Kadın Haklı, Erkek Güçlü…

Adım Tuba Korkmaz. Eskişehir’de bir seramik fabrikasında müdür yardımcısına denk pozisyonda çalışan bir tasarımcıyım. Size, “Bu benim başıma gelmez!” dediğim ama gelen bir felaketi anlatacağım…
30 yaşında anne olduğumda, doktora derslerimi bitirip tez aşamasına geçmiş, kendi küçük atölyemde sanat yaparak ayakta kalmaya çalışan bir kadındım. Kızımın “Goldenhar Sendromu” olduğunu o bebekken öğrendim. İlk ameliyatını 8 aylıkken oldu.

Ve Özüm, 1 yaşındayken, ben artık bekâr bir anneydim. 2 yaşında, ikinci ameliyatını oldu. İkisi de birbirinden zor ameliyatlar. Daha başka ameliyatlar da olacak. Boşanınca ve atölye işleri hastane işleriyle karışınca, anladım ki bordrolu bir iş lazım bana…

Buldum, Çanakkale’den Eskişehir’e taşındık. Ve yepyeni bir hayat kurduk birlikte!

Kızımın hastalığı, benim sevgiyle kabullendiğim gerçeğimdi. Göğsümü gere gere taşıdım… Derken 8 ay önce aşık oldum… Aşk nağmeleriyle başlayan ilişki, klasik kıskançlık hikayeleriyle 6 ay sonra trajediye döndü. “Yakanı ört!”ler, “Kiminle konuşuyorsun?”lar, telefon kontrol etmeler derken, ben, ben olmaktan çıktım. “Bitti!” dedim…

Ve sonrasında, iki ay boyunca ne o.puluğum kaldı, ne onla bunla yatmadığım… Bir gün en kötü kadın ben oluyordum, bir gün evlenmek istediği aşık olduğu kadın…

Sonra yollarım kesilmeye başladı, takip edilmeler, 2 ayın sonunda “Nasıl yani?! Beni istemiyor musun? Peki, o halde, olacaklara razı ol!” dediği vakit, korktum. Çok korktum hem de…
Ama bu kadarını düşünemiyordum bile…

Kızımın ilk karnesini alacağı günün sabahı… Evden neşeyle çıktım. Tuhaf bir huzur vardı güneşte, ışıl ışıl. Sonra birden arkamdan gelen bir koşma sesiyle, birinin bana çarpması bir oldu, eski sevgilim olduğunu fark ettim…

Çığlık attım ve güreşme faslı…

Bu arada, elinde gördüğüm hastane mavisi büyük boy falçatayı tutmaya çalışıyorum…

Bağırıyorum avazım çıktığı kadar, her darbeyi hissediyorum, akciğerimin söndüğünün sesini duyuyorum, acı yok, ağrı yok, sadece çığlık atabiliyorum ve hırıltılı…

“Nefesim” dediğim adam, üstümde beni bıçaklarken, nefes almakta zorlanıyorum…

O anda camdan biri, bir kadın, “Ambulans ister misiniz?” diye sesleniyor.”Kurtarın beni!” diyorum, bağırmayı bırakıp…

İşte o zaman, işin rengi değişiyor. Üstümden kalkıyor, ayakkabısının tekini bırakıp kaçmaya başlıyor. Telefonumu alıyorum, gayriihtiyari son çevirdiğim numarayı arıyorum, “Bıçaklandım!” diyorum. Sonra 155’i çeviriyorum ama sokak adını bilmiyorum ki nasıl tarif edeyim, 112 de olmaz. Müdürümü arıyorum. Olaylardan haberdar…

Fakat ben müdürümle konuşamadan, arkamdan tekrar geliyor ve gırtlağımı kesiyor… Resmen kesti! İnanılır gibi değil ama yaptı!!! Aynen filmlerdeki gibi…

Yavaşça asfalta uzanıyorum…

Kızım 2 gün önce sormuştu, “Pisi pisine ölmek nedir diye?” “Yo!” diyorum, “Yo olamaz, kızımın ilk karne günü, annem pisi pisine öldü dedirtemem!” Bilincimi açık tutmaya çalışıyorum. Ellerim yaralarımda, kendimce pansuman yapıyorum. Etrafa bakıyorum. Telefonum, onun tek ayakkabısı, kendi kanım ayaklarıma kadar uzanmış, kulaklığım da kan olmuş. O sırada doktor geliyor, beni yan çeviriyor, bir kadın, başımda kan içindeki ellerimi tutuyor, müdürümün eşi başıma çömelmiş, “O mu yaptı sana bunu?” diyor, müdürümle göz göze geliyoruz, hava berrak, sakin, aldığım nefes yetmiyor sanki, boğuluyorum…

Ambulans sesi…

Acile girdik, ben nefes alamıyorum. “Penisilin alerjim var!” diyorum. “Ölmemem lazım, kızım var benim!” diyorum, “Kızımın tedavisini ben takip ediyorum” diyorum. Kasığımdan kateder girdi. Acı yok! Sadece kontrolsüzce bacaklarım sallanıyor, Kurban Bayramı’nda kesilen koyunlara benziyorum. “Nefes… Nefes… Nefes…” derken uyutuluyorum.

Uyandığımda çok ağrım var, her yanımda tüpler. Korkuyorum, tekrar dönüp gelecek diye…

12 gün geçmişti ama hâlâ hastanedeydim. Çünkü arkadan geldiğinde, soktuğu falçata, 5 cm derinliğe girmiş ve çevirdiği için karaciğerimi, pankreasımı ve diyaframımı dağıtmış…
Hâlâ lıkır lıkır su içemiyorum çünkü soluk borumun üçte ikisini kesmiş. Hala öksüremiyorum, iç çekemiyorum, esneyemiyorum…

İçimi acıtan ise, onun yalan dolu ifadesiyle, giyeceği takım elbise ve ‘efendi’ duruşuyla, “iyi hal indirimi” alma ihtimali…

Hâlâ annesinin babama, “Kızınız da oğlumu evine almasaydı!” demesi…

Hâlâ olayın içinde benim ‘namus’umun sorgulanması…

Bu nasıl bir mantıktır! Herhangi birini değil, evlenmek istediğim sevgilim olan adamı evime almışsam, ölmeyi mi hak ediyorum? Aldatmadığım ve tüm sadakatimle bağlı kaldığım ama bana yaşam alanı bırakmayan adama, “Bu ilişkiyi istemiyorum artık!” dediysem öldürülmeyi mi hak ediyorum? Duygusal ve fiziksel şiddete maruz kalmış biri olarak, tüm yaşamımı değiştirecek bir dönüm noktasındayım.
Geçenlerde linked-in’den profilinize bakanlar listesinde adını gördüm: Fatih Sağır!!!
Beni öldürmeye çalışan…

Boğazımı kesen adamı…

Beni hep takip mi edecek?

Korkuyorum. Ve uyuyamıyorum. Yarın büyük gün. İlk duruşma! N’olur benim sesim olun, bana destek olun… Beni 12 gün hastanede tutan o falçata, onun yaralarına dikiş bile attırmadı…
Bense şans eseri hayattayım!

***

İnsan beyni bazen kendine oyun oynar, kendi kendini aldatıp bir konuda karara zorlar…

Her insan eksik doğar ve ömrü boyunca o eksiği birşeylerle tamamlamaya çalışır…

Dünya da hiçbir şey, hiçbir insan göründüğü gibi olmadığı için, doğru karar, doğru insan için sorgulamaya ihtiyaç vardır, kesinlikle…

Başkasının Aklıyla Hareket Eden Kukla İnsan

Başkalarının sözü ile hareket eden insanlar “kukla” mıdır?

Bir kişinin kendi düşüncesi dışında, başka kişilerin düşüncelerine göre hareket etmesi hoş karşılanmayan, tartışmaya neden olunacak bir davranıştır. Kendi düşüncesi ile hareket etmeyip, başka insanların düşüncesi ile hareket eden insan “özgüvensiz” midir?
Yoksa karşısındaki insanın düşüncelerine değer verdiği anlamını mı taşır?
Bir diğer benzetme olarak, “kukla” mıdır?

Kukladır Evet.. kendi aklını kullanmadan baskasının sözü ile hareket edenler bir nevi düşünmekten kolayca kaçma yolu olarak kullanır bunu, ama çoğu zaman yanlışlara neden olur bu durum..

Kukla değilde, özgüvensizdir. Kendi düşünceleriyle, kendi kararlarıyla hareket etmeyen kişi, henüz olgunluğa ulaşamamıştır benim için.

Kesinlikle öyle, yanlış yapacak olsam da yanlış benim olmalı başkalarının düşüncesi ile hareket etmem.

Hayatı boyunca kullanılıcak kişi, hiç kimse olamamış insan, gözlerinin açılması için ne yapmak gerekir bilinmez…

İnsanın en büyük sorunlarından –belki de hatalarından biri demek daha doğru- biri başkasının aklıyla hareket etmektir.
O zaman kendi aklımız ne işe yarıyor, diye sormak gerekir.
Kuşkusuz düşünürlerin önemli katkıları oluyor yaşama, ancak insan düşünerek buluyor yine de doğruyu.
Düşünürler doğrudan göstermezler yolu, olabileceği gösterirler. Siyasetçilerden farkları budur.
Kitlesel sürükleniş bizi iyi yere götürmez.
Acısını çekecek olan yine biz oluruz çünkü.

Başkalarının aklıyla yaşayanlar, kendi yüreklerine yabancılaşırlar. Edip Cansever

8 Mart Tarihi.

8 Mart Tarihi: Sosyalist Mücadelenin Günü.

‘Bugün dünyanın emekçi kadınlarının sömürüye ve eşitsizliğe karşı örgütlenerek yeni bir dünya hayal edebilmesi için herhangi bir efsaneye ihtiyaçları yok. Kapitalizmin tarihinde biriktirdiği gerçek trajedilerin ve yeni yazılanların son bulması için, 1900’lerin başlarında tüm bunlara karşı ortaya çıkan sosyalist iradenin bugüne de aktardığı potansiyel güce ihtiyacımız var. Yani emekçi kadınlar, 8 Mart’larda gerçek olmayan trajik bir hikaye için değil, gerçek bir iradeyle, başka bir düzene doğru somut adımlar atanların izinden daha güçlü bir şekilde gideceklerini göstermek ve bu düzeni değiştirmek için seslerini yükseltmeli.’

“8 Mart’ın tarihçesi” üzerine yazılacak bir yazının, öncelikle şimdiye kadar anlatılan bir miti düzeltmekle başlaması gerekiyor. “Mit” olduğu kanıtlanan hikâyeyi ve gerçek olmadığına dair verileri birazdan açacağız. Ancak hikâyenin gerçek olmadığını yazmakla kalmanın aslında bugüne anlamlı bir katkısı olmayabilir. Çünkü masaya yatıracağımız anlatı, gerçek olamayacak ya da gerçek olsa sahiplenmeyeceğimiz bir hikaye değil. Esas olarak sorgulanması gereken, 8 Mart’ı uluslararası bir emekçi kadınlar günü yapacak olan zeminin, bu zamana kadar neden gerçek olmayan bir hikâyeye dayandırıldığı olmalı. Gerçek 8 Mart tarihi ise, bugünkü düzenin artık 8 Mart’ları en kısa ve ironik anlatımla “kadınlar çiçektir” günü olarak yansıtabilme cüretinin altını tamamen boşaltacak kadar güçlü.

1857

Dünya Emekçi Kadınlar Günü’nün neden ve nasıl 8 Mart’a tarihlendiği konusunda yazılıp çizilen Türkçe ve yabancı metinlerin birçoğu hala bir mite dayanıyor. Hepimizin karşısına bir yerlerde mutlaka çıkmış olan anlatı şöyle: 8 Mart 1857 yılında Amerika Birleşik Devletleri’nin New York kentindeki bir tekstil fabrikasında direnişe başlayan çoğu kadın (ya da bazı kaynaklarda hepsi kadın) 40 bin işçi, polisin saldırısı sonucu fabrikada kilitli kalıyor. O sırada fabrikada çıkan bir yangında dışarı çıkamayan 120 işçi (bazı kaynaklarda 129 işçi) o gün can veriyor. Yazıların birçoğu, bu işçileri polisin dışarı çıkarmadığını da yazıyor. Hatta bazı hikayeler, yanan fabrikanın yakınlarında mimoza ağaçları çok olduğu için, mimozaların 8 Mart’ın simgesi olduğunu iddia ediyor.

1857 hikayesinin daha erken tarihli versiyonlarının bazılarında bir yangından da bahsedilmiyor. Yangının ve ölümlerin eklenmediği hikayeler 1857 yılında tekstil işçisi kadınlara dair bir direniş öyküsü anlatıyor. Bazı kaynaklar 8 Mart tarihini, New York’ta gerçekleşen tekstil işçilerinin sendika gösterisinin polis şiddeti ile karşılaşmasına ya da New York, Chicago, Boston’da meydana gelen grev veya kazalara dayandırıyor.

Her yıl tekrar tekrar önümüze çıkan bu 1857 hikayelerinin bir mit olduğunu, yazılan olayların herhangi bir versiyonunun aslında hiçbir tarihi belgede bulunmamasından anlıyoruz. İki Fransız yazarın 1982’de yayımladıkları kısa bir yazı, hikâyenin birdenbire nereden çıktığına dair belgeleri önümüze sunuyor. Kandel ve Picq’in (1982) makalesine göre, bu mitin farklı ve giderek çeşitlenen versiyonlarının öncüsü olacak hikâye, ilk kez 1955 yılında Fransız L’Humanite gazetesinde görülüyor.

Liliane Kandel and Françoise Picq’in “Uluslararası Kadınlar Günü’nün kökenine dair mitler” başlıklı yazıları, Fransız dergi La Revue d’en face’ta yayımlanmış. Yazarların aktardığına göre, 1857 efsanesinin ilk kez 5 Mart 1955 tarihli L’Humanite gazetesinde yayımlanan şekli şöyle:

“(Uluslararası Kadınlar Günü) New Yorklu tekstil işçilerinin 1857’nin 8 Mart’ında, kötü çalışma koşullarının ve 10 saatlik iş gününün kalkması ve kadınlar için eşit işin kabul edilmesi için yaptıkları eylemin devamıdır. Bu eylem büyük ses getirmiş ve New Yorklu kadınlar tarafından 1909’da yeniden başlatılmıştır. 1910’da […] C.Zetkin, 8 Mart’ın uluslararası Kadınlar Günü olarak belirlenmesini önermiştir.”

Bundan yalnızca birkaç gün sonra, 13 Mart 1955’te çıkan bir yazıda ise hikâye, efsaneleşmeye uygun bir dille aktarılmış: “1857 yılında New York’ta tekstil işçileri vardı. Berbat koşullar altında, günde 10 saat, açlık sınırındaki ücretlere çalışıyorlardı. Öfkelerinden, yoksulluklarından bir direniş doğdu.”

Aynı gazetenin daha sonraki 8 Mart yazılarında ise New Yorklu kadın tekstil işçilerinin 1857’deki hikayesinin dallanıp budaklandığı görülüyor. Fransa’daki kadın hareketlerinin önemli dergileri hikayeyi sahiplenmekle kalmayıp, her geçen yıl hikayeye mutlaka birkaç detay daha ekleyerek trajik bir mit yaratıyorlar. Kandel ve Picq’in kendi anlatımlarıyla, “hiç kimse hikâyenin doğruluğundan kuşku duymuyor, herkes hikayeyi biraz daha ayrıntılandırmak, daha iyi anlatmak ve açıklamakla uğraşıyordu.”

Buraya elzem bir not düşelim. Böylesi bir hikâye, doğruluğundan kuşku duymamızı gerektiren öğeler mi barındırıyor? Hayır. Hikâyenin zamanı tam da, Marx’ın deyimiyle, sermayenin “her gözenekten kir ve kan damlatarak” büyüdüğü zamanlar. Örneğin, 1911’de New York’ta 123’ü kadın 146 tekstil işçisi, çalıştıkları fabrikanın yanması sonucu can vermişti. New York tarihinin bu en kanlı iş cinayeti, kentin göbeğinde Manhattan’daki Triangle Gömlek Fabrikası’nda meydana gelmiş, çoğunluğu 14-23 yaş aralığında olan 123 kadın işçinin sonu olmuştu. 1857 efsanesinin muhtemel ilham kaynağı gibi görünen 1911’deki fabrika yangınının, kârdan başka bir şey düşünmeyen sermayenin ne ilk ne de son katliamı olduğunu herkes biliyor.

Bu gerçeklerden yola çıkarsak, 1950’lerin ortasında hiç de efsane gibi duyulmayan bir olayın gerçekliğinin sorgulanmaması pek de şaşırtıcı gelmeyebilir. Hikayeyi ilk çıkaranların niyetlerinin sorgulanabilirliği baki kalsa da, daha sonra bu kadar sahiplenilişi, işçi sınıfı tarihi bu “kir ve kan damlayan” trajedilerle doluyken, kötü niyetli olmaya çalışmazsak, bir ölçüde anlaşılır olabilir. Ancak, hikâyenin herhangi bir kaynağa dayanmadan giderek genişlemesi ve 50 yılı aşkın bir süredir 8 Mart tarihi anlatılarının en başına oturmasıyla gerçek tarihi arka planda bırakması, artık düzenin kötü niyetini ifşa edecek düzeyde.

Dolayısıyla bugün, 1857’nin bir mit olduğunu söylediğimiz anda bizi esas ilgilendiren şey, bu mitin neden hâlâ tekrar ediyor oluşudur. Mitin doğduğu dönemde hangi niyetlerle ortaya atıldığını incelemek daha geniş bir araştırma yapmayı gerektirebilir dedik, ancak bu inceleme ne olursa olsun bugün soracağımız soruyu değiştirmiyor. Bu hikâyenin hala gerçek tarihsel referanslardan daha fazla sahipleniliyor olması kabul edilemez bir hal almış durumda.

Miti ortaya çıkaran yazılarında iki Fransız yazar, aynı meseleye dair haklı bir soru soruyorlar: “1955 yılında, Uluslararası Kadınlar Günü’nü Sovyet tarihinden ayırarak Bolşevizmden daha eski ve daha uluslararası bir köken, bir kongre kararından veya partili kadınların inisiyatifinden daha spontan bir geçmiş tarif etmek daha yararlı mı görünüyordu?”

1857 olayının hemen arkasına verilen diğer referanslar gerçeklerden, yani 8 Mart gününe 1900’lerin başında sosyalist ve komünist hareketlerin vurduğu damgadan söz eder. Son zamanlarda bile, göründüğü kadarıyla “isteğe göre” kaynak gösterilen Avrupa sosyalistlerinin 1910 kararı ve Rusya’da 1917’de Şubat Devrimi’ne giden yolu hızlandıran 8 Mart eylemi, iki dünya savaşı arasında Batı dünyasının pek hatırına bile gelmemiş.

Bugün 1857 efsanesinin bu denli “kolay” sahiplenilmesi dikkat çekici. Kandel ve Picq’in bundan neredeyse 40 yıl önce öne sürdüğü gibi, 8 Mart’ı Sovyet tarihinden ayırma ve örgütlü bir kararın sonucu olarak göstermeme çabası yadsınamayacak kadar aşikâr. Böyle bir kolaycılığın, rahatlığın, bilinçli veya bilinçsiz her türlü çarpıtmanın artık yalnızca düzenin işine yaradığını çekincesiz söyleyebiliriz.

O halde, 8 Mart’ı artık yalnızca gerçek tarihi ile sahiplenmek ve kadın mücadelesini bu tarihin mirasıyla ilerletmemiz gerekiyor. Kapitalist düzenin tüm barbarlığına rağmen düzen değişikliği için uluslararası alanda mücadele eden sosyalistlerin bize bıraktığı miras, 8 Mart’ı bir efsaneye değil gerçek bir iradeye dayandırmanın gerekliliğini gösteriyor.

Sosyalist Kadınlar Hareketi

Birçok kaynak ilk kadınlar gününün, 1909 Şubat’ının son Pazar günü Amerika Birleşik Devletleri’nde kutlandığını söylüyor. Çok kısa süre sonra uluslararası bir güne dönüşecek olan kadınlar günü ilk kez ulusal ölçekte kutlanıyor. 1908’de ABD sosyalistlerinin partisi içerisinde yeni kurulan Ulusal Kadın Komitesi, her yılın bir gününü kadınların oy hakkı mücadelesi için bir kampanya günü olarak belirlemeye çağırıyor. Bu çağrının ardından, ertesi yıl Amerika Sosyalist Partisi’nin düzenlediği “Ulusal Kadın Günü” ile, kadın hakları mücadelesini simgeleyen bir günün resmi adımı atıldı.

Efsaneyi devam ettirmek isteyen, ancak 8 Mart’ı sosyalist hareketin görünür iradesinin dışına da çıkaramayan birçok hikaye, Amerika’daki bu 1909 Şubat gününün, 1857’de ölenleri anmak üzere yapıldığını öne sürüyor. Hatta bir kısmı, sosyalist partinin belirlediği bugünü 8 Mart’a tarihlemekte bir sakınca görmemiş gibi. Ancak sosyalist partinin de kaynakları arasında böyle bir tarih yok; Amerikalı sosyalistler kadınlar gününü Şubat ayının son Pazar gününe tarihlemiş.

1900’lerin başında en yakıcı gündemleri oy hakkı olan kadın hareketlerine omuz veren Amerika Sosyalist Partisi, kendi gazetesinde Kadınlar Günü’ne yapılan çağrının o zamanki anlamını şöyle ifade etmiş:

“Sosyalist Parti, işçi sınıfı için siyasi güç elde etmek amacıyla örgütlenmiştir ve şu anda bu sonucu elde etmeye çalıştığımız yöntem oy pusulasındadır.

Biz kadınlara oy pusulası verilmemektedir. O halde, kadınlar olarak biz, ekonomik güvence ve özgürlük elde etme çabalarımızda daha sağlam ilerleyebilmek için oy pusulası istiyoruz.”

Bu tarihe gelene kadar, dünyada kadın hakları mücadelesinin elbette sürekli büyüyen ve gelişen bir birikimi mevcut. Amerikalı sosyalistlerin oy hakkı mücadelesini yükselttikleri tarihlerde, Avrupa’daki işçi kadınların mücadelesi tarihte büyük izler bıraktı. 8 Mart’ın tarihinin, kadınların sosyalist mücadelesinin tarihinin ta kendisi olduğunu söylemek en doğru tanım olur. ABD’li sosyalistlerin ulusal kadınlar günü çağrısı, uluslararası bir çağrıya Avrupa sosyalistlerinin mücadelesi ile dönüştü. İkinci uluslararası konferansta adı konulacak olan dünya kadınlar gününe giden süreç, Avrupa sosyalist kadınlarının inisiyatifi ile toplanan 1907 konferansında zeminini buldu.

1907’de Stuttgart’ta toplanan Birinci Uluslararası Sosyalist Kadınlar Konferansı, Alman sosyalistlerinin inisiyatifinde bir araya gelmişti. Rus Komünist Aleksandra Kollontay’ın birinci konferansa dair aktardıklarına göre, o yıllarda İngiltere en fazla örgütlü kadın işçiye sahip olan ülkeydi. 150 bin işçi sendika üyesi olarak, 30 bin işçi ise işçi partilerinde siyasi olarak örgütlüydü ve kadın işçiler de Sosyal-Demokratik Federasyonun üyesiydi. Avusturya’da sendikaya örgütlü 42 bin kadın vardı. Almanya’da sendika üyesi olan kadınların sayısı ise 120 bindi. Tüm polis baskısına rağmen, 10 bin 500 kadın işçi Sosyal Demokrat Parti’ye katılmıştı ve kadın işçilerin dergisi olan Die Gleichheit (Eşitlik) 70 bin kadar kopya dağıtıyordu. Finlandiya’da Sosyal-Demokrat hareket içerisinde 18 bin 600 kadın vardı. Belçika’da 14 bin, Macaristan’da 15 bin kadın işçi sendika üyesiydi.

ABD’de ise bu yıllara kadar, kadınların oy hakkı talebiyle kitlesel grevler ve gösteriler düzenlendi. ABD sosyalistleri, oy hakkı mücadelesi ile birlikte kadın yurttaşları sosyalizm mücadelesine de örgütlemek için uğraşıyorlardı. Stuttgart’ta düzenlenen ilk Sosyalist Kadınlar Konferansı’na gönderilen raporlardan biri, Chicago’daki Socialist Women (Sosyalist Kadınlar) dergisi editörü Josephine Conger-Kaneko tarafından gönderilmişti. Avrupa’nın işçi kadın hareketini selamlayan rapor, sosyalist kadın hareketlerinin ABD’deki durumu ve uluslararası dayanışmayı gösterir nitelikteydi.

“Birleşik Devletler’de henüz, Almanya ve diğer ülkelerdeki kadın yoldaşların ulaştığı kadar ne kendi bilincimize ne de faaliyetlerimizin gerekliliğine ulaşabildik. Fakat bu ülkedeki kadınlarımız huzursuzlanmaya başlıyor ve çok yakında sosyalist hareketimizde kendilerini hissettireceklerinden eminiz.”

Aradan üç yıl geçtikten sonra, yani 1910 yılında ise büyüyen işçi sınıfı hareketinin bir sonucu ve gerekliliği olarak İkinci Uluslararası Sosyalist Kadınlar Konferansı bu kez Kopenhag’da, İkinci Enternasyonel’in Sekizinci Uluslararası Kongresi’nden bir ay önce toplandı. Bu ikinci konferansa Rusya delegesi olarak katılan Kollontay’ın Kopenhag konferansına dair verdiği bilgiler, sosyalist kadın hareketinin epey hızlı güçlendiğini gösteriyor. Stuttgart’ta delege sayısı 52 olan konferans, 3 yıl sonra 17 ülkeden toplan 100 delegeyle toplanıyor. Kollontay, Kopenhag sonrası şunları kaydediyor:

“Üç yıl geçti. Bu kısa zaman içerisinde kadınların proleter hareketi, yalnızca sayıları arttırmayı değil, sınıf mücadelesi sürecinde yadsınamayacak olan bir toplumsal güç olmayı da başardı. Kadın işçilerin örgütlenmesi konusunda Almanya dikkat çekici bir hızla ilerledi: 1907’deki Stuttgart konferansında sunulan verilere göre Almanya Sosyal Demokrat Partisi (SPD) yalnızca 10 bin kadar kadın üyeye sahipti. 1910 itibariyle 82 binden fazla üyesi var ve kadın işçilerin sosyalist gazetesi Die Gleichheit 80 bin basıyor. Benzer büyüklükte adımlar Avusturya’nın emekçi kadınlarının örgütlenmesi konusunda da atıldı: 1909’da 7 bin kadın üyesi olan partinin 1910’da 14 bin üyesi oldu. Sendika hareketi içerisinde 44 bin kadın üye var ve işçi kadınların gazetesi 20 bin basıyor. Nüfusu daha az olan Finlandiya da geride kalmadı. Burada kadınlar, 16 binden fazla bir sayıyla birlikte işçi partisi üyeliklerinin yüzde 31’ini oluşturuyor. İngiltere 200 binden fazla kadın sendika üyesi ile gurur duyabilir. Her yerde, Danimarka’da, İsveç’te, Norveç’te, İsviçre’de, Hollanda’da, İtalya’da, Birleşik Devletler’de, işçi sınıfı kadınları uyanıyor, kadınların sosyalist hareketini kurmaya başlıyor ve Alman sosyalist kadınlarının büyük çabalar ile belirledikleri yolda ilerliyorlar.”

Uluslararası Kadınlar Günü Önerisi ve 8 Mart

Amerikan sosyalistlerinin kadınlar günü çağrısının uluslararası alanda ilk kez yankılanmasını bu konferansta görüyoruz. 1910 Konferansı’nda Alman sosyalist Luise Zietz uluslararası bir kadın günü çağrısını konferansta dillendirdi. SPD’nin kadın öncülerinden olan Zietz’in kadın günü önerisi, konferansın başkanlığını yapan Clara Zetkin’in de desteğiyle kabul edildi. Konferansta alınan bu kararda henüz bir tarih belirlenmediğini not etmemiz gerekiyor. Ancak, bu tarihten itibaren sosyalist kadın hareketini birleştirecek, güçlendirecek ve kadın hakları mücadelesini ileriye taşıyacak, uluslararası bir kadınlar gününün belirlenmesi sosyalistlerin ortak kararıyla kayıt altına alınıyor. Bu karar, ayrıca “kadınlar için oy hakkı sosyalizm mücadelesinde gücümüzü birleştirecek” sloganıyla birlikte uluslararası mücadeleye giriyor.

Konferanstan birkaç gün sonra, konferansta alınan karar enternasyonel sosyalizmin yayın organı olarak tanıdığı Die Gleichheit’a şu satırlarla aktarılıyor:

“Tüm ülkelerin Sosyalist kadınları, kendi ülkelerinin proletaryasının sınıf bilincine sahip olan siyasi ve sendika örgütleriyle uyum içerisinde, nihai hedefi kadınların oy hakkını elde etmesi olan bir kadınlar gününü her yıl düzenlemeye karar vermiştir. Sosyalist ilkelere göre bu talep, kadın sorununun bütünü ile birlikte ele alınmalıdır. Kadınlar Günü uluslararası bir karaktere sahip olmalı ve dikkatli bir şekilde örgütlenmelidir.

1910 Konferansı’ndan bir sene sonra, Paris Komünü’nün kırkıncı yıldönümüne denk gelen 19 Mart gününde, uluslararası Kadınlar Günü ilk kez kutlandı. Almanya ve Avusturya’da kadınlar, 1848 devriminde Prusya kralının silahlanmış halkın gücünü ilk kez tanıdığı günün anısına 19 Mart’ı seçtiler. “Almanya ve Avusturya köpürüp coşan bir kadınlar denizi oldu. Her yerde toplantılar organize edilmişti, küçük kasabalarda ve hatta köylerde bile kadınlar salonları o kadar çok doldurmuşlardı ki erkek işçilerden yerlerini kadınlara vermeleri istendi.”

Avrupa’nın kadınlar günü gündemi, 1910 Konferansı kararlarıyla da uyumlu bir şekilde kadın hakları ve oy hakkı oldu. Henüz 8 Mart’a tarihlenmemiş olan bugünü, Amerikalı sosyalistler Şubat’ın son pazar günü kutlamaya devam ettiler. Boston’daki sosyalist kadınlar, oy hakkı aktivistlerine, yani süfrajetlere kadınlar gününde birlikte sokağa çıkmayı öneriyorlar. 23 Şubat hakkında yazan süfrajetlerin resmi yayını, o gün süfrajetlerden çok sosyalistlerin bu hak arayışı için harekete geçmek konusunda daha azimli olduklarını yazıyordu. Aynı yıl Viyana’da yine 18 Mart’ta sokağa çıkan kadınlar, Paris Komünü’nde yaşamını yitirenleri anarak, kızıl bayraklarla uluslararası kadınlar günü gösterilerini gerçekleştirdiler.

Kollontay’ın 1913’te Pravda’da yazdığı yazı, sosyalistlerin kadın haklarına dair yürüttükleri mücadelenin ve bu mücadele için belirlenen kadınlar gününün önemini bir kez daha hatırlatıyor: “İşçi sınıfı kadınları arasındaki her özel, farklı çalışma biçimi, kadın işçilerin bilincini uyandırmanın ve onları daha iyi bir gelecek için mücadele edenlerin saflarına çekmenin bir yoludur … Kadınlar Günü ve kadın işçilerin özbilincini uyandırmak üzere yavaş, titiz çalışmalar, işçi sınıfının bölünmesine değil birleşmesine hizmet etmektedir.”

Dünya Savaşı’nın yıkıcı bilançosu ile birlikte artık kadınların en yakıcı sorunları, geçim derdi, kocalarını ve çocuklarını savaşta kaybetme ve dolayısıyla barış çağrılarını duyurabilme oluyor. Kadınların savaş karşıtı mücadeleleri ve sosyalistlerin uluslararası kadınlar günü kutlamalarındaki ısrarcılığı dikkat çekici. 1915’te Clara Zetkin’in önderliğinde Bern’de toplanan sosyalist kadınlar, artık savaş karşıtlığının suç sayıldığı zamanda bile, barış için yürüyorlardı. Savaşın başlamasından sonra ilk konferans olan bu toplantıda, Avrupa sosyal demokrasisinin savaş sırasında kapıldığı sosyal-şovenizme karşı azınlıkta olsalar da, Rus Bolşevik kadınları “proletaryanın uluslararası dayanışmasına ihanet edenlerin mahkum edilmesini ve emperyalist savaşa karşı yanlış anlaşılmaya yer bırakmayan” yanıtları cesurca ortaya koymaya devam ediyorlardı.

Kominist Bayramı 8 Mart

Rusya’da Uluslararası Kadınlar Günü, kadın işçilerin mücadelesinin militan bir yansıması olarak devam etti. Toplantılar, mitingler ve yürüyüşler, çoğu zaman polisle karşı karşıya gelinmesine rağmen ısrarlı bir şekilde sürdü. Kollontay’ın net bir şekilde özetlediği haliyle, “kar hırsına kapılmış girişimcilerin kadın yurtseverliğine methiyeler düzdüğü, kadınları fabrikalarına davet ettiği ve gelecekteki karlarından ötürü duydukları sevinçle ellerini ovuşturdukları sırada, işçi kadınlar, aktif bir şekilde grev mücadelelerine katıldılar. Savaş, kadınlara yeni tasalar getiriyordu, ‘kadın karışıklıklarının’ nedeni de budur.”

Amerikalı sosyalistlerin Şubat sonu geleneğinin devam ettirildiği Rusya’da, Şubat Devrimi arifesinde, eski Rus takvimine göre 23 Şubat, Miladi takvime göre ise 8 Mart günü, o zamana kadarki en unutulmaz Kadınlar Günü gerçekleştirildi. (Kaplan, 1985) Petrograd’da, kadınların fabrikalardan ve ekmek kuyruklarından çıkıp sokaklarda ekmek ve barış talebiyle kitlelere dönüştüğü bir kadınlar günü yaşandı. Gıda fiyatlarının, özellikle un ve ekmek fiyatlarının giderek arttığı, halkın artık ne yiyeceğe ne de temel hijyen malzemelerine para bulabildiği bir zamanda Rusya’da kadınlar yaşam ve çalışma koşullarının ağırlığına karşı sokaklarda başı çektiler. “Ve Uluslararası Kadınlar Günü olan 23’ünde, uzun ekmek kuyruklarında bekleyen ev kadınlarının arasında patlak veren huzursuzluk, birden monarşinin kaldırılması ve savaşın sonlanmasını isteyen bir sokak gösterisine dönüştü.”

1917 yılı, başından itibaren, halkın huzursuzluğunun ve işçi grevlerinin en yoğun yaşandığı zaman oldu. Ocak ayında Moskovalı işçilerin üçte biri grevdeydi; Petrograd’da en büyük fabrikaların işçileri de grevlere katıldı. Rusya’da işçiler, Çar’a, savaş koşullarına ve bulamadıkları ekmeğe karşı kararlı bir mücadele içerisindeydi. Petrograd’ın askeri birlikleri, Çar’ın emrine rağmen halka ateş açmayı reddedip göstericilerin saflarına katıldılar. (Foster, 2011) 23 Şubat’tan yalnızca 4 gün sonra ise, Şubat devrimi gerçekleşmiş, Çar tahttan çekilmişti.

1917 Rusya’sındaki bu gelişmelerin ardından ertesi yıl Avrupa ülkelerinde de devam edecek olan Uluslararası Kadınlar Günü’nün tarihi belirlenmiş oldu. Rusya’nın Ekim Devrimi ile attığı tarihi adımdan sonra 8 Mart, Sovyetler Birliği’nde bir komünist bayramı olarak tarihe yazıldı.

Türkiye’de kutlanan ilk 8 Mart’ın örgütçüleri ise, Büyük Rus Devrimi’ne giden yolun içerisinde rotasını çizen Türkiye’nin ilk komünist kadınları oldu. 1920’de komünist partinin kurucuları arasındaki Cemile Neşirvanova anılarında, dönemin güçlenmeye başlayan milli burjuvasının, savaşta eşini, oğlunu, babasını yitirmiş kadınların üzerine nasıl “kabus gibi çökmekte” ve “bir lokma ekmek için onları amansızca sömürmekte” olduğunu anlatır. O zor koşullar altında bile, askerî çamaşırların yıkanması ve hastane işlerinden para kazanan tüccarların, tüm angarya işleri ücret bile ödemeden kadınlara yaptırmalarının karşısında mücadeleye başlamışlardı. Komünist Enternasyonel’in Kadınlar seksiyonundan gelen bilgi üzerine 1922 yılında Ankara’da toplanan komünist kadınlar, “burjuva toplumunda çiğnenen kadın haklarını elde etmek” şiarı altında 8 Mart’ı kutladılar.

Komünist ülkeler ve komünist hareketler tarafından işte bu kısaca anlatmaya çalıştığımız tarihiyle sahiplenilen 8 Mart, bugün düzenin en düzenbaz araçlarıyla unutturulmaya çalışılıyor. Ancak bu unutturulma çabasının bir hayli eskiye dayanıyor gibi görünmesi gerçekleri değiştiremez. 8 Mart, sosyalizm için mücadele edenlerin, sosyalizmin sağladığı eşitlik ve özgürlük koşullarını yaratanların mirasıdır.

Bugün dünyanın emekçi kadınlarının sömürüye ve eşitsizliğe karşı örgütlenerek yeni bir dünya hayal edebilmesi için herhangi bir efsaneye ihtiyaçları yok. Kapitalizmin tarihinde biriktirdiği gerçek trajedilerin ve yeni yazılanların son bulması için, 1900’lerin başlarında tüm bunlara karşı ortaya çıkan sosyalist iradenin bugüne de aktardığı potansiyel güce ihtiyacımız var. Yani emekçi kadınlar, 8 Mart’larda gerçek olmayan trajik bir hikaye için değil, gerçek bir iradeyle, başka bir düzene doğru somut adımlar atanların izinden daha güçlü bir şekilde gideceklerini göstermek ve bu düzeni değiştirmek için seslerini yükseltmeli.

“Kadınlar Günü ya da Emekçi Kadınlar Günü, uluslararası bir dayanışma günüdür; proleter kadınların gücünü ve örgütlülüğünü yeniden değerlendirme günüdür.

Ancak yalnız kadınlara özgü bir gün değildir. 8 Mart, işçiler ve köylüler, tüm Rus işçileri ve tüm dünya işçileri için tarihi ve unutulmaz bir gündür. 1917 yılında bugün, büyük Şubat devrimi gerçekleşti. Bu devrimi başlatan Petrograd’ın işçi kadınlarıydı; Çar ve ortaklarına muhalefet bayrağını kaldırmaya ilk karar verenler onlardı. Bu yüzden emekçi kadınların günü bizim için çifte kutlamadır.”

Şiddet ve Kadın.

Kadın…

İnsan…

Nefesi hayat olan kadın…

Size kadını anlatayım…

Yüreğinde her ağır sevgiyi taşır, karşılıksız, menfaatsiz…

Siz istemeden yüreğini, emeğini açan kadın, gözyaşında saklıdır acıları, hüzünleri, sevinçleri, akıtır içine siz anlamadan. En derine atar yüreğinin, en derinine. Siz hiç anlamazsınız! Dünyanın yükünü taşır hem sırtında, hem yüreğinde, şikayet te etmez, öylece kabullenir…

Sevgisini de içinde yaşar, kızgınlığını da, kırgınlığını da. Siz hiç anlamazsınız! Hesap ta sormaz. Hasretidir hayalleri, yine de yılmaz düşlemekten, o hayalleridir onu ayakta tutan, güçlü kılan…

Kırılgan bir çiçek dalı gibidir, bir o kadar da güçlü, tıpkı en ağır fırtınalarda eğilse dahi topraktan kopmayan gelincik çiçekleri gibi. Siz, kırıp dökersiniz, yaralarsınız yüreğini o yine de affeder, kadındır çünkü…

Öldürmek için vurursunuz önce yüreğine, sonra narin vücuduna, hiç acımadan, utanmadan. Erkek gücünüzü gösterirsiniz kadın bedenine, kadın gördüğünüz kız çocuğuna…

Mal gibi kullanmak istersiniz, sanki hiç duyguları, istekleri yokmuş gibi, insan değilmiş gibi.

Anne olan, eş olan, evlat olan vefalı kadın.

Ve asla yan yana gelmemesi gereken; şiddet ve kadın.

Cinsel şiddete, psikolojik şiddete ve hayatına kast eden şiddete maruz kalan kadın.

Bir çok erkeğin baş tacı yaptığı ‘’ Anne’’ kadın, bir erkeğe eş olunca kul olan kadın, mal gibi görülen, güdülecek sürü gibi görülen kadın.

Doğduğundan itibaren hayatına sürekli müdahale edilen; onu giyme, oraya gitme, onunla konuşma, okuma, yazma, her hareketinin ayıplandığı kadın. Genç kız olana dek eve kapatılmak zorunda bırakılan, genç kız olduğunda ise babasının sözünün kanun sayıldığı, akrabalarının üzerinde söz hakkına sahip olduğu, erkek olduğu için kardeşine saygı göstermesi istenen kadın.Söz hakkı olmayan, ‘’ kadın’’ sayılmayan kadın.

Nerede nasıl okuyacağına ya da okuyup okumayacağına onun adına karar verilen kadın. Aşık olması ayıp olan, erkek arkadaşının olması ayıp olan, gülmesi, pantolon giymesi, şort giymesi ayıplanan hep kadın. 14 yaşında kiminle evleneceğine karar verilen çocuk! Kadın. Evlendiğinde ise kocandır o ona saygılı ol denilen, isteklerini yapmazsan hem ayıp hem günah denilen, evlendiği gün kocasının ! elini öpmesi istenen, aşağılanan, oysa ki hayatlarını kolaylaştıran, sevgi katan, dünyaya getiren, dünyada ki en kutsalları annelerinin doğurduğu başka kadınlara eziyeti, makul gören erkek! Sana hayat veren kadın…

Tecavüz edip, kadını aşağılayan, evinde kölesi yapan, O ne isterse öyle yaşatacak olan insan oğlu erkek!

Son dönemlerde kadına şiddetin cahil, cani yuvalanmasını yaratan toplum, siyasi irade SUSKUN!

Tüm bu iğrenç davranışlara maruz bırakılanların dışında, enses ilişkiler içinde çaresiz bırakılan, tecavüzcüsü ile evlendirilmek istenen, susturulan, korkutulan, erkek düşüncenin iğrençliğini yaşayıp bir de hala suçlu çıkarılmak istenen kadın. UTANIN…

On yaşında öz babasının cinsel tacizine, tecavüzüne uğrayıp susturulmak istenen, hatta neredeyse ayıplanan kız, çocuk! Kadın! Yaşadığı travmanın, hayal kırıklıklarının, vücudundan utanan, iğrenen bir çocuk yaratmanın sebebi olan erkek! Ve bunu yargılayan, çocuk kızı suçlu gören erkek egemen toplum, dini hurafeler ile kadını her durumun suçlusu ilan eden diyanet, sözde din! Adamları ile yok olan hayatların vebalini ödeyemeyecek yöneticiler, erkekler!

Tüm bu iğrençliklerin sahibi olup bir de masum canlarına kasteden, psikopat ruhlu, kadını aşağılamayı bir halt zanneden din adamları!!! Tüm bunlara yol açan İhvan’cı zihniyet.

Hayatın her yükünü kaldırabilen kadınların gücünü unutmaması gereken topluma, tüm bunları anlatması gereken, eğitmek, öğretmek, anlatmak zorunda olanların umarsızlığını da unutmayacak ve her kötü söze, her kötü bakışa, her aşağılamaya karşı gücümüzün kadın farkındalığı ile soruyoruz.

Siz kimsiniz?

Bana, ne giyeceğimi, nasıl davranacağımı, nereye ne zaman gideceğimi, kiminle evlenip, kaç çocuk yapacağımı, hamile iken sokağa çıkıp, çıkmayacağımı, yüzüme en çok yakışan kahkahamı bastırmaya çalışacağına izin vereceğimiKim Söyledi?

Ben kadınım…

Önce insan,

Sonra evlat,

Sonra eş,

Sonra ANNEN olan kadın.

Haydi şimdi düşün bunları kıy canıma, kadın canıma, erkek gücün ile…

Sana karşı koyacağım ey mesnetsiz güç!

Seni kadın gücüm ile yeneceğim.

Kadınım ben KADIN!

Bir sonraki yazımda yaşanmış kadın acılarını yazacağım, çocuk kadınları!

Sevgi ile kalın..

Ayşe Uçar

Kocaman Çay Lekesi

Beyaz koltuk örtüsüne baktı hemen. Kocaman çay lekesi. Eli de acımıştı ama allahtan yanmamıştı.Titriyordu elleri. Sinirleri boşalmıştı. Bunu gizlemek için sert ve dik konuşmaya gayret ediyordu. Ne söylediğinin önemi yoktu dik olsun yeter. İçindeki hiddet ve en çokta belli etmediği büyük korku boğazını kurutuyordu. Tekrar öbür odadan gelip vurur muydu acaba. Bu korku da onun çenesine vuruyor durmadan konuşuyordu. Mutfağa gidip bir çay daha doldurdu. Salona kadar zor getirdi çayı. Ellerinin titremesi geçmiyordu bir türlü. Çayı sehpaya koydu ve koltuğa dik oturdu. Kendini salmak istemiyordu. Koltuğa yayılsa, sussa, ağlayacağından korkuyordu. Dik oturup dik konuşmak kırılan gururuna iyi geliyordu. Susarsa ne düşüneceğini de bilmiyordu. Gitmeli miydi sevmeyi mi bırakmalıydı, sevmeden kalmalı mıydı?
Bir şeyleri bırakmalıydı bunu biliyordu ama kalma ile gitme arasında kararsızdı. Güçlü görünmeye çabaladıkça güçsüzlüğünü daha çok hissediyordu aslında. Bu güçsüzlük ona zor olan kararları aceleyle almaya itiyordu. Alınan zor kararlar onu güçlü hissettirecekti bunu biliyordu ama bu karar ne kadar doğruydu bunu bilecek halde değildi. O şu an dik konuşmada buluyordu güçlülüğü. Gözleri yine karşıdaki çay lekesinde. Tazeyken daha çabuk çıkarmıydı acaba yıkasa hemen. Doğruldu örtüyü almak için sonra bu düşüncesine şaşırdı. Şiddet gören her kadın böyle affallıyor mu acaba? Kim bilir? Çayı yudumluyor ama boğazının kuruluğu bir türlü geçmiyordu. Konuş bağır asla susma diyordu içindeki ses. Bir yandan da aynı hiddetle tekrar gelir mi, diye kulağı ve gözü kapıdaydı. Bu sefer hazırlıklı olmak istiyordu. İlkinde hiç tahmin etmemişti vuracağını. Dolu çay bardağının havada içini boşaltarak koltuğun üzerine uçuşunu seyretti. Sanki yavaş çekimdi. Çünkü bardağın her hareketini ayrıntısıyla izlemişti. Çok sonra şaşkınlığı geçince eline aldığı darbenin yarattığı acıyı hissetti. Göz göze geldiler iki yabancı. İçi acıdı elinden çok. Elini ovuşturmadı acıyı belli etmek istemedi yabancıya. Hiddetle dönüp çıkışını izledi salondan. Ve o dakikadan itibaren kapanmayan daha doğrusu kapatamadığı çenesiyle konuşuyordu. Ama artık yorulduğunu hissediyordu. Son yudumunu aldı çaydan. Bir daha içsem mi diye düşündü. Kaç bardak içmişti saymamıştı ama çok içmiş olmalıydı ki midesi bulanıyordu. Çay içmezse konuşmazsa ne yapacağını bilmiyordu. Yabancıyla karşılaştıklarında nasıl bakacaklardı birbirlerine ne konuşacaklardı. Gitmeli miydi? Niye ben gidiyorum ki o gitsin. Gitsin mi? Bu yaşanan gitmek için yeterli mi? Hiç yaşanmamış sayılır mı? Her şey eskisi gibi olur mu? Eskisi iyi miydi peki? İyi olsa bu yaşanır mıydı? Belki ben de fazla gittim üzerine. Pire yüzünden yorgan mı yakıyorum. Yorgan deyince yine gözü koltuk örtüsüne takıldı. Hemen doğruldu acaba örtünün altından koltuğa geçmiş miydi leke? Üzülürdü geçtiyse yeni de almışlardı koltuğu. Örtüğü kaldırdı baktı leke yok. Sevindi. Örtüyü çekti aldı koltuğun üzerinden. Banyoya doğru giderken düşündü, leke sökücü var mı acaba başka türlü bu leke hiç çıkmaz.

Aykırıyım Bayım !

Aykırıyım bayım !
Yani öyle hanım hanımcık da değilim .
Öyle anlamam ata erkil kafadan
Kuralsızlığımın tadına doyum olmaz
Biliyorum ayar oluyorsun bu hallerime
Ama…
Çok istiyorsan çay içmeyi
Çaydanlık ocakta
Bardak rafta
Şeker mi ? Bak sen yeni bitmiş
O da bakkal da.
Ne yani beni sevmen için evlenilecek kız mı olmalıyım?
Ha unuttum siz eğlenilecek diye bir de ayrım yapıyordunuz
Sonra da küfür kadına yakışmaz diyorsunuz
Bak burada hemen devreye gircem
Deneyelim mi?
Hay ben senin gelmişini ,geçmişini olmadı yedi sülaleni
Nasıl ? oluyormuş demi
Ohhh beee.
Küfür candır can
Ne o mıy mıy mıy
Ayarsızım dedim
Uyumsuzum da
Oh be
Dünya varmış
Ne o tutturmuşsunuz bi kurallar bi kurallar
Kodlanmış gibi yaşamlar
Bayraklar,topraklar,mezhepler,sınırlar
Offf birde
Doymak bilmez politikacılar
Deliyim bayım !
Delirdim
Delirtiniz
Bitmek bilmez hırslarınız
Boyunuzu aşan egolarınız
Başkalarının caresizliğiyle yükselme çabalarınız
Fırsatçılığınız
Kendinize bakıpta bir bok sandığınız o kırılmayan dev aynanız
Ayyyy neyse
Çağır şurdan yetkilileri alıp götürsünler beni

Eylem Türkmen

Evlat Kolay Yetişmiyor

-Evlât kolay yetişmiyor
(savaşı başlatanlar birazda sizin başınız sağolsun. Sizin de çoğullarınız cennete şehit mertebesinde gitsin)
-İsyan ediyorum alçakça projelerin bu coğrafyayı kan gölüne çevirmesine.
-Toprağında savaşmak yerine Türkiyede sevişen, sahillerde dana gibi yatan binlerce yabancıyı beslemek zorunda hisseden devlet politikasına.
-Onlar eğitilip ülkelerini savunmaya yollamak yerine bizim yavrularımızın yollanmasına.
-Ve makul bir (ki hiç bir savaş makul degildir) savaşa yolluyor havasında evlatlarımızı ölüme gönderenlere.
-Birde bunu gaza havasına sokanlara.
-Söyleyin bu gün savaştığımız örgütü kim yarattı, kim destek verdi,kim alkışladı. (Ki örgüt zaten bahane.)
-Bir ülkede bedelli askerlik varsa bedel ödeyemeyenlerin savaşa yollanmasına.
-İsyan ediyorum neden tankların önüne yatıp yavrularımızın gönderilmesine engel olmadığımıza.
-Bu bizi savaşı haklı görmeye alıştırmak ve ülkeyi savaş alanı yapmak isteyenlerin ön provası.
-Kimse şehitlikten bahsetmesin bir ülkeyi yok edip üstüne incir ağacı dikmeye yollamak ve evlâtları gözden çıkarmak cinayettir.
-Ortada katiller, maktuller ve çaresizliğini sessizce dua etmekten, sosyal medyada resim paylaşmaktan başka şeyle örtbas edemeyen zavallı bizler varız.
-Tanrı müslümanların duasını duymuyor zaten. Daha gerçekçi çözümler için çaba göstermeliyiz.
Bu isyanın sonu yok sağlıcakla kalın.

Kadınlara Beyinleriniz Ve Gözlerinizle Bakın

Saçlarını sevdik, hele bir de sarışınsa daha çok sevdik.

Ağızlarını sevdik, hele bir de şehvetli ve dolgun ise daha çok sevdik.

Göğüslerini sevdik…

Bacaklarını sevdik, hele bir de sütun gibiyse bayıldık.

Kalçalarını sevdik…

Gerçekten güzel vücutlu ve “çıtırsa” daha çok sevdik…

Yolda, arabada, televizyonda, internette onlara hep “baktık”

Her yerlerine iyice ve dikkatle baktık.

Pek iyi görememiş olacağız ki bir daha baktık.

Bir daha ve bir daha…

Kadınların her yerlerine baktık ama gözlerine ya hiç bakmadık ya da baktığımızda çok geç olmuştu…

Biz kadınlara çok dokunduk! Onlar istese de istemese de dokunduk.

Son yıllarda dini motiflerden güç bulanlarımız oldu.

Eh! Yozlaşan toplum ve geç gelen hatta hiç gelmeyen adalet olunca da 13-14 yaşındaki çocuklara bile dokunmaya başladık! Sapık damgası yemeyi göze alanlar bile şaşırdı çünkü sapık diye haykıran ne kadar azdı!

Kadınlara dokunmada dünya sıralamasında üst yerlere geldik… 2009 itibariyle rakamlar oldukça “umut verici!!! “

% 40 ını sürekli dövdük

%45 ine duygusal şiddet uyguladık (küfür, hakaret, küçük düşürme)

%16 sına zorla sahip olduk (ve olmaya devam ediyoruz)

Tüm bunlara maruz kalan her 3 kadından biri intihara kalkıştı ama biz hiç oralı olmadık (hem bize ne değil mi? Fener ya da Cimbom maç kaybedince çok üzüldük ama kadınlar söz konusu olunca pek oralı olmadık)

% 9 una daha masum birer çocukken bile dokunduk.

Ama onlar hep sustular. Çünkü konuşsalar kimse inanmazdı. “kim bilir neler yaptın ki sana tacizde ya da tecavüzde bulundu amcan ya da komşun” bu da sana ders olsun, türünden tepkiler görecekti.

Ama bu ders o kadar acıdır ki biz erkekler bilemeyiz. Bizlere sorduklarında %25 imiz “bazı durumlarda kadın dövülür” demeyi doğal bir şey gibi dile getirdik. İslami öğreti yalanları ile kadınları, kız çocuklarını bizlerin kölesi yapmaya başladık ve bu çabalar sonuçlarını vermeye başladı. Artık kadınlar o bildiğiniz kadınlar değil! .

% 51’i erkekler ile tartışmayı bile “saygısızlık” sanıyor artık. %36’sı kendisi para kazansa bile parasını nasıl harcayacağına karar veremeyeceğine inanmış ya da inanmak zorunda kalmış. % 52’si “erkek kadından sorumludur” diyecek kadar kadınlığını unutmuş ya da unutturulmuş. % 49’u “erkek ne zaman isterse bana sahip olabilir benim itiraz hakkım olamaz” diyecek konuma gelmiş ya da getirilmiş!

Hal böyleyken kabul edelim biz kadınları kullanmayı çok sevdik. Evde, işte, siyasette, okulda kısacası her yerde…

Parti kongrelerinde sözde liderler konuşurken arka fonda 3-4 kadın vardı hep. Onlardan vitrin yaptık, imaj yaptık. Başörtülü, normal türbanlı, modern türbanlı ve türbansız…

Parti çalışmalarında kapı kapı dolaşanlar hep kadınlardı. Koşturan ve çabalayan hep kadınlardı. Miting olduğu zaman onları ön sıralara toplayıp karanfiller attık üzerlerine ve iki lafın birinde anam, bacım edebiyatı yaptık ama “ananıda al git” demek bize daha çok yakıştı!

“Cennet anaların ayakları altında” diye diye büyütüldük ama anaları hep ayaklarımız altında çiğnedik, ezdik, tepikledik…

14 şubat sevgililer günü ya da anneler gününde bir kaç saat ara verdik ama sonra yine ezmeye devam ettik.

İş verirken bile onları hep düşündük! İş yerinde gözümüz gönlümüz açılsın ya da malum niyetler ile bayan eleman aranıyor ilanı vermeyi çok sevdik.

Bu ülkede kadın olmanın ne kadar zor olduğunu biz erkekler bilemeyiz. Çünkü artık konuşmuyorlar, konuşamıyorlar, konuşturulmuyorlar.

Dini sömüren ve kullanan karanlık zihniyet kendi kadınlarını yetiştiriyor. Susan, itaat eden ve kaybolmuş kadınlar… Kızlar… Hatta çocuklar… Arada vizyon ya da imaj için ortaya “sürülen” kadınlara bakmayın siz onlar da biliyor “kullanıldıklarını” ama artık düzen kurulmuş.

Bu ülkenin kurucusu Atatürk 1930’lu yıllarda Türk kadınına dünyadaki birçok çağdaş ülkeden önceden hak ettiği hakları verdiğinde umutlanmıştık. Çünkü o Atatürk’tü ve Kurtuluş Savaşında bebeğinin kundağında mermi taşıyan anayı ya da cephede erkeği ile göğüs göğüse savaşan bacısını unutmamıştı. İhanet edemezdi ve etmemişti de. Ama biz ihanet ettik! Türkiye nereye gidiyor? Diye soruyor herkes birbirine.

Oysa cevap ne kadar da açık değil mi? Türkiye hızla ve şevkle karanlığa gidiyor. Hatta koşuyor…

Çünkü kadın yok oluyor, yok ediliyor…

Benim annem, kız kardeşim, sevgili kızım yok oluyor…

Kadını yok olan ülkenin gideceği yol bellidir. Karanlık ve onursuz bir gelecek…

Bu işi planlı yürütenler islami motifler ya da örnekler ile kadının ikinci sınıf konuma gelmesini doğal karşılamamızı bekliyorlar. Bu işe Kuran-ı Kerim’i ortak koşmaları ne acı… Mesela miras hukuku; erkek çocuğa 2 pay, kız çocuğa 1 pay ya da kadının erkeğe itaat etmesini empoze eden garip ayet ya da sureler… Belli ki burada büyük bir istismar var. Çünkü tüm Tanrı’nın kendi yarattığını aşağılaması söz konusu bile olamaz değil mi? Kuran’ı kendi amaçları için yorumlayanlar kadını ikinci plana atmayı çok seviyor olabilir ama biz hiç sevmedik.

Lütfen artık kadınlara beyinleriniz ve gözlerinizle bakmaya başlayın.

Mor Menekşeler

Kendini bildi bileli mor menekşeyi çok severdi. Çocukluğunun geçtiği ikikatlı evin bahçesinde bahar geldiğinde mor mor açar, mis gibi kokarlardı.. Annesi mor menekşeleri hep duvar kenarına dikerdi..
Gölgeyi sever menekşeler derdi.Oysa ögretmeni bitkilerin güneş ışınları ile fotosentez yaptığını anlatmıştı onlara. Bitkiler güneş ışığına muhtaçtı. Mor menekşeler ne tuhaf bitkilerdi , her bitki güneşi severken, onlar neden gölgeyi tercih ediyorlar diye düşündü durdu
Hande…Küçük, ufacık aklı ile aslında menekşelerin diğer çiçeklerden farklı olduğunu keşfetmişti, işte belki de menekşeler bu yüzden bu kadar güzeldi. Herkesden farklı olursan, bu hayatta değerli olursun yargısına varmıştı. Daha o yıllarda farklı olmak için uğraş vermeye başladı. ilk olarak, okulda kimsenin yanına oturmak istemediği Hacer’in yanına oturmak istiyorum ögretmenim diyerek başladı farklılıklarla süren hayatı. Hacer bile şaşırmış şaşkın şaşkın bakıyordu onun yüzüne. Hacer çok dağınık, biraz anlama zorlukları olan problemli bir ailenin kızı idi. Hande ise mühendis Kamil Beyin biricik kızı. Ögretmen pek oturtmak istemedi önce Hacer’in yanına Hande’ yi. Daha sonra bir
tatsızlık çıkmasın diye öğretmen Hande’nin annesini çağırdı.

Annesi eve geldiklerinde Hande’ye sordu :
– Neden yavrum Hacer in yanına oturmak istiyorsun?
Hande cevap verdi :
– Geçen baharda menekşeler ekiyorduk hani anne, o gün sen bana menekşeler güneşi sevmez demiştin, oysa her bitki güneşi sever. Menekseler farklı, belki de bu yüzden bu kadar güzeller. Hacer’in yanına kimse oturmak istemiyor. Ben farklı olmak istiyorum. Belki Hacer de güzeldir, onu fark etmek istiyorum, dedi.

Annesinin ağzı açık kalmıştı. İlkokul 4.sınıf öğrencisi kızının olgunluğuna hayran kalarak
– peki kızım kimin yanında istersen oturabilirsin, ” dedi.

Pazartesi Hande Hacer’in yanında oturmaya başladı. Hem Hande tedirgindi, hem Hacer. Birbirleri ile hiç konuşmuyorlardı . Diğer kızlarda soğumuştu Hande’den. Nasıl Hacer gibidağınık, bir şeyi, iki kere anlatınca anlayan fakir bir kızın yanına oturmayı istemişti.En çok alınan doktor Cemal Beyin kızı Esin’di. Anne babaları her hafta sonu görüşüyorlar, Hande ve Esin birlikte oynuyorlardı. Nasıl olur da kendi yerine Hacer’i seçerdi. Çok gururu kırılmıştı Esin’in. Hande ile konuşmuyordu. Birgün Hande ve ailesi Esinlerle dağ köylerinden birinde gerçekleştirilecek bir panayıra katılmak için sözleştiler. Hande gene Esin’in somurtacağını bildiği için gitmek istemiyordu.İç in için de Hacer’e kızmaya başlamıştı arkadaşları ile arasının bozulmasına sebep olmuştu.Neden sanki bu kadar dağınıktı, neden her şeyi iki kerede anlıyordu? Yoksa aptal mıydı?Sonra menekşeleri hatırladı hemen düşüncelerinden utandı. Hacer farklı diye yargılamaması gerekiyordu. Hacer’in, kimsenin bilmediği güzelliklerini keşfedecekti. Buna tüm gücü ile inandı. Panayıra gittiklerinde Esin somurtarak karşısında oturuyordu, Hande ile konusmuyordu.
Hande canı sıkıldığından biraz dolaşmak için annesinden izin aldı. Köy yolunda yürümeye başladı. Hava iyice soğumuş ve ayaz iyice artmıştı, kar atıştırmaya başlamıştı. Hande karı çok seviyordu, yürüdü, yürüdü. Köye gelmişti. Bir evin
önünde durdu. Evin penceresinde ki saksıya gözü ilişti. Gözlerine inanamıyordu, bunlar mor menekşelerdi. Ama kıştı ve
menekşeler soğuğu hiç sevmezlerdi eve dogru bir adım attı. Kapıda beliren gölgeyi çok sonra
fark etti bu Hacerdi.

Hande’ye gülümsüyordu.
– Hoşgeldin Hande buyurmaz mısın?, dedi.
Biraz ürkek, şaşkınlıkla kapıya doğru ilerledi Hande ve içeri girdi. Oda sıcacıktı odun sobası her yeri ısıtmıştı. Menekşeler diyebildi sadece Hande…
– Bu soğukta ?
Hacer gülümsedi ;
– Onlar annem için, annem onları çok sever.
Sonra yatakta yatan kadını fark etti Hande.
“Annen hasta mı?” dedi.
“Evet 2 sene önce felç oldu ona ben bakıyorum, bizim kimsemiz yok, birtek ineğimiz var onunla geçiniyoruz. Ama tüm işler bana baktığı için derslere çalışacak pek vaktim olmuyor, dedi Hacer utanarak. Bir de bizim köyden şehre araç yok, bu yolu her gün yürüyorum o yüzden de çok yorgun okula geliyorum dersleri anlamakta güçlük çekiyorum. Hande’nin gözleri dolmuştu. Dışarıdan gelen ses ile kendine geldi. Annesi onu arıyordu. Çok merak etmiş olmalıydı. Dışarıya koştu ve annesine sarıldı, ağlıyordu. Bir müddet sonra anne bu Hacer diye tanıştırdı sıra arkadaşını. Hacer’in yaptığı sıcak çorbadan içtiler birlikte. Hande annesine anlattı Hacer’in hayatını, ağlayarak.

“Bir şeyler yapalım anne” dedi.

O hafta annesi ve Hande, Hacerlere gidip annesi ve Hacer’i kendi evlerine taşıdılar. Hacer artık Handeler den okula gidip geliyordu, ne dağınıktı, ne de aptal. Sınıfın en iyi öğrencisi olmuştu. Seneler geçti Hacer ve Hande bir arkadaş değil, iki kız kardeşlerdi artık. Mor menekşeler Hande’ye Hacer’i armağan etmişti. Hacer’e ise hem Hande’yi, hem hayatı. Seneler sonra ikisi de evlendi. Hacer şimdi bir doktor. Hande’den vicdanın ne kadar önemli olduğunu öğrendi, hastalarına vicdanıyla birlikte şifa dağıtıyor. Hande ise bir ögretmen. Çocuklara farklı olan şeyleri sevmeyi de ögretiyor. Bir kızı var adı, Hacer Menekşe. Hayatta en çok sevdiği iki şeye birini daha ekledi Hande.

Lütfen Sevginize Önyargı Koymayın.
Herşey Sevinceye Kadar Farklıdır, Sevdikten Sonra İse Sevginin Dili Hep Aynıdır.

Çocuğum Demek, Diyebilmek

Sağlık ocağının hemen karşısında üç ayrı eczaneyiz.
10 yaşlarında bir kız çocuğu var.
Görüyorum camdan. Diğerlerine girdi sonra çıktı. Elinde reçete ile sıra ile geziyor belli.
En son bana geldi.
Sisteme girdim 22 TL ödeme çıkıyor dedim.
‘’Abi biliyorum ama paramız yok sabahtan beri bu ilaçları alamıyorum.‘’ dedi.
Ama öyle dedi ki, yalan değildi belli ki.
Off çektim tamam al bakalım dedim.
Evini sordum.

Bize çok uzak bir mahalle söyledi.
Neden buraya kadar geldin ki dedim.
Abi kimse senin gibi al git demedi ki deyince, önlüğü çıkardım hadi beraber gidelim eve. Yaklaşık 7-8 km. yol yürümüş çocuk.
Belki 20-30 eczane gezmiş, ama kimse al bakalım dememiş.

Neyse vardık evine, eski yıkık bir sedirde annesi merak içinde.
Fazla uzatmayayım, ilaçları da verdik.
Sonra annesinden izin istedik.
Bir de market ve kasap yapınca, o buzdolabı da dolunca, bu arada eşim de doktor çağırıp ona hem muayene hem de çorba yaptırınca, bayram oldu o küçücük yuva da.
Çıkınca evden Allah’ım dedim.
Ne çok ferahlamışım, iyi ki 22 TL için bende çık dışarı diyerek çocuğu başka eczaneye yollamamışım.

Dükkandan aradılar.
Günlük ciromuzu ikiye katlamışlar.
Cepten giden 22 TL’yi elli defa fazlası ile çıkarmışlar.
Bu arada benim çocuğum olmadı, olmuyor.
Ama artık 10 yaşında bir kızım var.
Adı da Bahar.