 2. İnisiyatik öğrenimi tamamlamış inisiyelerin başkalarını yetiştirmek üzere oluşturulan hiyerarşik yapısı sayesinde öğretisi silsile ile aktarılan,
  • 3. Öğretinin aktarımında hem kozmolojik varoluşla yapılacak olan kıyaslamalarda kolaylık sağlamaya hem de yine gizliliği devam ettirmede rol oynaması bakımından sembolizmin ağırlıklı olarak kullanıldığı toplumdan uzak merkezlerdir.

Gizlilik ve Dereceleme İlkelerinin Nedeni :

Ezoterizme göre, ezoterik bilgiler, yani hakikatler ve sırlar, herkese açıklanmamalı, ancak belli eğitimlerden geçip o bilgileri almaya hak kazanmış, layık olmuş kişilere belirli bir zaman içerisinde derece derece açıklanmalıdır. Kimseye, değerini ve anlamını anlayamayacağı böyle bilgilerin verilmemesi gerektiği gibi, kimseye kaldıramayacağı, taşıyamayacağı bilgi de verilmemelidir. Çünkü taşıyamayacağı bilgi, kişiye bir yarar vermeyeceği gibi, zararlı da olabilir. Bu bilgiler belirli semboller ve alegoriler vasıtasıyla aktarılır.Yüksek bilgiler insanlara anlayış düzeylerine göre ve anlayış düzeylerinin ilerlemesine göre derece derece açılan bir sembolizme bürünmüş şekilde verilir. Bu durum kutsal metinlerde de geçerlidir.

Ezoterizm Sözcük Anlamı :

“Ezoterik” sıfatının kullanımı antik çağlara kadar uzanmaktadır. Bu kavrama ilk olarak M.S. 2. yüzyılda Samasota von Lukian tarafından yazılan Aristoteles felsefesinin ezoterik ve egzoterik olarak ele alındığı hicivsel eserlerde rastlanılmıştır. Alexandria von Clemens de bu bağlamda ilk olarak “gizli tutma” kavramını kullanmıştır. Çok benzer bir anlayışla Romalı Hippolyt ile Chalkis’li İmablichos, Pisagor öğrencilerinin arasında egzoterik ile ezoterik olanları birbirinden ayırarak ezoterik olanların daha dar bir çemberde, seçici bir kurul içinde olduğunu ve belirli öğretileri ayrıcalıklı olarak dinlediklerini belirtmiştir. Yine Antik Çağlarda kullanılan bir başka anlamı da Platon felsefesini ve mistiğini anlamaya yönelik olan içsel bilgidir. Ezoterik kavramı, benzer ya da farklı anlamlarla ilerleyen zamanlarda da yazarlar tarafından kullanılmaya devam edilmiştir.

Ezoterizm kavramının geçmişi ise bu durumun aksine çok da eskilere dayanmamaktadır. Bu kavramda ilk olarak 1828 yılında Jacques Matter’ın Antik Çağ Gnostisizmi (tanrıyı kabul etme, bilme) üzerine yazdığı eserinde karşılaşılmıştır. Diğer yazarların da bu yeni türeyen sözcüğü kabul edip kullanmaya başlamalarının ardından Ezoterizm, 1852 yılında ilk olarak Fransızca bir sözlükte “içrek bilgi” (gizli bilgi) anlamına gelen sözcük olarak yerini almıştır. Daha sonra Eliphas Lévi’nin büyü konulu etkin kitapları dolayısıyla sözcük, anlamından çoğu kez uzaklaşmıştır. Bu eserlerde Okültizm (kara büyücülük, müphemcilik) sözcüğüne de ilk defa yer verilmiştir. O zamandan bu yana çoğu akım ya da yazarlar, sözcük hakkında kendi tanımlarını kendilerine özgü biçimde yapmışlardır.

Günümüzde Ezoterizm daha farklı olarak algılanmaktadır. Bilinmeyen, sır olarak kalmamalı; herkesin öğrenebileceği, öğrenme gereği duyacağı içrek bilgiler olarak algılanmalıdır.

Günümüzde bu kavramın başka bir genel karşılığı ise; asıl olan, kendine özgü kesin bilgiler ve bu bilgilere ulaşmayı sağlayan farklı yollardır.

Ezoterizm ve ezoterik kavramlarının bilimde iki farklı temel kullanımı vardır. Bu kavramı din bilimi alışılagelmiş tipolojide tanımlar ve belli yollarla dinsel formda karakterize eder. Genellikle, Ezoterizm kavramıyla bağlantılı olan içrek bilgi kavramı din biliminde yer almaktadır. Bir başka, bununla yakın bağıntılı ve Mircea Eliade, Henry Corbin ve Carl Gustav Jung tarafından temsil edilen bir geleneğe göre ise “ezoterik” dinin daha derini “içrek sırlarına” işaret eder, bu nedenle de aynı dinin örneğin sosyal kurumları veya resmi dogmaları gibi “egzoterik” boyutlarından ayrışma görülür. Her iki yaklaşım da her dönemin ve bölgenin çeşitli dinlerinde uygulanabilmektedir. Bu akım veya yönelimlerden ayrı tutulması gereken bir durum ise, özellikle batı kültüründe, belli benzerlikler gösteren ve tarihsel anlamda birbiriyle bağlı belli başlı akımları ezoterik olarak özetlemeye yarayan toplumbilimsel yönelimlerde söz konusu olmaktadır. Bu bağlamda son zamanlarda ortaya çıkan batı Ezoterizm’inden de bahsedilebilir. Ezoterizm tarihi çağlara göre de ayrılmıştır. Bazı yazarlar; Yeniçağ, Ortaçağ ve eski Antik Yunan çağı olarak Ezoterizm felsefesini gruplandırmışlardır. Bu gruplandırılan tanım ve kullanım alanları tamamen aynı olmasa da özde birbiriyle bağlantılıdır. Bunun yeniçağdaki bir örneğini Rönesans içindeki “hermetizm” (kapalılık) akımında görmekteyiz; bir başka tanımla “gizemli/müphem felsefe” diye bilinen bu yönelimde çok geniş anlamıyla Neo-Platoncu bir bağlam söz konusu olmaktadır, içinde ise Simyacılık, Paracelsusculuk, Gül Haçı tarikatçılığı, Hristiyan Kabala ve teosofi geleneği, İlüminata (Işık) tarikatçılığı ve 19. ile 20. yüzyılın New-Age Hareketine kadar sayısız müphemci/gizemci akımı vardır. Daha eski çağların dâhil edilmesi durumunda ise antik Gnostizm ve Hermetizm, Yeni Platoncu metin okumaları ve değişik gizemci “bilimler”in yanı sıra büyücü akımlar da sayılması gerekmektedir. Bunların hepsi, Rönesans döneminde iç içe geçip birbiriyle bir sentez oluşturmuştur. Bu açıdan bakılınca, teolojik bazdaki iki ilkesel yaklaşıma dair önlerde vurgulanan ayrım önemsizleşir, çünkü hem gizli tutma hem de toplumbilimsel araştırmalardaki “içrek yol”un boyutu ezoterik durumlarda görünebilir de, eksik olabilir de..

Batı Ezoterizm Tarihi :

Önsöz :

“Ezoterizm Tarihi”, konuyla alakalı net, kesin bir tanımlama olmadığından ve farklı tanım kullanımları olduğundan problem teşkil etmektedir.

Antik Dönem :

Bugünkü Ezoterizm görüşlerinin oluşmasına yardımcı olan ilk kanıt, Antik ve Yunan dönemi öncesinden bu yana süre gelmiş sosyal yapı ve öğretilerdir. Bu öğreti ve sosyal yapının çıkış noktası, kurucusu Pisagor’un olduğu dini felsefi okullar (M.Ö. 570–510) ve Pisagor taraftarlarının Kroton’da (bugünkü Güney İtalya’nın Calabria bölgesindedir) kurduğu tarikattır. Pisagor, diğer çağdaşları gibi (orfik ve farklı mistik kültler) ruh göçü inanışına bağlı olarak ruhun ölümsüzlüğüne inanmıştır. Pisagor, bedenin ruh için geçici bir yer olduğunu ve daha sonra bu tutsaklıktan kurtulup özgür olacağını savunur. Manevi yönden kusursuz bir hayat şartıyla ruh bedensel varoluştan kurtulur. Daha sonra bu inanışa göre; yeniden doğma daha yüksek bir mevki ile devam eder. Bu yeniden doğum dizisinden sonra bedensel dünyadan tamamen uzaklaşılır. Bu inanış, Homeros görüşlerine karşılık tam bir zıtlık oluşturur. Iliada’da belirtilen düşüncelere göre, ruh göçünün kabul edilir olduğunu; fakat ruhun her bedende farklı karakteristik özellikler gösterdiğini savunulur. Empedokles ve Platon gibi diğer önemli filozoflar da ruh göçüne (reenkarnasyon) inananlardandır.

Ezoterizm akımının diğer ana konusu ise daha önce Pisagor’un da ele aldığı tüm varoluş prensiplerinin yükselen değerlere sahip olduğu ile ilgilidir. Dünyanın çok sayıda karakterler armonisiyle düzenlenmiş “tek” (bütün) olduğuna inanılır. Ruh bir şekilde tüm evrenle genel, matematiksel ve ifade edilebilir bir uyum içerisindedir. Dünyanın ahenk içerisinde oluşu, Pisagor’un da ele aldığı gibi, gezegenlerin farklı hareketlerle oluşturduğu müzikal uyumdan kaynaklanmaktadır. Bu durumun asıl sebebi budur. Ayrıca, adalet ve ikilik gibi tinsel nitelikler ahlâki bakış açısıyla alakalıdır.

Platon, ruhun ölümsüzlüğünü tartışmacı bir şekilde kanıtlamaya çalışmıştır (Phaidon diyalogu). Bunun üzerine prensipte bedenden ayrı olarak ele alınan ruh, akıl aracılığıyla tanımlanmıştır. Ruhun asıl yeri, öldükten sonra geri döneceği saf ve ebedi düşünceler ve zihinsel varlıklar dünyasıdır. Pisagor’un da belirttiği gibi beden, ruhun bir dizi dönüşüm yaptığı ve saf bir yaşam sürmesi koşuluğuyla kurtulabileceği hapishanesidir. Ruh, bu kurtuluş sayesinde gerçek ruhsal varoluşuna geçebilmektedir. Bedensiz olarak ruh, ait olduğu sonsuz varlıksallıkları da doğrudan algılayabilir, görebilir, ancak bu bilgi bedende karanlık ve bulanık olarak durur, buna bağlı olarak da ancak kendi içine dönük ussal etkinliğin devamında bir anımsama veya hatırlama (Mnemosyne) olarak belirir. Platon, canlıların yanı sıra gezegenlerin ve hatta yıldızların da bir ruhu olduğunu ve onların da yaşadıklarını iddia eder.

Ezoterizm, Platon felsefesinde içe giden yol anlamına gelmektedir. Platon’un da görüşlerine paralel olan Ezoterizm öğretileri aracısız ve kolay kavranabilir niteliktedir.

Platon bir öğretici olarak önemli olan noktaların ipuçlarını verir ve kişi bu öğretiler ışığında kendi ezoterik bilgilerine ulaşır.

Platon’un ruh üzerine verdiği bilgiler, milattan sonraki zamanlarda ortaya çıkan Neoplatonizm (Yeni Platonculuk) akımına yol gösterici olmuştur. Neoplatonizm akımının Roma’daki en önemli öncüsü Plotin’dir (M.S. 205–270) ve antik çağ bitimine kadar felsefi görüşleri geçerliliğini korumuştur. Plotin insanın içinde zaten var olan ve farkında olmayı gerektiren tanrı inancı olarak da nitelendirdiğimiz içteki “ben” konusunu Platon’un öğretileri doğrultusunda ele almıştır. Bu sözü edilen konu, asıl ulaşılmak istenen ruh kavramını tanımlamaktadır. “Plotin düşüncelerinin en önemli özelliklerinin mistik olarak kabul edilmesi” adlı eseri yazan filozof Wolfgang Röd, “archimedischen Punkt europäischer Seeleninterpratation” (Avrupa Ruh Yorumlamasının Arşimet Noktası) ve “Bugünkü Ezoterizm görüşlerinin yöntemsel ve kilit noktaları” adlı eserin yazarı Ezoterizm filozofu Kochu von Stuckrad bu konuda Yeni Çağ hareketini başlatmışlardır. Plotin’in ele aldığından daha ayrıntılı olarak ele alınan mistik unsurlar konusu büyü konusuyla bağlantılı olarak Iamblichos (M.S. yaklaşık 275–330) ve Proklos (5. yy) tarafından ele alınmıştır. Bu söz konusu felsefeciler kendi dönemlerinde merakın da artmasıyla mistik dinler, büyü ve kehanet üzerinde çalışmışlardır. Röd, Neoplatonik felsefenin değişimi konusuyla alakalı olarak “Teosofi ve Büyücülük Neoplatonizm’in alt konusudur.”demiştir.

Ezoterizm’e büyük değerler kazandırmış Helenistik dönemde yaygınlık kazanan başka bir gelenek de tanrı Hermes ile bağlantılı olarak Mısır mitolojisi ve büyülerinin ve Yunan felsefesinin senteziyle ortaya çıkan Hermetizm’dir. Burada daha çok Yunan-Roma düşüncelerinde daha az ele alınan “tanrı” ve “asıl insan” gibi ana konular ön plandadır. Hermetizm’in bir başka ana konusu ise mikro evren ve makro evren çerçevesindeki astrolojik karşılıkların Sympathie (birleşik duyu; duyu bütünlüğü, algısal uyum) ile olan ilişkisidir. Daha sonra Neoplatonik kavram çerçevesinde tüm evren ve evrene hâkim ilahi güç aracılığıyla ruhun ölümsüz olması düşüncesinin yaygınlaşması belli başlı etik yönelimlerin ve bilgilerin ortaya çıkmasını mümkün kılmıştır.

Diğer önemli işaret ise Gnosis (tanrıyı bilme) olarak da tanımlanabilecek Antik Çağ’ın son dönemi, çeşitli din akımlarının etkileriyle oluşan ruhun işkenceden kurtulması düşüncesidir. Bu çok yönlü dinsel hareketler M.S. 1. yüzyılda Mısır’da ve Doğu Roma İmparatorluğu’nda ortaya çıkmıştır. Söz konusu bu hareketler, putperestlik, Yahudilik ve Hristiyanlıkta da görülmüştür. Ayrıca, Yunan felsefesi de bu dini düşünceyle paralel gelişmiştir. Bunun yanı sıra son derece önemli olan diğer kavram ise ikilik kavramıdır. Bu kavramın ana hatları ve hareket alanı oldukça belirgin ve katıdır. İkilik, tinsel bağlamda ruhsal dünyanın ve gelip geçici kabul edilen madde dünyasının birbirinden keskin bir şekilde ayrılmasıdır. Bu tanıma aydınlık ve karanlık, iyi ve kötü kavramları da örnek gösterilebilir. Kutsal dinler üzerinde çalışan yazarlar bu doğrultuda anahtar bulgu elde etmişlerdir. Bu, geliştirilen söz konusu hava ve gazın birlikte kullanımı (Pneumatik) bulgusu ruhsal gerçekliği kolay anlaşılır kılmıştır. Hristiyan Gnostisizmi’nde özellikle tek ve gerçek kabul edilen inanç olarak İsa Mesih’in ve buna bağlı olarak dünya tarihinde kabul görmüş düşünce ve görüşlerin gerçek olmadığı kabul edilir.

Gnostik düşünce akımı hem felsefi açıdan hem de güçlü kurumsal içyapısı açısından merkez kiliseye karşı çıkışlarını sürdürmüştür. Merkez kilisede, kilise kavramının oluşumu ve Hristiyan Gnosisi’nin farklı düşünceleri arasında keskin bir ayrılık söz konusudur.

Papa Clemens’lerin (I ve II) ve Origenes’in etkili teolojik öğretileri Gnosis fikirlerine yakındır. Gnosis ve bu öğretilerin yakınlığı tinsel yüce bilgilerin yayılmasını sağlamak vasıtasıyla olmuştur. Bu yayılma sırasında o döneme ait talepler de bu yönde gerçekleşmiştir. Origenes, o dönemki karşıtı Salamis von Epiphanes tarafından “baş sapkın” olarak ilan edilmiştir. Hristiyanlar arası Katolik ve Ortodoks mezhepleri kolayca tanımlanırken kilise karşıtları “Gnosis” ve “Gnostisizm” kavramlarını tanımlamada problem yaşamışlardır.

Hristiyan eleştirmenler ve Gnostik diye adlandırılan düşünce biçimi arasındaki temel fark, kendi öğretilerinin tekliği ve tanınan nesnelerin bir güce sahip olduğu düşüncesini yaymaktır. Bunun tam tersi kilise, insanın öğrenme isteğini sınırlamakta ve sadece dini hususlara değer vermektedir. Kilise böyle bir bilgi otoritesi olma yetkisini, sadece kendisi tarafından resmi geçerli ilan edilip kabul gören yazı ve metinlerin içeriği ve kendisi tarafından öngörülen inanç kurallarına dayandırmaktaydı. Bu tür açıklamalar somut anlamda özellikle Astroloji ve büyü kavramlarını sorgulamaya neden olmuştur. M.S. 4. yüzyıla kadar kilisenin gücü öylesine hükmedici durumdadır ki önemsiz hatalar yüzünden yakılma ya da kılıçtan geçirilme gibi ölüm cezaları yaygınlık kazanmıştır. Bu tür sapkınlıklar zaman geçtikçe etkisini kaybetmiş ve daha sonra da yok olmuştur; çünkü insanoğlu, 20. yüzyıla kadar sürekli gelişmiş ve Irenäus von Lyon gibi kilise karşıtları objektif açıklamalarla insanları aydınlatmıştır. İlk olarak 1945 yılında Mısır’da gnostik içerikli Nag Hammadi metinlerinde “büyüler” başlığı altında toplamış ve ilk defa kendi fikirlerini eklemeden tarafsız, açıklayıcı ve net bir bakış açısı sunmuştur. Ortodoks mezhebi, toplanan bu metinleri tanımaktadır.

Ortaçağda Ezoterizm :

Ortaçağ’da Hristiyan camiasının Antik Dönem öğretilerinin büyük bir bölümü etkisini yitirirken, İslam dünyasında bu düşünceler geçerliliğini korumaya devam etmiştir. İslam dininde ortaya çıkan bu düşünceler, farklı dinsel kültürlerden ve daha çok Musevilik dininden kaynaklanmıştır. Özellikle, insanın benliğinde yaşadığı uyanış ve İncil’de bulunmayan dini ibareler Ortodoks Hristiyanlığı tarafından kabul görmemiştir. Bunun yanında Akdeniz ülkelerinde Pagan dini “”ahmet reis” tarafından ortaya çıkarılmıştır; Yakın Doğu’da ise, Ortodoks Hristiyanlığının yanı sıra özellikle Mani dini, Zerdüştlük ve İslamiyet yayılmaya başlamıştır. Diğer taraftan, özellikle Benedikt Tarikatı tarafından yeni kurulan 529 manastır, kuzeyde yayılmaya başlayan Mistisizm inanışını benimsemiştir. Havari hikâyelerinde adından sıkça bahsettiği Pavlus ile aynı dönemde yaşayan yazar Dionysias Areopagita’nin 5. ve 6. yüzyıllarda yaygınlaşmış olan Ortaçağ Mistisizmi’nde büyük etkisi olmuştur. Dionysios, Platon’un da ele aldığı “negatif” Teoloji kavramı üzerinde durmuş, tanrının ulaşılmaz yüceliği konusunu incelemiştir. İlk olarak tanrının tekliği hakkında şimdiye kadar süre gelen bilgilerin koşulsuz geçerliliğini ortadan kaldırmıştır. Ayrıca Dionysios tanrı ile insan arasında aracı olduğuna inanılan meleklerin hiyerarşik yapısını belirlemiştir.

Yaklaşık yüz yıl sonra Pavlus’un da daha önceleri kısaca değindiği 5. yüzyıl sonlarına doğru ortaya çıkmış, bugün bile geçerliliğini koruyan bu yazarın söz konusu yazıları insanlar arasında derin bir şüphe uyandırmıştır.

8. yüzyıldan itibaren Güney İspanya’da hoşgörülü Arapların inanışıyla İslam, Hristiyanlık ve Musevilik dininin inanışları ortak bir paydada harmanlanarak birlik oluşturmuşlardır. Bu birliğin oluşumuyla İslamiyet’te Sofizm akımı ortaya çıkmıştır. Platon ve diğer filozoflar bu tarihten itibaren batı Avrupa’da daha da tanınmışlardır.

12. yüzyılda Güney Fransa’da Musevilik diniyle alakalı olan Kabala, yeni mistik düşünce olarak ortaya çıkmıştır. Kabala önceleri Musevilikte bilinen bir inanışken daha sonra Ezoterizm tarihinde önemli bir role sahip olmuştur. İlk başta kutsal kitap olan Tevrat’ın açıklanması engellenmiş; fakat Kabala daha sonra kendine özgü mistik ögelere sahip inanışıyla bu engeli kaldırmayı başarabilmiştir. Bazı Kabala inanışına sahip kişiler -en tanınmışı Abraham Abulafia’dır- Hristiyan Gnostikler gibi, bir kişinin sadece Tevrat’a bağlı kalmayabileceği, aynı zamanda kesin olarak kabul görmüş mistik deneyimlere de inanabileceği görüşünü savunmuştur.

Bingen Hildegard, “Tanrısal eserlerin kitabı” adlı eserini bu bağlamda yazmıştır. İnsanların sanrı tasviri, 13. yüzyılda ‘tek evren’in bir parçası olan Hristiyanlıkta da kozmolojik öğretilerin, karşılıklarda düşünmenin, hayal gücünün ve ruh transferinin üst başlığı olarak daha sonraları Ezoterik adıyla anılacak olan resmi ve önemli bir yer edinmiştir. Buna örnek olarak; Almanya’dan Mistik inanışa sahip Bingen Hildegard, Fransa’dan Chartres’de Platon’un düşüncelerini benimseyen okul, İtalya’dan hayalci Fiore Joachim ve Fransisken, İspanya’dan Mallorquiners Ramon Llull’un Yeni Platoncu yaklaşımını ortaya koyan Kabala’yı andıran öğretisi ve İngiltere’den Oxford (Robert Grosseteste’daki ışığın teozofisi ve Roger Bacon’daki simya ve astroloji) gösterilebilir. 1300’lerde Teolojide, Rasyonalizmi vurgulayan ve hayalciliği reddeden Averroizm üstünlüğü görülmüştür.

Özellikle Mistisizm 14. yüzyılın ilk yarısında temsilcilerinin Latince yerine şu ana ait halk diline önem vermemeleriyle hatırı sayılır gelişmeler kaydetmiş ve popüler hale gelmiştir. Burada önde gelen kişiler ise Alman Dominik (rahibi) Usta Eckhart, Johannes Tauler ve Heinrich Seuse’dir. Buna ek olarak; Hollanda, İngiltere, Fransa, İtalya ve İspanya’da da temsilciler olmuştur. Bu Mistizistlerin deneyimlerinin ve kullandıkları kavramların çeşitliliği içinde onların hedefi; Mistisizim Birliği, mistizist birleşme ya da insanların tanrıyla ortak komünyon oluşturması “ruhun gerisinde tanrının doğuşu” olmuştur. Eckhart’ın mistizist düşünceleri Ortaçağ Mistisizminin tepe noktasına ulaşmıştır; aynı zamanda Mistisizm için Yeni Çağ‘ın ilk dönemlerinde uyanışa geçen yeni bir çıkış noktası da oluşturmuştur. Eckhart için Mistisizm kendinden geçmiş bir hayranlığı değil, tartışmaya, sonuçlara odaklanmaya, saltlığın kavranmasına ve tek olmaya dayalı özel bir düşünce tarzını yansıtmaktadır. Bu görüşle Eckhart Johannes Scotus Eriugena, Dionysios Areopagita ve Yeni Platonculuk geleneği içinde kalmıştır. Çoğu zaman Almancayı kullandığından dolayı, Hristiyan teolojisi içindeki bu platonik yöneliminin en güçlü temsilcisi olarak ortaya çıkmıştır. Buna karşın, ölümünden sonraki dönemde onun öğretisi bir tür İncil dışı inanış olarak yargılanmış ve görüşlerinin yayılması karmaşık teolojik ekol tartışmalara vesile olması nedeniyle eleştiri görmüştür. Büyü ve Astroloji gibi Ezoterizm inanışları Ortaçağ’da yayılmıştır. Ayrıca büyü o dönemde melek ve şeytanlarla (Invokation) ilişkilendirilmiş ve şeytanın varlığı teolojide iyi olarak bilinen melekler kadar kabul görmüştür. Simya, İspanya’daki Arap Müslümanların öncülüğünde 12. yüzyılda kesin olarak kabul görmüştür.

Ezoterik Bilgiye Modern Bakış Açısı :

Tarihsel planda genel olarak, ‘ezoterik bilgi’ belirli grupların, farmasonlar gibi, dışarıdakilerden (halktan) sakladığı bilgiyi tanımlamakta kullanılmıştır. Son zamanlarda, okült ve mistik öğretilerin halka daha fazla yansıması ile beraber, daha farklı bir ezoterik anlayış önem kazanmıştır; ancak ferasetli ve farkında bir azınlık tarafından anlaşılabilen kompleks ve güç bir tür bilgi. Bu anlayışta, ezoterik bilgi çoğunlukla dışarıya dair bilgilerden farklı ve uzak olan derin, kişinin içinde sakladığı bir tür hikmettir.

***

Varoluşun Sırrı Varoluşun İçindedir :

Varoluşumuzu anlamanın yolu kendimizi tanımakta, bunun yolu da içe dönüşte saklı… Bu yolda ilerledikçe devreye ezoterizm giriyor. Varoluşumuzla ilgili büyük bilmeceyi çözmek için belki de geçmişin izlerini farklı gözlerle sürmek gerekiyor.

Ezoterik çalışmalar, insanoğlunun binlerce yıldır sorduğu “Ben kimim, dünyada yaşamın gayesi nedir, varoluşun sırrı nedir?” gibi soruların cevaplarını araştırıyor. Bu soruların cevaplarına yaklaşabilmek için de insanın kendini keşfetmesi, içine dönmesi ve cevapları kendinde araması gerektiğini savunuyor. “Kendini keşfetme yolculuğu Mu’ya kadar nasıl uzanıyor?” diye merak ettik.

Ezoterizm hakkında bildiğimiz dışa kapalı bir öğreti şekli olduğu. Nedir ezoterizm? Neye dayanıyor?

Ezoterizmin Osmanlıca karşılığı “Bâtınilik”tir. Bâtın; iç yüz, içteki anlamına gelir. Yani içteki gizli olan anlamındadır. Ezoterik öğreti, herkese açıklanmayan ve öğretilmeyen, gizli bir yerde gerçekleştirilen bir öğretim şeklidir. Bu öğretinin kökeni de bundan binlerce yıl önce, kıtaların batmasıyla yeryüzünden silinen Mu ve Atlantis uygarlıklarına dayanır.

Kozmik kökenli Mu ve Atlantis’in sırlarını öğrenen devremizin insanları, binlerce yıl önce bu bilgileri kuşaktan kuşağa aktarmışlardı. Günümüze kadar ulaşan bilgilerin kaynağı da aslında bu kadim öğreti sistemine bağlı.

Ezoterik bakış açısının temel prensibi nedir peki? Neyi içeriyor bu öğretiler?

Ezoterizmin ana konusu, insan, yaşam ve evrendir. Ezoterizme göre varoluşun sırrı da varoluşun içinde saklıdır. Bu sebeple insanın kendini tanıması için içine dönmesi gerekir. Hiçbir şey göründüğü gibi değildir, ruhsal ve maddesel oluşumların altında görünmeyen gerçekler yatar. Doğal olanı incelerken onda doğaüstü olanı da görebiliyorsanız ezoterik olarak çalışıyorsunuz demektir. Çünkü her şey, bir şeyin sembolüdür. Herhangi bir sembolün içerdiği anlam yani sır, onun içinde gizlidir.

O sembolü bir bilmece gibi çözmeden o sırla yüz yüze gelinemez. Ezoterizmin en temel bilgilerinden birine göre parça, bütüne ait bilgi taşır. Bu nedenle insanda da tanrısal bilgiler gizlidir. Ezoterik inisiyasyonun amacı insandaki bu tanrısal bilgileri ortaya çıkartmaktır. Bir zamanlar mabetlerde bu içsel sırlara ermeyi amaç olarak seçen kişiler de bu bilgilerin peşindeydiler.

Kozmik bilgilerin saklı bir şekilde öğretilmesi nereden kaynaklanıyor?

Bu zaruretten doğmuş bir sistemdir. Bu bilgilerin herkese açıklanmamasının sebebi içinde yaşamakta olduğumuz şartların bir gereğiydi. Sır sükunet içinde alınır ve kimseye söz edilmezdi. Bu öğretiye dahil olan kişi, inisiyasyon yoluyla kendinde zaten var olan içsel bilgilerle yüz yüze getirilmeye çalışılırdı. Bu bir iç değişim değil içtekinin açığa çıkmasıdır.

Bu eğitimde ezoterik sırlar müridin göstereceği çabaya göre değişen bir süre içinde verilirdi. Sırrın içerdiği bilginin içselleştirilmesi de gerekiyordu çünkü zamanından önce açıklanacak bir sır, kişinin bilgiyi yanlış yorumlayarak yanlış sonuçlar çıkarmasına ve ciddi sorunların oluşmasına da sebep olabilirdi. Bu nedenle sırlar idrak edemeyecek olanlardan saklanırdı. Bir hazırlık ve hazmetme devresi gerekliydi. Bu şimdi günümüz için de geçerlidir. Artık toplu inisiyasyon devri kapanmış, bireysel inisiyasyon dönemi başlamıştır. Günümüzde artık inisiyatik çalışmalar yok.

Öğretinin kökeni Mu ve Atlantis uygarlıklarına dayanıyor.

Mu uygarlığını bugünkü uygarlığımızla mukayese ettiğimizde çok ileri seviyede olduklarını söyleyebiliriz. Bugün bizler için kapalı kalmış olan kozmik bilgiler, insan varlığının özellikleriyle ilgili bilgiler ve ruhsal konudaki bilgiler o dönem apaçık günlük hayatlarının içindeydi. Mu’da ezoterizm diye bir kavram yoktu çünkü apaçık bilgiler vardı, gizlilik yoktu. Mu uygarlığının dünya sahnesinden silinmesiyle birlikte, kıta batmadan önce çeşitli kıtalara göç ettiler. Çünkü artık kıtanın batacağı anlaşılmıştı. İlk önemli göç Atlantis’e yapıldı. Bizim kıtamıza, Orta Asya civarlarına da göç ettiklerini biliyoruz.

Mu kültürü Atlantis’te uzun yıllar yaşadı. Atlantis’in batışı günümüzden yaklaşık 12 bin 500 yıl önceydi. Dünyanın aşağı iniş sürecinden bahsederiz ezoterizmde. İşte bu aşağı iniş süreci ile birlikte apaçık olan bilgiler yavaş yavaş dejenere olmaya başladı. Özellikle Atlantis’in son dönemlerine doğru birlikten uzaklaşıldı ve dualiteye geçildi. Yani pozitif ve negatif kutuplar dünyada etkin olmaya başladı. Daha önceleri böyle bir atmosfer yoktu, dünyanın aurası yani manyetik enerjisi çok farklıydı. Bu bozulma ve kutuplaşma ile birlikte Atlantis’te de iki kutup oluştu. Pozitif kutup eski Mu kültürünü devam ettirdi. Negatif kutup ise negatifi yaymaya başladı. Bu aslında insanlığın aşağı iniş sürecinin doğal ve ilk başta kararlaştırılmış bir kaderiydi. Negatif enerjiler yoğunlaşmamış olsaydı insanlığın aşağı iniş süreci de gerçekleşemezdi. Niçin böyle bir sürece ihtiyaç olduğu apayrı bir söyleşi ve kitap konusu. Sonuçta böyle bir sürecin içine girildi.

Kısaca açıklayabilir misiniz? Nedir bu iniş ve çıkış süreci?

Envolüsyon ve evolüsyon yasası, ezoterizmde iniş ve çıkış yasası olarak adlandırılır. Bu yasa evrenin her köşesinde işler, böylece evrenin varoluşunu ve sürekliliğini sağlar. Aynen nefes alış ve verişimiz gibi. İnsanda da sürekli bir evolüsyon ve envolüsyon hareketi meydana gelir. Bu yasa doğum ve ölümde de kendini gösterir. Mikrokozmosta vuku bulanlar benzer şekilde makrokozmosta da meydana gelir. Çünkü yukarıdaki nasılsa aşağıdaki de öyledir.

Ezoterik öğretiye göre dünya insanlığının macerası da bir envolüsyonevolüsyon dualitesi içindedir. Yükselişe geçmeden önce aşağılara iniş vardır. Bu düşüşün akabinde bir yükseliş doğacaktır. Bu insanın iç kıyametidir ve kastedilen kıyamet uyanışı, yaşamın amacını kavramaya başlayışı sembolize eder. Ezoterik bilgilere göre eski anlayışların ve bilgilerin yerine gelecek olan yepyeni anlayışlar ve bilgilerle insanlık yukarı çıkış sürecinde büyük bir hız kazanacak ve kaybettiği değerlere yeniden kavuşacaktır. Böylece binlerce yıldır söz edilen Altın Çağ’a ulaşılacak ve daha sonra büyük devre sona erecektir.

Mu döneminin de Altın Çağ olduğundan söz edildiğini duyuyoruz. İnsanın yeniden kozmik bilgilere ulaşacağı anlamına mı geliyor bu?

Evet, ezoterizmde Mu dönemine Altın Çağ derlerdi. Hatta sembolik bir şekilde insanların tanrılarla birlikte yaşadığı bir dönem olarak ifade edilirdi. Şimdi nereye doğru gidiyoruz derseniz, evet tekrar o Altın Çağ’a doğru yürüyoruz, diyebilirim. Şu anda etrafımızı saran karanlıklar bizi yanıltmasın. Yavaş yavaş herkes içindeki o gücü daha da yoğun hissedecek. Fakat bunun için bilgiye ve kendi üzerinde çalışmaya ihtiyaç var. Aşağı inişin ilahi bir karar olduğunu bilmek bakış açımızı fazlasıyla değiştirir.

Şöyle bakılabilir; aslında ilahi bir deneyin içindeyiz. Ruh varlığı bedenlendikten sonra ne kadar kabalaşırsa kabalaşsın, ne kadar ağır şartlara girerse girsin içindeki ilahi kıvılcımı yaşatmayı becerebilecek mi? Bunun bir sınavı yaşanıyor. Yavaş yavaş yukarı çıkıyoruz. Bu zaten öyle olacak. İstesek de istemesek de…. Çünkü istemesek de aşağı inecektik. “Dönüşünüz banadır” sözünün bir anlamı da budur. Bu mükemmeliyete insanlar tekrar kavuşacak. İnsanlığın kökeni dendiği zaman dinler nereyi işaret eder? Cenneti… Yani biz cehennemden gelmedik, cennetten geldik. Cennet mükemmeliyet çağını temsil eder. Altay Yaradılış Efsanesi ve Tevrat’taki yaratılış efsanesi de aynıdır. Hepsi aslında sembolik olarak aynı şeyi anlatıyor.

Mu döneminde insanların tanrılarla birlikte yaşadıklarını söylediniz. Bu ne demek?

Ezoterizmde tanrılar, tanrıoğulları, yılanoğulları gibi tanımlamalar vardır. Bunlar evrensel idare mekanizmasının bizzat kendisini ifade eder. İsa Peygamber, tanrının oğlu olduğunu söylemiştir. Fakat bu Allah’ın oğlu olduğu anlamına gelmez. Tanrıoğulları denen, evrensel idare mekanizmasının bir üyesiydi. Bunu ruhsal idare mekanizması olarak tanımlayanlar da oluyor. Fakat en kapsamlı şekilde, Dünya da dahil olmak üzere bu seviyede olan gezegenlerin eğitiminden sorumlu olan bir sistem var. Buna, evrensel idare mekanizması diyoruz. Tanrılardan kastedilen o evrensel idare mekanizmasının unsurlarıdır özetle. Mu neden tanrılarla birlikte yaşardı? Çünkü bu evrensel planla sürekli irtibat halindeydiler. Burada yaşarken adeta orada yaşıyor gibiydiler. Astral tortuları olmadığı için hayal bile edemeyeceğimiz türde bir medeniyet söz konusuydu. Telepatik yetenekleri açıktı, sürekli ruhsal irtibat halindeydiler.

Astral tortu ile neyi kastediyorsunuz?

Bu dünyaya doğarken salt bir ruh varlığı olarak doğmuyoruz. Bir astral yapı kullanmak zorundayız. Yani ruhsal enerji ile fizik enerjiyi bir arada tutacak bir sisteme ihtiyaç var. Bu yapı birbirine tesir alışverişi yapılmasına olanak sağlıyor. Dünyaya doğarken, dünyanın o zamanki aurasını da bir kabuk gibi alan bu yapıyla birlikte geliyoruz. Yani sadece buraya doğmak yetiyor astralimizin kabuklaşması için. Sonrasında dünyada ürettiğimiz her negatif enerji bu kabuğa bir kabuk daha ekliyor.

Dinlerin insanları iyi ahlaka yönlendirmesi, en basit tabiriyle yalandan uzaklaştırmaya çalışması, bu pozitif enerjiyi daha fazla kullanmamız için tortuları azaltma çabası. Yani esas hedefimiz bu astral tortunun temizlenme çalışmasıdır. Şu an sırtımızda o kadar çok yükle dolaşıyoruz ki ne kadar temizleyebilirsek o kadar rahatlarız. Bu zor bir çalışmadır, çok da güle oynaya olmaz kabukların atılması. Mısır mabetlerinde bu çalışmanın yıllarca sürdüğünü söylemiştim ve inisiye adayı son aşamaya kadar da gelemiyordu.

Şimdi herkesin dilinde olan bir şey var mesela, özellikle New Age akımında “Bizler tanrısal varlıklarız” derler. Tamam bu sözel olarak doğrudur fakat biz ne anlıyoruz bu bilgiden. Tanrısalız ama nasıl? Yetiyor mu bu bilgi bize? Herkesin dilinde olan ve sözel olarak doğru olan bir bilgi hiçbir işimize yaramaz. Aynı şekilde bu bilginin de bohça bohça anlamı var. Astralin temizlenmesi başlı başına bir çalışmadır. Mitolojilerde canavarlarla mücadele motifleri vardır. İşte bu astral tortularla mücadelenin sembolüdur.

Mu ve Atlantis’e geri dönelim. Atlantis de battıktan sonra nasıl devam etti peki süreç?

Atlantis’ten özellikle Mısır’a yapılan yoğun göçler, Mısır’da kökeni Mu uygarlığına dayanan bilgilerin merkezileşmesine sebebiyet verdi. Pozitif kutupta yer alan rahipler Mısır’a geldiler. Dünya üzerindeki diğer uygarlıklardan çok farklı bir uygarlık tipinin ortaya çıkmasının sebebi Mısır’ın tamamen bir Atlantis kolonisi olmasına bağlıydı. Bu bilgiler Mu’dan Atlantis’e, Atlantis’ten de Mısır’a geldi. Dünyanın başka merkezlerine de gittiler ama Mısır’ın farklı bir özelliği vardı. Bu bilgiler Mısır’a geldikten sonra Atlantisli rahipler tarafından kurulan mabetlerde yaşatılmaya devam etti. Dünyanın aşağı inişi o kadar hızlanmıştı ki artık bilgiler apaçık bir tarzda verilemeyecek bir boyuttaydı.

Kozmik kökenli bilgiler ve sırlar negatif alanda kullanılmaya başlanmıştı. Dünyanın dengeleri bozulmuştu, bu sebeple bilgiler sadece mabetlerde yetiştirilen ayıklanmış, seçilmiş az sayıda insana aktarılmaya başlandı. Biz buna Mısır inisiyasyonu diyoruz. Bu kişiler dünyanın çeşitli yerlerinden gelip eğitim gördüler. Mısırlı rahipler burada inisiyeler yetiştirdi. Atlantisli rahipler mabetlerine almaya karar verdikleri kişilere bu sırları verdiler. Ama sırlar çok uzun yıllar süren bir eğitim sonunda elde ediliyordu.

Pisagor, Eflatun ve Yunan filozofu olarak tanıdığımız birçok kişi bu mabetlerde eğitildi. Bu kişiler eğitim aldıktan sonra kendi ülkelerine geri döndüler. İşte ezoterizm burada başladı. Mısır’da almış oldukları bilgileri bohçalar içinde üstünü örterek, sembolik ifadelerle kendi ülkelerinde anlatmaya başladılar. Kendi okullarını ve mabetlerini de kurdular. Mimarinin, felsefenin, matematiğin ve sanatın her çeşidinin ilhamı kaynağı bu bilgilerden çıktı.

Geçmişin izlerini sürüp, sembolleri çözmeye ve kadim bilgilerin sırlarına ulaşmaya mı çalışıyoruz şimdi?

Evet, şimdi biz bir zamanlar Mısır’da bohçalanan bilgilerin bohçalarını açmaya çalışıyoruz. “Peki madem açılacaktı niye kapatıldı?” diye sorulabilir. Bunun böyle olması ilahi olarak planlanmıştı. Mu ve Atlantis’in var olmuş olması bize bir şey katmaz, ama onların elindeki bilgiler varoluşumuzu, bizi, genetiğimizi değiştirir. Bilgi sadece sözel olarak aktarılan bir nesne değildir. Bilgi enerjiden oluşur ve çok büyük değişime sebebiyet veren bir niteliği vardır. Dolayısıyla bu bilgiler bizim anlayışımızı değiştirecektir.

Ezoterizmdeki sembollerin ışığında bazı şeyleri yeniden gözden geçirmemiz gerektiğini söylüyorsunuz. Fakat bu sembollerin günümüzde de kötüye kullanılması söz konusu değil mi?

Atlantis’te kutuplaşmadan bahsetmiştim. Agarta pozitif kutbu, şambala ise negatif kutbu temsil ediyordu. Bunlar gizli yer altı merkezlerini kurduklarında aynı bilgiye sahiptiler. Yani bu bilgilerin pozitife hizmet etmesi gibi negatife hizmet etmesi de söz konusu. Bizim şu an için sır diye tabir ettiğimiz bilgiler her ikisinde de vardı. Ama bu bilgileri nasıl kullandıkları önemliydi. Bunların içinde öyle bilgiler var ki düşünce konsantrasyonu ile karşınızdaki kişiyi felç edebilirsiniz. Bunları negatif yönde çok yoğun olarak kullandılar o dönem. Tarih boyunca şambala birçok insanla irtibata da girmiştir. Bunun tarihte en büyük örneği Hitler’dir. Zaten şambalanın hakimiyeti altında aşağı inmiş bulunuyoruz. Şambalanın gücü ile şu anda dünyayı kötü yönde idare eden birçok lider var. Bu güçleri pozitif yönde kullanmak ise çok şeyi değiştirir. Astral tortularımızı bu sebeple de temizlememiz gerekiyor.

Dinlerin vermek istediği mesajı anlamak için bâtıni yani ezoterik açıdan incelemek mi gerekiyor?

Ezoterizmin içindeki bilgileri öğrenmek ve dinsel metinleri bu bilgiler ışığında okumak dinlerin içindeki gerçek mesajı anlamamızda bize çok büyük kolaylık sağlar. Çünkü dinlerin dili semboliktir ve bu semboller ezoterik içeriklidir. İnandığı dinin aktarmış olduğu mesajları mümkün olduğunca kapsamlı olarak öğrenmek isteyen herkes ezoterizme müracaat etmek zorundadır, aksi takdirde bu ilahi mesajlar kapalı kalacaktır. Ezoterizm ne dinle ne de bilimle çelişmez. Tam tersi din-bilim çelişkisini çözmek için ezoterizm bize yardımcı olur. Kitabi dinler olarak adlandırdığımız dinlerin şu anda hala dünya halkları tarafından tam olarak anlaşılamamasının nedeni, ezoterizmin içindeki bilgilerin bilinmiyor olmasından kaynaklanmıştır. Mezheplerin ortaya çıkışı da bu anlayışsızlığın bir ifadesidir.

Dinin doğru yorumlanamayışı bilinç düzeyimizin artmasına da engel oluyor. Çünkü dinlerde de bohçalama sistemini kullanmıştır. Dinlerde açık bilgiler yoktur. Ateş bir semboldür ezoterizmde ve dolayısıyla cehennemde yanmanın da bir sembol olduğunu bilmek lazım. Sufizm’de cennetin yolu cehennemden geçer derler. Bu önemli bir bilgidir ve üzerinde düşünülmesi gerekir. Kur’an-ı Kerim’de dile getirilen cehennem ateşi bir arınmanın sembolüdür. Astralimizde biriken tortuların yakılmasını sembolize eder. Ancak o zaman biz kendi öz varlığımız ile bütünleşebiliriz.

Mısır mabetlerinde on yıllarca süren çalışmalarda sadece bilgi verilmiyordu. Mabete bağlanan kişinin astral tortularının yakılması ile uğraşılıyordu, esas inisiyasyon buydu. İnisiyeyi kozmik irtibata getirme çalışmasıydı bu. Dolayısıyla insanlar hangi dinin kimliği içinde kendini görüyorsa öncelikle onun kitabını birkaç defa okuyup, ezoterik semboller ışığında gözden geçirsinler. İşte o zaman çok daha farklı bir tablo karşımıza çıkacak. Ve o tablo gönlümüzü ışıtacak. Günümüze kadar hala dinler arası bir barış sağlanamadıysa bu dinlerin bize sunmuş olduğu ışıkla insanların henüz yüz yüze gelememiş olmasından kaynaklanıyor. Halbuki bütün dinlerin kaynağı aynı. Dinlerin ışığını görmek insanları değiştirir.

“Gizli Sırlar Öğretisi” kitabınızda Atatürk’ün Mu uygarlığını araştırdığından bahsediyorsunuz. “Gizli Yönleriyle Atatürk” kitabınızda da bu konuyu daha detaylı anlatıyorsunuz sanırım. Atatürk’ün Mu’ya olan ilgisinin sebebi neydi?

Son dönemlerde herkes tarafından duyulmuş olan Mu uygarlığını Türkiye’ye tanıtan aslında Atatürk’tür. Türkler’in kültür kökenini ortaya çıkarmak Atatürk’ün en büyük isteklerinden biriydi. Sağlığının bozulduğu son dönemlerde Mu uygarlığını araştırıyordu. Türkler’in kökenini araştırmak için girmişti bu çalışmaya. İlk çalışmalar 1937’de Atatürk’ün bu konudaki çok önemli kitapları Türkçe’ye çevirtmesiyle birlikte başladı.

Tercümelerde Maya dilinin yeryüzünün ana dilinden gelmiş olduğunu, tüm dillerin orada doğduklarını ve ana dilin Mu dili olduğunu belirten bölümlerin altı Atatürk tarafından çizilmiştir. Tercümelerde Atatürk tarafından altı çizilen diğer bölümler ise ırkların kökenini ve insanın yaradılışını anlatan satırlardı. Bu kitaplar çok uzunca bir süre Türk Dil Kurumu’nun arşivlerinde kaldı, basılmadı. Son 10 yıldır ise bu konu üzerinde daha fazla düşünülmeye ve çeşitli yayınlar yapılmaya başlandı. Atatürk’ün Mu ile ilgili düşüncelerini ve çıkardığı sonuçları ne yazık ki tam olarak bilmiyoruz.

***

Masonluk

Masonluk, kardeşlik duygusuna dayalı, federal bir yapıya sahip, inisiyatif, hayırsever, sembolik, felsefi, seçici, hiyerarşik, uluslararası, hümanist ve kurucu bir kurumdur. Gerçeğin araştırılması, insan davranışının, bilimlerin ve sanatın felsefi çalışılması ve insanın sosyal ve ahlaki gelişmesinin teşvik edilmesi, onu kişisel gelişimine yönlendirmesi gibi objektif bir şekilde varlığını onaylar niteliktedir. Toplumsal ilerlemeye götürür ve onun öğretilerini masonluğun veya daha doğrusu Yapının Gerçek Sanatı’ndan, yani Orta Çağ katedrallerinin yapıcılarından alınan semboller ve geleneksel alegorilerle örnekler.

Mason kelimesi, İngilizcedeki freemason kelimesinden türemiştir ve “hür duvar işçisi” demektir. Masonluk, çeşitli biçimlerde mevcut olup üyelerinin tek manevi ve metafizik idealleri paylaşması ile karakterize olur. Bunlardan ilki “Yüce Varlık”a olan inançtır. Masonlar, bu varlığın adlandırılmasında Evrenin Ulu Mimarı ifadesini kullanırlar.

Kökleri her ne kadar 16. yüzyılın sonu ve 17. yüzyılın başlarına kadar dayanıyor olsa da, 24 Haziran 1717 tarihinde Londra’da bir araya gelen dört locanın girişimiyle Londra Büyük Locası kurulmuştur. Masonlara göre masonluk akılcılık, bilimsellik ve insanlığın oluşumundan bu yana ortaya çıkarak, insanlığın gelişimine ve bilgi birikimlerine katkıda bulunmuş bir kültür ve fikir üst yapı kurumudur. Ezoterik ve sadece üyelerine açık olan örgüttür. Dünyanın birçok ülkesinde 5 milyon üyesi ile değişik biçimlerde mevcuttur. Sadece İngiltere, İskoçya ve İrlanda’da 480.000; Amerika Birleşik Devletleri’nde ise 2 milyonu aşkın üyesi bulunmaktadır. Çeşitli ülkelerdeki mason örgütleri ortak amaç ve ülküde birleşme bakımından evrensel, kendi yurtlarındaki yönetsel kuruluşlarında ise tümüyle bağımsız ve ulusal birer kurumdurlar.

Tarihi:

Masonluğun ilk dönemlerdeki gelişimi biraz tartışmalı bir konudur ve tahminlere dayanmaktadır. İskoçya’da ilk Mason localarının 16. yüzyıl başlarında var olduğunu söyleyebilmek için kanıtlar bulunmaktadır. Bununla birlikte İngiltere’de 17. yüzyılın ortalarında var olduklarına dair kesin kaynaklar mevcuttur. Masonik Elyazması isimli şiir yaklaşık 1390 yılına tarihlenmiştir ve en eski masonik belge olarak bilinmektedir.

İlk Büyük Loca (Grand Lodge of England), Londra’nın daha önceden faal olan dört locası, akşam yemeği için bir araya geldikleri 24 Haziran 1717 tarihinde kurulmuştu. Bu yapı, çoğu İngiliz localarının katıldığı bir düzenleyici organa dönüştü. Ancak birkaç loca, yeni yapının bazı modernleştirmeleri tasvip etmesi ve Üçüncü Derece’nin oluşturulması gibi bazı kararlar almasına gücenerek 17 Temmuz 1717 tarihinde “İngiltere’nin Kadim Büyük Locası (Antient Grand Lodge of England-GLE)” isimli rakip büyük locayı kurdular. İki rakip Büyük Loca, 25 Kasım 1813 tarihinde “İngiltere’nin Birleşik Büyük Locası (United Grand Lodge of England, UGLE)” adı altında birleşinceye kadar “Modernler” (GLE) ve “Gelenekçiler (Atiens-Ancients)” diye anılan iki loca üstünlük için birbirlerine hasım oldular.

GLE’yi Kuran Londra Locası’nın Merkezi.

İrlanda ve İskoçya’nın Büyük Locası 1725 ve 1736 yıllarında peş peşe kuruldu. Masonluk 1730’lu yıllarda Gelenekçiler ve Modernler tarafından Kuzey Amerika’daki İngiliz kolonilerine ihraç edildi. Ayrıca, İrlanda ve İskoçya Büyük Locaları pek çok bölgesel büyük localar altında organize olan kardeş localar kurdu. Amerikan Devrimi’nden sonra eyaletlerde bağımsız ABD Büyük Locaları oluştu.

Felsefe:

Masonlar arasında ortak bir felsefi tutum ve insanlık ülküsünden söz etmek mümkündür. Masonlara göre masonluk, bütün insanlar için ortak koşulan insanlık ülküsü noktasında insanlar arasında sevgi, saygı, tolerans, hak eşitliği, evrensel kardeşlik ve bilimsel gelişmenin gerekliliğini kabul eder. Yine masonlara göre masonluk, “Bütün insanlar arasında, sevgi, hoşgörü ve kardeşliğin kurulmasını hedefleyen ve çalışmalarını hakikatin araştırılması yolunda yoğunlaştırmış bir fikir üst yapı kurumudur.”

Masonlara göre, bir masonun amacı her bakımdan gelişmiş, ideal bir insan olmaktır. Bu doğrultuda masonik felsefe, daha iyi bir birey olmaya odaklanmıştır. Öyle ki masonlukta, kötü bir bireyi iyi bir birey haline getirme uğraşı söz konusu değildir. Nitekim masonlara göre, masonluk bir tekâmül sürecidir. Masonlar kendi aralarında kardeşliklerini ve bağlılıklarını dile getirmek amaçlı, birbirlerine karşı birader ya da kardeş olarak hitap ederler. Bununla beraber yine kendi aralarında mesaj niteliği taşıyan birtakım mottolar da kullanırlar. Bu mottolardan biri olan: “Audi, vide, tace” yani “Dinle, Gör ve Ketum Ol” anlamına gelen Latince motto, masonların genel yaşam biçimlerini şekillendiren tavrı özetlemektedir. Masonlar arasında; dinlemek, görmek yolunda bir adım olarak kabul edilmekte ve bu eylem neticesinde kişi yaşam üzerine düşünüp gerçeği kendi içinde aramaya başlamasının gerekliliği vurgulanmaktadır. Masonlar arasında sık kullanılan bir diğer motto olan V.i.t.r.i.o.l.’de ise yine aynı şekilde insanın içine bâtın bir yolculuğa çıkıp, kendi ve evren üzerine derin bir düşünceye sevk edilmesi gerektiği anlatılmaktadır. Masonlar benzer bir düşünce sevkini, aralarına yeni katılan adayı sadece bir mumun yandığı ve bir kitap ile kuru kafanın bulunduğu karanlık bir odada ölüm ve yaşam üzerine düşündürmek amacıyla yalnız bıraktıkları mason adayına karşı gerçekleştirirler.

Masonlukta genel olarak tanrıya Evrenin Ulu Mimarı denmesi, evrenin sistematik ve nizami bir şekilde ilerlediğini belirtmeyi amaçlar. Ancak Skoç Riti masonlarının aksine Fransız Riti’nden olan Özgür Masonlar bir tanrı arayışını ve dogmatik gördükleri birtakım görüşleri kabul etmez ve sadece bilimselliğin ışığında yaşadıklarını ifade ederler. Masonlar aralarında sıkça kullandıkları ışık sözcüğü ise farkındalığa vesile olan aydınlığın asıl kaynağı olarak ele alınır. Sonuç olarak masonlar, masonluğu dogmatiklikten uzak, akıl ve bilimin öncülüğünde belli erdem değerleri ile ideal insana giden tekâmül yolu ve de yetkinleşme sanatı olarak tanımlamaktadırlar.

Operatif Masonluk:

Masonluk, Ortaçağ’daki ve Rönesans’taki zanaat örgütünün değişik bir biçimde devamı olarak ortaya çıkmaktadır. Operatif masonluk, duvarcılık mesleğini beden çalışmasıyla ve elle yapılan zanaatkarların kurmuş olduğu meslek birliklerinden ortaya çıkmıştır. Ortaçağ’da katedral ve kiliseleri inşa eden duvar ustalarına mason diye hitap edilmiştir. Bu zanaatkarların mesleki sırları saklamaları için aralarında kullandıkları sembolik anlamlar taşıyan kelimeler ve rumuzlar olmuştur. Aynı zamanda Tanrı’nın evini inşa ettikleri için halk ve din görevlileri arasında masonlar yani duvar işçileri kutsal olarak kabul edilmişlerdir. Operatif masonlar toplandıkları loncalarda çalışmalar yapıyorlardı. Aralarında Çırak, Kalfa ve Usta olarak belirlenmiş, becerilerine ve bilgi birikimlerine göre şekillenen bir derece sistemi mevcut olmuştur.

Şövalye Kökeni:

Masonluğun kökleri ile ilgili bir başka çokça tartışılan ve öne sürülen konu ise, Masonların, şövalye kökenli bir topluluk olması ile alakalıdır. Tapınak Şövalyeleri’ne 1307 yılında Vatikan ve Fransa başta olmak üzere çoğu Avrupa krallığı tarafından açılan açık savaşın ardından 1314 yılında İskoçya’nın İngiltere’ye karşı kazandığı Bannockburn zaferinde Tapınak Şövalyeleri’nin kendi kıyafet ve kılıçları ile İskoç kralı Robert Bruce’un yanında savaştıkları, tüm tarih kitaplarında yerini almış bir gerçektir. Rosslyn Şapeli başta olmak üzere Tapınak Şövalyeleri tarafından yapıldığı bugün net olarak bilinen nice kilise ve kale de, bahsekonu şövalyelerin bu dönemlerde Britanya’daki varlıklarını açıkça göstermektedir.

Yoğunlukla, Avrupa ve ABD’de çalışmalarını sürdüren çok sayıda Masonik rit ise Şövalye Masonluğu denen bir janrı kabul etmişler ve çalışmalarını Masonluğun şövalye kökenleri üzerine sürdürmeyi tercih etmişlerdir. Şövalye Masonluğu doğrultusunda çalışmayan ritlerin bile hemen hemen tamamı şövalyeliğe mutlaka bir atıf yaparlar. Örneğin, Türkiye’de de uygulanan, dünyanın en yaygın riti Skoç Riti’nin yüksek derecelerinin çoğunluğu şövalyelik üzerinedir ve şövalye isimleri taşır. İkinci en yaygın rit olan ve özellikle ABD’de yoğun olarak izlenen York Riti’nin en yüksek derecesinin adı Tapınak Şövalyesi’dir.

Masonların kullandıkları pek çok sembolün şövalyelerden gelmiş olması bir sır değildir. Örneğin, Masonların bazı törenlerinde kullandıkları kılıçlar, gerek şekilleri gerek anlamlarıyla bu geleneği yansıtmakta olan şövalye kılıçlarıdır.

Masonluğun köklerini şövalyelere dayandıran görüşlere göre, kimlikleri ortaya çıkan Tapınakçılar, kendilerine -daha önce kıta Avrupasında olduğu gibi- yönelebilecek saldırılardan korunmak için, duvarcı loncaları kimliğine bürünmüş, sembollerini ve çalışmalarını eski duvarcıların sembolleri ile birleştirmiş ve eski sembollerine bu yönlü anlamlar da yüklemiş, duvarcı kimliği ile kendilerini tanıtmışlar, fakat çalışmalarını ve esas yüzlerini her zaman, hatta sonradan aralarına kabul edilen ve henüz belli bir dereceye gelmemiş olan üyelerinden bile gizli tutmuşlardır. Belki bu yüzdendir ki, günümüzde halen izlenilmeye devam edilen Masonik ritlerde de şövalyeliği esas alan dereceler hep yukarılarda yer alır.

Masonluğun kökenleri ile ilgili konular bugün Masonların dahi kesin olarak görüş birliğine varabildikleri bir konu değildir. Farklı obediyans ve ritler, farklı görüşleri öne sürerler. Bugünkünden çok daha gizli olan geçmişlerinde herhangi bir yazılı kayıt tutulmamış olması bunun en önemli sebebidir. Hür ve Kabul Edilmiş Masonlar Büyük Locası’nın da dahil olduğu dünya Masonluğu da, Özgür Masonlar Büyük Locası’nın dahil olduğu obediyanslar da, ritüellerinde Masonluğun köklerini Operatif Masonlara dayandırır, ilk 3 derece ritüellerinde -şövalye yaşam tarzı denebilecek bir anlayışa atıfları saymazsak- şövalyelikten, ismen, bahis açmazlar. Şövalyelik kökleri ile ilgili konular yüksek derecelerde işlenilir.

24 Haziran 1717’de İngiltere’de 4 Loca bir araya gelerek, ilk Büyük Loca’yı, İngiltere Büyük Locası’nı kurdular. Kısa zaman içinde İngiltere’deki diğer Locaların da katılması ile genişlemiş ve 1723 yılında Büyük Loca, geleneksel ve kadim yasalarını derleme görevini Protestan bir Rahip olan James Anderson’a vererek ilk yazılı anayasasını oluşturdu ve Masonluğun, ara vermeden sürdürülecek olan, yazılı tarihi ve ilk yazılı yasaları böylece resmen başlamış oldu. Anderson Anayasası (veya Anderson Yasaları veya Nizamnamesi) adı verilen bu kuralların ana hatlarına, bugün halen dünya düzenli Masonluğunca riayet edilmektedir. Her ne kadar Anderson Anayasası kısa süreli bir anlaşmazlığa yol açmış ve York Locası’nın önderliğinde bir grup İngiltere Büyük Locası’ndan ayrılarak ayrı bir Büyük Loca kurmuş olsa da, ancak 1813 yılında bu iki Büyük Loca tekrar bir araya gelerek, bugün varlığını halen sürdüren ve düzenli Masonluğun ilk Büyük Locası olarak kabul edilen İngiltere Birleşik Büyük Locası’nı oluşturmuşlardır. Geleneksel olarak, günümüzde de sürdürüldüğü şekliyle, İngiltere Birleşik Büyük Locası Büyük Üstatları kraliyet ailesi ile soylu dük veya lordlar arasından seçilir.

Geleneksel dünya düzenli Masonluğu Büyük Locaları, Çırak, Kalfa ve Üstat olmak üzere Masonluğun üç remzi derecesinde çalışırlar. Üstat derecesi, Masonluğun en üst derecesi olarak kabul görür ve localarda Üstat derecesinin üzerinde herhangi bir derece ne konuşulur ne de bulunur.

Genel olarak 33 dereceli bir sistemin çeşitli tarikat ve cemiyetlere bağlı kimseleri aynı localarda çalıştırmak amacı ile Elias Ashmole’nin düşündüğü kabul edilir. Ashmole, bu sistem içinde, insan düşüncesinin çeşitli dereceleriyle ilgili bilgileri bir gelişim içinde anlatmak, uygulamak amacını gütmüştür. Fakat 33 dereceli sistemi Ashmole’den önce Fransız Masonlarının düşündüğü ve Dante’nin, düşüncelerinden yararlanarak hazırladığı da Jean Palou gibi bazı masonluk tarihini inceleyenler tarafından ileri sürülmektedir. Derecenin bulucusu kim olursa olsun, gerçek olan bugün için 33 derecenin geniş ölçüde kabul edilmiş olması ve belirli görüşleri ve öğretilere işaret etmesidir. Yalnız Ashmole’nin önerdiği 33 derecenin gruplandırılması ile şimdiki gruplandırma arasında fark vardır. Ashmole, 33 dereceyi dört gruba ayırmıştır. Birinci grup 1-3. dereceleri içerir. Operatif Masonluğun çırak-kalfa-usta derecelerine gelmektedir, ikinci grup, 15 dereceli olacaktır ve geçmişe ait bütün ananeler parça parça açıklanacaktır. Esası Rose-Croixlardan alınmıştır. Üçüncü grup 13 derecelidir ve Templier Şövalyelerinin geleneklerini yansıtmaktadır. Sonuncusu dördüncü grup, Simyagerlerden alınmıştır ve bütün derecelerin sentezini belirtmektedir. Ashmole’nin bu ayrımına karşılık, şimdiki 33 derece 7 kısma ayrılmaktadır.

Türkiye’deki Mason Localarının da kabul ettiği İskoç Ritüeline göre masonluk 33 derece üzerine düzenlenmiş bulunmaktadır. Her derece belirli bir öğretinin temelini oluşturmaktadır ve kendine özgü sembolleri, kutsal kelimeleri, ritüeli ve ikaf töreni vardır.

Masonlukta 33 derece her zaman kabul edilmiş değildir. Eski Operatif masonlar, yalnız çıraklık ve kalfalık arkadaşlık sınıflarını kabul etmişlerdir. Ustalık ise bir derece olmayıp, yalnızca bir yöneticiliktir. Bu yöneticilik, likayat ve ehliyet esaslarına dayanmıştır. Masonluğun fikri çalışmalar durumunu almasından, Londra Büyük Mahfilinin kuruluşundan sonra da, iki derece kabul edilmiştir. Buna karşılık Ramsayın reformcu davranışları ve mükemmel üstatlar mahfili kurmak isteği, dördüncü dereceyi ortaya çıkartmıştır. Bu arada, masonluğun yalnız Hristiyanlık etkisinde kalmadığını göstermek için, o çağda (XVII. yy.) var olan bütün dini ve fikri temayülleri masonluk içinde temsil ettirme endişesi, birdenbire dereceleri 91’e kadar çıkartmıştır. 1758 yılında, II.Frederick (1712-1786), 33’lüler Süprem Konseyi kurmayı ve İskoç ritinin muntazam bir dereceler sistemine kavuşmasını istedi. Sonunda, 1800 yılında, ilk defa bir 33’ler konseyi Charleston’da kuruldu. Bu konseyden yetki alan masonlar, 1804 yılında Fransa’da, 1805’te italya’da, 1813 yılında Kuzey Amerika’da, 1817’de Belçika’da, 1824’te de İrlanda’da, 1829’de İskoçya’da ve 1861’de Türkiye’de, 33’ler konseyi kurmuş ve 33 derece hemen hemen ortak bir derece sistemi olmuştur. Buna rağmen günümüzde, yalnız dört dereceyi uygulayan bazı Alman Ritleri vardır.

Farklı bir dernek hüviyeti altında ve farklı bir yerde toplantılarını gerçekleştiren, 3. derecesinin üzerindeki dereceler için rit adı verilen Masonik yollar ve öğretiler izlenir. Bu ritlere katılmak veya katılmamak Üstat derecesine sahip Masonların kendi isteklerine kalmış bir seçimdir, zorunlu veya yapılması gereken bir yükümlülük değildir. Bu derecelerin çalışmaları, Masonluğun ilk üç derecesinde verilen öğretilerin gizlerine ve sırlarına daha vakıf olabilmek için yapılan araştırmaların yanı sıra yüksek felsefi ve spiritüel çalışmaları da içinde barındırır.
“Ateş Evi” olarak bilinen bir Mason tapınağı. Genellikle Skoç riti düşüncesine sahip Masonlar için hizmet vermektedir.(Washington, ABD, 12 Ocak 2009)

Türkiye’de de takip edilen 33 dereceli Skoç Riti dünya üzerinde en fazla üyeye sahip olan ve bu yönüyle en fazla tercih edilen felsefi dereceler ritidir. Onu, özellikle ABD’de geniş bir kesimce benimsenen York Riti takip etmektedir.

Dünya üzerinde var olan çeşitli ritler içerisinde 99 dereceli Memfis-Misraim Riti gibi yoğun bir çalışma gerçekleştirenleri var olduğu gibi, tek dereceden oluşan bazı ritler de vardır.

Herhangi bir ritte, dördüncü derece ve yukarısına devam edebilmek için Büyük Loca’ya bağlı olarak çalışan düzenli bir Locada Üstat derecesine sahip olmuş olmanın yanı sıra, bu ana Loca ile ilişkilerinin herhangi bir dönemde düzensiz olmaması ve yükümlülüklerinin aksatılmadan yerine getirilmesi gerekir. Kendi Locasında düzensiz ilan edilen bir üyenin, yüksek derecelerdeki üyeliği de otomatik olarak düşer. Ayrıca bu localarda sadece erkekler ve akraba olmayanlar bulunmaktadır.

***

Büyük Üstat Mesajı
Dünya üzerinde 300 yıldan beri var olan Hür Masonluk, “Yüce Varlık’a İnanç” temeli üzerine kurulu bir “Kardeşlik Kurumu”dur.

Üyelerini din, ırk, dil, inanç ve makam ayırımı yapılmaksızın inançlı, hür, namuslu, aydın ve iyi ahlâklı erkeklerin oluşturduğu Hür ve Kabul Edilmiş Masonlar Derneği, Türkiye’de faaliyet gösteren her dernek gibi, ülkemizin yasalarına tabidir ve çalışmalarını devletimizin denetimi altında sürdürür.
Derneğimizin üyeleri, devletine ve milletine sadakat yeminiyle bağlı, ülkesinin bağımsızlığına, bölünmez bütünlüğüne, demokratik ve laik düzenine inanmış, yasalarına her bakımdan uyan, ülkesine yararlı birer “Kâmil İnsan” olmak amacıyla çalışan vatanperver Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarıdır.

Ancak başta kamu düzenine aykırı hareket olmak üzere, yüz kızartıcı bir suçtan mahkûm olan veya bir Masona yakışmayan bir yaşam tarzı sergileyen üyesini derhal bünyesinden uzaklaştırır.
Hür Masonluğun, hukukun ve ahlaki değerlerin dışında faaliyetlerde bulunması, kendi varoluş felsefesine aykırıdır. Hür Masonluk, insani değerleri yüceltir, samimi ve ahlaka uygun her türlü kişisel düşünceyi hoşgörü ile karşılar.

Hür Masonluk her türlü siyasi ve dini tartışmaların uzağında kendini geliştirmeye, yetiştirmeye yönelik felsefi çalışmalar yapan, bireysel bir öğretidir.
Hür Masonluk hiçbir konuda üyelerini toplu ya da tek tek, bir kanaat veya fikri kabul etmeye ve açıklamaya asla zorlamaz. Her Mason, bu temel ilkeler ışığında izleyeceği yolu, kendi aklı ve vicdanıyla saptar, böylece kendi Hakikati’ni araştırır.

Türkiye Cumhuriyeti Devletinin onurlu ve yurtsever vatandaşları olan bizler gerek mesleki çalışma alanlarımızda gerekse bu çatı altında yaptığımız çalışmalarla örnek bireyler, vatandaşlar ve insanlar olmak yolundaki gayretlerimizi sürdürüyoruz.

Bülent Akkan / Büyük Üstat

***

Türkiye’de Masonluğun Tarihi:

Osmanlı topraklarında Masonluğun gelişimi incelendiğinde Londra’daki ilk büyük locanın kuruluşundan sadece dört yıl sonra, 1721 yılında Fransız Masonlarının İstanbul’da bir loca kurdukları görülür. Öte yandan Londra’da çıkan St. James Evening Post gazetesinin 24 Mayıs 1738 tarihli nüshasında da İstanbul, İzmir ve Halep’te Mason localarının açıldığı haberine rastlanmaktadır. İskoçya Büyük Locası’ndan berat alarak 1748’de Halep’te kurulan İskenderun Locası da Osmanlı toprakları üzerinde kurulan eski localar arasında değerlendirilir.

Bu dönemde İngiliz ve Fransız Masonlarının Masonluğu yaymak için Doğu’da bilhassa Osmanlı İmparatorluğu topraklarında çalışmaları dikkat çekicidir. Yabancı dilde ve özellikle Fransızca çalışan bu locaların yabancılar tarafından kurulduğu bilinmektedir.

İlk oluşumların ardından I. Mahmut döneminde, 1748 yılında bir fermanla Mason locaları kapatılmıştır. Locaların kapatılması ile ilgili bir ferman çıkarılmasına Katolik Fransa ile olan yakın ilişkiler ve özellikle Papalığın Masonluğu aforoz kararının etkili olduğu ileri sürülebilir.

Ancak söz konusu yasağın kısa zamanda unutulduğu anlaşılmaktadır. On iki sene sonra 1760 tarihinde İstanbul’da yeni localar açılmıştır. Bu localara az da olsa Osmanlı tebaasından Gayrimüslimlerin ve az sayıda da olsa Müslümanların intisap ettiği görülür. 1826 yılında, Vaka-i Hayriye ile birlikte Yeniçeri Ocağının ve buna bağlı olarak Bektaşi tarikatının kaldırılması sırasında Mason locaları da Bektaşilikle bir tutulup kapatılmıştır.

Aradan yirmi sekiz yıl geçtikten sonra, 1856’dan itibaren İstanbul’da Masonluğun yeniden faaliyete geçtiği görülmektedir. 1856 yılında Kırım Savaşı sona ermiş, Islahat Fermanı ilan edilmiş ve Paris Anlaşması imzalanmıştır. Hatırlanacağı üzere bu savaşta Osmanlı Devleti Kırım’da Fransa, İngiltere ve İtalya (Piemonte Krallığı) ile birleşerek Rusya’ya karşı savaşmıştır. Savaşın Rusya’nın mağlubiyeti ile sona ermesinin ardından Paris Anlaşmasına göre Osmanlı Devleti artık bir Avrupa devleti olarak kabul edilmiştir.

Osmanlı Devleti Paris Anlaşmasını imza etmeden önce, 10 Şubat 1856’da Islahat Fermanı ilan edilmiştir. Bu fermanla Osmanlı Devleti, Hıristiyan ve Müslüman bütün tebaasını eşit kabul ettiğini deklare etmiştir. Kırım Savaşı ve onu izleyen gelişmelerin ardından Osmanlı Devleti’nin Avrupa devletleri ile ilişkilerinin arttığı gözlenir. Bu dönemde birçok yabancı unsur İstanbul, İzmir gibi liman şehirlerine ticaret ve başka maksatlarla gelmiştir. Bunların içinde yer alan Masonların girişimleri ile yabancı büyük localar birbirleri ile yarışırcasına İstanbul’da, İzmir’de ve İmparatorluğun diğer şehirlerinde localar açmışlardır. Bu süreçte yirmi yıl içinde 60’tan fazla locanın açıldığı dile getirilir. Kuşkusuz bu locaların bir kısmı zaman içinde başarılı olamamış ve kapanmıştır ama bir kısım loca çalışmaya devam etmiş ve bunlara Osmanlı tebaasında Gayrimüslimler ve Müslümanlar da girmişlerdir.

Bundan sonra 1861 yılına gelindiğinde Mısır Prensi Abdülhalim Paşa’nın İstanbul’da, Eski ve Kabul Edilmiş Skoç Riti Osmanlı Yüksek Şûrası’nın kurulmasına önderlik ettiği görülür. Her ne kadar o tarihte Türkiye’de bir büyük loca bulunmasa da o zamanki adı ile Şûra-yı Âli-i Osmanî’yi teşkil edecek sayıda Üstat derecesinde ve deneyimli Mason mevcut idi. Bu kuruluşa Fransız Yüksek Şûrası yardımcı olmuştur.

1869 yılında Eski ve Kabul Edilmiş Skoç Riti’nin Amerika Birleşik Devletleri Charleston’daki Güney Jüridiksiyonu’nun Osmanlı Yüksek Şûrasını muntazam olarak tanıdığı görülür.

Yüksek Şûra’nın kurulmuş olduğu 25 Haziran 1861 tarihi aynı zamanda Abdülmecid’in öldüğü ve Abdülaziz’in de tahta çıktığı dönemi işaret eder. Osmanlı Yüksek Şûrası bir süre sonra faaliyetine ara vermiştir.

1876 yılında Abdülaziz’in tahtan indirilmesiyle tahta çıkan ve 90 gün kadar saltanatta kalan V. Murat’ın şehzadeliği sırasında Proodos Locası’nda Masonluğa intisap etmesi dikkat çekicidir.

V. Murat’ın sağlık sorunları gerekçe gösterilerek 31 Ağustos 1876’da tahttan indirilmesi sonucu padişah ilan edilen II. Abdülhamit ise ağabeyi V. Murat’ın Mason olması nedeniyle ilk zamanlarda Masonluğa karşı olumsuz tavır almamıştır. Bu tutumunda İngiltere ve Fransa gibi ülkelerle Osmanlı arasındaki uluslararası ilişkilerin de etkili olduğu söylenebilir.

19. yüzyılda Osmanlı topraklarında kurulan localardan adları bilinenler şunlardır:

Polonya Grand Orienti’nden berat almış olan
• Aurore de Tsarigrade (1783- ?)

İspanya Grand Orient’inden berat almış olan
• Spranza (1867-1869)

Almanya Büyük Locası’ndan berat almış olan
• Germania am Goldenen Horn (1863-1873),
• Die Leuchte am Goldenen Horn (1894- ?)
• Alliance (1858-1884)

İngiltere Büyük Locası’ndan berat almış olan
İstanbul’da
• Oriental (1856-1949)
• Deutscher Bund (1860-1884)
• Bulwer (1861-1895)
• Virtue (1864-1890)

İzmir’de
• Homer (1860-1908)
• La Victoire (1861-1894)
• St. John’s (1864-1894)
• Dekran (1864-1894)
• St. George’s (1864-1894)
• Sion (1870-1894)
• Eleusinian (1863-1894)

İskoçya Büyük Locası’ndan berat almış olan
• İstanbul Hasköy’de Caledonian (1869-1877)
• Mersin’de Taurus (1889-?)

Fransa Grand Orient’inden berat almış olan
• Yanya’da Prométhée

İstanbul’da
• Les Nations Réunies (Beratı yangında kaybolduğu için ikinci defa 1751-1778 arasındaki bir tarihte ikinci defa berat almış ve 1826’da kapanmıştır)
• L’Union d’Orient (1863-1874)
• L’Etoile du Bosphore (1858-1901)
• Ser (1866-1894)
• I Proodos (1868-1901)

İtalya Grande Oriente’sinden berat almış olan
İstanbul’da
• Italia (1862)
• Unione (1862)
• La Speranza (1867)
• Italia Risorta (1868)
• La Fenice (1868)
• La Sincerità (1868)
• Azizie (1869)
• (Büyükdere’de) Luce d’Oriente (1873)

İzmir’de
• Stella Jonia (1864)
• La Fenice no 106 (1868)
• Orkanié (Orhaniye) (1868)
• Armenak (1870)

Manisa’da
• Anacleto Cricca (1867)

Selanik’te
• Macedonia (1864)

V. Murat’ın 1905 yılında vefatından sonra II. Abdülhamit’in Masonluğa karşı tutumunda bir değişim fark edilir. Daha önce jurnallerle gözetim altında tuttuğu İstanbul’daki Masonik faaliyetlere eskisi kadar hoşgörülü davranmadığı görülür. Zaten Masonik faaliyetlere katılabilecek Osmanlı aydınları II. Abdülhamit’in baskı rejimi nedeniyle İstanbul’dan uzaklaşmışlardır. Bu nedenle Osmanlı tebaasının İstanbul’da 1908’e kadar Masonik faaliyetleri görülmez. Buna karşılık İzmir ve Selanik gibi şehirlerde Mason locaları çalışmaya devam etmiştir.

Bu dönemde kurulduğu bilinen localar şunlardır:

Yunanistan Grand Orient’inden berat almış olan
• Armonia (1908)
• Ionnie (1918)

İspanya Büyük Locası’ndan berat almış olan
• Edirne’de Uhuvvet (1909)
• İstanbul’da Constitution-Meşrutiyet (1909)

İskoç Büyük Locası’ndan berat almış olan
İstanbul’da
• La Turquie (1908-1914)
• Logos (1911-1928)
• Highasdan (1919-1930)

• Elazığ’da Euphrates (1910-1914)

• İskenderun’da Taurus (1920-1937)

Fransa Grand Orient’inden berat almış olan

• İstanbul’da Renaissance (1908-1935’te Türkiye Büyük Maşrıkı’na katıldı)
• İzmir’de Homère (1909-1933’te Türkiye Büyük Maşrıkı’na katıldı)

İtalya Grande Oriente’sinden berat almış olan
İstanbul’da
• Il Risveglio d’Oriente (1905)
• Bisanzio Risorta (1908)
• Calcedonia (1909)
• Palermo (1918)
• Sére (1922)

Üsküp’te
• Stella della Libertà (1909)

İzmir’de
• I Mille (1911)
• L’Unione (1914)

• Ankara’da Verità Riconosciuta (1914)

• Kuşadası’nda Triangolo (1922)

Tüm bu tablo içinde Osmanlı topraklarındaki Masonluğu daha iyi anlamak için yirminci yüzyılın başındaki Selanik şehrini ayrıca ele almak gerekir.

Selanik şehrinin 1870’lerde demiryolunun şehre bağlanmasının ardından 1880’lerin ortalarına doğru önemli ölçüde büyüdüğü gözlenir. Bu dönemde telgraf şebekesi kurulmuş, demiryolu hatlarından biri İstanbul’a diğeri Sırbistan üzerinden Avrupa’ya bağlanmıştır. Selanik limanına gelen gemilerin sayısı 1880’den 1912’ye bir misli artmıştır. Böylece Selanik limanı İstanbul ve İzmir’in ardından İmparatorluğun üçüncü büyük limanı olmuştur. Birçok banka şehirde şube açmış ve yerel bir banka kurulmuştur. Şehir 1890 yılında geçirdiği yangından sonra yeniden inşa edilmiş ve şehre hava gazı aydınlatması ile kanalizasyon şebekesi kurulmuştur. Tramvaylar da 1907’de elektrikli hale getirilmiştir. Selanik ayrıca dokuma sanayiinin merkezlerinden biri haline gelmiştir. Osmanlı Ordusu’nun Üçüncü Ordu Merkezi de Selanik’tedir. Yirminci yüzyıl başında İstanbul’dan kimi sürülen, kimi saraya uzak olmayı tercih eden Osmanlı subayları ile aydınların Balkanlar’da ve özellikle Selanik’te bir araya geldikleri görülür.

Bu ortamda Selanik Masonluğu da gelişme kaydetmiştir. On dokuzuncu yüzyılda Selanik’te kurulan localardan 1804 öncesi l’Amitié (Fransa) ve 1864 yılında kurulan Macedonia (İtalya) locaları bilinmektedir. Yirminci yüzyılın başında ise Selanik’te İtalya’dan berat almış Macedonia Risorta (1901) ile Fransa’dan berat almış Veritas (1904) locaları varken Meşrutiyet’e giden günlerde Mason localarının sayıları artmıştır. Bu çerçevede Fransız l’Avenir de l’Orient (1908), Yunanistan Grand Orient’inden berat almış Philippos (1907), Romanya Milli Büyük Locası’ndan berat almış Steaoa Salonicului (1908), İspanya Grand Orient’inden berat almış Perseverencia (1907) locaları kurulmuştur..

İspanya’dan berat almış Fazilette (1909) ile nereden berat aldığı ve kurucuları bilinmeyen, 1909 yılından Selanik’in Yunanlılara geçtiği 1912 yılına kadar çalıştığı kaydedilen Midhat Paşa Locası’nın da aralarında olduğu on kadar locanın Meşrutiyet’in ardından açıldığı ifade edilmektedir.

Selanik localarında, özellikle Macedonia Risorta, Veritas ve Perseverencia localarında asker ve sivil kökenli bazı Jön Türklerin üye oldukları bilinmektedir. Söz konusu Jön Türkler toplantılarını gözlerden uzak biçimde bu locaların çatısı altında sürdürmüşlerdir.

24 Temmuz 1908’de Meşrutiyet’in ikinci kez ilan edilmesi üzerine Selanik’teki Jön Türkler de İstanbul’a gelmeye başlamışlardır. İstanbul’a gelenler arasında bulunan Masonlar Ağustos ayından itibaren müstakil bir Osmanlı Büyük Locası kurulabilmesi için girişimlerde bulunmuşlardır.

1908 yılı sonbaharında sözü edilen Osmanlı Masonları arasından Osman Fehmi ve Mehmet Tevfik birlikte, Nail Reşid de ayrı olarak Mısır’a giderek Mısır Millî Büyük Locası Büyük Üstadı İdris Ragıp ile bir Osmanlı Büyük Locası kurulması konusunu görüştükleri bilinmektedir. Oradan aldıkları Mason ritüellerini Türkçe’ye tercüme ettirmiş ve toplantı yapılabilmesi için gerekli Masonik eşyayı İstanbul’a getirmişlerdir.

Yukarıda anılan isimlerin öncülük ettiği Osmanlı Masonları 14-15 Kasım 1908 tarihlerinde toplanmışlar ve Resne Locası’nı kurarak İngiltere Birleşik Büyük Locası’ndan beratlı olan Mısır Millî Büyük Locası’na 17 Kasım 1908’de başvurmuşlar ve berat almışlardır. Resne Locası’nda, Resneli Niyazi’nin kardeşi Osman Fehmi Üstad-ı Muhterem, Nail Reşid ise I. Nazır olarak görev yapmıştır.

Bu gelişmelerin ardından 3 Mart 1909 tarihinde bir araya gelen Osmanlı Masonları 1861 yılında kurulmuş ve daha sonra faaliyetine ara vermiş olan Eski ve Kabul Edilmiş Skoç Riti Osmanlı Yüksek Şûrası’nı reorganize ederek yeniden faaliyete geçirmişlerdir.

Daha sonra da Osmanlı Büyük Locası’nı kurmak amacıyla 13 Temmuz 1909 günü Karaköy’deki Noradunkyan Han’da toplanan 5 locadan 14 delege Osmanlı Büyük Locası’nı (Maşrık-ı Azam-ı Osmanî) kurmuşlardır. Daha sonra 1 Ağustos 1909 tarihinde 12 locadan 29 delege ikinci defa toplanarak Osmanlı Büyük Locası’nın görevlilerini seçmişlerdir. Buna göre Meclis-i Mebusan İkinci Başkanı Talat Bey Büyük Üstat, Galip Bey Büyük Üstat Yardımcısı, Rıza Tevfik Büyük Hatip ve Osman Talat ise Büyük Sekreter seçilmişlerdir. Müstakil bir Osmanlı Büyük Locası’nın kurulmasının ardından Osmanlı topraklarında bu büyük locaya bağlı çok sayıda locanın faaliyete geçtiği görülmektedir. Ancak Birinci Dünya Savaşı’nın kaybedilmesinin ardından İstanbul’da bulunan locaların dışındakilerin faaliyetini durdurmak zorunda kaldığı da görülecektir.

Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılışına kadar süren, arka arkaya savaş ve ekonomik zorluklarla geçen dönemde Osmanlı Masonlarının çalışmalarını hayır ve hasenat işlerinde yoğunlaştırdıkları dikkati çekmektedir. Bu süreçte toplumda yaşanan sıkıntılar nedeniyle giderek önem kazanan Hilal-i Ahmer Cemiyeti (Kızılay) içinde görev yapmışlar ve Necat Locası üyelerinin öncülüğünde kimsesiz çocukların bakımı için Himaye-i Etfal Cemiyeti’ni kurmuşlardır. Söz konusu dernek, Osmanlı Büyük Locası tarafından da desteklenmiştir. Kurtuluş Savaşı sırasında, 1921 yılında Ankara’da yeniden oluşturulan derneğin başkanlığına Necat Locası üyesi ve İstanbul’daki ilk kuruculardan Ahmet Muhtar Bey getirilmiştir. Sonraki yıllarda bu dernek Çocuk Esirgeme Kurumu adı altında hizmet vermeye devam etmiştir.

1923 yılında Cumhuriyet’in kurulmasıyla birlikte Maşrık-ı Azam-ı Osmanî, Türkiye Büyük Maşrıkı adını almıştır. Bu dönemde Masonlar lise olmayan yerlerdeki yetenekli gençlerin eğitimlerini sürdürebilmelerini sağlamak amacıyla Selamet Locası üyelerinin de girişimiyle İkmal-i Tahsil Cemiyeti’ni kurmuşlardır. 1927 yılında. Kurulan bu derneğe Masonların dışında Mason olmayan birçok kişi üye olmuşlardır. Bu derneğin, daha sonra benzer amaçlarla Mustafa Kemal’in himayesinde ve İsmet İnönü’nün başkanlığında kurulan Türk Maarif Cemiyeti’nin faaliyete geçmesine kadar hizmet verdiği görülmektedir.

Benzer bir yardım faaliyeti olarak İzmir Karşıyaka’da faaliyet gösteren Zuhal Locası’nın üyelerinin girişiminden bahsedilebilir. 1930’ların başında Karşıyaka’daki okullarda bulunan toplam 1.200 öğrenciden yüzde onunun tek öğün dahi yemek bulamadıklarını tespit eden Masonlar, her gün okullara sefer taslarıyla yemek dağıtarak pek çok çocuğun karınlarının doymasını sağlamış, giyim ve sağlık harcamalarını karşılamışlardır. Buna ilaveten muhtaç çocukların anne babalarına iş bulmak konusunda da locanın Hasenat Komisyonu’nun çalışmalar yaptığı görülmektedir.

1930’ların ortalarına doğru, dünya ve ülke konjonktürünün gelişimine bağlı olarak, ülkede sivil toplum kuruluşlarının yürüttüğü faaliyetler Halkevleri bünyesinde toplanmaya başlamış; Türk Ocakları ve Türkiye Kadınlar Derneği gibi birçok kuruluş çalışmalarına son vermiştir. Türkiye Büyük Locası da aynı şartlar altında İçişleri Bakanı Şükrü Kaya’nın isteğine uyarak Ekim 1935’de çalışmalarını durdurmuştur.

Büyük Loca’da kurulduğu 1909 yılından faaliyetlerine ara vermek zorunda kaldıkları 1935 yılına kadar seçim tarihi sırasıyla görev yapan Büyük Üstatlar:

• 1909 Talat Paşa
• 1911 Faik Süleyman Paşa
• 1912 Dr. Mehmet Ali Baba (Erel)
• 1915 Faik Süleyman Paşa (17 Ağustos 1916’da Cephede Şehit Düştü)
• 1916 Mehmet Cavit Bey
• 1918 Rıza Tevfik (Bölükbaşı)
• 1920 Fuad Hulusi (Demirelli)
• 1921 Dr. Besim Ömer Paşa (Akalın)
• 1924 Servet Yesari
• 1925 Fikret Takiyeddin (Onuralp)
• 1927 Edip Servet (Tör)
• 1930 Servet Yesari
• 1930 Mim Kemal (Öke)
• 1932 Mustafa Hakkı (Nalçacı)
• 1933 Muhittin Osman (Omay)

Çalışmalara ara verilmesinden üç yıl kadar sonra, 1938 yılı Haziran ayında yeni Dernekler Kanunu çıkarılmasının ardından Masonların yeniden çalışmalara başlama arzusuyla 1938-1939 yıllarında üç loca oluşturdukları görülmektedir. Ancak İkinci Dünya Savaşı’nın başlaması bu locaların çalışmalara devam etmesine imkân vermemiştir.

İkinci Dünya Savaşı’nın Müttefiklerin üstünlüğü ile sona ereceğinin anlaşılmasıyla birlikte Batı dünyasında savaş sonrasıyla ilgili düzenlemeleri ve ilkeleri saptamayı hedefleyen konferansların yapıldığı görülür. Bu çerçevede Birleşmiş Milletler örgütünün oluşturulması ve bu örgüte hangi ülkelerin, hangi koşullarla alınacağı belirlenmeye başlanmıştır. Türkiye, hatırlanacağı üzere o tarihte Müttefiklerin yanında yer almaya karar vermiş olmasına mukabil çok partili demokratik bir ülke değildi. 1946’da çok partili hayata geçişin ardından diğer demokratik ülkelerde olduğu gibi Türkiye’de de Masonluk faaliyete geçebilmiştir.

Ülke ve dünya konjonktüründeki gelişmelere uygun olarak 5 Şubat 1948’de Türkiye Mason Derneği kuruluş belgelerini İstanbul Valiliği’ne vermiş ve Türkiye’de Masonluk tekrar faaliyete geçmiştir. İstanbul’un ardından Aralık 1948’de İzmir, Ocak 1949’da Ankara şubeleri açılmıştır.

1951 yılında Halkevleri’nin kapatılmasının ardından, zamanında Halkevleri’ne devredilen eski binalarının geri alınması için açılan davalar da olumlu sonuçlanarak 1954’de İzmir ve 1957’de İstanbul binaları yeniden derneğin mülkiyetine girmiştir.

16 Aralık 1956’da yapılan genel kurulda ise bağımsız bir büyük locanın kurulması için gerekli son adımlar da atılarak Hür ve Kabul Edilmiş Masonlar Büyük Locası hayata geçirilmiştir. Bu tarihe kadar 28 loca kurulduğu görülmektedir.

1977 yılında üç büyük şehir dışında ilk loca faaliyete geçmiştir.

2018 yılı sonu itibarı ile Büyük Loca bünyesinde 262 loca çalışmalarını sürdürmektedir.

Compagnie de Saint-Sacrement

Paris’teki Milli Kütüphane’de bulunan “Gizli Dosyalar”da hakkında hayli bilgi verilen Prieuré de Sion adlı kurumun 17. yüzyılda Fransa’yı sarmış olan olayların dışında kalması olanaksızdı.

Bu kez Bourbon hanedanını Fransa tahtından uzaklaştırabilmek için önce Kardinal Mazarin’i etkisiz bir duruma getirmek gerekiyordu. Bu amaçla Prieuré de Sion, Lorraine, Guise, Gonzaga, Nevers, Longueville ve Bouillon ailelerinin ülkü birliğini sağlamak doğrultusunda çalışan bir kurum işlevini üstlendi.

Bu arada ortalıkta “Compagnie de Saint-Sacrement” adlı bir kuruluşun da adı dolaşır. Bu ise, hep perde arkasında kalan Prieuré de Sion’un sahnedeki oyuncularından başka bir şey değildi.

Compagnie de Saint-Sacrement bir gizli örgüttü. Çok iyi organize edilmişti. 1620’li yılların sonlarına doğru, yani Rozkrua Tarikatı’nın etkinliğinin doruğuna vardığı sıralarda kurulmuştu. Buna dayanarak bu örgütün Rozkrua Tarikatı’nın bir kolu olduğu da söylenmiştir.

Gaston d’Orléans ve diğer birçok üst düzey soylu bu örgütün üyeleriydi ama hep geri plânda kalmışlardı. Ön saflarda ise başkaları, genellikle ikinci düzeydeki soylular görünüyordu.

17. yüzyıl ortalarında bu örgütün başına geçen Nicolas Fouquet, Longueville düşesi ile Narbonne başpiskoposunun kardeşiydi. 1663 yılında Fransa’nın en güçlü kişilerinden biri olup çıkmıştı.

Bu örgütün Fransa’nın birçok yerinde kolları vardı. Bu kolların her birinde çalışanlar diğerlerinden bağımsız ve habersizdi. Hiçbiri merkezin yöneticilerini tanımazdı.

Örgüte yeni alınan üyeler, başlangıçta bu örgütün iyilik işleriyle uğraştığını sanıyordu. 19. yüzyıl başlarında İtalya’da bir gizli örgüt kurarak sonradan Avrupa’ya yayılmış olan Karbonariler, kendi organizasyonlarını kurarken bu örgütten esinlenmişti.

Nitekim bu yüzden Karbonarilerin arkasında da Prieuré de Sion’un bulunduğunu düşünmemek için hiçbir neden yoktur.

Kaldı ki, Compagnie de Saint-Sacrement yalnızca ve doğrudan Fransa tahtını ele geçirmeye uğraşan, amaç ve etkinlik alanı bu kadarla kalan bir örgüt de değildi. 17. yüzyıl ortalarında, giderek daha etkili olabilmek, daha çok güç kazanabilmek için, aristokratları, parlamentoyu, mahkemeleri ve polis örgütünü de elde etmeye yönelmişti.

Nitekim 17. yüzyılın ikinci yarısında Fransa’da bu devlet organlarının zaman zaman Fransa kralına karşı çıkıp onu etkisiz bıraktıkları görülmüştür.

Fransa Kralı 14. Louis, 1660 yılında bu örgütü ortadan kaldırmaya girişti. Örgütün başındaki Nicolas Fouquet sonradan tutuklandı ve ömür boy hapse atıldı ama onun tutuklanmasının bu örgüt ile doğrudan ilgisi yoktu. O bambaşka bir öykü… Onun başına gelenler kimine göre ölçüyü kaçıran boyutta yolsuzluk yapmış olması, kimine göre de kralın metresine sarkıntılık etmiş olması.

Compagnie de Saint-Sacrement Nicolas Fouquet olmasa da kralın girişimlerine pek aldırış etmeyip, çalışmalarını sürdürdü. Ancak 1665 yılında birbirleriyle iletişimi olmayan bağımsız kollar halinde çalışmanın verimli olmadığı, bunun bir yarar sağlamadığı göz önünde tutularak, Paris’te merkezîleştirildi.

Moliére, 1667 yılında yazdığı ünlü “La Tartuffe” adlı yapıtında bu örgütü hedef alıyordu. Bunun üzerine Compagnie de Saint-Sacrement tiyatrolarda bu oyunun sergilenmesini engellemişti ama bu ancak birkaç yıl sürebildi. Bu da, 1670’li yıllarda bu örgütün artık gücünü yitirmeye başladığını gösterir.

Ünlü Fransız tarihçi Gérard de Séde, La Fontaine’in de Compagnie de Saint-Sacrement adlı gizli örgütün üyelerinden biri olduğunu yazar. Ona göre, La Fontaine “fabl” türünde kaleme aldığı yapıtlarında, sıradan insanları değil, aslında doğrudan Fransa kralını eleştiriyor, alaya alıyordu.

Nitekim bu yüzden Kral 14. Louis de, Guise dükü, Bouillon dükü, Turenne vikontu ve Gaston d’Orléans’ın dul eşi gibi çok etkili kişilerin La Fontaine’i desteklemelerine karşın onun 1635 yılında “Fransız Akademisi” (Académie Française) adı altında kurulmuş olan ulusal dil ve edebiyat kurumuna alınmasına karşı çıkıp, engel olmuştu.

Carbonari Cemiyeti (Karbonariler )

Bir Gizli Örgüt: “Karbonariler”

1770’li yıllarda, Napoli’de bir gizli örgüt oluşturulmuştu: Carboneria…

Dilimizde Karbonariler (Fransızcada Charbonneries, İngilizcede Carbonaris) olarak anılmış olan bu örgütün özgün sözlük anlamı “odun kömürü yakanlar” demektir. Daha adına bakılınca bu örgütün “gizli” oluşuna karşın simgeciliğe yatkın bir kullanımı bulunduğu anlaşılır.

O sıralarda ve ilk kez Napoli’de kurulduğu, amaçları, nasıl çalışmalar yaptığı vb. ancak sınırlı bir düzeyde öğrenilebilmiştir.

Bu örgütün baştan sona politik bir nitelik taşıdığı biliniyor. Amaçları da şöyle belirtiliyor:

“Birçok ayrı krallığın bulunduğu İtalya başta olmak üzere, Avrupa’daki her ülkede ulusallık bilincini geliştirmek, halkların özgürlüklerine sahip çıkmasını sağlamak, toplumları kral ve imparatorların baskısı altından kurtarmak, bunun için her yerde demokratik rejimi yerleştirmek.”

Vay!… Düşünün, yıl 1770. O dönemde böyle bir amaç için bugünün bakışıyla ancak ve olsa olsa «Bravo!» denilebilir. Ancak o tarihte hiç de öyle denilmemiş elbette…

Karbonariler hakkında elde edilebilmiş bilgilere göre; başlıca iki kurumdan esinlenmişler: Biri Masonluk, diğeri bir ara bir başka başlık altında sözünü etmiş olduğum Fransa’daki Compagnie de Saint-Sacrement adlı örgüt.

Masonluktan, kullandıkları simgeleri belirlemek, diğerinden ise genel yapılanma tarzı bakımından yararlanmışlar. Ezoterik örgütler gibi dereceleri olması ve öğretilerinin kapsamında simgeler kullanmaları, ille de Masonluktan esinlenmiş olduklarının kanıtı sayılamazsa da, onlardan söz edildiğinde hemen masonlar ile bağlantıları da gündeme giriyor. Bunun, daha sonra sözünü edeceğim ve mantıklı gibi görünen bir gerekçesi de var.

Bu örgütü kimin kurduğu, kimlerin yönettiği ise bilinmiyor. Adı üstünde, bu bir “gizli örgüt… Tarih içinde, sık sık değindiğim Prieuré de Sion gibi birtakım gizli örgütlere ilişkin belgeler sonradan ele geçmiş ve bunlar hakkında sınırlı da olsa bilgi edinilebilmiş. (Sayın Amerbach bunu da okursa beni bağışlasın.)

Prieuré de Sion hakkında 20. yüzyıl ortaları ve sonrasında birtakım belgeler ele geçmiş ve o örgüt böylece ortalığa serilmiş ama Karbonariler ile bağlantılı böyle bir belge henüz bulunabilmiş değil. Sadece üyelerinin ne gibi kişiler olduğu biliniyor; kim oldukları değil de sadece “ne gibi kişiler”. Toplumun orta tabakasından insanlar bunlar: Bürokratlar, köylüler, askerler, birtakım serbest meslek sahipleri… Öyle pek bir ünü olmayan hatta toplumda pek tanınmayan ama kendilerince “önemli” sayılan kişiler.

Aralarına aldıkları yeni üyeleri, kendilerine özgü bir inisyasyondan geçirdikleri, dört dereceli bir sistem uyguladıkları biliniyor.

Örgütün her üyesi “kömür”, toplantı yeri “kömürcü dükkânı” anlamına gelen bir terimle anılırmış. Ancak dükkânlarının nerede olduğuna ilişkin hiçbir bilgi yok.

Karbonariler hakkında bir diğer bilgi var ki, işte o pek ilginç. Şöyle:

Her kömürün yanması, “ısı vermesi” yani örgütün amaçlarına uygun bir işi gerçekleştirmesi gerekirdi. Fakat kendisine umut bağlanarak örgüte alınmış üyelerden kimileri etkin olarak doğru dürüst bir şey yapmıyor, sadece lâf üretiyordu. Örgütün simgesel deyişiyle, sadece duman çıkarıyor, başka hiçbir işe yaramıyorlardı. Böyle üyeler, “marsık” olarak anılırdı.

Bu örgütün en önemli niteliği, her bir kömürcü dükkânının sadece merkeze bağlı ve diğerlerinden habersiz olarak çalışması… Böylece örgütün her üyesi sadece kendi dükkânında bulunanları tanıyor. Bu da, salt politik nitelik taşıyan bir gizli örgüt için zorunlu sayılmış bir önlem. Herhangi bir dükkân ele verilecek ya da göçertilecek olursa, diğerleri bundan hiç etkilenmiyor. Merkez göçertilecek olsa bile, diğerleri varlığını ve çalışmalarını sürdürebiliyor. Nitekim işte bu bakımdan tıpkı Fransa’daki Compagnie de Saint-Sacrement.

İtalya’daki Karbonarilerin kendi ülkelerini öncelikli tutmuş olmalarına karşın, bu örgütün başta Fransa olmak üzere diğer Avrupa ülkelerinde de etkinlik göstermiş olduğu anlaşılıyor. Dolayısıyla, Büyük Fransız Devrimi’nin oluşumunda payları bulunduğunu düşünmemek neredeyse olanaksız.

Bu nedenle de, o devrimin ileri gelenlerinden kimilerinin hem mason hem Illuminati üyesi olduğu gibi, birer “kömür” olması da beklenir.

Zaten bu nedenle Karbonariler ile masonların sıkı bir iş birliği kurdukları söylenmiştir. Hatta bunun aslında bağımsız bir örgüt olmayıp, Masonluğun yan kollarından biri olduğu bile ileri sürülmüştür.

Bir de bunun tam tersini söyleyenler var. Onlara göre ise; Masonluğu aslında Karbonariler kurmuş. Bu iddianın ise bir ön yargıya dayandığı belli: Masonluğun, dünyanın her yerinde devrimler düzenleyerek, politik rejimleri yıkmak amacını taşıdığına ilişkin suçlamadan kaynaklanıyor.

Büyük Fransız Devrimi bir yana bırakılırsa; Karbonarilerin 18. yüzyılda neler yapmış, ne gibi işlere bulaşmış olduğu bilinmiyor. Gerçi her nerede amaçlarıyla bağdaşan bir politik eylem görülmüşse o işin içinde bu örgütün üyelerinin de parmağı olduğu düşünülebilir ama bunun ne derecede doğru olacağını da göz önüne almak gerekir. Karbonariler de .birçok bakımdan ama sadece politik alanda olmak üzere masonlar gibi bir “günah keçisi” sayılmış, belki de hiç ilgileri olmayan birçok olay üzerlerine yıkılmıştır. O tarihlerde bir eylem olduğu zaman bunun üstlenilmesi gibi bir durum söz konusu değil ki… Tam tersine olabildiğince başkalarının üzerine yıkmak söz konusu.

Fransa’da monarşinin geri getirildiği 1815 yılından sonra, Karbonarilerin tam o sırada Avrupa’da yer yer beliren küçük krallıkları devirmeye uğraştığı, sonradan elde edilmiş olan sınırlı bilgilerden derlenebiliyor. Özellikle küçük boyutta krallıklar ile uğraşmış olmaları, herhalde birbirinden bağımsız çalışan kollarının gücünün ancak o kadarına yetmesinden olsa gerek.

Fransa’da krallık geri gelince, Prieuré de Sion adlı örgüt de yine umutlanıp hemen elini kolunu sıvamış olabilir. Ancak bu noktada dikkatli olmak gerek: Karbonariler ile Prieuré de Sion arasında bir bağlantı olduğu varsayılamaz. Çünkü Prieuré de Sion monarşiden yana; Karbonariler ise her türlü antidemokratik rejime karşı.

***

Karbonari cemiyeti geçen yüzyıl kendisinden çok bahsettir mistir. Muhtelif romanlar konularında onu sahneye koymuşlardır. Tertip ve komploları iyi bilinmekle beraber menşeleri hakkında fazla bilgi bulunmamaktadır. Karbonarizm’in atalarının oduncu, kömürcü gibi tamamiyle zararsız bir cemiyet olduğu zannedilmektedir. Bu bir nevi kumpanya. olup, adından da anlaşılacağı gibi oduncu ve diğer orman işçilerinin topluluğu idi. Fakat içinde cemiyetin bütün sınıflarından insanlar mevcuttu. Bu orman masonlarının toplantı yeri tercihan açık hava olup, giriş merasimleri yapılır, işaret ve tanışma parolaları kullanılırdı, içtimai karşılıklı yardım ve iyilik yapmayı bu cemiyet geliştiriyor, eğlenip mesut olmayı eğitiyordu. Bu masum topluluktan polisin ağzına düşen İtalyan ve Fransız Karbonari cemiyetlerine nasıl geçilmiştir?

Napolyon’a karşı kurulan, Filadelfiyalılar veya Olempliler gizli cemiyetinin kurucusu meşhur general Mallet’in arkadaşı olan albay Oudet’in bu cemiyette bir rolü olduğu tespit edilmekle beraber cemiyetin teşkilâtı bir esrar perdesine bürünmektedir. Oudet doktrinlerini yaymak için İtalyan Karbonari cemiyetinin menşei olduğu tahmin edilen Jura kömürcülerine dayanmakta idi. Frankmasonlukla Karbonari arasındaki münasebetler de esrarengizdir.

İtalyan Karbonarî’leri

Karbonari cemiyeti güney İtalya’ya Murat’ın Napoli krallığı zamanında Fransızlar tarafından sokulmuştur. Jura kömürcüleri cemiyeti örnek alınarak bu cemiyet düzenlenmişti, İtalyan Karbonarilerinin gelişmesi Murat’ın polis nazırı yaptığı Maghella zamanında olmuştur. Maghella Napolyon’un muhasımı olup 1814’te müttefiklere katılmaya Murat’ı ikna, etmişti. Maghellaf’ın ideali anayasası olan meşrutî İtalya’nın bağımsızlığı idi. Bu gaye ile Napolyon ve Burbonların mutlak bir iktidarına karşı Karbonari cemiyetinden faydalanılmış ti, Cemiyet olağanüstü bir çabuklukla gelişerek kuvvetlendi. J. Her on Lepper’in belirttiği gibi Kalabr ve Abruz şehirlerinde ikamet eden bütün erkekler cemiyete girmişlerdi. Karbonarfler bütün sosyete sınıflarından mensuplarını toplayarak devlet içinde devlet haline gelmişlerdi. Mensuplarına askerî emirler vererek, onların suçlarını bile gizli mahkemelerinde yargılıyorlardı, Umumî mahkemeye kendi gizli mahkemelerinin müsaadesiyle müracaat edilebiliyordu. Napoli kralı Ferdinand’ın polis nazırı Kanoza rakip olarak kurduğu Kalderari cemiyetiyle Karbonarilere karşı mücadeleye girişti. Fakat üyelerin aşırı derecede irtikaplarından bu cemiyet krallığın emriyle 1816 da kapatıldı. Bu arada Karbonari’ler gittikçe kuvvetlenirken Kalabr ve Abrüz şehirlerinde teşkilâtlanan bazı cemiyetlerin üyeleri siyasi cürümler işliyorlardı. İmparator onlarla savaşmak için bir İngiliz generaline başvurmuştu. Diğer mutedil cemiyetler ise orta kuzey İtalya’nın muhtelif devletlerini mühimseyerek kuzey İtalya’daki Avusturyalıları kovmak gayesiyle çalışıyorlardı, İtalyan Karbonarilerinin tarihçesi çok karışık olduğundan fazla tafsilâtına girişecek değiliz.

Yalnız, Avusturyalılar tarafından İtalya’nın bağımsızlığının bertaraf edildiğini işaret edelim. Bununla beraber bu hareket sönmedi ve XIX ci asırda Karbonarism gayesine erişmek için çoğalmakta devam etti. 1821’den sonra muhtelif Karbonari mensubu memleket dışına kaçarak teşkilâtlar kurdular. Ancak bütün İtalya’da muhtelif isimler altında ihtilâlci cemiyetler mevcuttu. 1831 ayaklanmasında Avusturya İtalya üzerindeki hâkimiyetini yeniden kurdu.

Nihayet ihtilâl hareketinin idaresi el değiştirerek ilk hasımlara geçti. 1834 Nisanında muhtelif memleketlerden kaçan siyasî şahıslar Bern şehrinde toplanarak beynelmilel ihtilâlci bir cemiyet kurdular: Genç Avrupa. Bu cemiyet daha ziyade İtalyan (Mazzini) nin eseriydi.

İtalyan’nın kuruluşunda ve Avusturya hakimiyetine karşı savaşmada bu gizli cemiyetlerin faaliyetleri bilinmekte olduğundan Avrupa tarihlerinde yazılı olan bu kışımın tafsilâtına girişmeyeceğiz. Napolyon Bonapart’ın bir Karbonari üyesi bulunduğunu ve yeminine sadık kalarak İtalyan’nın bağımsızlığına çalıştığını herkes bilmektedir.

Fransız Karbonari’leri

Karbonarizm’in meraklı bir gelişme seyri takip ettiğini görmüştük. Nitekim İtalya da kömürcülerin, yardımlaşma topluluğu şeklinde başlayarak önemli bir siyasî iktidara sahîp olduğunu inceledik. Bu topluluğu 1820’de kısa bir zaman sadece Avusturyalılar mağlup edebilmişlerdi. Napoli’den gelen iki Fransız genci aralarına beş Fransız arkadaşlarını da alarak yedi kişilik bir Karbonari locası kurmuşlar ve bütün Fransa’ya yayılmışlardı. Tesir ve adet bakımından çoğalmak için iyi tertiple gizlilik ve emniyete itina ediyorlardı. Yeniden intisap eden üyelerin seçiminde en büyük titizlik gözetiliyordu. Toplantılar ıssız yerlerde gece yapılıyordu. Bütün emirler hemen yerine getiriliyordu. Cemiyet mensupları umumi yerlerde ihtiyaç hasıl olursa işaretlerle muhabere ediyorlardı. Cemiyete giren aday bütün monarşilere kin güdeceğine yumruğu ile yemin ediyordu.

Yeni bir loca kurulacağı zaman kurucu büyük locanın 2 üyesi yeni locanın ilk üyesini cemiyete kabul ederek o locanın reisi yapıyorlardı. Kendileri de reis yardımcıları olarak sansür yapıyorlardı. Yeni başkan. bile onların hangisinin daha kıdemli olduğunu bilmezdi. ihanet riskini bertaraf etmek için bir locanın üyeleri 20 olarak tahdit edilmişti. Localar arasında da her türlü muhaberat ve münasebet yasaktı, 1822’de Fransa’da askerler, işçiler ve Öğrencilerden müteşekkil takriben 60.000 Karbonari üyesi vardı. Teşkilâtın başlıca gayesi monarşiyi kuvvetle yıkmaktı. Cemiyetin her mensubu bir tabanca ve 20 kurşun taşıyabilirdi. Cemiyetin reisi La Fayette idi. Diğer şefleri Manuel d’Argenson’da harekâta nezaret ediyorlardı.

Çok merkezileşmiş teşkilâtına rağmen bu cemiyet iktidarı tahmin ettiği gibi çabuk ele geçirememişti. 29 Aralık 1821 Bedfort’ta başlayacak umumi ihtilâl için kararlaştırılmış tarihti. Fakat tespit edilen randevuya La Fayette’nin çok geç gelmesi umumi bir fiyasko oldu. Bu arada kraliyet polisi hazırlanan bu geniş çalışmaları keşfetmiş bulunduğundan Marsilya, Lion, Saumur, La Rochelle’deki teşebbüsler neticesiz kaldı. Sonuç olarak şiddetli bir bastırma hareketinin ölçüleri çabuklaştırıl-di. Akisler yapan gürültülü bir duruşmadan sonra La Rochelle’nin 4 şefinin Paris’te kafaları kesildi. Bundan başka cemiyette birlik yoktu. Taşra üyeleri isimlerini bile bilmedikleri şeflere itaat etmekten şikâyet ediyorlardı. Bununla beraber Fransız Karbonarileri 1830’a kadar (kralın yeniden tahta çıkmasına) restorasyona karşı komplolar yapmağa devam ettiler. Karbonari mensupları Louis Philippe’ye düşman ihtilâlci cemiyetler kurarak 1848 Cumhuriyetinin kurucuları olmuşlardır.

Karbonari’nîn Teşkilâtı

1814 de kuruluşundan beri İtalyan Karbonarileri eski kömürcülerin ve masonların teşkilâtlarını kopya etmişlerdi. Mensupları çırak ve usta gruplarına ayrılmıştı, Mezhebin merasim usulüne göre locaları kareli tahta kaplama olurdu. Bir uçta dört köşe olmayan bir kütük bulunur ve orada usta otururdu. Kütüğün üzerinde bez örtü, su, tuz, haç, ağaç yaprakları, sopalar, ateş, toprak, akdikenden bir taç, bir makara iplik ve rumuzları tamamlamak için mavi kırmızı ve siyah üç kurdele bulunurdu. Ustanın arkasındaki duvarda bir üç-gen ustanın isminin baş harflerini taşımaktadır. Soldaki üçgen de locanın armasını taşırdı, Sağdaki iki üçgende ise çırakların gizli isimlerinin baş harfleri bulunurdu. (Alta Vendita) büyük locası Napoli’de bulunur, teşkilâtın talimat ve nizamlarını yapardı. Altın kitapla cemiyetin statüsünü, siyah kitapta da cemiyete kabul edilmeyen adayların ve herhangi bir sebeple çıkarılanların listesi yazılı bulunurdu. Giriş merasimi tamamen dini mahiyetteydi. Gözleri bağlanan çırak adayı baltanın üzerine cemiyetin sırlarını ifşa etmeyip birbirlerine yardım edeceğine yemin ederdi. Usta rütbesinde merasimi yapan Pilat adını alırdı. Onun Kaif ve Herot adında iki yardımcısı vardı. Gözleri kapanmış aday merasim esnasında bir haça bağlanırdı. Gizlenmiş üyeler Avusturya askerleri farz edilerek tüfeklerini boşa atarlardı.

Bastırılma hareketinin başarısıyla polis tarafından takip edilen Karbonari tasfiye edildi. Mazzini gençliğinde Doria isimli bir tarafından cemiyete intisabını şöyle anlatır: (O bana, hükümetin zulümlerinin toplantıları mümkün kılmadığını ve gayeye erişmek için ihtiyatlı olmak lâzım geldiğini öğretti. Bazı deneme ve merasimlerden benim kurtulacağımı belirterek kesin ve kararlı hareketlerim, talimatlara itaatim ve fedakârlığım hususunda beni sorguya çekti. Sonra beni diz çoktur erek kınından bir hançer çekti. Mensupların söylediği yemin formülünü bana tekrarlattı. Arkadaşlarımı tanıyacağım iki üç işareti de bana öğretti).

Fransız Karbonarilerinin merasimleri İtalyan Karbonarilerinin merasimlerinde hâkim olan dinî tesirden sıyrılmıştır.

Skoç Riti

Skoç Riti veya İskoç Riti, Hür Masonların yüksek dereceler ya da felsefi dereceler adı verdikleri ileri bir Masonik düşünce sistemi.

Eski ve Kabul edilmiş Skoç Ritinin başlangıcı olan Olgunlaşma Riti (Perfeksiyon Riti) ilk önce kıta Avrupa’sında başlamıştır.Bunlar 1761 ve 1762 Bordeaux Anayasalarına göre 4 ten 25. dereceye kadar çalışan localardı. Fransa’dan, Batı Hint Adalarına oradan da Kuzey Amerika’ya uzanmışlardır. Olgunlaşma Locaları 1763’te New Orleans’ta, 1767’de New York’ta 1781’de Philadelphia’da ve nihayet 1783’te Güney Karolina eyaletinin Charleston şehrinde kurulmuştur.

Berlin ve Yüksek Şura

1786 Berlin Büyük Anayasaları Ritin 33 dereceye çıkarılmasına ve her ülkede 33. ve sonuncu derecede tek bir Yüksek Şura tarafından idare edilmesini öngörüyordu. Bunun üzerine Charleston’lu 9 Mason, 31 Mayıs 1801 de bu Anayasalara göre meydana getirilen dünyadaki ilk Yüksek Şurayı kurdular. 4 Aralık 1802 tarihli ünlü ‘Manifesto’ ile de bunu tüm Mason dünyasına ilan ettiler. Bundan böyle dünyada ilk kurulan Yüksek Şura olması itibarıyla Charleston’daki bu Yüksek Şura, ‘’Ana Yüksek Şura’’ diye anılmaya başlandı. Bugün dünyada tanınan bütün Yüksek Şuralar doğrudan veya dolaylı olarak patentlerini bu Ana Yüksek Şüradan almışlardır.

33. Derece

1802’deki Manifesto’da kullanılan isim ABD’nin Otuzüçüncü Derece Yüksek Şurası idi. Skoç kelimesi başlangıçta ne belgelerde, ne de yazışmalarda kullanılmamıştır. Yalnız sıralanan derecelerin bazılarının unvanlarında Fransızca Skoç anlamına gelen ‘ecossais’ kelimesi kullanılmıştır. Bu isimlendirmenin bir sebebinin de, Skoç Riti kurulurken bir araya gelen Rozikrüsyenler, Tapınak Şövalyeleri, Töton Şövalyeleri, Malta Şövalyeleri, Doğu Şövalyeleri, İlluminati, Olgunlaşma Locaları gibi birçok eski topluluğun bir araya gelerek, ekose sistemi gibi kendi derece ve öğretileri ile bir bütün oluşturmalarından ileri geldiği söylenir.

Tarihi

Fransa Büyük Locası’nda Büyük Hatip olarak görev yapan, Stuart hanedanı naiplerinin de hocası bir Jakoben olan İskoç asıllı Şövalye Andrew Ramsay’in 1736 yılında Paris’te yapılan bir inisiasyon töreni sonrası yaptığı konuşma (Ramsay’in Nutuk’u olarak da anılır) Skoç Riti’nin kuruluşuna öncülük etmiştir. Ramsay bu konuşmasında Masonluğun köklerinin eski duvarcı ustalarında ve loncalarında değil, Haçlı Seferleri esnasında ve sonrasında bir araya gelmiş Şövalyelerin tarihinde aranması gerektiğini ve Masonların bu eski Şövalyelerin devamı ve hatta bizzat kendileri olduğunu belirtmiştir. Bunun üzerine o yıllara kadar Avrupa’nın birçok yerinde gizli olarak çalışan Şövalye toplulukları ile bu Şövalye topluluklarının Kudüs’te kadim sırları öğrendikleri ezoterik gruplar bir araya gelmiş ve Masonluk içinde ilk yüksek derece sistemi olan Skoç Riti’ni, Fransa’da oluşturmuşlardır. Böylece uzun yıllardır Localarda ilk üç derece içinde semboller ve gizli alegoriler arkasına gizlenen esas öğreti ve tarihçe, daha açık bir dille ve ezoterik bir derece sistemi ile üyelere verilmesi, bu dereceler alındıkça da hak edilen Şövalye unvanlarının Masonlara tevcih edilmesinin yolu açılmıştır.

Skoç Riti’nin Amacı

Skoç masonluğunun amacı, bilgisizliğin ve cehaletin her türüyle savaşmaktır.

Skoç Riti’nin, Masonluğun genel ilkelerinden ve amaçlarından farklı ilkeleri ve amacı yoktur. Her türlü baskı, bağnazlık ve dogma ile mücadele etmek, aydınlanmacı, bilimsel görüşü esas alan bir anlayışı hakim kılmak ve insanlar arasında ahengin ve barışın hüküm sürdüğü bir düzeni tesis etmek Masonluğun olduğu gibi Skoç Riti’nin de ana amacıdır. Sembolik Localardan farklı olarak Skoç Riti Masonlarına, Şövalye dereceleri ile birlikte toplumsal vazifeler yüklenir ve bir Şövalye olarak bunun için mücadele etmesi gereği vurgulanır.

Bilimsel düşünceyi baskın olarak öne çıkaran Rozikrüsyenler, Şövalyeler ve İlluminati başta olmak üzere birçok kadim topluluk üyelerinin Masonluğun bugünkü hale gelmesinde büyük katkısı olduğu bilinir ve bu öğreti Skoç Riti derecelerinde yoğun olarak işlenir.

Hür Masonluk gizli bir cemiyet olmaktan çok, kadim gizlerin bir derece sistemi ile ve zamana yayılan bir şekilde açıklandığı bir kardeşlik kurumudur. Masonluğun esas sırları, sembollerle çalışan ilk üç derecenin ardından ve ancak orada Üstat derecesi alınmasının ardından hak edilebilen Skoç Riti dereceleri dahilinde verilir.

Ahlak Prensipleri

Eski ve Kabul Edilmiş Skoç Riti öğretileri büyük bir ahlak sisteminin temsilcisi ve uygulayıcısıdır. İnsanlar arasından hiçbir din, dil, ırk farklılığı gözetmeksizin tüm insanların ve insanlığın iyiliği için çalışmayı prensip olarak edinmiş Masonluğun fikirlerinin başarıya ulaşması için Skoç Masonlarına, gerçek bir Şövalye ruhu ile bu prensipleri halka ve topluma anlatma ve taşıma misyonu yüklenir.

Albert Pike ve ünlü eseri ‘Morals and Dogma’

Eski ve Kabul Edilmiş Skoç Ritinin efsanevi ismi, Ana Yüksek Şuranın 1859-1891 yılları arasında Hakim Büyük Amirliğini yapan Albert Pike’ın Skoç Riti derecelerinin revizyonunu yapmıştır. Bu revizyonların neler olduğu ünlü eseri; Morals and Dogma adlı eserinde yer almıştır. Bu eser Türkçeye çevrilmemiştir. Skoç Masonluğu ve prensipleri konusundaki ana kaynaklardan biridir. Albert Pike, Skoç Ritini bir eğitim kurumu olarak görmekteydi. Burada görülen dersler siyasi, ahlaki ve dini felsefelerdi. Eğitim, derecelerin iykaaf törenlerindeki drama ve konuşmalarla verilir. Ayrıca bu dereceleri açarak izah eden ve derecelerle Skoç Riti Masonuna yeni verilen görevleri anlatan öğretilerini de yine ünlü baş yapıtı Morals and Dogma adlı eserinde toplamıştır.

Skoç Riti Masonu siyasi, ahlaki ve dini alanlarda felsefi gerçeği aramaya başlar. Vatana Hizmet, İnsanlığa Sevgi, Tanrıya İman arayışları masonun yaşamı boyu sürer gider. Kamil İnsan dini, ahlaki ve siyasi boyutlarını dengede tutabilmeyi öğrenebilmiş insandır. Bu dengeye varabilmek, onu mümkün kılacak ruhsal bilince sahip olmak ve ona adım adım yaklaşmakla olur. Her derece Masonunun görev duygusunu genişletir, evrendeki yerini ve amacını daha iyi anlamasına yardım eder. Dereceler ilerledikçe bilgiler derinleşir, sembollerin kombinasyonlarından yeri alegoriler üretilir.

Skoç Ritindeki görev kavramının temelinde bir de aksiyon vardır. Sadece öğrenmek ve bilmek yeterli değildir. Skoç Riti masonu bilinçli ve vicdanlı bir şekilde kendini ve içinde yaşadığı dünyayı geliştirmelidir.

“Skoç Riti mezhep ve din ayrılığı yapmadan bir Yüce Varlığa iman; particilik ve ırkçılık yapmayan bir vatanseverlik; sınır tanımayan bir kardeşlik ve kalplerin evrensel birliğidir.

Davası : İnsanlığın yücelmesi
Dileği : İnsanların düşünce hürriyeti,
Görevi : İnsanların vicdan hürriyeti,
Hedefi : Yeryüzündeki tüm insanların eşitlik hakkını garanti altına almaktır

Dereceler

Skoç Riti, Büyük Localar tarafından yürütülen ve yönetilen ilk 3 dereceden sonra 4. derece ile başlayan ve 33. dereceye kadar ilerleyen altı ayrı bölümlü bir eğitim sistemiyle çalışır. Felsefi Localar da denilen Skoç Riti Atölyeleri altı ayrı sınıf altında toplanır ve tamamı 33 dereceli üyelerden oluşan Yüksek Şura’ya bağlı olarak çalışır. Bunların her birisinin ayrı üye listeleri ve görevlileri vardır. Skoç Riti’ne devam edebilmek için bir Masonun kendi Sembolik Locasına da devam etmesi ve orada düzenli olması şarttır.

Mavi (veya Sembolik) Localar (1-3)

Felsefi Localar :

• Olgunlaşma Locası (4-14)
• Hakim Şapitr (15-18)
• Areopaj (19-30)
• Yüksek Haysiyet Divanı (31)
• Yüksek Danışma Divanı (32)
• Yüksek Şura (33)

Skoç Riti’nde derece isimleri Türkiye Büyük Locası ve Türkiye Yüksek Şurası tarafından kullanıldığı haliyle şöyledir:

1. Derece: Çırak
2. Derece: Kalfa
3. Derece: Üstat
4. Derece: Ketum Üstat
5. Derece: Kâmil Üstat
6. Derece: Sır Kâtibi
7. Derece: Nazır ve Hakim
8. Derece: Bina Emiri
9. Derece: Seçilmiş Dokuzlar
10. Derece: Seçilmiş Onbeşler
11. Derece: Seçilmiş Onikiler
12. Derece: Büyük Mimar Üstat
13. Derece: Süleyman Royal Arch’ı
14. Derece: Tam ve Âli Mason
15. Derece: Doğu ve Kılıç Şövalyesi
16. Derece: Kudüs Prensi
17. Derece: Doğu ve Batı Şovalyesi
18. Derece: Rose Croix Şövalyesi
19. Derece: Büyük Pontif, Âli Skoçyalı
20. Derece: Sembolik Localar Büyük Üstadı
21. Derece: Prusya Şovalyesi
22. Derece: Kralî Balta Şövalyesi, Lübnan Prensi
23. Derece: Tabernakl Reisi
24. Derece: Tabernakl Prensi
25. Derece: Tunç Yılan Şovalyesi
26. Derece: Mersi Prensi, Triniter Skoçyalı
27. Derece: Mabet Amiri Şövalyesi
28. Derece: Güneş Şovalyesi
29. Derece: St. Andrew Şövalyesi, Büyük Skoçyalı
30. Derece: Kadoş Şövalyesi
31. Derece: Büyük Amir Müfettiş
32. Derece: Ulvi Sır Âli Prensi
33. Derece: Hakim Büyük Umumi Müfettiş

Anderson Anayasası

Tanrı ve Din’e Dair

Bir Mason, sıfatının gereği, ahlak yasasına uymak zorundadır, ve eğer Sanat’ı doğru anlıyorsa, asla budala bir ateist veya dinsiz bir liberten olmayacaktır. Fakat eski zamanlarda masonlar, her ülkede, o ülkenin ya da ulusun dininden olmak –bu her ne idiyse– yükümlülüğündeydiler. Şimdi ise, özel kanıları kendilerine bırakılarak, bütün insanların mütabık oldukları dinden olmaları yeterli görülmektedir. Bu da, onları ayırt eden sıfat ve bağlantıları ne olursa olsun, iyi ve doğru, veya onurlu ve dürüst insanlar olmaktır. Böylece Masonluk, aksi takdirde birbirlerinden ebediyen uzakta kalacak kişilerin arasında bir birlik merkezi, hakiki dostluğun kazandırılmasında bir vesile olur..

Devlet Erkanı ve Memurlara Dair:

Bir Mason, nerede yaşar ve ne işte çalışır olursa olsun, devlet otoritesi için barışçıl bir unsurdur. Ve hiçbir zaman ulusun barış ve refahına karşı entrikalar ve suikastlar içinde bulunmayacağı gibi, görevli olmadıkça da devlet idaresine müdaheleden kaçınır. Masonluk, savaş, kan dökülmesi ve karışıklıktan daima zarar görmüş olduğundan, eski krallar ve prensler, hep barış zamanlarında gelişmiş olan sanatçıları, barışsverlikleri ve bağlılıklarından dolayı teşvik etmişlerdir. Böylece rakiplerinin saldırılarını fiilen karşılamışlar ve kardeşliğin onurunu yüceltmişlerdir. Dolayısıyla, eğer bir kardeş devlete karşı isyankar olursa, hiçbir zaman o isyanında destek bulamaz. Ona ancak mutsuz bir insan olduğu için acınabilir. Sadık kardeşlik onun bu isyanını asla kabul etmez. Bu sırada hükümet gücendirilmemeli ve siyasi güvensizlik ortamı yaratılmamalıdır. Ne var ki bu kardeş, eğer başka bir suçtan mahkum olmamışsa, Locadan atılmaz, Locayla ilişkisi kesilmez.

Localara Dair:

Loca, Masonların toplandıkları ve çalıştıkları yerdir. Dolayısıyla bu toplantıya ya da usülüne göre örgütlenmiş Masonlar cemiyetine Loca denir. Her kardeş bir Locaya katılmak ve onun iç tüzüğü ile genel tüzüklere uymak zorundadır.

Loca, toplantısına katılarak ve genel ile Büyük Locanın tüzüğü okunarak en iyi şekilde anlaşılabilir.

Eski zamanlarda hiçbir üstat veya kalfa, özellikle önceden haberdar edilmemişse, toplantıya gelmemezlik edemezdi. Üstat ve Nazırların mutlak bir zorunluluğunun engel olduğuna kanaat getirecekleri bir mazereti yoksa, ciddi bir kınamaya uğrardı.

Bir Locanın üyesi olabilmek için, iyi ve doğru, hür doğmuş, ergin yaşta, ağırbaşlı ve iyi şöhret sahibi olmak gerekir. Köleler, kadınlar, ahlaksız veya kötü şöhret sahibi kimseler Loca üyesi olamazlar.

Üstadlara, Nazırlara, Kalfalara ve Çıraklara Dair:

Masonlar arasında her türlü yükselme, yalnız gerçek değer ve liyakat üzerine kuruludur ki böylece Lord’a daha iyi hizmet verilebilsin, kardeşler mahcup olmasın, Krali Sanat hor görülmesin. Dolayısıyla bir Üstat veya Nazır, kıdeminden değil, liyakatinden dolayı seçilir. Bu hususları yazıyla anlatmak imkansızdır. Onun için her kardeş, Locada yerini boş bırakmamalı ve bunları kardeşliğe özgü yollarla öğrenmelidir. Adaylar şunu bilmelidirler ki, bir Üstadın kendisini Çırak olarak kabul edebilmesi için ona verecek yeterli işi olmalıdır. Aday da Sanat’ı öğrenmesine, Üstadının Lord’una hizmet etmesine, kardeş yapıldıktan ve ülkenin adetlerinin gerektirdiği süre kadar hizmet verdikten sonra gereken zamanda Kalfa yapılmasına engel olabilecek bedensel bir sakatlığı bulunmayan kusursuz bir genç olmadıkça Çırak olarak alınmaz. Bir de dürüst anne babadan gelmiş olmalıdır ki, gerekli niteliklere sahip olarak, liyakatine göre Nazır, sonra Loca Üstadı, Büyük Nazır ve sonunda bütün locaların Büyük Üstadı olma şerefine erişebilsin.

Hiçbir kardeş, Kalfalıktan geçmeden Nazır, Nazırlık yapmadan Üstat, Üstat olmadan Büyük Nazır olamayacağı gibi, üst kademelerden bir centilmen, seçkin bir bilgin, seçkin bir mimar veya başka bir sanatkar, onurlu bir aile mensubu ve Locaların düşüncesine göre, müstesna bir büyük yeteneğe sahip olmadan Büyük Üstat olamaz. Görevini daha iyi, daha kolay ve daha şerefle yapabilmek için Büyük Üstadın, bir Locanın o sıradaki ya da daha önceden olmuş Üstadını kendisine Büyük Üstat Vekili seçme yetkisi vardır. O da Büyük Üstadın yokluğunda onu vekaleten temsil etme veya Büyük Üstat yetkisini bir mektupla devrederse, o nasıl hareket edecekse öyle hareket etme imtiyazına sahiptir.

Eski Locaların üst düzey ve yardımcı idarecileri olan bu hüküm sahipleri ve yöneticilere, mevkilerinin gereği bütün kardeşler tarafından, eski mükellefiyetler ve tüzükler uyarınca; tevazu, saygı ve sevgi gösterilerek, itaat edilecektir.

Çalışmada Sanatın İdaresine Dair:

Bütün Masonlar iş günlerinde dürüstçe çalışmalıdırlar ki bayram günlerinde ve ülkenin yasa ve adetlerince belirlenmiş tatil günlerinde şerefli bir şekilde yaşayabilsinler.

Kalfaların en uzmanı Tanrı’nın işine, Üstat veya gözetmen olarak seçilecek veya atanacaktır. Altında çalışanlar kendisine Üstat diye hitap edeceklerdir. Sanatçılar her türlü kötü sözü kullanmaktan kaçınacak ve birbirlerini gücendirecek isimlerle değil, Kardeş veya Kalfa olarak çağıracaklar, gerek Locada gerekse de Loca dışında birbirlerine nazik davanacaklardır.

Kendini ehil ve becerikli bilen Üstat, Lord’un işini en makul biçimde üstlenecek, onun mallarını kendisininmiş gibi kullanacak ve hiçbir Kardeş veya Çırağa hak ettiğinden fazla ücret ödemeyecektir.

Ücretlerini adil bir biçimde alan hem Üstat hem de Masonlar, Lord’a sadık olacaklar ve onun işini, ister götürü ister gündelik olsun, dürüstçe bitireceklerdir. Gündelikle yapılması adet olan işi götürüye sokmayacaklardır.

Hiç kimse bir Kardeşin refahını kıskanmayacak, onun bitirebileceği bir iş ise işine konmayacak ve onu işinden etmeyecektir. Zira kimse, işe başlamış olan kadar çizim ve resimlere aşina olmadıkça, başkasının işini Lord’un yararına olacak şekilde bitiremez.

Bir Kalfa, Üstadın altında çalışmak üzere Nazır seçildiğinde, hem Üstada hem de Kardeşlerine karşı doğru olacak, Üstadın yokluğunda çalışmalara dikkatle nezaret edecek ve Lord’un çıkarlarını gözetecektir. Kardeşleri de kendisine itaat edeceklerdir.

Çalıştırılan tüm Masonlar, ücretlerini sızlanmadan veya itiraz etmeden, alçak gönüllülükle alacaklar ve Üstat çalışmaya son vermeden işi terk etmeyeceklerdir.

Genç Kardeşe çalışırken malzemeleri bozup ziyan etmemesi öğretilmelidir ki hem suçlanmasın hem de Kardeşlik sevgisi artarak devam etsin.

Bütün çalışma avadanlıkları Büyük Loca tarafından onaylanacaktır.

Masonluğa özgü bir işte asla düz bir işçi çalıştırılamaz. Acil bir zorunluluk olmadıkça da Hür Masonlar, hür olmayanlarla birlikte çalışmayacaklardır, zira Kardeşlere ve Kalfalara öğrettiklerini düz işçilere ve kabul edilmemiş Masonlara öğretmeyeceklerdir.
Davranışlara Dair

A • Toplantı Sırasında Locada

Üstattan izin almadan, özel komiteler kurulamaz veya ayrı konuşmalar yapılamaz. Münasebetsiz ve uygunsuz herhangi bir şeyden bahsedilmez. Üstadın veya Nazırların, veya Üstada hitaben konuşan herhangi bir Kardeşin sözü kesilmez. Loca ciddi ve ağırbaşlı bir konuyla ilgiliyken, gülünç ve alaycı davranılmaz. Hangi bahaneyle olursa olsun, yakışıksız bir dil kullanılmaz. Bilakis, Üstadınıza, Nazırlara ve Kalfalara gerekli saygıyı göstermeli, onları yüceltmelisiniz.

Herhangi bir şikayet vaki olur ve bir kardeş suçlu bulunursa, bu gibi uyuşmazlıkların en uygun ve yetkili yargı mercii olan Locanın hüküm ve kararına riayet edilir. Eğer Büyük Loca nezdinde temyize başvurduysanız, o zaman ona uyulmak zorundadır. Bu arada Tanrı’nın işi aksayacak olursa, bu durumda özel bir uygulama yapılabilir; ancak Loca açıkça mutlak bir zorunluluk görmedikçe, Masonluğu ilgilendiren hususlarda asla mahkemeye gidilmemelidir.

B • Loca Kapandıktan Sonra ve Kardeşler Gitmeden Önce

Masum bir şekilde eğlenebilir, imkanınıza göre birbirinize ikramda bulunabilirsiniz. Fakat her türlü israftan kaçınacak, hiçbir Kardeşi isteğinin ötesinde yemeye ve içmeye zorlamayacak, işi gerektirdiği zaman onu gitmekten alıkoymayacak, saldıran veya rahat ve özgür konuşmaya mani olabilecek birşey yapmayacak veya söylemeyeceksiniz. Zira bunlar ahengimizi bozar ve övgüye değer amaçlarımızı yıkar.

Özel küskünlükler ve kavgalar Loca kapısının dışında bırakılır. Din’e, uluslar veya devlet politikası üzerine dair hiçbir tartışma Loca kapısından içeriye sokulmaz. Biz aynı zamanda bütün uluslardan, lehçelerden, akrabalardan ve dillerdeniz. Bugüne kadar Locanın refahına olmamış ve hiçbir zaman olmayacak bütün politikalara da karşıyız.

Bu yükümlülüğe her zaman , özellikle Britanya’daki reformdan itibaren veya bu ulusların Roma Birliği ile ihtilaf ve ayrılığından beri, aksatmadan uyulmuştur.

C • Loca Dışında, Yabancılar Yokken, Kardeşler Arasında

Birbirinizi, size öğretildiği gibi, nezaketle selamlayacak, birbirinize Kardeş diye hitap edeceksiniz. Uygun görüldüğünde, görülmeden, duyulmadan ve birinin hakkını ötekine vermeden veya bir Kardeşe karşı, sanki Mason değilmişçesine doğal olan saygıyı kaybetmeksizin, birbirinizi serbestçe eğiteceksiniz. Zira tüm Masonlar aynı tesviyenin üzerinde Kardeştirler. Bununla beraber Masonluk bir kimseyi önceden sahip olduğu şereften yoksun bırakmaz, aksine onun şerefini arttırır. Özellikle Kardeşliğe layık ise, o hakkı olan kimseye şeref vermeli ve saygısızlıktan kaçınılmalıdır.

D • Mason Olmayan Yabancıların Yanında

Sözlerinizde ve tavrınızda ihtiyatlı olmalısınız ki çok çabuk kavrayan bir yabancı bile, bilmesi uygun olmayanı keşfedip anlamasın. Bazen, Muhterem Kardeşliğin onuru için, konuşmayı değiştirecek, sözü basiretle yönlendireceksiniz.

E • Evde ve Yakın Çevrede

Ahlaklı ve akıllı bir kimse olarak hareket etmelisiniz. Özellikle ailenizin, arkadaşlarınızın, komşularınızın Loca ile ilgili konuları bilmesine izin vermeyin. Burada belirtilmemesi gereken sebeplerle, hem kendi hem de Eski Kardeşliğin şerefini düşüneceksiniz.

Ayrıca sağlığınızı da düşünerek, Loca saatlerini geçirdikten sonra geç vakitlere kadar evden ayrı kalmamalısınız. Oburluktan ve sarhoşluktan kaçının ki ne aileniz ihmal edilip incinsin ne de siz çalışmaktan geri kalın.

F • Yabancı Bir Kardeşe Karşı

Onu, ihtiyatlı bir yöntemle ve bilginizden hiçbir ipucu vermemeye özen göstererek dikkatle incelemelisiniz ki istihza ile küçümseyerek reddedeceğiniz cahil bir sahtekara aldanmayasınız.

Fakat onun doğru ve gerçek bir Kardeş olduğunu anlarsanız, ona göre ona saygı göstereceksiniz ve eğer muhtaç durumda ise, yapabilirseniz ona yardım edeceksiniz, veya nasıl yardım edilebilecekse onu öyle yönlendireceksiniz. Ona birkaç gün iş vermeli ya da çalışması için başka bir yere tavsiye etmelisiniz. Fakat imkanınızın ötesinde bir şey yapmakla yükümlü değilsiniz. Sadece, ihtiyacı olan bir Kardeşi, iyi ve doğru bir kimse olması şartıyla, aynı durumda olan başka bir ihtiyacı olan insana tercih edeceksiniz.

Sonuç:

Bütün bu yükümlülüklere ve ayrıca size başka yoldan aktarılacak olanlara uyacak, bu eski Kardeşliğin temeli ve ana taşı, harcı ve şanı olan Kardeşlik sevgisini geliştireceksiniz. Her türlü tartışma ve kavgadan, her türlü iftira ve dedikodudan kaçınacaksınız. Herhangi bir dürüst Kardeşe başkalarının iftira etmesine izin vermeyecek, şeref ve emniyetiniz elverdiği sürece onun itibarını koruyacak ve ona her türlü yardımı yapacaksınız.

Kardeşlerden biri eğer size haksızlık ederse, kendi Locanıza veya onunkine başvurmalısınız. Gerekirse buradan Büyük Loca’nın üç ayda bir yapılan toplantısına ve buradan da Büyük Loca’nın yıllık toplantısına gidebilirsiniz. Her ulustan atalarımızın eski övgüye değer hareket tarzı bu olmuştur. Olayın çözümü için başka yol kalmadıkça asla yasaya başvurmayınız. Yabancılarla birlikte yasaya gitmenizi önlemek veya bütün davalara acilen son vermenizi istediklerinde, Üstadın ve Kalfaların dürüst ve dostça tavsiyelerini sabırla dinlemelisiniz ki böylece Masonluk mesleğini canla başla ve başarı ile kavrayabilesiniz. Fakat davalı Kardeşler veya Kalfalara gelince, Üstat ve Kardeşler nazikçe aracı olmalı, birbirlerine karşı olan Kardeşler de buna şükranla itaat etmelidirler. Eğer bu itaat uygulanmazsa, takibatı veya davalarını hınç ve öfkeyle yapılmadan, Kardeşlik sevgisini engelleyebilecek hiçbir şey söyleyip yapmadan ve hizmet etmeye devam ederek sürdürmek zorundadırlar. Öyle ki herkes, bütün gerçek Masonların, dünyanın başlangıcından beri yaptıkları ve zamanın sonuna kadar da yapacakları gibi, Masonluğun iyilik dolu etkisini görebilsin.

Amin.

Dileriz öyle olsun.