Grandiyozite Hastalığı

Grandiyoz, psikolojide bazı hastalıkların semptomları arasında bulunan bir tür psikotik sanrıdır. Grandiyoz İngilizce büyük anlamına “grand” kelimesinden gelip kişinin; kendisinin aşırı güven içerisinde olduğu, çok güçlü, yetenekli ve bilgili olduğu gibi kendisini birçok yönden üstün sanmasıdır.

Aşırı büyüklük hissi (sanrısı), üstünlük kompleksi. 

Çok değerli, güçlü, bilgili ya da meşhur birisi olduğunu düşünme.

Utanç, küçük düşme, aşağılık duygularını reddederek, reaksiyon formasyonuyla grandiyözite gibi tam tersine çevirirler ve kabul etmedikleri duyguları başkalarına yansıtırlar.

Benlik değer duygusu ve kendine güven abartılı yükselir (ego kabarması; grandiyözite); kendini çok güçlü, zeki, güzel görmeye başlar. Bu yükseliş gerçeği değerlendirme bozulduğu takdirde psikotik seviyelere ulaşır (megalomani).

Zekâsı o kadar açılır ki bilmediği, hatırlamadığı yoktur. Her konuda fikir beyan eder ve hatalı olsa da iddialaşır. Kısacası o anda dünyada ondan daha güçlü, zeki ve güzel kimse yoktur.

Bireysel kontrolün kaybı  : Sosyal ve ahlaki kuralları çiğneyen bir rahatlık ve girişkenlik ortaya çıkar. Çekingen bir insan iken oldukça rahat bir şekilde hayatı ile ilgili gizli saklı ne kadar mahrem bilgiler varsa diğer insanlara anlatabilir. Önceden yanında sesini dahi çıkaramadığı babasının yüzüne sigara dumanını üfleyip hakaretler edebilir. Aslında hastalık nedeniyle oto kontrolün kaybına bağlı olarak bilinçaltında bastırdığı ne kadar dürtüsü varsa ortaya çıkar. Çoğu manik hastanın rahatlığına bağlı olarak söylediği sözler ve yaptığı hareketler toplum kurallarını hiçe sayar şekildedir.

Artan zekânın ürünleri: Projeler ve eserler Yeni ilgi ve istekler ortaya çıkabilir, kendine güvenin aşırı artışı ile riskli davranışlar içine girebilir. Yeni projeler geliştirilir ve bu projeler oldukça uçuk fikirlerle doludur.

Birbirinden ilgisiz konularda sayfalar dolusu kitap ve bitip tükenmek bilmeyen dizelere sahip şiirler yazma, dinleyenin kulaklarını tırmalayan bir sesle şarkı kasetleri doldurma gibi davranışları sergileyen hastalara günlük yaşamda sıkça rastlamak mümkündür.

Çok çalışan beyin : Kendiliğinden (spontan) dikkat ve bellek artar. Geçmişte yaşadığı olayları en ince detaylarına kadar hatırlayıp anlatır, en ufak ayrıntılara dikkat edip görür. Ancak dikkatini her şeye yönelttiği için konuya yoğunlaşamaz, konsantre olamaz ve önemsiz bir uyaranla dikkati çabuk dağılır (distraktibilite). Çağrışımları çok hızlanır, “beyninin çok çalıştığını, düşüncelerinin çok yoğunlaştığını” söyler.

Kendini Beğenmişlik

Saldirgan Tipin Bir Karakter Özelliği: Kendini Beğenmişlik

Alfred Adler

Saygınlık tutkusu, ruhsal yaşamda bir gerginliğin doğmasına yol açar; bu gerginlik nedeniyle insan güçlülük ve üstünlük amacını daha bir açıklıkla gözüne kestirir ve normalden daha yoğun çabalarla söz konusu amaca ulaşmaya çalışır. Sanki tüm yaşam, büyük bir zafer beklentisine dönüşür. Böyle bir insan, nesnelliğe sırt çevirir çünkü yaşamla ilişkisini yitirir, kafasını kurcalayan bir tek sorun vardır, o da başkaları üzerinde nasıl bir izlenim bırakacağı ve başkalarının kendisi hakkında neler düşüneceğidir. Bunun bir sonucu olarak eylemsel özgürlüğü alabildiğine engellenir ve hepsinden sık karşılaşılan bir karakter özelliği, yani kendini beğenmişlik böylece doğup ortaya çıkar.

Alfred Adler: “Üstünlük Kompleksi” olan kişide gizli bir aşağılık duygusu saklıdır

Kendini beğenmişliğe (Hırs) çok az miktarda da olsa her insanda rastlanır. İnsanın kendini beğenmişliğini apaçık sergilemesinin başkaları üzerinde istenilen etkiyi yapmayacağı düşünülerek ilgili özellik, çoğu zaman güzelce saklanıp gizlenerek çeşitli kılıklara büründürülür. İnsan belirli ölçüde bir alçakgönüllüğü içinde barındırabilir ama yine de kendini beğenmiş olabilir. Kendini beğenmişliğinde o kadar ileri gidebilir ki, ya başkalarının kendisi hakkında vereceği yargıyı hiç önemsemez ya da açgözlülükle söz konusu yargının peşine düşer ve onu kendi lehinde etkilemeye çalışır.

Kendini beğenmişlik belirli bir ölçüyü aştı mı, son derece tehlikeli nitelik kazanır. İnsanı, daha çok görünüşü hedef alan bir sürü yararsız eyleme sürüklemesi, onu daha çok kendini ya da başkalarının kendisi hakkında vereceği yargıyı düşünür duruma getirmesi bir yana, gerçekle bağın kolaylıkla kaybolmasına yol açar. İnsanlararası ilişkilere karşı anlayış göstermez, her türlü bağın uzağında yaşar, yaşamın kendisinden neler istediğini ve kendisinin insan olarak yaşama neler vermek zorunda olduğunu unutur. Kendini beğenmişlik, başka hiçbir olumsuz özellikte görülmedik şekilde insanı özgür gelişiminden alıkoyacak gücü gösterir; çünkü kendini beğenmiş kişi herhangi bir davranışta bulunurken, acaba işin sonunda kendisi için bir çıkar söz konusu mudur diye düşünür hep.

Bazen insanlar, kendini beğenmişlik ya da kibir sözcüğü yerine kulağa daha hoş gelen hırs sözcüğünü kullanarak kendilerini biraz temize çıkarmaya çalışır. Birçok insan vardır ki, kendisinin pek hırslı bir kişi olduğunu gururla açığa vurur. Bazıları da “hamaratlık” sözcüğüne sığınır. Topluma yararı dokunduğu süre, hamaratlığa bir itirazımız olamaz. Ne var ki, genellikle ilgili deyimlere başvurulmasının nedeni, alabildiğine bir kendini beğenmişliği kamufle etmekten başka bir şey değildir.

Kendini beğenmişlik, çok geçmeden insanı oynanan bir oyunun gerçek bir oyuncusu olmaktan çıkarıp, bir oyunbozana dönüştürür. Kendini beğenmişler kendini beğenmişliklerine doyum sağlamaktan alıkonuldu mu, hiç değilse başkalarına üzüntü vermek, acı çektirmek isterler. Kendilerini beğenmişlikleri henüz gelişmekte olan çocukların nazik durumlarda bütün prestijlerini seferber ederek kendilerinden güçsüzlere güçlerini kanıtlamaya kalktığını sık sık gözlemleriz. Kimi çocukların hayvanlara eziyet etmesi de yine aynı nedenden kaynaklanır. Bu arada artık eskisi gibi atak davranamayan daha başka çocuklar ise, akıl almaz ayrıntılara başvurarak kendini beğenmişliklerine doyum sağlamaya bakar, çalışma turnuvalarının yapıldığı büyük pistin uzağında, kaprislerinin yarattığı bir ikinci savaşın alanında oyalanarak saygınlık isteklerini gerçekleştirmeye çaba harcarlar. Yaşamın güçlüğünden yakınıp, hayatta biraz haksızlığa uğradıklarını ileri sürenler, bu gibi kimseler arasında yer alır. Kendilerine sorarsanız, doğru dürüst eğitilmiş ya da falanca terslikle karşılaşmamış olsalar, herkesten ileri durumda bulunacaklardır. Bu ve benzeri sızlanmaları yineleyip dururlar. Hep bir bahane bulur, yaşamın cephe kesimini boylamaktan yakayı sıyırır, kendilerini beğenmişlik duygularını bol bol doyuma kavuşturacak düşler görürler.
Böyleleri karşısında diğer insanların durumu imrenilecek gibi değildir; kendini beğenmişlerin büyük ölçüde yergilerine hedef olurlar. Kendini beğenmiş kişi, uğradığı başarısızlıkların suçunu âdet olduğu üzere, kendisi üstlenmeyerek başkalarının üzerine yıkmaya başlar. Hep kendisi haklı, başkaları haksızdır; oysa yaşamda önemli olan haklı ya da haksız sayılmak değil, ilerlemek ve başkalarının ilerlemesine katkıda bulunmaktır. Gelgelelim, kendini beğenmişlerin ağzından işitilen hep yakınma ve özür dilemelerdir. İnsan ruhunun birtakım numara ve oyunlarıdır bunlar; kendini beğenmişlik duygusunu ayakta tutabilmek, üstünlük duygusunun yara almadan varlığını sürdürmesini sağlayıp, bir sarsıntı geçirmesini önlemek için başvurulan önlemlerdir.

İnsanlığın büyük eserlerinin, hırs denilen şey olmadan yaratılamayacağı ileri sürülür sık sık. Ama bu, gerçekle ilgisiz bir görüş ve yanlış bir perspektiften başka bir şey değildir. Kendini beğenmişlikten arınmış kimse gösterilemeyeceği için, herkeste ilgili özellikten bir parça var demektir. Ancak, insanın izleyeceği temel doğrultuyu belirleyen ve yararlı işler yapması için onu gerekli güçlerle donatan, böyle bir özellik değildir kuşkusuz. Toplum hiç hesaba katılmadan, dâhice bir işin başarılabileceği düşünülemez. Bunun tek koşulu, her zaman toplumla ilişkinin sürdürülmesi ve toplumu ileriye götürme konusunda bir isteğin duyulmasıdır. Yoksa elde edilecek başarıya değerli gözüyle bakmamız olanaksızdır. Bir başarıda kendini beğenmişlik rol oynarsa, kuşkusuz salt aksatıcı ve engelleyici nitelik taşır bu rol; başarıyı olumlu yönde pek etkileyemez.

Bugünkü toplumsal düzende insanın kendini beğenmişlikten tümüyle yakayı sıyırması gerçekleşecek gibi değildir. Bir kez bunu bilmek yararlıdır bizim için; böylelikle uygarlığımızın alabildiğine güçsüz bir yanına parmak basmış oluruz. Öyle bir güçsüzlük ki, bir sürü insanın mahvolup gitmesine, ömür boyu mutsuzluk içinde yaşamasına ve her zaman felakete kaynaklık eden yerlerde oyalanmasına yol açar. Böyleleri olduklarından daha iyi görünmeyi kendilerine amaç edindiklerinden, başkalarıyla geçinemez, yaşama ayak uyduramazlar. Dolayısıyla, bir kimsenin kendisine biçtiği yüksek değeri pek umursamayan gerçekle kolaycacık çatışma durumuna girerler. Kendilerini beğenmişlikleri, bu gibi kimseleri başkalarının alaylarına konu yapmaktan öte bir işe yaramaz. İnsanlığın karşılaştığı bütün çapraşık durumlarda, kendini beğenmişlik duygusuna doyum sağlamadaki başarısızlık en önemli etken rolünü oynar. Karmaşık bir kişilik yapısı gösteren birini anlamak istiyorsak, bu kimsede kendini beğenmişliğin hangi boyutlara ulaştığını, bu kimsenin hangi doğrultuda devindiğini ve ne gibi yollara başvurarak kendisine doyum sağlamaya çalıştığını araştırmak izlenecek önemli bir yoldur. Söz konusu durumlarda hep ele geçireceğimiz bir sonuç vardır ki, o da kendini beğenmişliğin toplumsallık duygusuna önemli ölçüde sekte vurduğudur. Kendini beğenmişlikle toplumsallık duygusu birbiriyle bağdaşmaz hiç; çünkü kendini beğenmişlik, toplumsallık ilkesine boyun eğmeye yanaşmaz.

Ancak, kendini beğenmişliği bekleyen kötü akıbet, yine kendisinden kaynaklanır; çünkü ilgili özellik, hiçbir şeyin önünde duramayacağı mutlak doğrular gibi toplumsal yaşamda gelişip ortaya çıkan karşıt mantıksal nedenlerin tehdidi altında bulunur. Dolayısıyla, henüz çok erkenden kendini saklamak, bir başka kılığa bürünmek, dolambaçlı yollar izlemek zorunda kalır; nitekim ilgili özelliği kendisinde barındıran kişi de, kendini beğenmişliğine doyum sağlamak için gerekli gördüğü görkem ve zaferi ele geçirip geçiremeyeceği konusunda kuşkular içinde kıvranır. Kendisi böyle düşler ve düşüncelerle oyalanırken, zaman geçip gider. Derken sonuçta bir bahane kalır elinde, o da harekete geçmesi için bundan böyle koşulların elverişli sayılamayacağıdır. Genellikle şöyle bir seyir izler durum: Söz konusu kimseler, yaşamda kendilerine hep ayrıcalıklı bir yer arar, kıyıda kenarda durur, çevrelerinde olup bitenleri gözlemlemekle yetinirler. Yürekleri kuşkuyla doludur, insan soydaşlarına düşman gözüyle bakar, bir savunma, bir savaş durumu yaşıyormuş gibi bir tutum takınırlar. Çoğu zaman kararsızlık içinde bocalar, insana oldukça mantıklı gelen derin düşüncelere dalar, bunda da haklı gibi görünürler. Ne var ki, varlıklarının temel sorununa el atmayı unutur, yaşamla, toplumla, yüklenmeleri gereken ödevlerle ilişki kurmayı ihmal ederler. Yakından bakıldığında bir kendini beğenmişlik uçurumuna yuvarlandıkları anlaşılır, herkesten üstünlük özlemlerini akla gelmedik yollardan dışa yansıtırlar. Davranışlarında, giyinişlerinde, konuşma biçimlerinde, başkalarıyla ilişkilerinde bu özlem açığa vurur kendini. Kısaca, nereye bir göz atılsa herkesten ileri geçmeye çalışan ve bu amaçla başvuracağı çarelerin seçiminde hiç titizlik göstermeyen kendini beğenmiş bir insanla karşılaşılır. Kendini beğenmişliğin bu gibi dışavurumları çevredekiler üzerinde hoş bir izlenim bırakmadığından ve kendini beğenmişler, eğer akıllı kimselerse, toplumun yasalarını çiğnediklerini ve topluma ters düştüklerini çok geçmeden fark ettiklerinden, söz konusu özellikte kimi zaman bazı yumuşatmalara başvururlar. Dolayısıyla, kendini beğenmiş kişi bazen alabildiğine alçakgönüllü bir izlenim uyandırmaya çalışır, dıştan neredeyse sallapati bir kimse görünümü sergiler; bununla amaçladığı tek şey de, kendini beğenmiş biri sayılamayacağını kanıtlamaktır. Anlatıldığına göre, bir gün Sokrates, konuşmak için kürsüye çıkan hırpani kılıklı birine şöyle seslenir: “Ey Atinalı genç, kendini beğenmişliğin, üstündeki giysinin yırtıklarından başını çıkarmış sırıtıyor.”

İnsanlar çoğunlukla kendilerini beğenmiş kimseler olmadıklarına inanırlar. Dikkatlerini dış görünümleri üzerinde toplar, kendini beğenmişlik denilen şeyin çok daha içerilerde yuvalandığından habersiz yaşarlar. Örneğin böyle bir kendini beğenmişlik, kişinin toplulukta hep konuşması, susmak nedir bilmemesi, bazen kendisine konuşma fırsatı verilip verilmediğine bakarak bu topluluğu değerlendirmek istemesiyle belli eder kendini. Yine kendini beğenmiş kimi insan vardır ki, öne çıkmaya hiç yanaşmaz, kalabalık arasına hiç karışmayarak, kendini topluluklardan uzak tutar. Topluluktan böyle bir kaçış da, değişik biçimlerde kendini açığa vurur: Ya alınan bir davet geri çevrilir ya da bir hayli ricadan sonra kalkılıp gidilir. Yine kendini beğenmiş birçok kimse vardır ki, topluluk arasına karışması ancak belirli koşullara bağlıdır; dünyaları ben yarattım havası içinde yanına yaklaşılmaz bir tavır takınır, bazen böbürlenerek kendisinin yüksek bir kimse olduğunu ileri sürer. Bazıları da, bütün toplantılarda hazır bulunmayı bir tutku edinir.

Bu gibi şeylere önemsiz ayrıntılar gözüyle bakmak doğru değildir; hepsi de çok derinlerde saklı yatan nedenlerden kaynaklanır. Gerçekte kendini beğenmiş insan, toplumsal yaşamı hiç umursamayan biridir; toplumsal yaşamı ileriye götürmekten çok engeller, onun gelişimini aksatır. Bütün bu tipleri tüm girdisi çıktısıyla eksiksiz anlatabilmek için büyük yazarların yaratıcı güçleri gereklidir. Kendini beğenmişlikte o yukarılara doğru tırmanan çizgiyi açık seçik gözlemleyebiliriz; öyle bir çizgi ki, bir insanın yetersizlik duygusuyla kendisi için alabildiğine büyük bir amaç belirlediğini ve başkalarından üstün olmaya çalıştığını gösterir. Kendini beğenmişliği özellikle dikkate çarpan bir kimsenin, kendisine fazla bir değer vermediği ve bu değer vermeyişinin çoğu zaman kendisinin de ayrımına varmadığını düşünebiliriz. Ama kendini beğenmişliklerinin bir yetersizlik duygusundan kaynaklandığının bilincinde olan kimseler de vardır kuşkusuz. Ancak, bunu bilmek, söz konusu kimseler için pek önem taşımaz, dolayısıyla bilgilerinden gereği gibi yararlanamazlar.
Kendini beğenmişlik insanın ruhsal yaşamının daha erken bir döneminde gelişip ortaya çıkar, hep de çocuksu bir yanı vardır, kendini beğenmiş kimseler her zaman çocuksu bir görünüm sergiler. Böyle bir karakter özelliğinin oluşumuna yol açan durumlar çeşitlidir. Bazen doğru dürüst eğitilmediği için küçüklüğünden eziklik duyan bir çocuk, ihmal edildiği, evdekilerden gerekli ilgiyi görmediği duygusuna kapılır. Bazen de çocuklar, söz konusu özelliği bir aile geleneği gibi atalarından devralır. Bu gibi kimselerin ağzından sık sık, anne ve babalarının da kendilerini başkalarından ayıracak ve başkaları karşısında kendilerine ayrıcalık sağlayacak böyle “aristokrat” bir özelliğe sahip olduklarını duyarız. Ancak, söz konusu kof isteğin altında, kendini başkalarına benzemeyip “olağanüstü” bir aileden gelen, mükemmel amaç ve duygularla donatılıp doğuştan bir ayrıcalığa hak kazanmış, herkesten üstün bir kimse gibi hissetme eğiliminden başka bir şey yatmaz. Bir ayrıcalık iddiasıdır ki, kendisine izleyeceği doğrultuyu gösterir, davranışlarını yönetir ve dışavurum biçimlerini belirler. Gelgelelim yaşam bu tiplerin gelişimini kolaylaştırmaya pek elverişli nitelik taşımadığından ve bu gibileri çevreden düşman davranışı gördüğü ya da alay konusu yapıldığı için, içlerinden çoğu kısa süre sonra gözleri korkarak toplumdan elini eteğini çeker, münzevi bir hayat sürmeye başlar. Kimseye hesap vermek zorunda olmayıp kendi dört duvarları içinde yaşadıkları sürece, sarhoşluklarından bir türlü ayılıp kendine gelemez, hatta tutumlarını haklı birtakım nedenlere oturtmaya bakarlar. Bu tipler arasında üst düzeyde eğitim ve öğrenim görmüş, yetenekli insanlar yer alır çoğu zaman. Beceri ve yeteneklerini terazinin bir kefesine koysalar, küçümsenmeyecek bir ağırlık oluşturacaktır. Ne var ki, kendilerini bir sarhoşluk havasına kaptırarak bu durumu kötüye kullanırlar. Toplumda aktif rol oynamak için hayli ağır koşullar öne sürerler. Falan ya da filan şeyi yapmış, öğrenmiş ya da bilmiş olsalardı, başkaları falan ya da filan şeyi yapsa veya yapmasaydı, bazen de kadınlar ya da erkekler böyle olmasaydı gibi yerine getirilemeyecek koşullardır bunlar; ne kadar istense de hiç biri gerçekleştirilemez. Bu da gösterir ki, boş bahanelerdir hepsi, ancak nelerin ihmal edilip elden kaçırıldığını insana unutturacak bir içkinin hazırlanıp kotarılmasına elverişli nitelik taşırlar.

Dolayısıyla, bu insanların içleri hayli düşmanca bir duyguyla doludur, başkalarının acılarını hafife almaya ve bu acılar üzerinden atlayıp geçme eğilimi gösterirler. Nitekim büyük insan sarrafı La Rochefoucault, bu tiptekilerle ilgili olarak şöyle der: Başkalarının acılarına kolaycacık katlanabilirler; içlerindeki düşmanlık, çoğu zaman sert yergiler biçiminde açığa vurur kendini. Hiçbir şeyde en ufak iyi bir yan bırakmaz, alay ve suçlamalarıyla her şeye yetişirler; kendilerini sürekli haklı çıkarmaya bakar, her şeye lanet okurlar. Oysa bize göre kötüyü bilip tanımak ve mahkûm etmek fazla bir önem taşımaz; insanın hep kendisine sorması gereken soru, var olan koşulların düzeltilmesine kendisinin nasıl bir katkıda bulunduğudur. Gelgelelim, kendini beğenmiş kişiler, yeter ki yapacakları bir hamleyle çevresindekilerin üzerinde bir yere çıkıp otursun ve karalayıp kötülemenin asitiyle onları dağlasın, başka şey istemezler. Çoğunlukla bu konuda sahip oldukları inanılmaz ölçüde zengin deneyimden geniş ölçüde yararlanırlar. Alabildiğine ince esprili, şaşılacak derecede hazırcevap kişiler bulunur aralarında. Her şey gibi, espri ve hazırcevaplık da kötüye kullanılabilir ve büyük yergi üstatlarında görüldüğü gibi, kötü bir huy bir sanat aşamasına çıkarılabilir. Bu tiptekilerin bir türlü doyamadığı aşağılayıcı ve küçümseyici davranış, kendini beğenmişlik özelliğinde sık görülüp bizim değerden düşürme eğilimi dediğimiz bir olayın dışavurumudur. Kendini beğenmiş kimsenin hangi noktayı saldırısına hedef seçtiğini bize gösterir; bu da, başkalarının taşıdığı değer ve önemdir. Böylece, ilgili kişiler, başkalarını batırarak kendilerine bir üstünlük duygusu sağlamaya çalışır. Bir kimsenin değerini benimsemeyi kendileri için bir aşağılama sayarlar. Buradan da yine, söz konusu kişilerin ruhlarının çok derinliklerinde bir güçsüzlük duygusunun yaşadığı sonucuna varabiliriz.

Kendisinde söz konusu özelliklere rastlanmayan kimse gösterilemeyeceğinden, pekâlâ bu irdelemelerden yararlanıp kendi üzerimizde uygulayacağımız bir ölçüt ele geçirebiliriz. Bin yıllık bir geçmişe dayanan bir uygarlığın, içimize serpiştirdiği nesneleri kısa sürede söküp atamasak da, körlükle davranıp bir an sonra zararlı olduğu anlaşılacak yargılara kendimizi bağımlı kılmaktan el çekmemiz ileri bir adım sayılacaktır. Başka türlü insanlar olmanın ya da çevremizde bu gibi insanlar görmenin özlemini çekiyor değiliz; birbirimize elimizi uzatmak, birbirimizle bir dayanışma, bir işbirliği içinde yaşamak benimsediğimiz bir yasadır. İşbirliğini her zamankinden çok ihtiyaç duyduğumuz günümüzde, kişisel kendini beğenmişliklerin yeri yoktur. Özellikle bizimki gibi dönemlerde kendini beğenmişliği bekleyen çelişki ve çatışmalar pek sivri ve kaba nitelik taşımakta, böyle bir tutumdaki insanlar pek kolay başarısızlığa uğramakta, sonunda ya kendileriyle savaşılarak saf dışı edilmekte ya da acımalara konu yapılmaktadır. Öyle görülüyor ki, özellikle içinde yaşadığımız çağ, kendini beğenmişlik için elverişli nitelikten yoksundur; dolayısıyla, hiç değilse bir kimsenin kendini beğenmişliğine toplum için yararlı alanlarda doyum sağlamasını mümkün kılacak yolların aranması gerekiyor.

Kendini beğenmişliğin çoğunlukla hangi yollardan etkinliğini sürdürdüğünü aşağıdaki örnekle açıklamaya çalışalım.

Birden çok kardeşin en küçüğü olan genç bir kadın, çocukluğunun erken bir döneminden başlayarak evdekilerce şımartılmıştır. Özellikle annesi, etrafında pervane olmuş, kızının her arzusunu yerine getirmiştir. Bu yüzden, vücutça da pek güçsüz sayılan kızın istekleri ölçüsüz derecede artmıştır. Derken kız günün birinde bir şey keşfeder, hastalandığı zaman çevresindekiler üzerindeki egemenliğinin her zamankinden geniş boyutlara ulaştığını sezer. Çok geçmeden, hastalık gözüne önemli bir servet gibi görünmeye başlar. Normalde insanların hastalanmaya karşı duyduğu hoşnutsuzluğu duymaz olur, zaman zaman kendini iyi hissetmemeye hiç de tatsız bir gözle bakmaz. Çok sürmeden bu konuda öylesine ustalaşır ki, istediği zaman hastalanmayı başarır ama özellikle kafasına koyduğu bir şeyi yapmak istediğinde bu yola başvurur. Ama hep de kafasında gerçekleştirmek istediği bir şey bulunduğundan, başkaları karşısında her zaman hasta bir durumda yaşamaya başlar. Çocuklarda ve büyüklerde hastalanmanın bu türüne pek sık rastlarız; söz konusu kimseler, sahip oldukları gücün böylelikle artıp büyüdüğünü hisseder, aile içinde baş köşede bir yeri ele geçirir, çevresindekileri kayıtsız şartsız egemenlikleri altına alırlar. Hele bir de zayıf yapılıysalar, söz konusu durumun gerçekleşme olasılığı alabildiğine büyür. Kuşkusuz böyle bir yolu izleyenler, daha önce sağlıkları konusunda çevresindekilerin kapıldığı tasa ve endişelerin tadını alanlardır. Bu arada, söz konusu kişiler bu durumun gerçekleşmesine katkıda bulunur, örneğin yemek yemekte biraz nazlı davranırlar. Bununla da küçümsenmeyecek başarılara kavuşur, örneğin sağlıksız bir görünüm sergiler ve evdekileri ahçılık konusundaki bütün hünerlerini göstermeye zorlarlar. İçlerinde bir özlem duygusu gelişir, yanlarında hep biri bulunsun ister, yalnız bırakılmaya hiç gelemezler. Varmak istedikleri amaca ulaşmaları da kolaydır, kendilerini hasta göstermeleri ya da başkaca bir tehlike içinde bulundurduklarını açığa vurmaları yeterlidir, bunun da tek çaresi özdeşleşme yoluyla bir hastalığın ya da bir güçlüğün kucağında soluğu almaktır. İnsanın böyle bir özdeşleşme yeteneğine ne büyük ölçüde sahip olduğunu, uykuda görülen düşler bize gösterir; düşte insan, sanki belirli bir durum gerçekten varmış gibi bir izlenime kapılır.

Söz konusu kimseler böyle bir hastalık duygusunu içlerinde yaratabilme gücüne sahiptir. Hem de bunu öylesine ustalıkla yaparlar ki, uydurmanın, düzmeceliğin ve kuruntunun asla sözü edilemez. Bir durumla özdeşleşmenin, sanki o durum gerçekten varmış gibi bir sonuç doğurduğu bilmediğimiz bir şey değildir. Örneğin bu insanlar mideleri bulanıyormuş gibi gerçekten kusabilir, kendilerini tehdit eden bir tehlike varmış gibi gerçekten korkuya kapılabilirler. Bazen bu işi nasıl becerdiklerini de ele verdikleri görülür. Örneğin hastamızın açıkladığına göre, bazen “sanki hemen bir yerine felç inecekmiş” gibi bir korkuya kapılır. Kimi insanlar vardır, diyelim bayılacaklarını öylesine ayrıntılı biçimde tasarlarlar ki, gerçekten de bayıldıkları görülür, herhangi bir kuruntudan ya da uydurmadan söz edilemez. Bir kimse bu yoldan çevresindekilerin karşısına hastalık belirtileri ya da en azından sinirsel semptomlarla dikildi mi, çevresindekilerin onun yanından bir yere ayrılmaması, ona göz kulak olması gerekir kuşkusuz; çünkü toplumsallık duygusu bunu gerektirir. Dolayısıyla, böyle bir hasta da amaçladığı güçlü konumu ele geçirir.

Böyleleri insanın soydaşlarına geniş ölçüde saygı göstermesini isteyen toplum yasasıyla çelişkiye düşer. Genellikle soydaşlarının mutluluğuna katkıda bulunmak bir yana, bu mutluluğu engellemekten kolay kolay kendilerini alamaz. Tüm güçlerini, tüm kültürlerini ve eğitimlerini seferber ederek insan soydaşlarını düşünmenin üstesinden gelebilirler belki, hiç değilse çevresindeki bir kişiyle çok yakından ilgileniyorlarmış süsünü uyandırabilirler. Ama yine de davranışlarının dayandığı temel, kendini sevmekten ve kendini beğenmişlikten başka bir şey olmayacaktır. Bizim hastamızda da işte böyle bir durum söz konusuydu. Hastamızın kendi aile bireylerine karşı açığa vurduğu ilgi görünürde tüm sınırları aşıyor, örneğin annesi kahvaltısını odasına getirmekte yarım saat gecikmeyegörsün, alabildiğine büyük bir meraka kapılıyor, kocasını yataktan kaldırıp annesinin başına bir şey gelip gelmediğine baktırmadan içi bir türlü rahat etmiyordu. Annesini yavaş yavaş kahvaltıyı tam zamanında getirmeye alıştırmıştı. Bir işadamı olarak müşterilerini ve ticari yaşamındaki dostlarını düşünmesi gereken kocasının durumu da pek başka türlü sayılmazdı; eve ne zaman belirlenen saatten biraz geç gelse karısını yığılıp kalmış, korkudan ter içinde kalmış buluyor, karısı perişan bir halde, o gelinceye kadar nasıl alabildiğine korkunç acılar içinde kıvrandığını anlatıyordu. Dolayısıyla, adam da bu gibi durumlarda dakik olmaktan başka çıkar yol görememişti.

Birçok kimse böyle davranmaktan kadının bir çıkarı olmadığını, sözü edilen durumların kadın için büyük zaferler sayılamayacağını söyleyecektir. Ne var ki, ilgili davranış bütünün ancak küçük bir parçasıdır, yaşamın tüm ilişkileri açısından bir “unutma bak!” uyarısı anlamını taşır, karşıdaki kişi eğitilmeye çalışılır böylece. Kadının ruhu dizginlenemeyecek bir hükmetme hırsıyla dolup taşar ve bu hırsın doyuma kavuşturulması bir bakıma kendini beğenmişlik duygusunun da doyuma kavuşturulmasıdır. Beri yandan kadının, istediğini elde etmek için çok çaba harcaması gerekecektir; bütün bunlar düşünülürse, bu kadın için söz konusu davranışın bir zorunluluk durumuna geldiği anlaşılmaktadır. Söyledikleri mutlaka ve anında yapılmadı mı, içi bir türlü rahat etmez kadının. Ama ortak bir yaşam, karşıdaki kişinin belirlenen saatte eve gelmesinden oluşmaz, daha başka binlerce ilişki vardır ki, kadının bu emredici tutumuyla düzenlenir; binlerce emir vardır ki, kadının korku nöbetleri kendilerine eşlik eder. Kadın o kadar büyük bir tasa ve meraka kapılır ki, karşıdaki kişi için istediğini mutlaka yerine getirmekten başka çıkar yol yoktur. Buradan görüldüğüne göre, tasa ve merak kendini beğenmişlik duygusunun doyuma kavuşturulmasında bir araç olarak kullanılmaktadır.

Söz konusu davranış çoğunlukla o dereceyi bulur ki, buna başvuran için istenilen şeyin yapılması, yapılan şeyin kendisinden daha çok önem taşır. Bunu altı yaşındaki bir kızda açıkça gözlemleyebiliriz. Kız öylesine inatçı biridir ki, aklına ne gelirse yapılmasına çalışır, gücünü çevresindekilere gösterip onları dize getirmek isteğiyle dolup taşar içi, bu davranışının neye mal olacağına hiç aldırmaz. Kızla iyi geçinmek isteyen ama bunu nasıl başaracağını bilemeyen anne bir defasında kızına bir sürpriz yapmak ister, onun en sevdiği yemeği pişirerek şu sözlerle getirip önüne koyar: “Pek sevdiğini bildiğim için, bu yemeği yaptım sana.” Ne var ki, kız nefis yemeği devirip yere döker, ayaklarıyla üzerinde tepinirken şöyle bağırır: “İstemiyorum işte! İstemiyorum! Sen getiriyorsun çünkü, ben kendi istediğim yemeği yerim.” Bir başka kez, annesi okulda büyük teneffüs için kahve mi, süt mü istediğini sorunca, kapıda dikilen kız açıkça işitilebilir bir sesle şöyle mırıldanır: “O süt dedi mi kahve içerim ben, o kahve dedi mi süt içerim.”

İçindeki niyeti açık seçik belli eden bir kızdı bu. Ama unutmayalım ki, çoğu çocuk aynıdır da niyetini açığa vurmaz; her çocukta biraz bu kızdaki özellik bulunur, olağanüstü bir çaba ve enerjiyle istediğini çevresindekilere yaptırmaya çalışır, bunun kendisine yarar sağlamayacağını, hatta zararı dokunacağını bile bile böyle bir davranışı sergiler. İradelerini özgürce kullanabilecekleri düşüncesi şu ya da bu şekilde kafalarına sokulmuş, böyle bir ayrıcalıkla donatıldıkları duygusu kendilerine aşılanmış çocuklardır hepsi. Böyle bir düşünce ve duygunun çocuklarda uyandırılmasına yol açacak nedenler ise günümüzde hiç eksik değildir. Bunun da sonucu olarak büyükler arasında insan soydaşlarının ilerlemesine yardım edecekken, kendi isteklerini gerçekleştirmeyen çalışan kişilere daha sık rastlarız. Bazı insanlar kedini beğenmişliklerinde o kadar ileriye gider ki, dünyanın en doğal işi sayılacak, hatta mutluluklarını belirleyecek bir şey bile olsa, bir başkasının kendilerine salık verdiği bir işi yapacak gücü gösteremezler; her konuşmada bir itiraz fırsatı kollar, böyle bir anı bekleyip dururlar. Kimi insanların istemleri kendini beğenmişlik sonucu öylesine uyarılıp kamçılanır ki, “evet” demek isteseler de yine “hayır” sözü çıkar ağızlarından.

İnsanın her istediğinin sürekli yerine getirilmesi gibi bir durum, aslında yalnız aile çevresinde söz konusu olabilir, hatta bazen bunun burada bile gerçekleşemediği görülür. Başkalarıyla ilişkilerinde insanın üzerinde sevimli ve uysal bir izlenim bırakan kimseler, çoğunlukla bu tipler arasında yer alır. Ne var ki, böylelerinin başkalarıyla dostluk ve ahbaplığı uzun ömürlü değildir, çok geçmeden sona erer ve zaten bu dostluğun pek de arzu edildiği söylenemez. Gelgelelim, yaşam insanları bir araya getirici özellik taşıdığından, bazen ilgili kimselerden birini görürüz, kalpleri bir yandan fetheder durur, öte yandan fethettiği kalpleri yine yüzüstü bırakıp gider. Hemen hemen her zaman aile çevresi içinde kalmak isteyen kimselerdir, bunlar. İşte bizim hastada da durum tıpkı böyleydi. Aile çevresi dışındaki sevimli ve güleryüzlü davranışıyla herkesin sempatisini kazanmıştı; gelgelelim, ne zaman sokağa çıksa çok geçmeden yine kendini gerisin geri eve atıyordu. Dışarıdan ailesine dönüp gelmesi çeşitli şekillerde gerçekleşmekteydi. Diyelim bir toplantıya gitti, ansızın başına bir ağrı giriyor, ister istemez evin yolunu tutuyor, çünkü toplantıda mutlak üstünlüğünü evdeki kadar güçlü bir biçimde hissedemiyordu. Yani hastamız o yaşamsal kendini beğenmişlik sorununu ancak ailesi içinde çözümleyebiliyorsa, kendisini gittiği yerden aile çevresine geri döndürecek, aile çevresi dışında rahatını kaçıracak bir şeylerin olup bitmesi gerekiyordu. Sonunda iş o dereceye varmıştı ki, ne zaman yabancı insanlarla bir araya gelse korku ve heyecan nöbetleri geçirmeye başlamıştı. Tiyatroya gidemez olmuş, çok geçmeden de sokağa hiç çıkamaz duruma gelmişti; çünkü sokakta başkalarının kendi iradesine tabi olduğu duygusunu yitirmekteydi. Aradığı durumlar aile çevresinin dışında, yani sokakta ele geçirilecek gibi değildi. Bu da, yanında kendi “saray erkânından” kişiler olmadan tek başına niçin sokağa çıkmaya yanaşmadığını açıklamaktaydı. Çevresinde sürekli kendisiyle ilgilenecek kişiler görmek, sevdiği ideal bir durumdu. Araştırmalarımız, onun bu davranış modelinin erken çocukluk döneminden kaynaklandığını göstermişti. Hastamız birkaç kardeşin en küçüğüydü evde, zayıf ve hastalıklı bir kızdı; kendisine öbür kardeşlerden daha bir sıcaklık ve sevecenlikle davranılması gerekmişti. O da böyle el üstünde tutulmayı tüm gücüyle benimsemiş, bir daha bundan yoksun kalmak istememişti. Böyle davranmasının sonucunda yaşamın koşullarıyla çelişkiye düşmeyip söz konusu koşullar kendisini rahat bırakmış olsaydı, bir kez saptadığı yoldan belki hiç dönmeyecekti. Başkalarının itirazına hiç izin vermeyecek kadar güçlü huzursuzluğunun ve korku belirtilerinin gösterdiğine göre, kendini beğenmişlik sorununu çözümleyeyim derken yanlış bir yola sürüklenmişti. Bulunan çözüm yolu için iyi denilemezdi, çünkü toplu yaşam koşullarına uymak gibi bir isteğe yer vermiyordu. Sonunda rahatsız edici belirtiler işi o kadar azıtmıştı ki, hastamız bir hekime görünmek zorunda kalmıştı.

Kadının yıllardan beri kurmaya çalıştığı yaşam planı üzerindeki örtünün yavaş yavaş aralanması gerekmekteydi. Tedaviye karşı gösterdiği direniş büyüktü; bunun da nedeni, hekime başvurmasına karşın yaşamında içten içe herhangi bir değişikliği istememesiydi. İleride de aile çevresinde egemenliğini sürdürse sokakta korku nöbetlerine yakalanmasa güzel bir şey olacaktı kendisi için. Gelgelelim, birini alıp öbürünü bırakmak olanaksızdı; alınacak şeyin karşılığında bir bedelin ödenmesi gerekiyordu. Tedavi sırasında bilinçsiz yaşam planının tutsağı olduğu, ilgili planın avantajlarının zevkini çıkarmak istediği, sakıncalarından ise korktuğu açık seçik anlatıldı kendisine.

Bu örnek, ileri derecede kendini beğenmişliğin nasıl tüm yaşam için bir yük oluşturup, insanın ilerlemesini engellediğini ve sonunda bir yıkıma yol açtığını gayet belirgin olarak göstermektedir. Kendini beğenmişliğin yalnızca yararlarına çevrilmiş gözlerin ortadaki ilişkileri gereği gibi algılamayacağı açıktır. Bu yüzden birçok kimse hırsın, daha doğru bir deyimle kendini beğenmişliğin tümüyle değerli bir özellik sayılacağına iyice inanmıştır; çünkü bu özelliğin her zaman bir hoşnutsuzluk kaynağı oluşturduğunu, kendisine rahat ve uyku yüzü göstermeyeceğini fark etmez.

Buna bir başka örnek olarak da şu vakayı verebiliriz. Yirmi beş yaşındaki bir genç, tam son sınavlarına girip de okulu bitireceği bir sırada vazgeçer, çekilir bir kenara; çünkü ansızın üzerine bir duygu çullanmış, hiçbir şeyle ilgilenmez olmuştur. Alabildiğine sıkıcı ruh durumları yakasına yapışır, kendi kendini karalayıp kötüler, yeteneksiz ve mıymıntı biri olduğu düşüncesini kafasından bir türlü söküp atamaz. Çocukluğunu anımsayarak anne ve babasına en ağır suçlamaları yöneltir, onların anlayışsızlığının kendisini doğru dürüst gelişmekten alıkoyduğuna inanır. Böyle bir hava içinde yaşarken, insanların gerçekte bir değer taşımadığını ve kendisini hiç ilgilendirmediğini düşünür. Söz konusu düşünceler, nihayet kendisini toplumdan soyutlamasına yol açar.

Bu durumda da yine kendini beğenmişliğin alttan alta itici güç rolünü oynadığı görülmektedir; ilgili özellik, kendisini denemeden geçirmek zorunda kalmaması için hastamızın eline çeşitli bahane ve mazeretler tutuşturur. Çünkü tam gireceği sınavlardan önce kafasına bu çeşit düşünceler üşüşen hastamız, başkalarının karşısına çıkmaktan çekinmeye başlamış, ruhunu geniş ölçüde bir isteksizlik sarıp kendisini işe yaramaz duruma getirmiştir. Ne var ki, bütün bunlar onun için kesin bir önem taşımaktaydı. Çünkü bir şey başarıp ortaya koyacak gücü gösteremediğinde kişisellik duygusu esenliğe çıkacaktı. Altında gerilmiş bekleyen bir ağ hazırda bulunuyordu; darda kaldığında içine atlayıverecek, eleştirilerden yakasını kurtaracaktı. Hasta olduğu, içyüzü karanlık bir yazgı tarafından işe yaramaz duruma getirildiği düşüncesiyle avutabilecekti kendini. İnsanın tehlikeli durumlarla yüz yüze gelmesine izin vermeyen böyle bir davranış da, kendini beğenmişliğin bir başka türünü oluşturmaktadır. Beceri ve yeteneği üzerinde karar anının arifesinde, ilgili özellik hastamızı bir dönüş yapmaya zorlamaktaydı. Halen içinde bulunduğu parlak durumu, uğrayacağı bir yenilgiyle kaybedebileceğini düşünmekte, yetenekliliği konusunda kuşku duymaktadır. Kendilerini toparlayıp bir türlü kesin karar veremeyen tüm insanların gizi de, işte burada saklı yatıyor.

Hastamız da söz konusu kimseler arasında yer almaktadır. Aslında hep böyle davranan biri sayıldığını araştırmalarımız ortaya koymuştur. Ne zaman bir karar anı yaklaşsa hep bocalamış, döneklik göstermiştir. Daha çok bir insanın devinim çizgisiyle hal ve gidişini inceleme ve araştırma konusu yapan bizler için böyle bir davranışın içerdiği tek bir anlam vardır: Kendi kendini frenlemek ve olduğu yerde kalıp ileriye gitmemek.

Hastamız, ailenin en büyük çocuğu ve tek erkek evladıydı; dört kız kardeşi vardı. Aile içinde beş çocuktan yalnızca onun yüksek öğrenim görmesi kararlaştırılmıştı. Adeta ailenin gözbebeği olup, kendisinden çok şey beklenmekteydi. Babası oğlunu hırslı bir kimse gibi yetiştirmek için hiçbir fırsatı kaçırmamış, ileride ne büyük bir adam olacağını kendisine hep tekrarlayıp durmuştu; dolayısıyla, hastamızın gözü çok geçmeden bir tek amaçtan başkasını görmez olmuştu: Herkesten ileri geçmek. Derken kendisinden beklenilenleri yapabileceği konusunda bir güvensizliğe kapılmış, kendini beğenmişliği onu geri çekilmeye zorlamıştı.

Bu durum, hırs ve kendini beğenmişlik özelliğinin gelişimi sırasında nasıl kendiliğinden zarların atılıp, ileriye giden yolu yürünmez duruma soktuğunu göstermektedir. Kendini beğenmişlik, toplumsallık duygusuyla alabildiğine büyük bir çelişki içine sürüklenmekte, ilgili çelişkiden insanı kurtaracak bir çıkar yol bulunamamaktadır. Durum böyleyken, kendini beğenmiş kişilerin, çocukluklarından başlayarak toplumsallık duygusunda hep bir gedik açmaya ve bir kez tuttukları yolu izlemeye çalıştıklarını görürüz. Böyleleri, bir kentin planını kendi hayal güçlerine göre hazırlayıp, ellerinde böyle bir planla kenti dolaşmaya çıkan ve her şeyi o dikkafalılıklarının ürünü planda işaretledikleri yerde bulmaya uğraşan insanlara benzer. Elbette aradıklarını asla bulamaz ve bunun sorumlusu olarak gerçeği suçlarlar. Kendini beğenmiş, dikkafalı insanların yazgısı aşağı yukarı böyledir. İnsan soydaşlarıyla ilişkilerinde kendini beğenmişlik ilkesini ya zorla ya da hile ve entrikayla geçerli kılmaya çalışırlar. Pusuda bekler, başkalarını haksız çıkaracak ya da hatalarını kanıtlayacak bir fırsat gözlerler hep. Başkalarından akıllı ya da daha iyi insanlar olduklarını gösterebildiklerinde, mutluluk duyarlar. Oysa karşısındakiler buna pek dikkat etmez ama savaş çağrısını yine de kabullenirler; bir süre devam eden savaş kendini beğenmiş kişilerin ya zaferi ya da yenilgisiyle sonuçlanır; ne var ki, kendini beğenmiş kişiler, her iki durumda da savaştan kendi üstünlüklerinin ve haklılıklarının bilinciyle çıkarlar.

Ucuz oyunlar, numaralardır bunlar. Böyle bir yoldan herkes, canı istediği şeye sahip olduğu kuruntusunu içinde yaşatabilir. Ve sonunda, hastamızda görüldüğü gibi, ansızın bir okulda okumak, bir kitabın bilgeliğine boyun eğmek ya da gerçek becerisinin boyutlarını ortaya çıkaracak bir sınavı sineye çekmek zorunluluğuyla yüz yüze gelir ve tüm yetersizliklerinin bilincine varırlar. Olaylara bakıştaki yanlış perspektifin kendilerini içerisine soktuğu durumu aşırı ölçüde önemser ve sanki yaşamlarının tüm mutluluğu, tüm anlam ve önemi söz konusuymuş gibi değerlendirirler her şeyi. Kimsenin katlanamayacağı bir gerilimin içine sürüklenirler.

Ayrıca, başkalarıyla her karşılaşmaları onlar için büyük ve olağanüstü bir olay olup çıkar. Birinin onlara seslenişi, biri tarafından yöneltilen bir söz, yengi ya da yenilgi açısından yorumlanıp değerlendirilir hep. Aralıksız bir savaş sürer gider. Kendini beğenmişlik, hırs ve büyüklenme özelliklerini kendilerine yaşam modeli yapan kişilerin önüne habire yeni güçlükler çıkarır bu savaş, yaşamın gerçek sevinçlerinden onları yoksun bırakır. Çünkü ancak koşullar benimsendiği zaman, yaşamın sevinçleri ele geçirilebilir. Bu koşulları bir kenara iten kimse, kıvanç ve mutluluğa götüren yolu kendi eliyle kendisine kapatır, başkaları için memnunluk ve mutluluk kaynağı olan her şeyden ister istemez el çeker. Düşler ve hayaller kurarak, başkalarından yüce ve üstün olduğu duygusunu yaşatır içinde; ama bu duygunun hiçbir yerde hiçbir şekilde gerçekleştiğini göremez. Bir şekilde böyle bir şeyle karşılaşsa bile, saygınlığını yadsımaktan zevk duyan yeterince insan bulur karşısında. Bunu önleyecek hiçbir çare yoktur. Kimse bir kişinin üstünlüğünü benimsemeye zorlanamaz. Dolayısıyla, kendini beğenmiş kişiye kala kala kendisi hakkında vereceği tümüyle kesinlikten uzak ve büyüklenmeyle dolu yargısı kalacaktır. Böyle bir kişinin zaman bulup gerçek başarılar elde etmesi ya da insan soydaşlarının ilerlemesine yardımcı olması güçtür. İçlerinde kazançlı çıkacak kimse yoktur böylelerinin. Hepsi de sağdan soldan gelecek saldırılara hedef oluşturur, sürekli bir tükenişin pençesinde kıvranırlar. Sanki her zaman dışa karşı bir büyüklük ve üstünlük sergilemek gibi sebat ve hamaratlık isteyen bir ödevi üstlenmişlerdir.

Oysa bir insanın değerinin, başkalarının gelişim ve ilerlemesine yardım etmek gibi haklı bir nedenden kaynaklanması bir başka durumdur. Böyle bir durumda insan değer ve önem peşinde koşmaz, değer ve önem kendiliğinden gelip insanı bulur. Başkaları çıkıp ilgili değer ve önemi yadsısa bile, bunun bir hükmü olmaz. İnsan, bütün umudunu kendini beğenmişliğine bağlamadığı için, söz konusu yadsımalar karşısında serinkanlılığını yitirmez. Kesin önem taşıyan bir şey varsa, insanın bakışlarını kendi şahsına yöneltmesi, kendi kişiliğini yüceltme yolunda sürekli bir arayış içinde bulunmasıdır. Kendini beğenmiş kimse, hep bekleyen ve hep alan biri durumundadır. Gelişmiş bir toplumsallık duygusunu içinde barındıran ve “Başkalarına ne verebilirim?” sorusunu soran biri tüm karşıtlığıyla kendini beğenmiş kişiyle yan yana getirildiğinde arasında ne büyük bir değer farkının bulunduğu hemen anlaşılacaktır.

Bu da, ulusların daha binlerce yıl önce müthiş bir kesinlikle sezdiği ve İncil’in o bilgelik dolu “Vermek almaktan daha hayırlıdır” sözünde dile gelen bakış açısına götürür bizi. Alabildiğine eski bir insanlık deneyiminin dışavurumu sayılan bu sözün anlamı üzerinde düşündük mü görürüz ki, burada anlatılmak istenen ruhsal bir durumdur; vermenin, kollayıp gözetmenin, yardım elini uzatmanın insanın ruhunda yarattığı havadır; bu hava, ruhsal yaşamda kendiliğinden bir denge ve uyum sağlar, veren kimsenin kendiliğinden ele geçirdiği bir Tanrı armağanıdır adeta. Daha çok almaya eğilimli kimse ise, çoğu zaman dağınık ve tutarsız biridir; hoşnut olmak nedir bilmez, tam bir mutluluğa ulaşabilmek için elindekiler dışında daha nelere kavuşması ve neleri kendisine mal etmesi gerekeceği düşüncesiyle oyalanıp durur hep. Gözlerimi çevirip de başkalarının gereksinimlerine bakayım demez; başkalarının mutsuzluğunu kendi mutluluğu saydığından, bir uzlaşmanın sağlayacağı huzur düşüncesine kafasında yer yoktur. Dikkafalılığının yarattığı yasalara başkalarının boyun eğmesini ister amansız bir tutumla, var olandan başka bir gökyüzü ister, bir başka türlü düşünce ve duygu ister. Kısaca, onda gördüğümüz her şey gibi hoşnutluk ve alçakgönüllülük duygusundan uzaklığı da alabildiğine dehşet vericidir.

Kendini beğenmişliğin tamamen dışsal ve daha ilkel biçimlerini sergileyen kimseler ise, aşırılığa kaçarak giyinir, süslenip püslenir, başkalarının dikkatini üzerlerine çekmek ister, bu davranışlarıyla geçmiş çağlardaki görkemli görünmek, caka satmak isteyen insanları anımsatırlar. Bugün bile ilkel kavimlerde aynı durumla karşılaşırız; örneğin, ilkel bir insan çok uzun bir tüyü saçlarında taşımaktan dolayı gururlanıp böbürlenir. Pek çok insan son modaya uygun giyinip kuşanmaktan alabildiğine haz duyar. Yanlarında taşıdıkları portreler ve çeşitli ziynet eşyaları, kimi zaman başvurdukları sert sloganlar, savaşçıl amblemler ve düşmanı korkutacak silahlar, bu insanların kendini beğenmişliklerini gösteren belirtilerdir. Özellikle erkeklerde gördüğümüz cinselliği çağrıştıran figür ve dövmeler vb. hoppa ve hafifmeşrep bir izlenim bırakır üzerimizde.

Böyle bir manzara karşısında bencil bir çabanın gösterildiği, hayasızlıkla da olsa karşıdakinin etkilenmek istendiği duygusuna kapılırız. Çünkü hayasızca davranmak, bazı insanlara bir tür büyüklük ve üstünlük duygusu sağlar. Bazıları da sert ve duygusuz, dikbaşlı ya da kendi içine kapanık ve soğuk bir davranışı sergilemeleri durumunda böyle bir duyguya kavuşur. Ne var ki, bu davranış da bazen gösterişten başka bir şey değildir; gerçekte böyleleri, kabalıktan ve hoyrat şövalyelikten daha çok yufkayürekliliğe yakın kişilerdir. Özellikle erkek çocuklarında toplumsallığa karşı bir tür duyarsızlık, düşmanca bir tutum gözlenir. Başkalarının acı çekeceği bir rolü seve seve üstlenen kendini beğenmiş insanların duygularına seslenmek, izlenecek en kötü yoldur. Çünkü böyle davranmak çoğunlukla onları daha fazla kamçılar, tutumlarını sertleştirmelerine yol açar. Genel olarak böyle bir durumda karşılaşılan tablo şudur: Örneğin anne ve baba, ricayla böyle bir kimseye yaklaşır, üzüntülerini açığa vurur, ilgili kişi ise onların acılarından kendine adeta bir üstünlük duygusu sağlamaya bakar.

Kendini beğenmiş kişilerin kendilerini maskelemekten hoşlandığını daha önce belirtmiştik. Kendini beğenmiş kimseler, egemenlikleri altına alabilmek için çoğu zaman başkalarının gönüllerini kazanıp onları kendilerine bağlamak zorundadır. Dolayısıyla, bir insanın güleryüzlü, dost ve nazik davranışına bakarak hemen ona bağlanmaktan sakınmalı, böyle bir görünümün arkasında başkalarından ileriye geçmek ve başkalarını egemenliği altına almak için çalışan savaşçıl ve saldırgan birinin saklı yatabileceği unutulmamalıdır. Çünkü böylelerinin giriştiği savaşta ilk adım, karşı tarafta güvenlik içinde bulunduğu sanısını uyandırmak ve onu ihtiyatı elden bırakacak duruma getirmektir. Savaşın bu ilk evresinde, yani bu dostluk ve güleryüzlülük döneminde, toplumsallık duygusuyla donatılmış biri karşısında bulunulduğu sanısına kapılmak işten bile değildir. Ne var ki, birincisini izleyen ikinci perde bize yanıldığımızı gösterir. Çoğunlukla haklarında “Beni düş kırıklığına uğrattı” sözü kullanılmadan durulamayan ve iki ruh taşıdığı öne sürülen kimselerdir bunlar. Ama gerçekte hepsinin de güleryüzlü bir başlangıcı savaşçıl bir tutumla sürdüren bir tek ruhları vardır. Başlangıçtaki yüze gülüp karşısındakini tuzağa düşürme işi o denli geniş boyutlara ulaşır ki, bundan bir ruh avcılığı doğup çıkabilir ortaya. İlgili kişiler çoğunlukla alabildiğine bir özveri sergiler; tek başına böyle davranmak bile onlar için adeta bir zaferden farksızdır. Alabildiğine saf ve temiz bir insanlığı ele veren sözleri ağızlarından eksik etmez, eylemleriyle de sözde bunu kanıtlamaya çalışırlar. Gelgelelim, bunu çoğunlukla öylesine gösteriş düşkünü bir tavırla yaparlar ki, durum, işin acemisi olmayanların hemen dikkatini çeker. Bir İtalyan kriminoloji profesörü şöyle demiştir: “Bir insanın ideal davranışı belirli bir ölçüyü aşıp da, iyi kalpliliği ve insancıllığı göze batar bir boyut kazandı mı, durumdan kuşku duymanın yeridir.” Böyle bir görüş karşısında da ihtiyatı elden bırakmamak gerekir; ancak ilgili görüşün kuram ve pratikte haklı nedenlere dayandığı gerçeğine de gözlerimizi kapatamayız. Goethe de Venedik apigramlarının birinde buna yakın bir düşünceyi şöyle dile getirir:

Her hayalperesti çarmıha gerin otuz yaşında,

Tanımaya görsün dünyayı bir kez, aldatılan aldatan olup çıkar.

Genellikle bu tipteki insanları tanımak kolaydır. Yüze gülen ve yaltaklanan davranışları sevilmez, tiksindirir bizi; çok geçmeden böylelerinden kendimizi sakınmaya, kollamaya başlarız. Açgözlü insanlara doğrusu böyle bir yola başvurmaktan el çekmelerini salık vermemiz gerekir. Söz konusu yolu izlememek, daha sade bir çareye başvurmak kendilerine daha çok yarar sağlar.

Ruhsal gelişimde karşılaşılan başarısızlıkların hangi durumlarda ortaya çıkacağını kitabın “Genel Bilgi” bölümünde görmüştük. Eğitimleri güçlük doğuran çocuklar, çevreleriyle bir savaş durumunu sürdürür. Eğitim işini üstlenenler yaşam mantığından kaynaklanan yükümlülüklerini bilseler de, aynı mantığı çocuk için de bağlayıcı kılmanın olanağı yoktur. Tek çıkar yol, bir savaş durumunun baş göstermesini elden geldiğince önlemektir; bu da çocuğa nesne değil, özne gözüyle bakılarak, ona diğer insanlarla tamamen eşit haklara sahip biri, kısaca bir arkadaş gibi davranarak sağlanır. Böyle yapıldı mı, çocukların bir ezilmişlik ve ihmal edilmişlik duygusuyla çevrelerine karşı savaşçıl bir tutum takınması kolay olmaz pek, bu tutumdan içinde yaşadığımız uygarlıkta ikiyüzlü hırs gelişip ortaya çıkma olanağını pek bulamaz; öyle bir hırs ki, tüm düşünce, davranış ve karakter özelliklerimizde çeşitli derece ve miktarlarda yer alır ve her zaman yaşamı güçleştiren bir etken rolünü oynar, bazen de çetin sorunlara, yenilgilere ve kişilik yapısında yıkımlara yol açar.

Hepimizin insanı tanımaya yönelik bilgilerimizi ilk planda sağladığımız kaynaklar sayılan masalların, kendini beğenmişlik özelliğini ve bunun yol açacağı tehlikeli sonuçları gösteren bir sürü örneği içermesi çok karakteristiktir. Biz burada kendini beğenmişliğin serbestçe gelişip serpilişini ve bunun yol açtığı otomatik çöküşü gayet belirgin çizgilerle göz önüne seren bir masaldan söz açacağız. Andersen’in “Sirke Testisi” adlı masalıdır bu. Bir balıkçı avladığı bir balığı serbest bırakır; buna teşekkür etmek isteyen balık da balıkçıya bir dilekte bulunmasını söyler. Balıkçının dileği gerçekleşir. Ne var ki, balıkçının bir karısı vardır, gözü yukarıda olup hiçbir şeyle yetinmez; ilkin kontes, sonra kral, en sonunda da Tanrı olmak isteyerek, balıkçıyı sürekli olarak balığa yollayıp durur. Kadının son isteğine içerleyen balık da, balıkçıya artık hiçbir dilekle kendisine gelmemesini söyler.

Açgözlülük sınır diye bir şey tanımaz, büyür, gelişir sürekli. Gerek masalda, gerek yaşamda, gerekse kendini beğenmiş kişinin cadı kazanından farksız ruhsal yaşamında güçlülük eğiliminin giderek büyüyüp sonunda bir Tanrısallık idealine dayandığını gözlemlemek ilginçtir. Söz konusu vakaların en ağırlarında karşılaşıldığı üzere, böyle bir kimsenin ya bir Tanrı ya da Tanrı’nın yerini alan biri gibi davrandığı ya da sanki bir Tanrı’ymış gibi belirli isteklere kapılıp, belirli amaçlar güttüğünü görmek için çoğunlukla, uzun boylu araştırmalara gerek yoktur. Böyle bir durum, yani Tanrı gibi olma çabası, böyle birinin kişiliğinin sınırlarını aşma yolunda içinde taşıdığı eğilimin en uç noktasını oluşturur. Özellikle günümüzde alabildiğine sık karşılaştığımız bir durumdur bu. Spiritizm ve telepati fenomenleri çevresinde yoğunlaşan tüm çaba ve ilgiler, bize öyle insanların varlığını gösterir ki, kendileri için belirlenmiş sınırları bir an önce aşmakta sabırsızlanır, normal insanlarda rastlanmayan birtakım güçleri ellerinde bulundurdukları kuruntusuna kapılır, zaman ve mekânın dışına çıkıp örneğin ölmüş kişilerin ruhlarıyla bağlantı kurmaya çalışarak, zaman öğesini adeta ortadan silip atmaya kalkarlar. İşi biraz daha derinleştirirsek, insanlardan büyük bölümünün hiç değilse Tanrı’nın yanı başındakendilerine küçük bir yer sağlama eğilimini içlerinde barındırdıklarını saptarız. Günümüzde hâlâ uyguladıkları eğitimle insanları Tanrı’ya benzer duruma getirmek idealini gerçekleştirme amacını güden pek çok akım vardır. Eskiden bütün dinsel eğitimlerin paylaştığı bir idealdir bu. Böyle bir eğitimin sağladığı sonucu ise, dehşetle anımsamamak elde değildir. Dolayısıyla, eğitim açısından daha sağlam bir ideali arayıp bulmak gereği ortadadır. Ne var ki, sözü edilen eğilimin insan ruhuna alabildiğine güçlü bir şekilde kök salmış olmasının şaşılacak yanı yoktur. Psikolojik nedenler bir yana, insanların büyük bir bölümünün insanın özüne ilişkin ilk bilgilerini hemen hemen Kutsal Kitap’taki sözlerden edinmesi ve Kutsal Kitap’ta Tanrı’nın kendini model alarak insanı yarattığının yazılı olması bunda büyük rol oynamakta, ilgili sözler çocuk ruhunda çoğu zaman tehlikelere yol açan önemli izler bırakmaktadır. İncil’in harikulade bir yapıt olduğu ve gerekli olgunluğa erişilince her zaman hayranlıkla okunacağı kuşkusuzdur. Ama okuma işinin çocuklardan başlatılması istendi mi, hiç değilse onlara bazı açıklamalarda bulunmak, alçakgönüllülük denilen şeyi öğretmeye çalışmak, onları birtakım sihirli güçlerin varlığı kuruntusuna kapılmaktan ve sözde Tanrı’ya benzer biçimde yaratıldıkları için her şeyin onlara boyun eğmesini istemekten onları alıkoymak gerekir.

Çocuklarda sık karşılaşılan benzeri bir ideal de, tüm isteklerin gerçekleştiği ekmek elden su gölden ülkesidir. Kuşkusuz çocuklar masallarda karşılaştıkları bu gibi hayallerin gerçekliğine asla ihtimal vermez. Ne var ki, sihir ve büyüye karşı ne müthiş ilgi duydukları düşünülürse, en azından bu konuda kafa yormak ve derinleşmek gibi bir ayartıya karşı duramadıkları kesindir. Büyüleme ve büyü yoluyla başkalarını etkileme düşüncesinin insanlar arasında hayli savunucusu vardır ve bu tür bir düşüncenin çok ileri yaşlara kadar bu gibi kimselerin kafasından asla çıkmadığı görülür. Ancak, kadının erkek üzerinde yaptığı büyüleyici etki konusunda bu düşünce ve duyguları paylaşmayan kimse gösterilemez. Bugün de hâlâ öyle insanlara rastlarız ki, sanki cinsel ilişki kurdukları erkek ya da kadının büyüleyici gücünü üzerlerinde hissediyorlarmış gibi davranırlar. Bunu düşünürken, söz konusu inancın şimdikinden çok daha yaygın olduğu bir dönem geliyor aklımıza; öyle bir dönem ki, kadınlar en sudan nedenlerle büyücü ya da cadı gözüyle yakılma tehlikesiyle karşı karşıya kalmış, söz konusu durum bir karabasan gibi tüm Avrupa’nın üzerine çöreklenmiş, kısmen kader yolunu çizmiştir. Bir milyon kadının, söz konusu hezeyana kurban gittiği hatırlanırsa, asla önemsiz bir hata sayılamayacak bu durum, olsa olsa engizisyon mahkemelerinin ya da bir dünya savaşının yol açtığı yıkımla kıyaslanabilir.

Tanrı gibi olma çabasını gözden geçirdiğimizde, dinsel gereksinimlerine doyum sağlayan kişilerin kendini beğenmişliklerinin amacına ulaşmaktan başka bir şeyi umursamadıklarını saptarız. Örneğin, ruhsal bakımdan yıkılmış biri için başkalarının üzerinden atlayarak Tanrı’yla bağlantı kurmanın ve onunla bir diyaloğu sürdürmenin ne büyük önem taşıyacağını, böyle bir kimsenin nasıl dindarca eylem ve yakarışlara başvurarak Tanrı’nın, iradesini kendisi için gerekli gördüğü yollara kanalize edebileceğine inandığını, Tanrı’yla nasıl senli benli bir ilişki içinde yaşadığını ve bu yoldan kendisini Tanrı’ya alabildiğine yakın hissettiğini düşünelim. Bazen söz konusu davranışlar gerçek dindarlık denilen şeye o denli uzak düşer ki, üzerimizde hastalık belirtileri gibi bir izlenim bırakır. Örneğin, dua okumadan uyuyamayan, böyle yapmasa uzaktaki bir insanın başına bir felaket gelebileceğine inandığını açıklayan bir kimsenin durumu böyledir. Böyle bir açıklamayı tersine çevirip, “Ben bu duayı okursam, o zaman başına bir şey gelmez” gibi anlarsak, ilgili açıklamanın bir övünmeden, bir yüksekten atmadan başka bir şey sayılamayacağını görürüz. Bir kimsede sihirli bir büyüklüğe sahip olduğu duygusunu kolaycacık uyandıracak davranışlardır bunlar. Örneğin, sözünü ettiğimiz kişi ettiği duayla birinin başına gelecek felaketi önlemiş görür kendini. Ayrıca gündüz düşlerinde de bu gibi kişiler insani ölçülerden hayli uzaklaşır. Yapılanların tümü boş girişimler, nesnelerin gerçek özünü değiştirmeyip yalnızca hayalde bir değer taşıyan ve kişiyi gerçekle dostluk kurmaktan alıkoyan eylemlerdir.

Uygarlığımızda kuşkusuz sihirli bir güce sahip olduğu duygusunu insanda uyandıran bir nesne vardır ki, o da para’dır. Çoğu kişi, para sayesinde her şey elde edilebilir sanır; hırs ve kendini beğenmişliğin şu ya da bu şekilde parayla ve mal mülkle ilgili olmasının şaşılacak yanı yoktur. Dolayısıyla, mal mülk edinmek için harcanan, neredeyse bir hastalık belirtisi ya da ırksal nedenlerden kaynaklanan bir belirti gözüyle bakılacak katıksız çabayı anlayabilmekteyiz. Ne var ki, bu da yine kendini beğenmişlikten başka bir şey değildir; kendini beğenmişlik bir kimsenin hep daha çok şeye ulaşmak, elinde bu büyülü güçten de biraz bir şeyler bulundurmak ve böylece bir üstünlüğe kavuşmak istemesine yol açar. Aslında yeterince para sahibi olmasına karşın hâlâ para peşinde koşan gayet varlıklı kimselerden biri, şöyle bir itirafta bulunmuştur: “Evet, öyle bir güç ki, insanı dönüp dolaşıp kendisine çekiyor.” Bu kişi durumu anlamıştı ama çoğunluk bunu anlayacak yeteneği gösteremez. Güç sahibi olmak bugün para ve mal mülke öylesine bağlı duruma gelmiş bulunuyor, zengin olma ve mal mülk edinme çabası bazılarına öylesine doğal görünüyor ki, para pul peşinde koşan çoğu kişiyi önüne katıp götüren gücün kendini beğenmişlikten başka bir şey sayılamayacağı fark edilmiyor.

Son olarak konunun tüm ayrıntılarını gözlerimizin önüne serecek bir vakadan daha söz açacağız. Bu vaka, aynı zamanda kendini beğenmişliğin büyük rol oynadığı bir başka durumu da anlamamızı sağlayacaktır: ihmal ve bakımsızlık. Ortada iki kardeş vardır; erkek olan küçüğü beceriksiz bir çocuk sayılır, abla ise becerikliliğiyle ün yapmıştır. Erkek çocuk ablasıyla rekabet durumundadır; sonunda başarı kazanamayacağını anlayıp, yarıştan el çeker. Daha baştan beri evdekilerden gereken ilgiyi görmemiştir. Son durum üzerine her ne kadar kendisine yardım eli uzatılır ve düştüğü güçlüklerden kurtarılmak istenirse de, sırtında hissettiği yükte bir hafifleme olmaz, yetersiz sayıldığı yolunda gerçek denilemeyecek bir duyguyla dolup taşar içi. Çünkü çocukluktan beri ablasının güçlüklerle daha kolay başa çıkabileceği, kendisinin ise dünyadaki küçük işler için yaratıldığı düşüncesi kafasına sokulmak istenmiştir. Ablasının daha elverişli konumundan ötürü kendisinin bir yetersizlikle donatıldığı gibi hiç doğru sayılmayacak bir sonuca varmıştır. Üzerinde böyle bir yükle okula başlamış, burada her ne pahasına olursa olsun yeteneksizliğini itirafa yanaşmayan karamsar bir çocuk yaşamını sürdürmüştür. Zamanla yaşı ilerlemiş ve buna paralel olarak aptal bir çocuk gibi bakılmayarak, yetişkin bir insan davranışı görmek için duyduğu özlem giderek büyümüştür. Henüz on dört yaşındayken sık sık büyüklerin düzenlediği toplantılara katılmaya başlamıştır. Ruhunun derinliklerine kök salan aşağılık duygusu kendisi için sürekli bir uyarı kaynağı oluşturmuş, nasıl edip de büyük bir beyefendi rolünü oynayabileceğini durmadan düşünüp taşınmaya başlamıştır. Günün birinde de fahişelerin arasında almış soluğu, o gün bugün onlardan bir türlü kopamamıştır. Böyle bir yaşam bir sürü para harcamasını gerektirdiğinden, içindeki büyük adam sevdası da babasından para istemesine izin vermediğinden, fırsat buldukça babasının kasasından para çalmaya koyulmuştur. Söz konusu hırsızlıklar onu asla rahatsız etmemiş, kendisini babasının kasası üzerinde istediği gibi tasarruf yetkisini ele geçiren bir büyük adam gibi görmüştür. Bu, bir zaman sürmüş, erkek çocuk günün birinde sınıfta kalmak gibi ağır bir başarısızlık tehlikesiyle yüz yüze gelmiştir. Böyle bir durum, yeteneksizliğinin bir kanıtını oluşturacaktır, dolayısıyla buna asla izin vermemesi gerekmektedir. Derken yaptıkları için ansızın vicdan azabı duymaya başlar; giderek artan vicdan azabı da kendisini sonunda öylesine rahatsız etmeye başlar ki, okuldaki çalışmalara ayak uyduramaz olur. Durum da düzelir böylece; çünkü sınıfta kalır bu durumu artık kendisine ve başkalarına karşı bağışlatabilecek, duyduğu vicdan azabının kendisini pençesinde kıvrandırdığını, yerinde kim olsa sınıfta kalacağını söyleyebilecektir. Ayrıca, onu okula ayak uydurmaktan alıkoyan bir neden de ileri derecede dalgınlığıdır. Bu dalgınlık, kendisini durmadan başka şeyler düşünmeye zorlar. Böylece bütün gün geçer, gece olur, o da, yorgun argın, ders çalışmak isteyip çalışamadığı bilinciyle gidip yatar yatağına. Oysa gerçekte ödevlerini asla umursamayan biridir. Rolünü başarıyla oynamasına yardım eden başka durumlar da vardır kuşkusuz. Sabahleyin erkenden kalkması gerekir, dolayısıyla bütün gün uykulu ve yorgundur; sonunda derslerde dikkatini hiç mi hiç toplayamaz duruma gelir. Düşüncesine göre, böyle birinden, ondan daha becerikli ablasıyla yarışmasını kimse isteyemez. Bunun da nedeni yeteneksiz olması değildir; her şey, ikinci plandaki elverişsiz birtakım koşullardan, örneğin yaptıklarına pişman olmasından, kendisine hiç rahat yüzü göstermeyen vicdan azaplarından kaynaklanmaktadır. Böylece kendisine yöneltilecek tüm suçlamalara karşı silahlanır, dört bir yandan gelecek saldırılara karşı kendisini güven altına alır; kötü bir durumla karşılaşması bundan böyle olanaksızdır. Sınıfta kaldı diyelim; hafifletici nedenler vardır elinde, hiç kimse yetersiz sayılacağını ileri süremez. Sınıfını geçtiğini düşünelim; bu da kendisinde varlığı bir türlü kabullenilmek istenmeyen becerisinin bir kanıtını oluşturacaktır.

İnsanı böyle sapa davranışlara ayartan kendini beğenmişliğidir kuşkusuz. Bu vakadan görülüyor ki, gerçekte var olmayan sözde bir yeteneksizliğin ortaya çıkmasını önlemek için, insan hatalı davranışında sefaletin kucağına yuvarlanacak kadar ileri gidebilmektedir. Bu da söz konusu kişinin yaşamına hırs ve kendini beğenmişliği getirip yerleştirebilmekte, onu doğallığından yoksun bırakıp, gerçek insani hazları, yaşam kıvancını ve mutluluğu elinden çekip alabilmektedir. Yakından bakıldığında, bütün bunlara sadece bayağı bir hatanın yol açtığını görmekteyiz.

Alfred Adler

İnsanı Tanıma Sanatı

Bakmadığımız Yerden Yıkıldık

Çocuktuk!

Bilmemizi istemedikleri her şeyi bilir, hiçbir şeyi bilmiyormuş gibi yapardık. Bilmek istemediğimiz şeyleri de bilirdik. Ama kendi kendimizden utanıp bildiğimizi bilmiyormuş gibi yapardık. Türkân Şoray’ın Kanunlarını Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’ndan, hatta bildiğimiz her şeyden daha iyi bilirdik. O filmde Türkân Şoray’ın Kadir İnanır’la sevişip, dudak dudağa öpüşeceğini bilmemezlikten gelmek zorunda olduğumuzu da bilirdik. Mevzunun sevişmek değil aşk, şehvet değil şefkat olduğuna da inandırırdık kendimizi.

Filmin en heyecanlı yerinde 51 ekran televizyonun camında beliren kırmızı güllerin ardında adamla kadının şehvetle birbirinin içine geçmediğine kim inanır? Kadir İnanır diye öfkelenip, yapma Türkân Şoray diyerek sitem ederdik.

Freud’a göre medeniyete girişimiz, insan oluşumuz, vücudun bir parçasının hariç tutulmasını talep eder: Hem ödediğimiz bedel hem de bakmaktan aldığımız hazzın koşulu budur (1). Saçlar, dudaklar, yanaklar, ayaklar, eller, zaman zaman baş kaldırmış memelerden söz edilir de okuru endişelendirmemek için cinsellik, cinsel birleşme, erkek ve kadın cinsel organları neden dışarıda bırakılır? Biz onları dışarıda bırakınca onlar dışarı da mı kalır? Kalmaz elbette! Buna kim inanır? Kadir İnanır!

Hem Türkân Şoray filmlerinde hem de Divan şiirinde dışarda bırakılan bir şeyler olduğunu biliriz.

Fuzulî Divânı’nda kadınların güzelliğini anlatan onlarca gazelden birinde şöyle der: “Senin başının etrafında dönüp duran canımı, mum gibi yakıcı ve parlak olan yanağından men‘etme. Benim canımı da mum gibi yüzüne bir pervane et.” (2)

(Çizginirken başına şem‘-i ruhundan cânımı / Men‘ kılma anı hem ol şem‘e bir pervâne tut)

Mevzuya Freud’un önermesi üzerinden düşünerek bakarsak: Baktığımız değil bakmadığımız yer üzerine kurulan bir varlığız. Görmekten kendimizi men ettiğimiz şey üzerine kurgulanıyoruz. Dolayısıyla bizi de o yönetmeye başlıyor. Bir erkeğin bir kadına bakıp görmek istemediği şey baktığı kadının cinsel organıdır. Yani bakmadığı, bakamadığı yerden yönetiliyor insan. ‘Döviz kurunun, vaka sayısının ne olduğuna bakmam’ dediğinizde ekonomiyi bakmadığınız döviz kuru, sağlığınızı bakmadığınız vaka sayısı, enfeksiyona yakalanmış insanlar yönlendirir.

Evimizi yıkan, gerçeğin televizyon ekranı karşısındaki çaresizliğidir. Televizyon ekranları bakmamız gereken yerleri bizden gizlediler.

Oysa bizim deniz kumundan gökdelenler inşa eden müteahhitleri, o müteahhitlerin suç ortağı mühendisleri, o mühendislerin sahteliklerini ruhsatlandıran memurları, o memurları atayan, koruyup kollayan siyasetçileri, kolon kesen tüccarları görmeye, bilmeye, cezalandırılmalarına tanıklık etmeye ihtiyacımız vardı.

İnsan bakmadığı yerin kuru’dur. Bakmadığı yere kur yapan tek hayvandır. Binlerce insanın öldüğü Kocaeli Depremi’nden 21 yıl sonra İzmir’de 30 Ekim 2020 tarihinde evlerimizi yıkan, canımızı yakan, canlarımızı alan da bakmadığımız yerdir.

Katiller “ölenle ölünmez ki” diyerek suçlarının unutulmasını; mağdurlar bir şeyler yapılmasını, suçlunun cezalandırılmasını, verilen sözlerin unutulmamasını bekler.

Unutkanlığın, depremlerin yıkamadığı bir dünyamız olsun.

Agah Aydın

İd (Alt Benlik), Ego (Benlik), Süper Ego (Üst Benlik) Nasıl Aşılır ?

Ego, yani benlik nedir biliyor musunuz? Ya da kendini seven insanlarla, kendini diğerlerinden üstün gören insanlar arasındaki ince farkı? Peki, Latince kökenli olan ego kelimesinin id ve süperego kavramlarıyla ilişkisinden haberiniz var mı? Gelin, ego nedir, nasıl aşılır, egoist kimdir gibi konuyla alakalı merak edilen bütün noktaları birlikte inceleyelim.

Ego denildiğinde her ne kadar insanın aklına olumsuz şeyler gelse de aslında bu kavram herkeste var olan bir gerçekliktir. Çünkü benliğin farkında olmak, ben ile başlayan cümleler kurmak, gayet normal olgulardır. Ama bazı durumlarda ego, kişiyi karşı konulamaz bir üstünlük kurma çabası içerisine sürükler. Diğer bir ifadeyle; ego kontrol edilemez bir hale gelir. Ya da çığırından çıkarak zihnin katmanları olarak belirtilen id ve süperego arasındaki dengeyi sağlayamamaya başlar. İşte böyle durumlarda, benlik duygusu aşırıya kaçar ve ego kişi için aşılması gereken bir sorun haline dönüşür.

Hani neredeyse her gün duyduğumuz egoist kelimesi, işte bu sorundan muzdarip olanlara verilen isimdir. Ben sözcüğünü fazla kullandıkları ve kendilerini her şeyin üzerinde gördükleri için egoist olarak alınan bu kişiler, benlik duyguları konusunda bir denge kuramayan insanlardır. Yani egolarını id ile süperegoları arasındaki dengeyi koruması için kullanamayan kişilerdir.

Farkında olarak ya da olmayarak egolarına yenik düşen bu insanlar için çözüm yolu “ben” sözcüğünü olabildiğince az kullanmaları ve dünyanın kendi etraflarında dönmediği gerçeğini anlayabilmeleridir. Evet, ego kavramı üzerine inceleyeceklerimizden kısaca bahsettiğimize göre, gelin şimdi ego nedir, nasıl aşılır, egoist insan kimdir gibi soruları tek tek ve daha ayrıntılı şekilde inceleyelim.

Yukarıda da söylediğim gibi Latinceden gelen ego kelimesi ben demektir. Kişinin benlik duygusunu ve kendine duyduğu saygıyı karşılamaktadır. Ve işin özü egosuz insan yoktur. Yalnızca düşük ya da yüksek egolu insan vardır. Zaten sorun da bu benlik duygusunun az ya da çok olduğu anda başlamaktadır. Günümüzde egonun bir problem olarak görülmesi de bu durumdan kaynaklanmaktadır. Kısacası; çoğu insan egoyu kötü bir şey olarak algılıyor zira ego nedir sorusunun doğru cevabı bilinmiyor, denilebilir.

Egonun olumsuz bir kavram olmadığı konusunda hemfikir olduğumuzu farz ederek, ego ne demek sorunsalından bahsetmeye devam ediyorum. Çünkü bu kavram üzerine yapılan sayısız farklı yorum var. Kimileri için ego aşılması gereken bir problemken kimilerine göre de ego bizi biz yapan temel unsur. Ama aslında ego dürtüsel isteklerimiz ile doğru-iyi olan seçenek arasındaki ayrımı yapabilmemizi sağlayan araç niteliği taşımaktadır.

Mesela; sürekli “ben” ile başlayan cümleler kuran insanlar için ego aşılması gereken bir problemdir. Tamam, bunda bir sıkıntı yok. Çünkü onlar için önemli olan tek şey kendileridir. Bireyi diğer varlıklardan ayıran bilinç olarak da tanımlanan ego onlarda fazla gelişmiştir. İşte bu nedenle de “hep ben” der, dünyaya da aynı şekilde bakarlar. Kendi isteklerini her şeyin üzerinde tutar, “ben istiyorum, ben yapıyorum, ben iyiyim, ben böyle düşünüyorum” gibi cümlelerle, ne kadar egolu olduklarını açıkça gösterirler.

Ego zihinsel katmanının sorun haline geldiği bir diğer durum da ego eksikliğidir. Yani kişinin kendisinin farkında olmadığı, kendine saygı duymadığı ve güvenmediği durumlarda ego kavramı kişide bir problem oluşturmaktadır. Bu da özgüven eksikliğidir.

Kendini yetersiz görme, birilerine bağımlı hissetme, tek başına bir birey olduğu gerçeğini unutma gibi eksikliklerle boğuşan bu kişilerde benlik saygısı yeterli değildir. (Bakınız: Öz Güveninizi Geliştirmek için Kulak Vermeniz Gereken Tavsiyeler) Sonuçta; ego konusunda dengeyi sağlamak temel husustur. Çünkü ancak bu şekilde hangi idsel davranışlarımızdan ne kadar kaçınmamız gerektiğini öğrenir, yargısal dizge olarak da belirtilen üst benliğimizin sesini duyabiliriz.

İd, Ego ve Süperego Nedir? Kısaca Tanımı:

Yukarıda id ve süperego sözcüklerini duydunuz ama büyük ihtimalle siz de bunların ne anlama geldiğini bilmiyorsunuz. İşte bu nedenle; id, ego ve süperego kavramları ne demek, kısaca bahsetmek istiyorum. Zira ego nedir, incelerken id, ego ve süperego arasındaki ilişkiden konuşmamak imkansız! Öncelikle bu kavramların ünlü nörolog Sigmund Freud’un geliştirdiği kişilik kuramının içerisinde yer aldığını söyleyeyim. Evet, Freud; kişilik yapısını id, ego, süperego olarak 3 bileşene ayırmış ve bu kavramları geliştirmiştir. Peki, ünlü isim bu kavramları nasıl açıklamıştır?

Freud’a göre id ya da alt bilinç içimizdeki doyumsuz hayvandır. Yani id için yalnızca ihtiyaçlarını karşılamaya odaklı, düşünmeyen, güdüsel, o andaki tatmin duygusunda başka bir şey göremeyen hayvani tarafımızdır diyebiliriz. Açlık, susuzluk, kin, cinsellik, saldırganlık gibi dürtüler idsel dürtülerimizdir. Ve bu idsel dürtülerini dizginleyemeyen kişiler genellik vicdan duygusundan yoksun olanlardır. Süperego ya da yüksek benlik içinse iyi ile kötüyü, doğru ile yanlışı ayırt etmemizi sağlayan katman olarak belirtilmektedir. Ve yüksek benlik duygumuz, iyi ile kötü arasındaki ayrımı yapmayı öğrendiğimizde gelişmeye başlar.

Mesela; bebeklerde yüksek benlik duygusu yoktur, çünkü henüz gelişmemiştir. Onlar yalnızca güdüsel ihtiyaçlarını karşılamaya odaklıdırlar, yani idsel davranışlar sergilerler. Süperegonun gelişim sürecinde etkili olan unsurlar anne-baba, eğitim, din, inanç, toplum gibi faktörlerdir. Örneğin; ülkemizde bir baba ile bir genç kızın dudak dudağa öpüşmesi, üst benlik duygusuna ters düşmektedir. Ama yabancı bir ülkede bu gayet olağan bir durumdur. Yani süperego çevremizden görüp öğrendiklerimizle içselleştirilen bir durumdur ve üst benlikte öne çıkan duygu vicdandır.

Peki, bu iç zihinsel katman arasındaki ilişki nasıldır? Ego, id ile üst benlik arasında nerede durmaktadır? Belki de olayın en önemli noktası burası! Nitekim egoya karşı ne şekilde bakacağımızda, alt ile üst benlik arasındaki görevi belirleyici etmen olabilir. Çünkü ego, hiçbir kuralı önemsemeyen ve isteğinin anında yerine getirilmesini arzulayan idi dizginleyen bilinçtir. Diğer bir ifadeyle; hatta Freud’un da söylediği gibi ego, id ile süperegonun isteklerini uzlaştırmaya çalışan hakem niteliğindedir.

Ego Nasıl Aşılır?:

Gelelim, ego nasıl aşılır sorunsalına! Aslına bakarsanız, bu konudan egoyu aşmak ya da egoyu yenmek olarak değil de egonun farkına varıp onu içselleştirmek gibi ifadelerde bahsetmeliyiz. Zira ego öyle yok etmeniz, çöpe atmanız gereken bir şey falan değil! Kaldı ki bunu yapmak mümkün de değil! Yani öncelikle bu gerçeğin farkına varmalı, sonrasında “hep ben” demekten kurtulmaya çalışmalısınız.

Kullandığınız cümlelerdeki özne ben olduğunda, dikkatli davranmalı, kendinizi ön plana çıkarmaktan vazgeçmelisiniz. Bir nevi kendini tanrılaştırmak olarak da ifade edilebilecek yüksek egodan kurtulmak için farkındalığınızı arttırmalı, kibir, üstünlük gibi olumsuz duygulardan uzaklaşmaya çalışmalısınız. Birilerini küçümseyerek kendinizi büyütme huyunuzdan vazgeçmeli, bir yandan benliğinizi hissederken bir diğer yandan da dünya üzerindeki milyarlarca insandan bir tanesi olduğunuzu aklınızda bulundurmalısınız.

Egonuzun sizi yalnızlığa ve gerçeklik dışına sürüklemesine izin vermek istemiyorsanız, insanları küçümsemekten, kaba tabirle kendinizi bulunmaz hint kumaşı zannetmekten vazgeçmelisiniz. Üstünlük duygusundan sıyrılmalı, egonuzu doğru seviyede tutmayı öğrenmelisiniz. Ne zaman ki kibrinizden kurtulur, ukalalık yapmayı bırakarak herkes gibi bir insan olduğunuzu kabullenirsiniz, işte o zaman gerçek benliğinizi bulursunuz. Başka bir deyişle; egonuzu ancak o zaman yönetebilirsiniz.

Örneğin; iş hayatında oldukça başarılı adımlarla ilerliyorsunuz. Kariyerinizde hızla yükseldiniz ve bir zamanlar yan yana oturduğunuz iş arkadaşlarınızın üstü konumuna ulaştınız. Burada egonuzu yönetmeyi bilmeyen biriyseniz, kısa süre içinde şımarır, eskiden yardım aldığınız iş arkadaşlarınızın yüzüne bakmaya tenezzül bile etmez hale gelirsiniz. Çünkü “ben yaptım, ben çok iyiyim, ben başarılıyım…” gibi cümlelerle egonuzun sizi ele geçirmesine izin vermişsinizdir.

Oysaki farkına varmanız gereken şey, yaptığınız şeyin başkaları tarafından da yapılabilecek bir şey olduğunu kabul etmektir. Elbette, başarınızla övüneceksiniz. Ama bu demek değil ki siz diğerlerinden üstün bir insansınız. Neticede; kimse tarafından sevilmeyen o egolu insanlardan biri olmak istemiyorsanız, benliğinizle yetinmeyi bilmelisiniz derim.

Egoist Nedir? Nasıl Olunur? :

Ego ile ilgili konuştuğumuz bunca şeyden sonra egoist nedir, az çok fikir edinmişsinizdir diye düşünüyorum. Ama yine de kime egoist denir, kısaca bahsedelim. Evet, egoist kelimesinin Fransızca kökenli olduğunu ve TDK’de bencil olarak tanımlandığını söyleyerek direkt konuya girelim. Ve egoist denildiğinde akla gelen kavramlardan bir diğerinin de narsist olduğunu ekleyeyim. Çünkü taşıdıkları özellikler bakımından egoist insan ile narsist insan arasında büyük benzerlik vardır.

Egoist insan, temelde eşittir bencil insan olsa da bu kişilikler hakkında daha pek çok farklı şey söylenebilir. Mesela; kendini herkesten üstün görürler. Ortalıkta “küçük dağları ben yarattım” edasıyla dolaşır, başkalarının onlara saygı göstermesi gerektiğine inanırlar. Her fırsatta ne kadar mükemmel olduklarını dile getirir, konu onların dışına çıktığında ya da ilgi onlardan başka bir tarafa kaydığında öfkelenirler. Para, mal, mülk, mevki gibi dünyevi şeylere aç olan egoistler, çoğu zaman ne kadar mutsuz olduklarını bile anlayamazlar.

Başkalarını aşağılamaktan adeta zevk alan ve kendi çıkarlarından başka hiçbir şeyi önemsemeyen egoistler, bana dokunmayan yılan bin yaşasın mantığıyla yaşarlar. Onlar için varsa yoksa kendi mutlulukları, kendi istekleridir. Bir başkasının ne düşündüğü ya da hissettiği bencil biri için önem taşımamaktadır. Vurdumduymazlıkları ve dünyanın onların etrafında döndüğünü zannetmeleriyle, egoizmin tutsağı olurlar. Ne yazık ki çoğu zaman benimsedikleri benmerkezci yaklaşımı, yüksek özgüven ile karıştırırlar.

Egosu Yüksek-Egoist İnsanın Özellikleri Nelerdir? :

Kendini sevme olayında birkaç tık abartıya kaçan egoist insanların beli başlı özelliklerinden bahsedecek olursak ise şunları söyleyebiliriz.

• Kendilerini gördükleri o tanrısal noktaya ulaşmak imkansızdır;
• İçten içe kabullenseler bile (ki çoğunlukla bunu da yapmazlar) asla “ben hatalıydım” demezler;
• Suçu birilerinin üzerine atmaya bayılırlar;
• Egosu yüksek insanlar istediğinde çok mantıklı olan herhangi bir şey, başka biri tarafından istendiğinde aptalca olabilir;
• İstedikleri şeye ulaşmak için zorbalık etmekten kaçınmazlar;
• Emir vermekten hoşlanır ve genellikle onları seven insanların (tabii varsa) duygularını suiistimal ederler;
• En çok kullandıkları kelimeler “ben, benim, bana, benim için, bence” ve türevleridir;
• Benciller sempatiden de empatiden de yoksundurlar;
• İstedikleri bir şey olmadığında krizlere girer, “nasıl olmaz, ne demek olmadı” gibi cümlelerle hem kendilerine hem de etrafındakilere dünyayı dar ederler;
• “Her şeyin doğrusunu ben bilirim” demekten ve o şekilde davranmaktan çekinmezler;
• Ve Einstein’ın şu ünlü sözünden “Ne kadar çok bilgi o kadar düşük ego, ne kadar az bilgi o kadar yüksek ego…” bihaber olduklarını kanıtlarlar.

Umuyorum, siz egosunu yönetmeyi bilmeyen insanlardan biri değilsinizdir. Umarım, alt benliğinizin sizi yönetmesine izin vermiyorsunuzdur. Ve umarım egonuzun; üst benliğiniz ile idiniz arasında köprü olarak kullanmanız gereken bir bilinç olduğunu anlamışsınızdır.

Gaslighting: En Korkunç Psikolojik İşkence

Gaslighting, bir kişinin, bir başkasının gerçekliğinin üstüne başka bir gerçeklik yazmaya kalkışmasıdır. Gaslighting, bir psikolojik manipülasyon ve taciz yöntemi. Bireyin kendi hafıza, algı ve akıl sağlığını sorgulayıp irdelemeye iten bir çeşit kötü yönlendirme. Bireyde veya seçilen grupta şüphe uyandırma, kalcı inkâr, çelişki ve yalan yoluyla peyderpey dikte edilir ve fark edilmesi kimi zaman güçtür. Terimin adı, Gas Light (Gaz Lambası) adlı 1944 yapımı bir oyundan gelmektedir. Oyundaki erkek karakter eşini deli olduğuna iknâ etmeye çalışıyor ve gaz lambasını söndürdüğünde eşi bunun gerçek değil uydurulmuş bir şey olduğunun farkına varıyor. Gaslighting yaşanan ikili ilişkilerde baskın olan birey idealleştirme, değersizleştirme ve gözden çıkarma şeklindeki üç aşamayı izliyor. Baskın ve maniple etme amacındaki birey ilk olarak birlikteliklerinin harika olduğu algısı yaratıp hayran olma safhasına geçilir. Bir sonraki ve en zor olan evre, yani değersizleştirme evresinde hayranlık duyulan birey sorunlu, ideal olmayan ve hiçbir şeyi beceremeyen bir kişiye evriltilir. Gözden çıkarma safhasında ise mağdur terk edilerek yeni arayışlara içine girilir. Bu dikteye maruz kalan kurbanlar sık sık kendilerini özür dilerken bulabilirler.

Gaslighting, Narsisistik kişilere özgü bir davranış bozukluğu olan gaslighting, kişilerin kurbanlarına onların kendilerine dair algılarını yeniden biçimleyecek şekilde belleklerine olumsuz bilgi ve yargıları sokmalarıyla tezahür eder. Bir manipulasyon yöntemi olarak da kullanılan durum, sorgu teknikleri içinde de yer alır.

Basitçe, filmlerde kendisini kaçıran ve kabus hayatı sürdüren kişinin telkin yoluyla sınırladığı algıyla yaşayan ve bir türlü kaçmayı beceremeyen kişiler buna örnektir. Sosyal hayatta da karşınıza çıkarak kendi yargılarını sık telkinlerle size saldırma biçiminde gösteren otorite figürleri, böylesi bir algısal kopukluğa yol açabilir.

1944 yapımı bir hollywood filmiyle terminolojiye girmiştir.

Psikolojik baskı oluşturarak tüm kanaatler yeniden oluşturulabilir.

Sizin de başınıza gelmiştir. Sizin hiç olmadığınız bir insan olduğunuza dair telkinler duyarsınız, bir süre sonra telkinin geldiği yerle savaşmamak için ya da başka bir nedenle kabullenirsiniz, kabullendiğiniz an, telkin kendi delillerini oluşturur. Kendini gerçekleştiren kehanete dönüşür durumunuz. Farkındaysanız, eylemleriniz ve karakteriniz tutarlı bir bütünlük gösteriyorsa etkilenmezsiniz. Her durumda telkini yapan kişi, sizi nasıl görmek istiyorsa öyle görüyordur. Tıpkı Rorschach lekesi gibi, orada olanı değil, kendi içindekini görüyordur. Narsisistik kişilerin yargılarını silmek zordur. telkine kapalı olduğunuzu göstermeniz narsisizmle inşa ettikleri kabul ettirme gücünün parmaklarının arasından akıp gittiğini düşünmelerine neden olacağından yüksek ihtimalle sizi listenin dışına iteceklerdir.

insanlar telkine açıktır. kendinizi olumsuzlamayın. başkasının gözünden bakmayın kendinize.

Şu an büyük olasılıkla gaslighting hakkında çoğu terapistten daha fazla şey biliyorsunuz. Ve bu oldukça talihsiz bir durum çünkü gaslighting’e maruz kaldıysanız kendinizi bu durumdan kurtarmak oldukça zor olacak. Maalesef bunu yapmak zorunda kalabilirsiniz ve size söylemek istiyorum ki: yalnız değilsiniz.

İzin verin sizinle deneyimimi paylaşayım. İşte “keşke başta bilseydim” dediğim 10 şey. Hadi bunu hep beraber yapalım.

1. Gaslighting kasten yapılan bir şey olmak zorunda değildir

Yakın bir arkadaşımı “Ben bir canavar mıyım?” diye sormak için beşinci kez nefes nefese aradığımda, arkadaşım nihayetinde bana şöyle dedi: “Emma, o sana gaslighting yapıyor.”

Gaslighting de neyin nesi be?!

Vikipedi’ye göre gaslighting terimi; ana karakterin sürekli çevresinde değişiklikler yaptığı kurbanının bu değişiklikleri hayal ettiğinde ısrar ettiği eski bir oyundan geliyor.

Neee?! Partnerim bunu yapmıyor ki. Onun beni deliymişim gibi hissettirmek için çevremi veya etkileşimlerimizi planladığını ve manipüle ettiğini hayal bile edemem. O benim yaralamaya devam ettiğim zaten yaralı olan bir insan. Sorun benim, o değil.

Maalesef, baktığım ilk tanım yeterli değildi. Gaslighting kasten komplo kurmayı gerektirmiyor. Gaslighting, sadece bir başkasının gerçekliğinin üstüne başka bir gerçeklik yazmayı kabul edilebilir bulmayı gerektiriyor.

Ve bunu kabul edilebilir bulan kişi kendini tehdit altında hissettiğinde gerisi doğal olarak geliyor. Birbirimizi kontrol ve manipüle etmeyi çok doğal bir şekilde öğreniyoruz.

Gaslighting yapan ve yapmayan biri arasındaki ayırt edici özellik, içselleştirilmiş bir mülkiyet yaklaşımıdır. Ve benim deneyimlerime göre bu yaklaşımı tanımlamak, gaslighting’i saptamaktan daha kolay.

Gaslighting, gözdağı vermek artık geçerli olmadığında ortaya çıkmaya eğilimli.

Bence gaslighting daha önce görülmemiş bir çapta, kültürel ve kişilerarası olarak gerçekleşmekte ve bu, aslında eşitsizliği muhafaza ederken aynı anda herkes eşitmiş gibi davrandığımız bir toplumsal yapının sonucu.

Bunu medyada sürekli görebilirsiniz.

Mesela, her apaçık bir nefret suçu münferit bir akıl hastalığı vakasıymış gibi gösterildiğinde, bu gaslighting’dir. Medyanın size söylediği, gerçek bildiğin gerçek değildir.

Yakın partner şiddeti/aile içi şiddet 1970‘lere kadar ciddi bir suç olarak görülmüyordu. Peki biz de son 40 yılda yakın partner/aile içi şiddetine neden olan inançlara işaret ettik mi? Hayır.

Ama şu an partnerinizi istismar ediyorsanız, kötü bir insan olarak görülüyorsunuz. Peki şiddet artık kabul edilir bir seçenek değilse, sizi şiddet kullanmaya iten inançlarınız ile ne yaparsınız?

Manipülasyon ve gaslighting’i kullanırsınız.

2. Manipülasyon ve gaslighting farklı davranışlardır

Daha iyi ifade edecek olursam, gaslighting bir manipülasyon türüdür ancak tek türü değildir.

Manipülasyon genellikle, bir başkasının davranışını etkileme amacı ile doğrudan veya dolaylı olarak yapılan bir tehdit çevresinde döner. Gaslighting de tehditleri kullanır ancak birinin sadece davranışını değil kendisini de değiştirme maksadı vardır.

Her ikisi de özsaygınızı aşağıya çekecektir ama gaslighting etkili olduğunda, kendinize ve gerçeklik deneyiminize olan güveniniz zedelenecektir.

3. Gaslighting her zaman öfke veya gözdağı içermez

The Gaslight Effect adlı kitap, glamor gaslighting [ç.n.: cazibe gaslighting’i diye çevrilebilir] denen bir gaslighting tipine işaret ediyor.

Burada, gaslighting yapan kişi sizi ilgiye boğarken aslında ihtiyacınız olanı asla vermiyor. Sizi bir kürsüye koyuyor ancak o orda olmuyor. Hatta, ağlayacak bir omuza ihtiyaç duyduğunuzda size öfkelenebiliyor.

Bir süre sonra, neden bu kadar yalnız ve içi boş hissettiğinizi anlamak zor olmaya başlıyor.

Gaslighting’in bir başka tipinde, gaslight yapan her zaman bir kurbana dönüşmekte. Ne zaman bir sorundan bahis açsanız, kendinizi konuşmanın sonunda özür dilerken buluyorsunuz.

Benim için en kötü olan buydu.

Her gaslight içeren ilişki farklıdır ama benim ilişkimde çok belirgin bir patern (şablon) vardı. Ben ona bir şey söylerdim, o buna beklediğimin ötesinde çok güçlü duygusal bir tepki verirdi. Ben anlayabilmek ve durumu düzeltebilmek için ne söylediğime geri dönerdim.

Ben geri döndüğümde o beni tutarsızlıkla suçlardı.

Ben onunla en iyi şekilde iletişim kurabilmek için söylediklerimi düzelttiğimi açıklamaya çalışırdım, çünkü belli ki onunla iletişimde başarılı olamıyordum.

O ise bana tutarsızlığımın yalan söylediğimi gösterdiğini söylerdi.

Ben de “Hayır, hayır yalan söylemediğimi biliyorum. Belki de sadece doğru hatırlayamıyorumdur.” derdim.

O da “Hafızana güvenemeyeceğim gibi görünüyor.” derdi. Asla asıl mevzuya dönemezdik. Genelde histerik bir şekilde ağlamakla kalırdım ben.

4. Ne olduğunu hatırlayamamak normaldir

Her şeyden çok keşke bilseydim dediğim şey bu.

Bu, ben onu terk ettikten sonra yıllarca kendimden şüphe etmemi ve suçluluk duygumu besleyen bir sırdı. Eskiden bilinç kaybı yaşardım. Mutfakta ayaktayken başladığım konuşmaları, yerde tortop olmuş bir şekilde bitirdiğimi hatırlıyorum.

Bilinç kaybı gerçekleştikten sadece günler sonra bile, o aradaki zamanda ne olduğunu hatırlayamazdım. Konuşmanın ne ile ilgili olduğunu bile hatırlayamazdım. Beni istismar eden, onunla birlikteyken beni istismarla suçlardı – yıllar sonra bunu alenen yaptı.

Onu terk etme sebeplerimden biri buydu çünkü ne yaptığımı ve nasıl düzelteceğimi çözemiyordum ve birini istismar ediyor olabileceğim düşüncesine dayanamadım. Onun ne deneyimlediğini ve benim ne yaptığımı anlayabilmek için anılarımı parçalara ayırdım.

Ve kendi istismarcı eğilimlerine derinden bakan her kişinin bulacağı gibi, bende değişmesi gereken şeyler buldum. Ama onun bende gördüğünü kendi hafızamda bulamadım.

Narsisti bulamadım. Korkunç manipülatörü bulamadım. Yuva yıkıcıyı bulamadım. Ama hafızamda siyah noktalar vardı. Tamamen siyah. Ve merak ettim, O zaman mı olmuştu? Onu o zaman mı istismar etmiştim?

Birisi size hafızanıza güvenemeyeceğini söylediğinde, hafızanızdaki bazı noktaların kaybı bunu oldukça inandırıcı kılıyor. Size onu istismar ettiğinizi söylediğinde, bunu da oldukça inandırıcı kılıyor.

Ancak gaslight’a maruz kalındığında hafıza kaybı normal bir durum. Hatta, aramanız gereken işaretlerden biri bu. Gitme vaktinin gelmiş olabileceğini gösteren iyi bir işaret.

5. Birbirinden bağımsız aşamalar var (ve bu aşamalar, ilişki bittikten sonra gelişme gösterebilir)

Gaslight yapanın sadece haklı olmaya ihtiyacı yoktur. Ayrıca sizin de onun haklı olduğuna inanmanıza ihtiyacı vardır.

Birinci aşama: Saçmaladığını biliyorsunuz ama yine de tartışıyorsunuz.

Çözüme varamadan saatlerce tartışıyorsunuz. Hisleriniz, fikirleriniz, hayatı deneyimleyişiniz gibi tartışmaya açık olmayan konularda tartışıyorsunuz.

Tartışıyorsunuz çünkü haklı olmaya, anlaşılmaya veya onun onayını almaya ihtiyacınız var.

Birinci aşamada hala kendinize inanıyorsunuz ama bu inancınızı farkında olmadan tartışmaya açıyorsunuz.

İkinci aşama: İlk olarak gaslight yapanın bakış açısını dikkate alıyorsunuz ve çaresizce onun da sizin bakış açınızı görmesi için çabalıyorsunuz.

Çatışmaya devam ediyorsunuz çünkü size dair ne düşündüğünden korkuyorsunuz.

Tartışmayı kazanmanın şimdi tek bir amacı var: Hala iyi, kibar ve değerli olduğunuzu kanıtlamak.

Üçüncü aşama: Canınız yandığında, ilk olarak “Benim sorunum ne?” diye soruyorsunuz.

Onun bakış açısını normal olarak görüyorsunuz. Muhakeme kabiliyetinizi kaybetmeye başlıyorsunuz. Onu anlamak ve bakış açısını görebilmek için tükeniyorsunuz. Her eleştiriye takılıp, bunları çözebilmek için yaşıyorsunuz.

Geriye baktığımda, ilişkiyi bitirdiğim zamanın ikinci aşamanın derinlerinde olduğum zamana denk geldiğini görüyorum. Yine de aylar sonra onunla bir arkadaşlık kurmaya çalıştım. Bir netlik, anlayış ve bağışlanma özlemi çekiyordum.

Ve nihayet tüm iletişimi kestiğimde, iyileşmek yerine üçüncü aşamaya geçtim. İlişki bittikten sonra kendi kendime yaptığım gaslighting’i ne anlıyordum ne de nasıl çözeceğimi biliyordum.

Eğer zamanda geri gidip kendime bir tavsiye verebilseydim bu, “hemen en az 1 yıl boyunca onunla tüm iletişimi kes” olurdu. Belki sizin de ihtiyacınız budur.

Gerçekten, gerçekten zor. Zor çünkü, hala anlayış ve netlik, tam bir sonraki sokağın köşesindeymiş gibi geliyor. Bunu oluruna bırakmak zor.

Ama düşünün: Henüz bırakmak zorunda değilsiniz. Sadece bir yıllık süreye bağlı kalın. Çünkü istismarcı olmayan hiç kimse, iyileşmeniz için ihtiyacınız olan alan nedeniyle sizi cezalandırmayacaktır.

Ve “tüm iletişimi kesin” dediğimde, tüm iletişimi kesmekten bahsediyorum. Kendinizi ortak arkadaşlarınızdan uzaklaştırın. Gaslight yapanı tüm sosyal medya hesaplarınızda engelleyin. Doğrudan güvenliğinizle ilgili olmadığı sürece arkadaşlarınızdan, onunla ilgili size hiçbir yeni bilgi vermemelerini isteyin.

Size mantıksız davrandığınızı söyleyen herkesin cehenneme kadar yolu var.

İyileşmek için buna ihtiyacınız var. Kendi kendinize gaslighting yapmayı bırakmayı öğrenebileceğiniz bir alana ihtiyacınız var.

6. Sizi gaslighting’e maruz kalmaya daha müsait yapan bazı kişisel özellikler var ama bunlar ayrıca süper güçleriniz de olabilir

Sizi karşılıklı gaslighting’e çekebilecek üç eğilim var. Bu eğilimler haklı olma, anlaşılma ve onay ihtiyacı.

Ek olarak; empatik olmak, koruyucu olmak, partnerinizi mutlu görme ihtiyacı duymak ve başkalarını kendinden önce düşünmek gibi bazı kişisel özellikler sizi gaslight’a daha da müsait yapabilir.

Ama sizden tüm kalbimle rica ediyorum, lütfen kendinizle ilgili bu harika özellikleri yok etmeye çalışmayın.

Kendi fikirlerinizi ve başkalarını oldukça umursuyorsunuz. Anlamak ve anlaşılmak istiyorsunuz. İnsanlar üzerindeki etkinizi umursuyorsunuz ve çevrenizdeki insanlara uyum sağlamak için değişmeye hazırsınız.

Ve ironik olarak, gaslight yapan kişi büyük ihtimalle size bencil, zalim ve ihmalkâr olduğunuzu söylemiştir. Ve sonra belki de terapistiniz size bu kadar önemsemeyi bırakmanızı çünkü bunun sizi istismara hedef yaptığını söylemiştir. Peki ne yapmalı?

Empati önemlidir. Hepimiz için önemlidir. İnsanlar bana empatinin zayıflık olduğunu söylediğinde öfkeleniyorum. Benim empatinm bir süper güç. Evet, empati yapma yeteneğim ve arzum beni bir istismar döngüsüne kıstırdı, doğru. Ama sorun, benim empati yapma arzum değildi.

Eleştiri alıp buna göre kendini düzeltmeye çalışmak yine harika bir süper güç! Kimsenin size aksini söylemesine izin vermeyin. Benim sorunum değişmeye değil, yanlış nedenlerle değişmeye gönülsüz olmamdı.

Değişim sizi büyütmeli. Özsevginizi arttırmalı. Sizi daha güçlü, daha açık, daha doğrudan, daha farklı ve daha merhametli kılmalı.

Büyüme sancısı yıkım sancısından farklıdır. Birisi sizi – zor olduğunda bile – sevgi ve gururla doldururken, diğeri utanç ve korku verir.

Kimse sizi değiştirmek için utanç ya da korkuyu kullanmamalı. Bunu yaptıklarında asıl istekleri sizi değiştirmek değil, sizi kontrol etmektir.

7. Siz gerçeğinizin ne olduğunu biliyorsunuz, hep bildiniz ve hep bileceksiniz

Gaslight yapan sizi görmüyor.

Onlar sizin imgenizi sevgi ve ilgiye boğarken, siz kenarda durup dikkat çekmemeye çalışan bir gölgesiniz. Ve ne kadar zihniniz düğüm düğüm olsa da, bunun doğru olduğunu biliyorsunuz.

Bunun için kendinizden nefret etseniz bile, tuttuğunuz yeri biliyorsunuz. Geriye bakarsanız, içinize bakarsanız, bir şeylerin yolunda gitmediğini hep biliyor olduğunuzu göreceksiniz.

Özünüzü kaybetmişsiniz gibi gelebilir ama o her zaman oradaydı.

Alarm sistemi her zaman çalıştı. Siz sadece onu dinlemeyi bırakmayı öğrendiniz. Düşündüğünüz kadar çok şey kaybetmediniz

8. Son hamle yüzleşmek değil, katılmamak

Filmlerde ve edebiyatta ortak olarak, kendisini istismar eden kişiyle yüzleşen bir hayatta kalan retoriği görüyorum. Yıllar sonra yüzleşiyorlar ve o anda kendilerine ve istismar eden kişiye artık korkmak zorunda olmadıklarını gösteriyorlar.

Ben bu arınmaya hasretim çünkü ben korkuyorum. Ama bu korkunun üstüne asla yüzleşme yoluyla gidemem. Sadece kendi sınırlarımı belirleme ve kabul ettirmenin verdiği özgüvenle bu korkunun üzerine gidebilirim.

Herhangi bir şekilde tartışmaya katılım gösterdiğinizde, gaslight yapana ve kendinize, gerçekliğinizin tartışmaya açık olduğunu söylüyorsunuz.

Sizin gerçekliğiniz tartışmaya açık değil.

Eğer benim gibiyseniz, zihninizden milyonlarca konuşma geçmiş olmalı ve sizi öldüren bu konuşmalar aslında. Gerçekliğiniz tartışmaya açık değil. Asla yapmayacağınız bir konuşmanın provasını yapmak zorunda değilsiniz.

Birinin size kim olduğunuzu, ne hissettiğinizi, ne düşündüğünüzü, niyetinizin veya deneyimlediğinizin ne olduğunu anlatmaya çalışması çok saçma. Böyle bir şey olduğunda kızmalısınız, şaşırmalısınız belki de onlar için endişelenmelisiniz.

Afallamış bir şekilde, “Benim içimde ne olup bittiğini bilebileceğini sana düşündüren ne? İyi misin sen?” diye sormalısınız.

Bunun yerine, çoğumuz kendimizi anlaşılmak için çabalarken bulacağız.

Hayır, böyle olmadı, benim hissettiğim bu değildi, benim hissettiğim bu değil!

Bu, bir noktaya kadar mantıklı bir tepki. Ama konuşmanın amacı, birbirini anlamak değil de gücün yer değiştirmesi ise asla, asla, asla kazanamayacaksınız.

Gaslighting’e daha az müsait olmanın bir yolu olarak, tartışmanın asıl amacının ne olduğunu tespit etmeyi öneririm.

Karşılıklılığa dayanan bir konuşma sizi korkutmamalı, utandırmamalı ve şaşırtmamalı.

Onun ne yaptığını anlamaya çalışmak zorunda kalmazsınız, sadece kendinizin nasıl hissettiğini anlamaya çalışırsınız. Konuşmanın amacının artık karşılıklılıktan çıktığını fark etmeli ve bu olduğunda, konuşmaya katılmayı bırakmanın yolunu bulmalısınız.

“Anlaşamadığımızda anlaşalım o zaman.”

“Şu an kendimi iyi hissetmiyorum, bu konuşmaya daha sonra devam edelim (ya da hiç devam etmeyelim). “

“Ne?!”

“Sen bana ne deneyimlediğimi söylemeye çalışıyorsun ve bu beni rahatsız ediyor.”

“Benimle bir daha irtibata geçme.”

demeyi deneyin.

“İletişim, iletişim, iletişim” değil mi? “Her şeyin başı iletişim.”

Bu bir mantra olabilir ama yanlış.

İletişim ile birçok şeyi çözebilirsiniz, tabi tarafların amacı birbirini anlamak ise.

Ama biri sizin deneyiminizin yerine başka bir şey koymaya çalıştığı anda, en azından o konuda, iletişimi kesmenin vakti gelmiştir.

9. Tehditle yüzleşmelisiniz

Her gaslighting bir tehdit örtüsü altında gerçekleşir. Benim ilişkimde, tehdit onaylamama şeklinde başladı, sonra tehdit altında olan ilişkiydi ve nihayetinde artık kendi hayatı tehdit olmuştu.

Bu tehditlerin neden olduğu korkularımla tek tek yüzleşene kadar, gaslighting ile yüzleşmeye ya da ona direnmeye gücüm yoktu.

Yas tuttum. Bir hafta boyunca yataktan çıkmayıp ilişkiye verdiğim emeğe ağladım. Beni kapana kısılmış hissettiren tüm bağları içten içten, teker teker koparmaya çalıştım.

Hissettiğim büyük utanç için ağladım ve gözyaşlarımı tutabilecek gücü elde etmeye çalıştım. İlk, bir parçası olmayı çok istediğim aile için yas tuttum. Sonra onunla olan ilişkim için yas tuttum. Nihayetinde, beni hayatından mesul tutmasının doğru bir şey olup olmadığını sorguladım. Kolay değildi.

Ve ilişkinin bitmesine daha 6 ay vardı. Ama artık bu ilişkide olmak istemediğimi fark ettiğimde, beni bekliyor olan tehditlerle çoktan yüzleşmiştim. Ve her biri tam güçle üstüme gelirken, ben bir ayağımı diğerinin önüne koyabilip kapıdan çıkıp gidebilmiştim.
10. Gaslighting; Aile, çok partnerli ilişkiler ve diğer gruplarda daha güçlü olabilir

Sizin deneyiminizin yerine başka bir şey koymaya çalışan 1 kişi olduğunda bile dik durabilmek zorken bir de bu kişinin destekçi koroları olduğunda dik durabilmek neredeyse imkansız. Kült (Tarikat) gibi grup istismarlarının, kişinin benliğinin tamamen çökmesine yol açabilmesinin bir nedeni var.

Grup manipülasyonu ve istismarı, yıkıma sürükleyici şekilde etkilidir.

Son derece içlerinde olduğunuz bir grup, size koordine bir saldırıda bulunduğunda, neden oldukları utanç ve korkunun boyutunu kolayca anlatamam. Bu çoklu gruplarda, gücümüzü suistimal etmemek ve farkında olmadan istismara yol açmamak için çok dikkatli olmalıyız.

Bir ilişkiyi bitirmenin devamında utanç hissi getirdiğini biliyorum ve kimse kötü adam olmayı istemez. Ancak herhangi birinin özsaygısının zarar gördüğü yerde, ilişkiye dahil olmamayı hepimiz birbirimize borçluyuz.

Takıntılı Düşüncelerden Kurtulmak.

Korkular ve olumsuz düşünceler aklımızdan bir türlü çıkmayarak mutsuzluğa giden yolu açar.

Yaşadığımız anın keyfini azaltır ve daha yaşamadığımız geleceğin heyecanını alır götürür. Henüz fark edememiş olsak da aslında bu durum bir olumsuz alışkanlıktır. Alışkanlıkları alt etmenin en iyi yolu ise bir takım zihin egzersizleridir. Korkmaya gerek yok. Halledemeyeceğiniz hiçbir sorun değil.

OLAYLARIN İYİ TARAFLARINI HATIRLAYIN

Yaşadığınız her olayı olumlu düşünmeyi hiç denediniz mi? Ne kadar zor geliyor biliyoruz. Negatif düşünce zamanla bağımlılık yapan ve peşine takıp götüren bir alışkanlıktır. Aslında şöyle basit bir gerçeklik var. Olumlu düşünmek olumsuz düşünmenin boşluğunu doldurur. Eğer bu düşünce boşluğuna hâkim olabilirseniz hayatta sizi yolunuzdan hiçbir şey çıkaramaz.

KENDİNİZE ZAMAN AYIRIN

Artık kendi başınıza kalmanın ve bütün zamanınızı sadece kendi isteklerinize göre harcamanın vakti gelmedi mi? Zor olduğunu biliyoruz ama modern insanlığın bu çetrefilli sıkıntısından kurtulmasının en temel yolu, biraz egoistçe gözükse de kendinizi en ön plana koymaktan geçiyor. Sonunda kazanan siz olacaksınız. Deneyin.

OLUMLU İNSANLARLA ZAMAN GEÇİRİN

İşte sürekli ertelediğimiz en önemli egzersizimiz. Olumsuzluk bulaşıcıdır. Ne zaman bir harala gürele, ne zaman bir toz toprak görsek gözlerimizi o taraftan alamayız. Bu durumdan, yüzlerinden gülümseme ve dolayısıyla mutluluk eksik olmayan tatlı insanlarla daha fazla zaman geçirerek çıkabilirsiniz.

DAHA ÇOK UYUYUN

Fırsat buldukça uyumaya ve bedeniniz dinlendirmeye çalışın. Gün içinde yapacağınız 20’şer dakikalık birkaç kestirme size düşüncelerinizi toparlama konusunda yardımcı olacaktır.

SPOR YAPIN

Beden kontrolünü ne kadar ele alırsanız, zihin kontrolü de o derece kolaylaşmaktadır. Spor yaparken salgıladığınız mutluluk hormonları sayesinde dış etkenlerin yarattığı takıntılı ruh haliyle çok daha rahat başa çıkabilirsiniz.

Saplantı haline gelmiş düşüncelerden nasıl kurtulunur?

Aynı düşünceyi sürekli, durmadan düşünmek ve bu döngüden çıkamayıp kendini gittikçe daha sıkışmış hissetmenin bir adı var. Buna ruminasyon deniyor.
Aynı konu üzerinde sürekli düşünme alışkanlığı, depresyonu uzatıp şiddetlendirmesi ve duyguları işleme becerinize müdahale etmesi açısından zihin sağlığı için oldukça tehlikeli. Bu bitmeyen tekrar kendinizi izole hissetmenize ve hatta çevrenizdeki insanları kendinizden uzaklaştırmanıza sebep olabilir.

İnsanlar, birçok nedenle aynı konu üzerine uzun uzadıya düşünebiliyor. Amerikan Psikologlar Derneğine göre, bu durumun en yaygın sebepleri şunlar:

– Sürekli düşünerek hayatınızın ya da bir sorununuzun içyüzünü anlayacağınıza inanmak

– Duygusal ya da fiziksel travma geçmişi

– Kontrol dışı süregelen stres kaynakları ile karşı karşıya olmak

Peki bu zihnimizde dönüp duran saplantılı düşünceleri durdurmak için neler yapabiliriz?

İşte size aynı düşünceyi zihninizden tekrar tekrar geçirmeye başladığınızda başvurabileceğiniz 10 yöntem:

1. Dikkatinizi dağıtın

Düşüncelere dalmaya başladığınızı fark ettiğinizde, dikkatinizi dağıtacak bir şeyler bulmak, zihninizdeki döngüyü kırar. Çevrenize bakın, hızlıca yapacak başka bir şey bulun ve tereddüt etmeyin. Örneğin; bir yakınınızı arayın, ev işleri yapın, film izleyin, resim yapın, kitap okuyun, yürüyüşe çıkın.

2. Harekete geçme planı yapın

Aynı negatif düşünceyi sürekli tekrarlamaktansa, bu düşünceye hitaben harekete geçmek için bir eylem planı oluşturun. Kafanızda her bir adımı ana hatlarıyla belirleyin ya da bunları bir kâğıda yazın. Mümkün olduğunca spesifik olun ve beklentilerinizde gerçekçilikten uzaklaşmayın.

3. Harekete geçin

Eylem planınızı oluşturduktan sonra, küçük bir adım atın. Saplantı haline getirdiğiniz sorunu çözmek için zihniniz rahatlayana dek yavaşça ve kademeli olarak adım adım ilerleyin.

4. Düşüncelerinizi sorgulayın

Genelde büyük bir hata yaptığımızda ya da sorumluluk hissettiğimiz travmatik bir olaydan sonra aynı düşünceye takılıp kalırız. Rahatsız edici bir düşünce üzerine sürekli kafa yormaya başladığınızda, bu tekrarlayan düşüncenizi bir perspektifin içerisine yerleştirmeye çalışın. Bu düşüncenin çok da sıkıntılı olmadığını düşünmeye başlamak, saplantının yumuşamasını sağlayabilir; çünkü yaptığınızın ne kadar mantıksız olduğunu kavramaya başlarsınız.

5. Hayata dair hedeflerinizi yeniden düzenleyin

Mükemmeliyetçilik ve gerçek dışı hedefler, ruminasyona sebep olabilir. Kendinize gerçekçi olmayan hedefler belirlerseniz, amacınıza neden ve nasıl ulaşamadığınıza ya da ulaşmak için neleri yanlış yaptığınıza odaklanabilirsiniz. Başarabileceğiniz daha gerçekçi hedefler belirlemek, davranışlarınız üzerinde aşırı düşünme riskinizi azaltacaktır.

6. Özgüveninizi artırın

Birçok özgüven kaynağına sahip olmak, ruh halinizin iyi olması ve düşüncelere takılıp kalma riskinizin azalması açısından önemlidir. Hayatta kendinizle gururlanmanızı sağlayan kadar çok özgüven kaynağınız olursa, yetersizlik olarak gördüğünüz özelliklerinizi saplantı haline getirme olasılığınız da o denli düşer.

7. Meditasyon yapmayı deneyin

Meditasyon, duygusal açıdan sakinleşme adına zihni temizlemeye odaklandığından, bir düşünceyi saplantı haline getirme ihtimalini azaltır. Kendinizi zihninizde tekrarlayan düşünceler silsilesi ile bulduğunuzda, sessiz bir alan arayın. Oturun, derince nefes alın ve yalnızca nefesinize odaklanın.

8. An’a dönün

Kendinizi yine aynı düşünceye takılmış hissediyorsanız, sadece o an içinde bulunduğunuz durumu değerlendirin. Nerede ve günün hangi saatinde olduğunuzu, çevrenizde kimlerin olduğunu ve sırtınızın, belinizin, kollarınızın, çenenizin nasıl hissettiği ile ilgilenin. Beden duyumlarına dikkat vermek aklınızın tuzaklarına kapılıp gitmeyi engeller.

9. Bir arkadaşınızla konuşun

Düşüncelere takılıp kalmak, kendinizi izole hissetmenize sebep olabilir. Dışarıdan bakış açısı sunabilecek bir arkadaşınızla düşünceleriniz üzerinde konuşmak, döngüyü kırabilmenize yardımcı olur.

Ancak sizinle birlikte düşüncelere dalacak değil, size farklı bir bakış açısı sunabilecek bir arkadaş seçtiğinizden emin olun.

10. Terapi deneyin

Düşünceleriniz hayatınızı ele geçiriyorsa eğer, profesyonel yardım aramayı deneyebilirsiniz. Bir terapist, neden düşünceleri saplantı haline getirdiğinizi saptamada ve bu sorunlara kökünden müdahale etmede yardımcınız olabilir.

Hayat tarzında değişimler

Tekrarlayan negatif düşüncelerinize son vermeye kararlıysanız eğer, hayatınıza bunu yapmanıza yardımcı olacak basit değişimler getirebilirsiniz. Örneğin:

Sorunlarınızı çözmede proaktif olun: Önce hayatınızdaki problemleri tespit edin, sonra da bunları çözmeye dair harekete geçin. Adım adım.

Kendi beklentilerinizi oluşturun: Negatif düşünceler, öz değerimizi sorgularken son derece sıkıntılı olabilir. Başarılarınız için kendinizi övün, hatalarınız için affedin. Kendinize bakarak ve yapmakta iyi olduğunuz ve hoşunuza giden şeyleri yaparak, sürekli özgüveninizi yükseltecek şekilde hareket edin.

Bir destek sistemi yaratın: Bir şeyler kötü gittiğinde ya da yalnızca kötü bir gün geçirdiğinizde yanınızda arkadaşlarınızın, aile üyelerinizin ve hatta bir terapistin olması, oldukça önemlidir. Bu özel kişiler, düşüncelere takıldığınızda dikkatinizin dağılmasını sağlayacaklardır.

Bir Psikopat Nasıl Anlaşılır?

Sosyopatlar, çocuklarını, eşlerini, en yakın arkadaşlarını ve ebeveynlerini kendilerinin bir uzantısı görürler. Yani, etrafındaki herkesin görevi ve hayattaki amacı ona hizmet etmektir. Öyle ya da böyle, onların varlıkları sosyopata bir şekilde fayda sağlamak zorundadır. Bu kişiler sosyopatın ailesi ya da çok yakını olduğu için kendisini temsil ettiğine inanır. Bu yüzden görüntüsü iyi olmak zorundadır sosyopata ait herkesin. İnsanlar onun için araç, gereç ve objedir.

***

Sosyopatların kendi doğruları vardır. Bu alternatif doğrular, sosyopat tarafından üzerinde uzunca düşünülmüş, kendisini koruyan ve kollayan ve gerçek olmayan doğrulardır. Paralel evren doğruları bile diyebiliriz çünkü bu kişiler bizlerle aynı Evren’de olsalar bile onların hayatı ve olayları anlama ve benimseme yöntemleri bizden çok farklıdır o yüzden hep alternatif doğrular ve gerçek olmayan gerçekliklerle (onlara göre) savaşacaksınız. O yüzden, siz gerçekleri başka kaynaklardan alarak hayatınızı devam ettirin. Bu kişiyle yaşamak zorundaysanız, bu kişinin dediği herseyden şüphe duyup başka kaynaklardan her denileni teyit edin. Ne yazıkki böyle bir hayat zor olacaktır.

***

Psikopatlık, bir dizi özellikten oluşan bir kişilik yapısıdır ve akıl sağlığı uzmanları tarafından çekici, manipülatif, duygusal yönden acımasız ve suç işleme potansiyeline sahip kişileri anlatmak için kullanılır. Bu terimin medyada kullanılma sıklığına bakan, sokakların psikopatla dolup taştığını zannedebilir. Oysa psikopatların nüfusun ancak yüzde birini oluşturduğu tahmin ediliyor. Bununla beraber psikopatlar, insanın burnunun dibinde saklanma konusunda çok yeteneklidirler. Birçoğu, dışarıdan normal ve çekici görünür. Bazı ana kişilik özelliklerini değerlendirerek, kişinin duygusal tepkilerini izleyerek ve ilişkilerine dikkat ederek içinizdeki psikopatları tespit etmeyi öğrenebilirsin.

Ana Kişilik Özelliklerine Bakmak:

• Sahte çekiciliğe dikkat et. Tıpkı bir oyuncunun birçok role bürünmesi gibi, psikopat da profesyonellerin hoş ve sevimli bir normallik “maskesi” dediği şeyi takar. Psikopatlar partilerin gözde insanlarıdır ve çoğunlukla herkes onları çekici bulur. İnsanları etkileyip kendilerini sevdirirler ki daha sonra onları kolayca manipüle edebilsinler.

Psikopatlar etraflarına insanları doğal olarak cezbeden bir özgüven yayarlar. Büyük ihtimalle sabit bir işleri vardır, nispeten başarılıdırlar da. Hatta bir ilişkileri, eşleri, çocukları olabilir. “Örnek vatandaş” rolü oynamakta üzerlerine yoktur.

• Abartılı bir benlik algısı ara. Çoğu zaman psikopatlar, gerçekte olduklarından daha zeki ya da daha güçlü olduklarına inanırlar. Statülerini yükselttiği için başarılı ve güçlü insanlara yakın davranır, kendilerinin özel muamele hak ettiğini düşünürler.

Kendilerini abartılı şekilde önemli görmeleri sık sık normallik maskesinde çatlaklara yol açar. Onlar için bir değerin ya da statün yoksa seni ezip geçerler.

• Dürtüsellik ve sorumsuzluk var mı diye kontrol et. Bu özelliklerin her ikisi de psikopatlık belirtisidir. Psikopatlar, var oluş biçimlerinde hiçbir yanlışlık görmezler. Verdikleri kararlardan ya da bu kararların sonuçlarından ötürü sorumluk duymayı reddetmeleriyle bilinirler. Aslında, kötü davranışlarının sonuçlarının kendisiyle bir ilgisi olduğunu reddetmektir bu. “Hiç işe gidesim yok,” ya da “İyisi mi, toplantıyı ekip onun yerine içmeye gideyim,” tarzı “tutarlı sorumsuzluklar” psikopatları harekete geçiren yaygın dürtüsel fikirlerdir. Psikopatlar güvenilir olanın tam tersidirler.

Benmerkezcidirler, kendi duygusal durumlarına göre akıllarına estiği gibi davranırlar. Kafalarına eseni, istedikleri anda yaparlar. Bu da sırf içlerinden geldi diye aldatmalarına, yalan söylemelerine ya da hırsızlık yapmalarına yol açabilir. Önlerine gelen herkesle cinsel ilişkiye girebilir, seri halinde ilişki yaşayıp ihanet edebilirler. Durduk yere işten ayrılabilirler (tabii ki bu iş kendilerine layık olmadığı için).

• Kural çiğneme eğilimlerine karşı tetikte ol. Eğer tanıdığın kişi kurallara harfiyen uyuyorsa muhtemelen psikopat özellikleri taşımıyordur. Psikopatlar otoriteden nefret eder ve kendilerini genelde kuralların üstünde görürler. Muhtemelen bu yüzden, parmaklıklar arkasındaki erkek suçluların tahminen %25’i psikopat olarak nitelendiriliyor.

Bununla birlikte kanunları çiğneyen, bundan hiç rahatsızlık duymayan ve hapse düşmemeyi başaranlar da var.

• Çocukken suç işleyip işlemediklerine bak. Uzmanlar psikopatlık ölçütlerine uyan yetişkinlerin çocukluklarında ortak noktalar buluyor. Psikopatlar gençliklerinde çoğunlukla, başkalarına karşı agresif davranışlar da dahil suça eğilimli davranışlar sergilerler. Ayrıca, sıkıntılara ve cezalara başka gençler gibi tepki vermeyebilirler.

Psikopat olduğundan şüphelendiğin kişinin sorunlu bir gençliği olup olmadığını kontrol et. Muhtemelen bu, yetişkinlikteki psikopatlık eğilimlerinin varlığına işaret eder.

Duygusal Göstergeleri Mercek Altına Al:

• Ahlak ilkelerini ya da kişisel etiğini incele. Söz konusu kişi vicdan sahibiyse muhtemelen psikopat değildir. Psikopatların genelde ahlak pusulası olmaz. İlerlemek için ne gerekirse yaparlar ve bu sırada kime zarar verdikleri hiç umurlarında değildir.

Mesela, bir psikopat başkalarının aksine belirli “kurallara” göre yaşamaz. Bir arkadaşının sevgilisinin peşine düşmekte ya da terfi için yakın bir arkadaşıyla rekabete girip bunun hakkında böbürlenmekte bir sorun görmeyebilirler.

• Bir kişinin sergilediği duygulanıma ya da duygusal tepkiye bak. Psikopatlar sığ duygusal tepkiler verirler, ölümlere, yaralanmalara ve başkalarında büyük negatif tepkilere neden olan olaylara normal tepkiler vermezler.

Psikopatça tepkilerle tipik otistik tepkiler arasındaki fark şudur: Otistikler başlangıçta duygusuz gözükebilirler ama daha sonra, zor durumla karşılaştıklarında büyük üzüntüye kapılabilir, kendilerini sorgulamaya, yardım yolları aramaya adayabilirler. Psikopatlardaysa altta yatan derin duygular yoktur.

• Suçluluk duygusu ara. Psikopat bireyler genellikle suçluluk duygusu ya da pişmanlık hissetmezler. Onları tanımlamak için kullanılan başlıca özelliklerden birisi duyarsızlıktır. Psikopatlar, kötü davranışlarına kızma diye seni manipüle etmek için, suçluluk duygusu hissediyormuş gibi yapabilirler.

Örneğin, kurbanlarına zarar verdikleri için suçluluk duyarmışçasına davranırlar, böylece sonunda kurban onları teselli eder.

İlginç bir şekilde, psikopatlar gerçekten empati kuramasalar da sahte empati konusunda çok başarılıdırlar. Spontane biçimde empati kuramazlar ama bunu istediklerinde (örneğin başkalarını cezbetmek için) yapabilirler.

• Kişinin sorumluluk kabul edip edemediğine bak. Psikopatlar haksız olduklarını ya da hatalı yargıda bulunduklarını asla yürekten kabul etmezler. Üstlerine gidildiğinde, hata yaptıklarını kabullenebilirler ama hatalarının sonuçlarından kaçmak için başkalarını manipüle ederler.

• Duygu sömürülerine karşı uyanık ol. Psikopatlar, onları kurban olarak görmeni sağlamak için senin duygularını ya da güvensizliklerini manipüle etmekte ustadırlar. Bu, gardını düşürmene yol açar ve seni gelecekteki sömürülere karşı savunmasız bırakır. Kurban zihniyetinin psikolojik kaynağına hep kabul edilemez ya da kötücül eylemler eşlik ediyorsa bu insanın gerçek doğasına karşı tetikte olmalısın.

İlişki Alışkanlıklarını Gözlemle:

• Fesat çıkarıyor mu diye bak. Psikopatlar karmaşa ve drama yaratmaya bayılır. Çok çabuk sıkıldıklarından ilginçlik onlar için önemlidir. Önce kışkırtıp tartışma yaratır, sonra kurban rolüne bürünüp aradan sıyrılabilirler. İnsanların hayatını alt üst eder, sonra arkalarına yaslanıp hiçbir şey olmamış gibi olan biteni izlerler.

Hayatında bir psikopat varsa onunla kurduğun her iletişim sonrasında muhtemelen kendi akıl sağlığını sorgularsın. Diyelim ki iştesin ve psikopat kişi, iş arkadaşlarından birinin senin arkadan konuşup hakaretler ettiğini haber veriyor. Dil döküp seni o arkadaşınla yüzleşmeye ikna eder. Çirkin bir yüzleşmenin sonrasında farkına varırsın ki karşındaki kişiyi de o kışkırtmıştır.

• Manipülasyona dair işaretlerin farkına var. Herkesin hareketlerinin ardında istediğini alma hedefi bulunur. Fakat psikopatlar bu konuda tilki gibi kurnaz olmalarıyla bilinirler. Normalde hayatta yapmayacağınız şeyleri yaptırabilirler. Kılık değiştirebilir, insanları suçluluk psikolojisine sokabilir ve kurbanlarına dilediklerini yaptırmak için başka yöntemler kullanabilirler.

Diyelim ki çalıştığın şirkette üst düzey yöneticisin. Psikopat seni “dost edinir” ve tatlı dille zayıflıklarını bir bir öğrenir. Sonra bir gün işe gelir, şirketin bir skandalla çalkalandığını öğrenirsin. Psikopata verdiğin hassas bilgiler medyaya sızdırılmıştır. İşinden kovulursun. Bil bakalım, senin pozisyonunu kapmak için sırada kim bekliyor?

• Karşındakilerin ilişkilerini değerlendir. Kimi psikopatlar kısa süreli evlilikleri başarıyla yürütebilir. Evlilikle ilgili sorunlarından eski eşlerini sorumlu tutar, evliliğin sona ermesinde payları olduğunu asla kabullenmezler.

İlişki, psikopatların partnerlerini idealize etmesiyle başlar. Zaman içinde karşılarındaki kişiyi değersizleştirir, nihayet onu bir kenara atıp daha yeni ve daha ilginç birine yönelirler. Partnerleriyle asla gerçek bir bağ kurmazlar, o yüzden gözlerini hiç kırpmadan evliliği ya da ilişkiyi sonlandırabilirler.

• Patolojik yalancılık var mı diye bak. Psikopatın sana söylemediği yalan kalmaz. Seni kandırmak için küçük yalanlar söylemekten tut da, yanlış yönlendirmek için koca koca masallar uydurmaya kadar her türlüsünü yapar. Çok şaşırtıcı ama bu, onlarda utanmaya yol açmaz. Psikopatlar yalanlarıyla gurur duyarlar. Tam yalanını yakaladım dediğinde gerçekleri saptırarak üste çıkarlar.

Dahası, yalanları yakalandığında şaşırıp kalmazlar. Sakin ve rahattırlar; tatlı dille her yılanı deliğinden çıkarırlar. Hiçbir şey onları gafil avlayamaz.

• Beceriksizce, yapmacık özürlere karşı uyanık ol. Bir psikopat köşeye sıkışırsa ve pişmanlık göstermesi gerekiyorsa sırf kendinden öylesi beklendiği için numara yapabilir. Ancak duygularını ifade etmeyi beceremediğinden inandırıcı bir dille özür dileyemez.

Yüzünde alaycı bir gülüşle, yapmacık bir tarzla “Seni harbiden üzmek istememiştim,” demek gibi tutarsızlıklarına tanık olabilirsin.

Eğer sana kendilerini affettiremezlerse öfkelerini yöneltebilirler. “Sen de amma hassassın,” ya da “Hâlâ mı oraya takılıp kaldın!” diye çıkışabilirler bile.

***

Psikopatların Pençesinden Nasıl Kurtuluruz?

Psikopat özelliği taşıyan kişiler sandığımızdan fazladır.
Bütün psikopatlar, kanunun suç saydığı filleri işleyecek değillerdir.
Olağan psikopatlar, enerjilerini, faydalı işlere de, kullanabilmektedirler.
Başarılı, hırslı insanların arasından psikopat özellikli kişiler çıkabilmektedir.
Aynı zamanda sosyopati ve Antisosyal Kişilik Bozukluğu olarak da bilinir. Psikopati, yalan söyleme, başkalarını sömürme, başı bozukluk, sorumsuzluk, kibir, rasgele ve çoklu cinsel ilişkiler, düşük irade kontrolü ve empati ve pişmanlık – suçluluk duygularının yokluğuyla örneklenen, B tipi kişilik bozuklukları arasında en tehlikeli kişilik bozukluğudur. Bu tehlike, psikopatik kişinin “normal görünme” yeteneğinin son derece gelişmiş olmasında ve kendini ustalıkla gizleyebilmesindedir.

Kurtulabilmek için, öncelikle, kişinin psikopat olduğunun tanımlanabilmesi gerekir.

Anneler, babalar, kardeşler, yöneticiler, patronlar, görevliler, hemen, herkes, psikopat özelliği taşıyabilirler.
Eğer anne veya baba psikopat özellikleri taşıyorsa, diğer eş ve çocuklar için zor bir hayat söz konusu olabilir.  Küçük çocukların psikopat özellikli anne – babadan korunması daha zordur.
Yaş büyüdükçe, bir uzmana başvurmak, her zaman çıkış yolunu bulabilmede, hayati önem taşıyabilir.
Psikopat ruhlu insanlar, herkesi etkileyemez.
Bilerek ya da farkında olmadan, kendilerine ” kurban ” ararlar.
Normal ve cezbedici bir psikopatı, kendinize eş olarak seçebilirsiniz, çünkü, psikopat, kendini çok iyi gizlemeyi bilir. Eğer, anne ya da babanız psikopatsa, işiniz daha zordur.
Çünkü, ebeveynlerinizi hayatınızdan kolaylıkla çıkaramazsınız.
Muhtemelen, anne – babanızdan biri psikopattır, diğeri, ” kurbandır “.
Siz de, ” kurban ” ebeveyninizle birlikte, berbat bir hayat yaşarsınız.

Kimler, psikopatların kurbanı olmaya adaydır ?

* Çocukluklarından itibaren, kendileriyle ilgili olumsuz düşünenler.
* Kendi değerlerini oluşturamayanlar, kendilerine inanmayanlar, kendi olumlu yanlarını göremeyenler.
* Hayata çok iyimser bakan ve yaşam enerjisi dolu insanlar.
* Çevrelerine karşı, aşırı iyi davrananlar.
* Başkalarının görmesine ve onaylamasına fazlaca ihtiyaç duyanlar.
* Kendileri için savaşmayanlar, isteklerini dışa vurma konusunda problem yaşayanlar.
* Kendilerinden çok fazla şey bekleyenler.
* Çelişkilerden kaçanlar ve başkalarının kızmasından korkanlar.
* Reddedilmekten ve terkedilmekten korkanlar.
* Kendilerine sınır çizemeyenler.
* Başka insanların hayat sorumluluklarını üstlenmeye istekli olanlar.
* Bütün herkesin iyi olduğunu düşünenler ve herkesin iyiliğini isteyenler.
Bu kişilik özelliklerini taşıyorsanız, hayatınıza, muhtemelen, psikopat ruhlu insanları davet edeceksiniz demektir.
Bu özellikleri taşımayan insanlarda, kanca atacak yer bulamaz psikopatlar.
Demek ki, öncelikle, biz davet diyoruz hayatımıza psikopatları.
Psikopatların radarları, çok iyi çalışır, yukarıdaki özellikleri taşıyan insanları, hemen, keşfederler ve ” kurbanlarının ” kalbini kazanacak herşeyi yaparlar.
Siz de, ” İşte ” dersiniz, hayatımın ” erkeğini / kadınını ” buldum.
Psikopat, bir ” kuyumcu ” titizliğiyle üzerinizde çalışır, Sizi, elde eder, kalbinizi kazanır.
Sizi, büyüler, hipnotize eder, gözünüzü bağlar.
Dışarıdan baktığınızda, psikopatlar, son derece, normal, başarılı, göz alıcı insanlardır, cezbederler.
Ancak, psikopatın ” karanlık yüzü “, kurbanıyla kilitlendikten sonra ortaya çıkmaya başlar.
Evlenirsiniz, bir süre, evliliğiniz iyi gider.
Problemler, zaman içinde ortaya çıkmaya başlar.
Önce, toz konduramazsınız.
Çünkü, psikopat, suçlayıcıdır, Sizin, kendinizi suçlu hissetmeniz için, gerekeni yapar.
Evet, hata bende ” dersiniz, ilk başlarda.
Çünkü, zeytinyağı gibi, suyun üstüne çıkmayı çok iyi bilir, psikopat.

” Kurbanları ” dışında da, çok iyi olduğu için, başkalarını inandırmakta zorluk çekersiniz.

Onu, en iyi, Sizden önceki ” kurbanı ” tanır.
Eğer, anne – babanızdan biri psikopatsa, işiniz daha da, zor demektir.
Çünkü, diğer ebeveyniniz de, kurbandır, muhtemelen.
Kurban olan ebeveyniniz kendini kurtarmadan, Sizin de, kurtulmanız zordur.
Beraber, cehennemi yaşarsınız.
Aile içi şiddet, ille de, fiziksel olacak diyemeyiz.
Psikolojik şiddet de, psikopatın kullandığı araçlardandır.
Psikopat, ailenin diğer bireylerini sindirir, korkutur, dışarıya kapatır aileyi.
Diğer bireylerin yaşama kanallarını tıkar, kurutmaya çalışır.
Psikopat, aile bireylerine, kendilerini ezik ve zayıf hissettirir.
Onlara güçsüz oldukların duygusunu aşıladıkça, kendi güçlenir.
Onların zayıflıklarından faydalanır, onsuz bir Dünya algılanamaz olur.
Psikopat, kişinin, bağımsızlaşmasına engel olur, çünkü, kişi, bağımsız düşünmeye başladıkça, psikopatın etkisinden, illizyonundan kurtulacaktır.
Psikopatların ” kurbanları “, ilk olarak, dışarıda bir Dünya olduğunu hatırlamalıdır, psikopat kişilikle yollarını ayırmaları, onların hayatlarını kötüye değil, iyiye götürecektir.
Uzun yıllar devam eden, psikopat – kurban beraberlikleri, zaten bir cehennem hayatı demektir.
Ancak, ” kurban ” kolu kanadı psikopat tarafından kırıldığı için, çemberin dışına çıkmaya cesaret edemez.
Böylece de, bir bağımlı ilişki kurulur, kurbanla – psikopat arasında.
Anne – çocuk, baba – çocuk arasında da, benzer ilişki kurulur.
Psikopat ebeveyn tarafından cesareti kırılan, kişiliği ezilen çocuk, dışarı çıkmaya cesaret edemez.
Psikopat ebeveyn tarafından kişiliği ezilen çocuk, büyüdüğünde de, başka bir psikopatın ” kurbanı ” olmaya aday olacaktır.

Kişi, psikopatın karşısında dik durmaya, onunla yüzleşmeye, ona karşı çıkmaya başlamadıkça, bu bağımlı ve yıpratıcı ilişki devam edecektir.

” Kurban ” psikopatı sorgulamaya başladıkça, psikopat, psikolojik ve fizik şiddet seviyesini yükseltecektir.
Çünkü, sorgulamanın, karşı çıkmanın, itiraz etmenin, güç ilişkisini tehdit etmeye başladığını hisseder.
Psikopat ilişkilerden kurtulabilmenin yolu, kişilikli olmaya, kendini korumaya, kendini sevmeye, kendine sahip olmaya çalışmaktan geçer.

Psikopatları, okyanusta yüzen köpekbalıklarına benzetirsek, çevresinde dolaşacak, koklayacak, ancak, diş geçiremeyeceği ava yaklaşmayacaktır.

Uzun yıllar, bir psikopatla ilişki yaşamış birinin, bir uzmandan yardım alması, en iyi çözümdür.
Eğer, anne ya da babanızdan biri, psikopat özellikleri taşıyorsa, sağlıklı bir kişiliği kazanabilmek için, onun, Size, zarar vermesini engellemeniz gerekir.
Bu engellemeye, fizik olarak görüşmemek de, dahildir.
Anne – babaya tereddütsüz bir itaat, söz konusu olamaz.
Toplumumuzda, yanlış olarak, anne – babaya karşı çıkılmaz, itiraz edilmez diyerek, çocukların kendilerini savunma hakları ellerinden alınmaktadır.
Eğer, anne – baba, çocuğu onaylayıcı, destek olucu davranmıyorsa, karşılıksız bir sevgi ilişkisi yoksa, çocuğun ebeveynlerine karşı çıkma hakkı olmalıdır.
Duygusal şantaj yapan, bir çok ebeveyn vardır.
Çocuk, eğer, kendini, taciz eden anne – babasının bu etkisinden kurtulamazsa, kişilğini kazanamazsa, kendine olan saygısını, özgüvenini kaybederse, hayatının ileri zamanlarında da, diğer insanlarla problemler yaşaması kaçınılmaz olacaktır.
Bir psikopatın, avı olmak ister misiniz ?
İstemezseniz, kendinizi sevin, kendinize güvenin, özgüveninizi geliştirin.
Çocuğunuzun, bir psikopatın avı olmasını ister misiniz ?
İstemezseniz, çocuğunuzu, kişilikli yetiştirin. Kendini sevmesi için, özgüvenini kazanması için uğraşın.
Hayır demesini öğretin ona, Dünya’nın iyiler ve kötü ruhlu insanlardan meydana geldiğini öğretin.

Kendinize bağımlı kılıp, cılız yetiştirmeyin çocuğunuzu.

***

Bu kişiler sizin duygularınızdan beslenen psişik vampirlerdir.

Ağlayıp, ona duygusal tepkiler vermek sadece onu mutlu eder.

Kendi hissettiği iki duygu vardır :

Öfke ve Kıskançlık. Bunun dışındaki tüm duyguları diğerlerinden kopya eder !

İşaretler :

• Her psikopat kendine özgü belirtilere sahiptir.

• Psikopatların kişiliğinin merkezinde insanları kontrol etme isteği yatıyor. İnsanları
kullananarak suçluluk hissetmemeyi kesinlikle başarıyorlar.

• Sorgulamada genellikle yumuşakbaşlı olmaya istekli bir şekilde davranırsanız ve bir anlamda sorgulamayı onların yönetmesine müsade ederseniz, araya sadece sorularınızla girerseniz, bir psikopattan normalin çok üzerinde bilgi alabilşirsiniz .

• Psikopatların, normal insanlardan daha iyi yalan söyleyebilmesinin nedeni, genelde yüzeysel cazibeye sahip olmalarıdır. Bunu kullandıklarında karşı tarafa oldukça sempatik görünürler.

• Kabahatli oldukları olaylarda, özür dilemez pişmanlık duymazlar, sıkıştıklarında bunların yerine hikayelerini değiştirerek durumu idare etmeye çalışırlar.

• Vahşi hayvanlar köşeye sıkıştırıldığında hemen karşı saldırıya geçerler. Karşı saldırıya geçme ihtimali ne kadar vahşi olduklarıyla orantılıdır. Şiddete baş vurabilitler, yada psikopatik laf kalabalığı denen bir yönteme baş vurabilirler. Bu yöntemle kelimelerle adete bir laf salatası yaparlar, sizi ne anlatmaya çalıştığını düşünmekle meşgul edereler.

• Cinayeti yada işledikleri suçu üstlendiklerinde kendilerini yücelmiş gibi hissediyorlar. Adeta tanrıymış gibi, kimin ölüp kimin yaşayacağına karar verme istekleri, seri katillerin en rahatsız edidici özelliklerinden biridir. Yaptıkları şeyler hakkında hissettikleri kibir, görkem, gösterişcilik bu durumları hep farkedebilirsiniz. Genelde bunun peşinde koşarlar.

• Psikopatlar yaptıkları şeyleri neden yaptıklarının farkındadırlar.

• Psikopatların ağlaması, acı yada pişmanlik duymasıyla ilgili değildir. Sizin öyle düşünmenizi istedikleri içindir, asla bu konuda samimi değillerdir…

Reklamın İnsan Üzerindeki Etkileri

REKLAMIN İNSAN ÜZERİNDEKİ ETKİSİ

“Bana bir ülkenin televizyon reklamını gösterin, o ülkenin motoronu neyin çalıştırdığını söyleyeyim.” Paul Knox

“Reklam ; yasal yoldan yalan söylemektir.” Michael Jackman

Sanayi devriminin ardından yaşanmaya başlayan kitlesel üretim ve tüketimle birlikte meydana gelen toplumsal değişmeler işletmelerin yapısını da etkilemiştir. İşletmelerdeki klasik pazarlama .anlayışının yerini modem pazar­lama, uygulamalarının almasıyla, pazarlama çalışmaları içinde reklam kavramı da yeni bir boyut kazanmıştır.

Reklam (reclame) Latin dilinde “çağırmak” anlamına gelen “clamare” sözcüğünden türetilmiştir. Genel olarak reklam; kişilerin, kurumların, mal ve hizmetlerin kamuya tanıtılarak benimsetilmesi şeklinde tanımlanabilmektedir.

Reklam; “bir işin, bir malın veya bir hizmetin para karşılı­ğında, genel yayın araçlarında tarif edilerek geniş halk kitlelerine duyurul­ması” olarak tanımlamaktadır.

Reklam, “doğrudan doğruya satmaktan çok, hitap ettiği kitleyi satın almaya hazırlayan ve satın alma fiiline sevk eden bir araçtır.”

Reklamın özelliklerini şöyle sıralayabiliriz:

· Reklam, pazarlama iletişimi içersinde yer alan bir öğedir.
· Reklam, belirli bir ücret karşılığında yapılır.
· Reklam, reklam verenden tüketiciye (hedef kitleye) doğru akan bir iletiler bütünüdür.
· Reklam, bir kitle iletişimidir.
· Reklamı yapan kişi, kurum ve kuruluş bellidir.
· Reklam ile tüketici bilgilendirilmeye ve ikna edilmeye çalışılır.
· Reklam mesajlarında mallar, hizmetler, vaatler, ödüller ve sorunlara çözümler vardır.
· Reklam, diğer pazarlama iletişimi öğeleri ile işletmenin belirlediği pazarlama stratejisi doğrultusunda saptanan pazarlama hedeflerine ulaşmak için koordineli olarak çalışır.

Reklamın genel amacı; hedef tüketicilere bir ürün veya bir hizmeti duyurmak, ürüne, markaya, işletmeye karşı tüketicilerde olumlu bir eğilim oluşturmayı sağlamaktır.

Diğer bir deyişle reklam, doğrudan satış ya da kar sağlamayı kolaylaştırmaya yönelik iletişim kurmaktır. Buna göre reklam; hedef tüketiciyi, reklamı yapılan ürünün ya da hizmete ilişkin farkında olmamaktan olmaya, reklam mesajını anlamaya, önerilen satış vaadini kabul ile satın alma arzusu yaratarak hedef tüketicileri satın alma davranışına yöneltmeyi amaçlar.
Reklamın, sosyolojik boyutuna yöneltilen eleştiriler olarak; reklam mesajlarının tüketiciyi yanılttığı, onun gerçek tercihini göstermesine imkan vermediği konusudur.

Binlerce ürünün kıyasıya yarıştığı serbest piyasa ortamında insanlardaki duygusal güdülere seslenerek, memnun olmadığı duygusunu kamçılayarak, eksiklik ve huzursuzluk yaratarak reklamı yapılan ürün ile bu eksikliğin giderileceği ve mutlu olacağı telkin edilmektedir. Söz konusu ürüne sembolik değerler yükleyerek ve yeniliği ön plana çıkararak “kullan, tüket, at” ve “eskisini getir, yenisi ile değiştir” felsefesinden hareketle yeni olan her şeyi almaya telkin etmektedir.

Reklamcılıkta Psikoloji ve Araştırmanın Gelişimi

Reklamcılık sektörünün, insanın düşüncelerinin nasıl şekillendiğini veya ortaya çıktığını anlamaya ve buna yönelik unsurların ortaya çıkarılması için araştırma yapan, teori üreten psikoloji ile yakın ilişkileri vardır. Reklamın bütün mecralara yönelik tasarımlarında kullanılan, oldukça önemli unsurlardan biridir psikoloji. 1994 tarihinde, Mattelart’a göre, Sigmund Freud’tan önce insanların davranışları içgüdülerle açıklanmaya çalışılmaktaydı. Buna göre insanlar marka kavramına yönelik önerilere açıklık, taklit ve sempati unsurlarını içgüdüsel olarak yapmaktaydı. 1920 yıllarında, bu değerlendirmeler davranışçılığın öne çıkmasıyla uyarıcı-tepki ya da etki-tepki teorisi ile farklılık göstermiş, sebep-sonuç ilişkisini ortaya çıkarmıştır. Buna göre çözümlemeler, tüketici-mesaj arasında olan ilişki, tepkinin kaydı ve hatırlanma durumuna dönüşmüştür. Bunların ortaya çıkarılmasıyla, araştırmalar daha ayrıntılı olarak sürdürülmüştür.
Yirminci yüzyılın başlarında, Nortwestern üniversitesinde, reklam psikolojisi üzerine araştırmalar başlamıştır. Bu yıllarda araştırmacıların yaptığı çalışmalar, kitap haline getirilerek yayınlanmıştır. Dönemin, reklamla ilgili araştırmaları ve yazarları kısaca şöyledir. 1908 yılında, Walter Dill Scott reklamda ve satıcılıkta psikolojinin kullanılması konularını işledi. Gene 1908 yılında Harry Dwight, reklamcılıkta araştırmanın önemini anlattı. Arcibald Crossley, 1919 yılında, bugün reklam araştırmalarında kullanılan ilk anketlerin kullanılmasını sağlamıştır. (Mayer, 2004). Albert Lasker reklamın ikna edici unsuru üzerinde durmuştur. Claude Hopkins reklamın ikna edici unsuru üzerine araştırma yapmaya başlamış ve bu araştırmaları 1923 yılında yayın haline getirtmiştir. (Arens, 1996) bütün bu araştırmalar, reklam ve insan ilişkisinin ayrıntılarını gözler önüne sermeye başlamıştır. bu araştırmalar bir taraftan sürdürülürken, reklam sektörü öne çıkan verilerden yararlanmayı da ihmal etmemiştir.

REKLAMIN ETKİLERİ:

Reklamın İnsanlar Üzerindeki Etkileri
“Kim olduğunu öyle haykırıyor ki; ne dediğini duyamıyorum.” Ralph Waldo Emerson

Reklamların; insanlar üzerindeki etkileri;insanlarda bulunan temel iç dürtüleri uyandırmak,harekete geçirmek ve etkilenmeler sonucu davranışlar meydana getirmek şeklindedir. Temel içgüdülerin uyanması,ortaya çıkması bütün insanlarda aynı şekilde meydana gelir.
Uyarıcının türüne karşı insan organizmasının gösterdiği tepkiler insandan insana farklı etkiler ve tepkiler meydana getirebilir. Çünkü her insanın sevdiği,arzu ettiği, emelleri,ihtiyaçları farklı olabileceği gibi aynı uyarıcılara karşı,gösterecekleri tepkiler de farklı olabilir.

Reklamların temel iç dürtüler üzerindeki etkileri de çok önemli ve büyüktür. Temel iç dürtüler; içgüdülerden farklı olarak kaynağı, şiddeti, nereden, nasıl çıktığı belli olan bütün insanlarda normal şartlarda aynı şekilde görülen, ortaya çıkan dürtülerdir. Temel iç dürtüler bütün canlı varlıklarda aynı şekilde, ortak olarak vardırlar.

Reklamlar; insanlardaki temel içgüdülerin, temel iç dürtülerin karşılanması, giderilmesini, insanların arzu, heves, istek,dileklerine kavuşmalarını ve mutluluğa ulaşmaları görüşünden hareketle yapılırlar.

Reklamların temel düşüncesi; insanlardaki ihtiyaç, ilgi, arzu, heves duygularını harekete geçirmektir. Bunun için de üretilen mal ve ürünleri insanların temel ihtiyaçları olacak, bunlara sahip olunca arzuları, hevesleri gerçekleşip mutluluğa kavuşacaklar düşüncesiyle insanları ilgilerini çekmeye, duygularını okşamaya çalışırlar. Reklamlardaki en önemli unsurlardan biri: bir reklamın, insanlar içerisinde bulunan, estetik, şıklık, güzellik duygularını harekete geçirebilmesidir. Bütün reklamlar bu amaçtan yola çıkarak hazırlanır, yapılır. İnsanlar güzel, şık, zarif buldukları, kendilerini etkileyen, sahip olduklarında mutlu olacaklarına inandıkları mal ve ürünleri, ihtiyaç olmasa da almaya çalışırlar.

Reklamın Çocuklar Üzerindeki Etkileri:

“Eğer reklamlar,çocukların beynini istila edip, ebeveyn görevlerine el koyarak zorla ailenin içine girmişse ve de aileler marketle çocuk arasında bir aracı olmaktan öteye gidemeyecek kadar alçalmışsa, işte bu; gerçekten günümüzün sosyal devrimidir.”
Jules Henry
Reklamların gençler üzerinde bıraktığı etkiler vardır. Gençler sürekli olarak yenilik arayışı içindedir. Reklam yapımcıları da gençliğin bu zaafını kullanarak tanıttığı ürünlerin çoğunu gençlere yönelik düzenlemiştir.
Çocukların en çok etkilendiği şeylerin başında reklamlar gelir. Reklamlar yapımcıların hedef kitlelerinin %30’unu çocuklar oluşturur. Bu nedenle çocuk reklamlarına önem verilmiş, daima ilginç şeyler yapılmaya çalışılmıştır.

Çocuklar sürekli olarak ilginç, akıcı ve rengarenk şeylere yönelir. Bunu bilen reklam yapımcıları, reklamlarını genellikle ilginç karakter kullanarak yapar. Bu karakterler hayal dünyasının ürünü olan çizgi film kahramanlarıdır. Bu tip kahramanlar daima çocukların ilgisini çekmeyi başarmıştır. Sonuçlara baktığımızda: çizgi film karakterlerinin oynadığı reklamları, diğer reklamlara oranla daha eğitici, daha düzeyli olduğu ortaya çıkmıştır. Bu reklamlara örnek vermek gerekirse: “Corn Flakes (cips) reklamı, süt reklamı, çikolata reklamı vb.” Çocuklar hayal dünyası çok geniş olan varlıklardır. Bu nedenle bu tip eğlenceli reklamları büyük bir zevkle izlerler.

Sonuç olarak, çocukların reklamlara bu kadar ilgi duymalarının sebebi:

“Çok geniş ve renkli hayal dünyalarıdır.”

Reklamlar çocukların satın alma isteklerini arttırır.Yapılan reklamlarla çocukların yemek yeme alışkanlıkları arasında kuvvetli bir ilişki vardır.Ancak reklamı yapılan ürünler her besin grubundan ürünler olmadığından çocukların sağlıksız beslenmelerine neden olabilmektedir.
Reklamların çocuklarda ‘her gördüklerini elde etme arzusu’ yaratabileceği öne sürülmektedir. Özellikle de abartılı reklamların çocuklarda gerçek ile hayali ayırt edemeyecek şekilde çarpık kavramlar oluşturabileceği ileri sürülmektedir.

Reklamların Çocuklar Üzerindeki Etkileri (yaş olarak)
0-5 yaş = %20 etki
5-7 yaş = %55 etki
7-10 yaş = %62 etki
10-15 yaş = %70 etki
15-17 yaş = %85 etki[6]

KİŞİLERİN YAŞ GRUPLARINA GÖRE EN ÇOK İZLENEN REKLAM TÜRLERİ(10-30)

10-15 YAŞ: Bu yaş gurubu önemi daha çok giyim ve elektronik eşyalar yönünde değişiklik göstermiştir. Bu nedenle bu yaş grubu bu gibi ürünlerin reklamlarını izler.
18-21YAŞ: Bu yaşlar, çeşitli istek ve arzuların geliştiği , daha çok büyüme gösterdiği yaşlardır. Artık gençlerin istedikleri doruk noktaya ulaşmıştır. İstekler, araba, motosiklet gibi motorlu taşıtlara yönelme göstermiş ve bunlar yapılan reklamların daha çok izlediği saptanmıştır.

Reklam mizansenlerindeki yaşam biçimleri, anne, baba ve çocuk tipleri, bu tiplerin duygu, düşünce, davranış ve tutumları, genelde çocuklar için model oluşturmaktadır. Bu açıdan reklamın çocuğun gelişiminde ve sosyalleşmesinde önemli bir rolü bulunmaktadır. Reklamların çocuklar üzerindeki etkileri, uzun dönemde varlığını göstererek, çocuğun kişiliğinin oluşmasında etkili olmaktadır.

Batı ülkelerinde her çocuk, yılda ortalama 900 saat televizyon başında kalıyor ve bu süre içinde de en az 10 bin reklam filmi seyrediyor. Her çocuğun aynı süre içinde okulda derste geçirdiği zaman ise sadece 700 saat. Yine aynı araştırmaya göre 1997’de her çocuk için yıl boyunca yapılan ortalama alışveriş 4 bin 800 doları buluyor. Bu arada boşanmalar arttıkça, çocuklara alınan hediyelerin de arttığı hatta boşanmış ailelerde büyükanne ve büyükbabaların da acıma duygusuyla torunlarına daha sık hediye aldığı belirtiliyor. The Guardian gazetesinin bir haberine göre McDonalds, çocuklar için hazırlanan televizyon reklamlarına bir yıl içinde ortalama 34,6 milyon dolar, Coca Cola ise 16,2 milyon dolar harcıyormuş. Şimdi şöyle bir düşünelim: Reklamlardan etkilenen çocuklar, anne ve babasının satınalma kararını etkiliyor, kendilerine yönelik ürünlere sahip olmak için ısrarla talep ediyor ve sahip olamazsa mutsuz oluyor. Kabul. Ailenin olanakları varsa çocuklarını mutlu etsin tabii ki. Ya ay sonunu zor getiriyorsa ne olacak?

Çocuklarla ilgili reklam düzenlemelerine bakacak olursak; 2012 yılına kadar reklam ve tanıtıcı faaliyetlerle ilgili yasal düzenlemeler güncellenecek, çocuklara yönelik reklamlarda istismar önlenecek, toplumu yanıltıcı ve bilimsel kanıta dayalı olmayan haberler yayınlanmayacak.

Çocuklarda obeziteye yol açabilecek gıdaların reklamlarının yayın saatlerine düzenleme getirilecek, çocuklara yönelik programların aralarında obezite riski oluşturulacak gıda reklamlarının yayınlanması engellenecek.

REKLAM-MARKA İLİŞKİSİ

“Modern endüstriye dayanan toplum, raslantısal ya da yüzeysel olarak değil, temelde gösteri yanlısıdır. Hakim iktisadın imajı olan gösteride amaç hiçbir şey, gelişme ise her şeydir. Gösteri, kendinden başka hiçbir şeye varmak istemez.” Guy Debord
Popüler kültür, gündelik hayatı sömürgeleştiren bir kullanım ve tüketim kültürüdür. İnsan eğer popülere katılmazsa veya kazara popüleri yakalayamazsa, popüler bir şekilde tedirgin edilir ve tedirgin hisseder; huzursuzdur. Popüler medya, madde bağımlı duruma gelmiş popülerkullanıcıyı özgürlük mitleriyle besler. Popüler siyasal, ekonomik ve kültürel pazarda emeğiyle üretime ve dağıtıma katılan ve bölüşümden ona verilenle serbest köleliği garantilenen insan, popüler olmayan kendine kendi olarak bakmaktan korkar; kendini kendinden çalan popülerlere kurtarıcı olarak sarılıp özgürlüğünü, kimliğini ve kendini bulup rahatlar: Bu yolla kendinin sandığı “önemli kendi” olur. Bunu her gün sürekli yapmak zorundadır. Böylece kitle üretimi yapan endüstriyel yapıda insan materyal ürünleri, bu materyal ürünü yaratan üretim biçimi ve ilişkilerine uygun bilinci taşıyarak yaratır. Popülerlerle paketlenmiş popüleri, tüketiciler alır ve popüleri boğazlarına takarlar, saçlarına ve yüzlerine sürerler, midelerine indirirler, üstlerine giyerler, kulaklarına ve vücutlarının başka yerlerine takarlar, ayaklarına giyerler. Bu yolla popülerin popülerleştirilme sürecini tamamlarlar. Bu tamamlamada, tüm pazar mekanizması memnun gülümser.

Markalar, bu popüler kültürün içinde hayat bulurlar. Tanım yapmamız gerekirse; marka, üretici veya satıcıların malını tanıtan, onu başkalarının mallarından ayırmaya yarayan isim, terim, sembol, şekil veya bunların bileşimidir. Markanın tüketiciler açısından, malın tanınmasını sağlaması, kalite açısından güven unsuru olması, mal hakkında bilgi vermesi ve tüketiciye korunma imkanı vermesi açısında faydaları vardır.

MARKANIN İNSAN ÜZERİNDEKİ ETKİSİ

Günümüzde insanların bir bölümü marka bağımlısı halindedir. Bir ürünü satın alırken dikkat edilen ilk şey o ürünün markası olmaktadır. Markası olmayan ürünlerle ilgilenilmediği giderek yaygınlaşmaktadır. Bu markaların bir kaliteyi simgelemelerinden daha çok sahip oldukları imajlardır. Kimisi zenginlik ve soyluluk imajı, kimisi güçlülük ve bir kesime ait olma imajıdır.
Üçüncü dünya ülkeleri halkları yaşam savaşı verirken, aynı topraklarda kıyasıya bir markalar savaşı sürüp gitmektedir. Bu markalar savaşı sürerken, bütün yerel kültürel değerlerde yara olmaktadır. Escada, Lee Cooper, Lewis, Coca Cola, Mc.Donald’s v.b. markalar girdikleri ülke topraklarında bütün yerel tüketim biçimlerini, mutfak geleneklerini, yerel giysileri ortadan kaldırırlar. Çünkü yerel unsurların bir markası ve kullanıcılarına kazandırdığı farklı bir statü yoktur. Modernliği yakalayabilmenin yolu markayı tercih ederek gerekli imajı yakalama eğilimi ağır basmaktadır. Günümüz tüketicisi ürün tüketmeden çok marka ve imaj tüketmektedir.Reklamın marka ile ilgili; marka olan bir mal veya hizmetin hala aynı olduğunu, aynı faydaları sağlayacağını markanın güvenilir ve sağlam olduğunu hatırlatma, müşterinin güvenini tazelemek veya yeni bir marka imajı tasarlamak, bir marka imajını korumak, markanın arzu edilen imajını değiştirip yerine yenisini koymak v.b. gibi rolleri vardır.

Reklamlar çogu zaman ürünü tanıtmak yerine marka kullanıcısı imajı yaratmaya, degistirmeye veya korumaya yöneliktir. Bu reklamlarda üründen çok o ürünü ne tarz insanların tükettigi ve o markaya yönelenlerin ne kadar mutlu, keyifli, haklı, vs. oldugu gösterilir. Amaç, bazı eski markaları kullanan tüketicilerin kendilerini mutsuz hissetmelerini saglayabilmektir. Bu gösterimde bazen sezgisel, bazen de bilimsel bir sekilde tüketicilerin öykünme (orada olma istegi) ve özdeslesme (o kisi olma istegi) psikolojisinden faydalanılır. Baska deyisle, kisinin manevi yoksunluklarından ve varolussal sorunlarından tüketme ve tüketirken de o markaya yönelme yoluyla kurtulabilecegi mesajı verilir.

YAYINLANMAKTA OLAN BİR KAÇ REKLAMA BAKIŞ

“Bir beyin olmak demek, ne giyeceğini, ne satın alacağını ya da nasıl konuşacağını kendinden başka kimsenin (ya da hiçbir şeyin) söyleyememesi demektir.” Naomi Klein

Reklam uzmanı olan Günseli Özen Ocakoğlu; “Son dönemde giderek artan rekabet reklamlarda sıra dışılığın kullanılmasına neden oluyor. Sıra dışı olmak bir anlamda dikkat çekmek anlamına geliyor. Öne çıkmak isteyen markalar bazen renk körlüğü gibi ‘reklam körlüğüne’ düşebiliyor. Bu sadece bizde değil, yurtdışında izlediğimiz yarışmalarda da olabiliyor. Biz de ise son dönemde bazıları “vur patlasın çal oynasın” derken, bazıları da cinselliği öne çıkarıyor. Ne yazık ki iyi reklamlar giderek azalırken işin kolayına kaçanlar ‘absürd reklamlarla’ dikkat çekmeye çalışıyor.” tesbitinde bulunuyor.

Birkaç aydır ekranlarda bilinmeyen numaralar servisi 118’in reklamları dönüyor. Kullanılan müzikler, kostüm, tip epey konuşuluyor. Bunun son versiyonu da 118 33. Siyah gömleğin üzerinde, parlak sarı renkle kocaman 33 yazıyor. Erkek oldukça feminen! Reklam 18 saniye. Filmde oynayan kişi şunları söylüyor: “118’i herkes biliyor, arkası böyle karman çorman oldu. Şimdi onu düzelteceğiz. 70 milyon Türkiye’nin aradığı 33’te. Ben de 33’teyim. Bundan sonra hep beraberiz anacım.” Bu cümlenin ardından da müzik eşliğinde oynuyor.

Ben aptal değilim

Çok konuşulan reklamlardan biri elektronik mağazalar zinciri Media Markt’ın billboardlardaki reklamlarıydı. Geçtiğimiz yıl ‘ben aptal değilim’ sloganıyla boy gösteren reklamlar epey tepki almış, başka firmaların mağazalarından alışveriş yapan tüketicilere hakaret edildiği gerekçesiyle, reklamın üç ay durdurulması kararı çıkmıştı. Yine aynı firma reklamlarında, hayvan kafası resimleriyle insan vücudunun resimlerini birleştirmiş, “Fotoğraf makinesi alırken sağılacak inek miyim, cep telefonunda kazık yiyecek kadar kuş beyinli miyim, televizyonda pahalı fiyata atlayacak kadar sazan mıyım, çamaşır makinesinde kazığa razı olacak kadar koyun muyum?” sloganlarını kullanmıştı. Bunun üzerine Reklam Kurulu firmaya 134 bin lira para cezası vermişti.
Regal’in çamaşır makinesi reklamında da bu firmanın dışındaki ürünleri tercih edenlere ‘kuş beyinli oldukları’ üstü kapalı bir şekilde ima edilmişti.

Ona sahip olmamak ne kadar utanç verici:

Yıl 2005… Peugeot firması yeni model 307 serisini gururla tanıtacaktır vatandaşa. Her şey hazır, sloganı da ekleyince tamamdır: “Peugeot 307 ‘Ona sahip olmamak ne kadar utanç verici”. Billboardlarda gördüğümüz bu reklamın akıbeti uzun sürmedi. Birçok kişi tepkiyle karşıladı bu durumu. Nihayetinde İzmirli avukat Yusuf Akın, Türk milletinin kişilik haklarına saldırıldığı iddiasıyla Peugeot Otomotiv Pazarlama A.Ş.’ye dava açtı. Akın, “İfadeler, Türk milleti tarafından asla kabul edilemeyecek komiklikte, hakaret içeren aşağılayıcı ve küçük düşürücüdür. Peugeot firması herkese birer Peugeot marka araç dağıtarak bizi bu utanç verici durumdan kurtarsın.” dedi. Peugeot’nun reklamı daha sonra beraat etti.

İhtiyacım var(!)

Sanayi kapitalizmin, etkisine aldığı insanları istediği şekilde dönüştürme ve kendisine uyumlu varlıklar yaratma şeklindeki hegemonik yapı, yine reklamda kendini göstermektedir. Bu bakımdan bir banka reklamında, Müslüm Gürses’in “ihtiyacım var” şarkısıyla teknolojin son ürünlerini sıralaması oldukça ilginçtir. Bir zamanlar düzenin çarpıklığına, eşitsizliğe ve yoksulluğa “itirazım var” şarkısıyla kafa tutan Müslüm Baba, şimdi “ihtiyacım var” diyebilmektedir. “İtiraz” bir anda “ihtiyaca” dönüşüvermektedir.

Sonuç:

İçinde yaşamakta olduğumuz toplum, bir tüketim toplumudur. Aşırı harcama ve lüks tüketimle yapılanan bu aşamada, insanlar, üzerine düşen görev ve sorumlulukları alış veriş yaparak yerine getirmektedir. Modern kapitalist piyasadaki iktidar, insanları etkileme, yönlendirme ve kontrol etme yöntemini harcama ve tüketim üzerinde gerçekleştirmektedir. Reklam ve teknolojik gelişim, bu anlamda sistemin işleyişine büyük fayda sağlamaktadır. Birbirlerini güçlendiren reklam ve teknolojik gelişim, sistemin tam istediği şekilde insanları tüketime zorlamaktadır.
Yenilik ve hız tutkusuna kapılmış günümüz insanı, tüm dikkatini lüks tüketim ve aşırı harcamayı yapılandıran reklam ve teknolojik gelişimin sinerjisine vermektedir. Türkiye’deki bir bankanın kredi kartı reklamındaki “alsak alsak daha başka ne alsak” diye çığrışan insanların durumu, işleyişi çok net aydınlatmaktadır. İnsanlar, adeta birbirleriyle yarışırcasına alış veriş merkezlerine koşarak harcama yapmaktadırlar.

Modern hayat karşında içine girilen pasiflikten tüketerek çıkmak yolu denenmektedir. Teknolojik gelişme ve reklamla büyük bir ivme kazanan ekonomik iktidar, bugün gündelik hayatın her alanında insanları “denetleme” ve “kontrol etme” şeklindeki “panoptikon”unu kurmaktadır. Alış verişte verilen bilgilerin aynı anda veri ağlarına aktarılmasıyla, kredi kartlarıyla yapılan harcamalarla, İnternette gerçekleştirilen satın almalarla; mağazalardan dershanelere, hastanelerden tüm sokak ve caddelere yerleştirilen kameralarla günümüz insanları, çağdaş “panoptikon”larda sürekli izlenmektedir. Her an kameralarla izlenen birey, yaptığı tüketimle sistemin uysal bireyleri olduklarını itiraf etmenin haklı gurur ve rahatlığını yaşamaktadırlar.

Gündelik zorunlu ihtiyaçlarını kendi imkânlarıyla karşılayanların ötekileştirildiği günümüzde, ekonomi politik insanların doğal yeteneklerini kaybettirerek piyasaya bağımlı kılmaktadır. Ekonomik sosyal ve kültürel içerikli her ihtiyacın karşılanması, piyasadaki uzman, bilirkişi, kurum ve özellikle teknolojik ürünlere devredilmesiyle, modern insan hemen tüm doğal yeteneğini unutmaktadır.
Doğum, ölüm, evlilik, eğlence, eğitim gibi tüm etkinlikler dizisi, her gün sayıları ve etkinlikleri artan piyasa uzman ve kuruluşlarına havale edilmektedir. Böylece, doğurduğu çocuğa nasıl bakacağını, ateşi çıkan çocuğa ne yapılacağını, ölen yakını nasıl defnedeceğini, nasıl turşu kurulacağını, reçele neler konacağını, sökülen düğmesini nasıl dikileceğini, düğünlerde neler yapılacağını, bozulan ütüsünü veyamusluğunu nasıl tamir edeceğini bilmeyen ve bunları karşılamak için tamamıyla “piyasaya bağımlı, yeteneksiz ve geleneksiz bir insan kitlesi” geçen her süre artmaktadır.

“Herhangi bir problemleriniz mi var hiç dert değil, size bir telefonun tuşları kadar yakınız, hadi ne zaman kaybedip üzülüyorsunuz arayın”.

İd (Alt Benlik), Ego (Benlik), Süper Ego (Üst Benlik)

Sigmund Freud daha sonra psikanalizin “yapısal kuram”ı olarak adlandırılmaya başlanacak olan Ego ve İd kitabını 1923 yılında piyasaya sürdü.

Yapısal kuram, zihni üç birim ya da “yapıya” böler: İd, ego, süper ego. Bilinçdışı, id, biyolojik ihtiyaçlarını karşılamak için insanlığın en ilkel isteklerinden oluşur. Superego (o da biliçdışı), sosyal açıdan uyarılmış vicdanları içerir ve tinsel ve etik yasaklamaları ile ide karşı koyar. Genellikle bilinçli ego, ikisi arasındaki arabulucu işlevini görür. Bilinç ve bilinçdışı olarak farklı bakış açıları ve farklı seviyelere sahip olan Freud’un zihin kavramı, insanın doğasını anlamada fazlasıyla ileri düzeyde olduğu halde, modelinin bazı yönleri şiddetli eleştirilere maruz kalmıştır.

Özellikle onun esas olarak cinsel arzu tarafından yönlendirilen id hakkındaki görüşü ve manevî durumları insan doğası için reddedişi, Carl Jung ve Alfred Adler gibi eski öğrencilerin, O’ndan ayrılarak kendi rakip teorilerini geliştirmelerine neden olmuştur. Aynı şekilde, Freud’un bireysel arzular (id) ve toplumun ihtiyaçlarına (süper ego) yönelik muhalif görüşleri eleştirildi. Freud’un modeli, psikolojide sonradan ortaya çıkan sayısız ilerlemelere yol açan birçok iç görü içermektedir. Bununla birlikte mevcut haliyle aklın manevi durumlarını görmezden gelir ve -bir çatışma arenası olarak insan zihni – dinlerin (Hristiyanlık) ”düşme” ya da “esaret” (Hinduzim ve Budizm) durumu olarak adlandırılan bir psikolojik işlev bozukluğu kuramı üretir. İd ve superego arasındaki bu karşıolum, her insanın bünyesinde var olan “kötü eğilim” (yetzer ha ra) ile “iyi eğilim” (yetzer ha-tov) arasındaki bitmek tükenmek bilmeyen çatışma, geleneksel Yahudi psikolojisindeki düşmüş insanoğlunun bir yansıması olabilir.[1] Buradan hareket edilirse varılan nokta şu olur: sağlıklı bir insandaki bütün zihin yetilerinin ahenkli işleyişini açıklayan bir kuramdan yoksundur.

Freud’un yapısal kuramı

Ego, süper ego ve id ,psikanalitik kuramda insan ruhunun üç parçadan oluşan bölümleridir ve zihinsel faaliyet alanını üç enerjik bileşene ayırma işlemi de şöyledir:

İçgüdüsel ihtiyaçlardan ve dürtülerden türetilen psikolojik enerjinin kaynağı olan id
İçe özgü kişi ile dış gerçek arasındaki örgütlü bilinçli arabulucu olan ego
Kurallar, çatışma, ahlak, suçluluk gibi şeyler tarafından hafifletilmiş bilinçli zihnin içselleşmesi olan Süper ego

Sigmund Freud’un kuramında id bilinçdışına, ego bilince ve süper ego “bilinç öncesi (ön bilinç)”ne karşılık gelir. Bilinçli zihin, bir insanın herhangi bir anda farkında olduğu şeydir (gerçeklik). Bilinç öncesi “kullanılabilir bellek ” olarak tanımlanabilir. Bir insanın “şu anda” düşünmediği fakat kolaylıkla hatırlayabildiği şeylerdir. Bununla birlikte Freud’a göre bu ikisi sadece buzdağının tepesiydi: İnsan zihninin en büyük kısmı gizlidir – bilinçsizdir – insanların kolayca farkına varmadığı durumlardır. Bunlar ya bilinçsiz, örneğin dürtüler ve içgüdüler olarak ortaya çıkar, ya da hayatın belli bir noktasında “gizli” olabilirler, çünkü insanlar böylesi travmatik hatıraların farkında olamaya katlanamazlar.

Zihnin üç bileşeninden, gerçeklik, toplum (süper ego tarafından temsil edilir) ve biyoloji (id tarafından temsil edilir) kavşağında olan ego en zorlu konumdadır. Bu nedenle, bazen ego ya da “ben”, bu bölümlerin talepleri tarafından bunaltılmış ya da tehdit edilmiş hissedebilir ve onları uzlaştırmaya gücü yetmeyebilir.

İd

Freud, erken psikosomatik tıbbın öncülerinden Georg Groddeck tarafından yazılan “Onun kitabı” eserinden (İng. “The Book of It”, Alm. “Das Buch vom Es“) “Id” terimini ödünç aldı. İd (“İd” Latincedir, İngilizcede “It” orijinal Almancada “Es” şeklinde ifade edilir) birincil süreç düşünmeyi – bizim en ilkel dürtülerimizi, ihtiyaç dürtülerimizi temsil eder. Vücutta oluşan cinsellik ve saldırganlığın ilkel dürtüleri çerçevesinde düzenlenir. Bazen Freud’un kullandığı Almanca, triebe kelimesi “içgüdüler” olarak yanlış tercüme edilir, ancak kelimenin tam anlamıyla “dürtüler” anlamına gelir. Bazı durumlarda Freud, bunları “arzular” olarak da isimlendirdi. Dürtüler, temel insan ihtiyaçlarının güdüsel (motive edici) güçlere dönüştürümüdür.

İd’de, bu dürtüler anında tatmine ya da serbest kalmaya gereksinim duyarlar. Bir araştırmacının ifade ettiği gibi:”aç bir yeni doğan bebeğin, morarana kadar ağladığını net bir şekilde hayal edin. Hiçbir şekilde yetişkin manasında ne istediğini “bilmez”; o sadece istediğini biliyor ve şimdi istiyor. Freud kuramlarına ait görüşe göre yeni doğan bebek saf ya da neredeyse saf id’den oluşmaktadır. İd, eğer biyolojinin ruhsal bir temsilcisi değilse hiçbir şeydir.[2] Ancak haz ve anında tatmin ilkesine göre işlev gören arzu, vücudu tek başına tatmin edemez. İhtiyaç hemen tatmin edilemez ise kişinin bilincine zorla girene kadar giderek daha da kuvvetlenecektir. Freud’un teorisinde, yetişkin psikolojik sorunlarının temelini oluşturan, çocukluk çağında ortaya çıkan, bu içgüdüsel dürtüler ya da içtepilerdir. Freud, İd’in dürtüler ve iç güdüler arasında iki ana kuvvetini tanımlamıştır: Yaşam (Eros) ve Ölüm (Thanatos) iç güdüleri. Yaşam içgüdüleri, bireyin hayatını devam ettirir (Hayatta kalmaya bağlı tüm ihtiyaçlar: Gıda, su, barınak vb.) hem de türlerin devamlığını (cinsiyet) sağlar. Freud insan ruhunu güdüleyen bu eş etkinliği (sinerji) Latince de libido olarak adlandırır. Libido (başka herhangi bir dürtü değil) bilhassa cinsel dürtü anlamında kullanıldı, çünkü Freud cinselliğin insan ruhuna en önemli gereklilikler olduğuna inandığı için ve insanlar sosyal varlıklar olduğu için, o cinselliğin bütün ihtiyaçların en sosyali olduğu kanaatindedir.

Freud daha sonra hayat boyunca yaşam güdüsünün hemen yanında ölüm dürtüsü olduğunu düşünmeye başladı. Ölüm, barışı, acının, ıstırabın, hayatın olumsuz ve hoş olmayan deneyimlerinin sona ermesini vaat eder. Buradan hareketle ölüm, bütün insan ihtiyaçlarının telafisidir. Freud, “çocuğun ilk adımı ölümün ilk adımıdır” sözüyle aynı görüşü paylaşıyor olabilir. Freud, barış isteğinde ve alkol, uyuşturucu, kitap ve film aracılığı ile gerçeklikten kurtulma girişimlerinde ölüm içgüdüsünün kanıtı olduğunu gördü. Tam olarak doğrudan doğruya intihar, dolaylı olarak saldırganlık, zulüm ve yıkıcılık içinde hazır bulunur.

Ego

Ego Latince ben anlamındadır, Freud’un başvurduğu Almanca kelime ise Ich’tir.

Freud’un görüşüne göre, ego ilkel dürtülerimizi, manevi idealleri ve tabuları ve gerçeğin sınırlamalarını dengelemek için id, süper ego ve dış dünya arasında aracılık etmektedir. Tüm birimler arasında başarıyla aracılık etmek ve uyum işlevlerini yerine getirmek için durum (gerçeklik) değişinceye ya da dürtünün tatmininin toplumsal olarak kabul edilebilir bir yolu bulunana kadar, idin dürtü ve içtepilerinin tatminini geciktirmeye, zorlanması gerekmektedir

İd talep karşılamasını “yönlendirir” ve çoğunlukla süper ego için kabul edilemez bir durumda olduğundan, ego kabul edilebilir koşulları belirlemelidir. İd’in içtepilerinden kurtulmak için ego, savunma mekanizmaları geliştirir. Bunlar bastırma, reaksiyon oluşumu, yansıtma, gerileme, inkar, ussallaştırma ve bilinçdışındaki güdüleri iyiye yönlendirme içerir.

Böylece, büyük ölçüde bilinçli ben, ilkel ihtiyaçlarımızı ve manevi inançlarımızı dengeleyen, id ve süper ego arasında yer alır. Sağlıklı bir ego gerçekliğe adapte olma ve dış dünyayla etkileşim kurma yeteneği hem idi hem de süper egoyu barındıracak şekilde sağlar

Freud, erken yazdıklarında egoyu benlik algısı ile eşit tutmasına rağmen, daha sonra onu gerçeklik testi, savunma, bilgi sentezi, hafıza vb gibi psikolojik işlevler kümesi olarak betimlemeye başladı.

Süper Ego

“Süper ego” (Almanca’da überich), sosyal açıdan uyarılmış vicdanımızı temsil eder ve manevi ve etik düşünceler ile beraber idi etkisiz hale getirir. “Süper ego” kelimesi Latince süper (Almanca Über) anlamına gelen “üstte” ya da “üst” ve ego (ya da ich) dan oluşur. Yani gerçekte üst benlik” manevi değerler ve vicdanın bağlı bulunduğu zihnin “yüksek gücü” anlamına gelmektedir. Dindar kişiler onun insanlarda Tanrı’nın ikamet ettiği bir uzuv olduğunu iddia edebilirler. Süper ego id ile ilgili isteklerin- çoğunlukla toplumsal olarak kabul edilemez olan biyolojik isteklerimizin yerine getirilmesine karşı durur. Bir id içtepisinin kabul edilemez olmasını iki nedeni vardır: 1) Gerçekleştirmenin mümkün olmasını sağlayan gerçek koşullar elde edilinceye kadar doyumu erteleme gereği (İhtiyaçları uyumsallaştıracak uygun koşullar için gerçekliği kontrol etme, yukarıda tartışılan ego işlevlerinden biridir) 2) Başka insanlar (özellikle ebeveynler) ve sosyal çevre tarafından yasaklamanın zorla kabul ettirilmesi nedeniyle. Bu normların ve yasakların toplamı, üst bilginin içeriğidir.

Süper egonun iki tarafı vardır: vicdan ve ego ideali. Bunlar artı ve eksi kutuplar, pozitif ve negatif taraflar gibi işlevlerini yerine getirirler. Vicdan, cezalar ve uyarıları içerir; ego ideali, ödülleri ve olumlu pekiştirmeleri ele alır.

Süper ego, dünya görüşünün, normlarının ve çocukların ebeveynlerinden ve etrafındaki çevreden genç yaşta kendine kattıklarının içselleştirilmesinin üzerine kuruludur. Vicdan olarak, doğru ve yanlış duygularımızı içerir; çocuğun ebeveyn kültürünün içselleştirilmesini sürdürücü kendine has tabuları korur. Süper ego’nun gereksinimleri yerine getirilmezse, suçluluk duygusu ve / ya da utanç ortaya çıkabilir. Freud’a göre, süper ego, Oedipal çatışmasının üstesinden gelmek için verilen mücadeleden kaynaklanıyor. Bu görüşe göre, onun gücü içgüdüsel bir dürtüye benzer ve bilinçdışının bir parçasıdır. Böylece, bilinçli bir hata yapılmaksızın suçluluk duygusu ortaya çıkabilir. Bununla birlikte, süper ego’nun gücü biyolojik ihtiyaçlarda değil, aksine bireysel deneyimlerdeki sosyal baskılarda yatmaktadır

Ego Psikolojisinin Gelişimi

Freud’un ardından bir dizi psikanalist, onun ego anlayışını detaylı olarak incelemiştir. Egonun çeşitli işlevlerini ve onların psikopatoloji bünyesinde nasıl bozulduklarını detaylandırmak için geniş çaplı gayret sarf edilmiştir. Yaptıkları çalışmaların çoğu, ego’yu güçlendirmeye odaklanmıştır, böylece ego genel olarak id, süper ego ve gerçeklikten gelen baskılarla daha iyi başa çıkabilecektir.

Önde gelen ego işlevlerinin başlangıçta gerçeklik testi, içtepi – kontrolü, yargılama, etki toleransı, savunma ve sentetik işlevden oluştuğu düşünülmekteydi. Heinz Hartmann, sağlıklı egonun zihinsel çatışmadan bağımsız bir özerk ego işlevleri alanı içerdiğini savunarak, Freud’un yapısal teorisinde önemli bir kavramsal revizyon gerçekleştirdi.

Hartmann, psikanalizin, ego işlevinin çatışma içermeyen alanını genişletmeyi ve
“uyumu” kolaylaştırması, yani ego ve çevrenin daha etkili karşılıklı düzenlenmeyi amaçlaması gerektiğine inanıyordu.

David Rapaport, Freud’un yapısal modeli ve Hartmann’ın revizyonlarını dizgisel hale getirdi. Rapaport, Freud’un eserlerini açıklığa kavuşturarak, zihni “dürtüler” ve “yapılar” olarak ikiye bölüyordu. Onun modeline göre, dürtüler, isteklerin anında tatmin edilmesi aracılığıyla hızlı tahliye işlemi için zorlayan akışkanların enerjisini içerir .İsteklerin dakikasında tatmin olabilmesi nadiren gerçekleştiğinden, zihin tatminleri erteleme ya da dolambaçlı yoldan giderek başarma kapasitesini geliştirir. Sonuç olarak, dürtü enerjisi, ego içeren nispeten kararlı zihinsel yapılar içinde şarta bağlı hale gelir.

Ego psikologları yaklaşımı farklı doğrultular dahilinde ele almışlardır. Charles Brenner gibi bazıları yapısal modelin terk edilmesi gerektiğini ve psikanalistlerin sadece zihinsel çatışmayı anlamaya ve tedavi etmeye odaklanması gerektiğini ileri sürdüler. Frederic Busch gibi kişiler, egonun giderek daha incelikli ve sofistike bir kavramı olduğunu savundular. Erich Fromm tarafından savunulan daha ileri bir yaklaşım, bireyin ve toplumun birbirine karşı olmadığıdır. Bir birey toplumun bir parçası olduğu için, kendi ihtiyaç ve arzularının büyük bir kısmı bu toplum tarafından oluşturulur. Buradan hareketle, id (içgüdüsel dürtüler ve arzular) ve süper ego (toplumun normları) iki karşıt güç değil, birbirine bağlı olan kuvvetlerdir Psikanalizin görevi bir birey ve toplum arasındaki ilişkilerde uyumu bulmaktır.

Eleştiri

Pek çok psikanalizci, Freud’un üç bölümden oluşan ruh yapısını reddetti. Bu anlamda iki önemli örnek vardır: Carl Jung ve Alfred Adler. Freud’un ilk takipçilerinden biri olan Carl Gustav Jung, en nihayetinde ayrı bir analitik psikoloji okulu kurdu. Freud ile meydan gelen başlıca kırılma noktası, ruhun bilinçdışı kısmının doğasıydı, özellikle de idin içeriğiydi. Jung, bilinçdışımızın kişisel bir parçasının var olduğuna inanmanın yanı sıra buna “kolektif bilinçdışı” ismini vermeyi uygun gördü. Jung’a göre bilinçdışı, bastırılması gereken dürtülerden oluşan bütünüyle biyolojik bir yapı değil, daha ziyade insanlık tarihinin spiritüel mirası olan eski bilgeliğin bir nevi deposudur. Ayrıca, Persona terimini (süper egoya benzer özelliklere sahip – arketip – ilk tip) ortaya çıkarmış ve Freud’un ego ve süper ego arasındaki ayrımını reddetmiştir. Freud’un bir diğer eski öğrencisi olan Alfred Adler de bireysel psikoloji olarak bilinen kendi yaklaşımını geliştirdi. İnsan hayatının güdüleme kuvvetleri olan aşağılık hissine ve anlamlılık çabası arayışına inandı. Böylece, Carl Gustav Jung gibi, Freud’un biyolojik dürtüler, özellikle de cinsel istek üzerine yaptığı vurguyu, güdülenimin ana kaynağı olarak reddetti.

Freud’un üç parçalı teorisinin en büyük sorunu, idin (bilinçdışı) insan ruhunun en önemli parçası olduğu iddiasıdır. Özellikle sorunsal olan şey, onun idin dürtüleri ve içgüdüleri tarafından canlandırılan baskın rol üzerindeki vurgusu ve tüm insan davranışlarının temel dayanağı olarak cinsel dürtülere özgü sabit fikirleridir. Bu, “insanlık görüşünü sadece azaltmıyor aynı zamanda verimsizleştiriyordu”. Freud’un insanoğlunu yalnızca mekanik olarak bilinçsiz dürtüler ve içgüdüleri tarafından yönetilen başka bir hayvan türü olarak görmesi, yetersiz bulundu.[3] “Bütün sırları tek bir anahtarla açma” konusundaki çabası, insan doğasını ve davranışını aşırı basitleştirdi.[4]

Sigmund Freud’un kuramının bu yönü, uygun olmayan bulgular ile bilindi ve popülerleşti. Çok küçük bir çocuğun bile olsa, onların cinsel dürtü ve içtepileri olduğu fikri (bu kavramları anlamıyor olsa bile) çocuk tacizcileri ve suiistimalcileri tarafından bir bahane olarak kullanılmıştır.

Spektrumun zıt tarafında, tüm psikolojik sorunlarımızın bastırılmış cinsel arzulara atfedilmesi, psikanaliz geçirirken hastalara, fiili olarak hiçbir zaman olmadığı halde cinsel istismarları “hatırlamak” ve hatta insanları bu tür davranışlar ile suçlamak ile sonuçlanabilir. Freud’un idin güçlü cinsel dürtülerine gömülmüş ve süper egonun toplumsal kısıtlamaların içselleştirilmesi ile hayal kırıklığı yaratan insani kişilik görüşü, kendini savunmak için açık bir yol bulamayan egoyu, kendi savunma mekanizmalarında tutuklu bırakır.

Freud’un bilinçdışı, insan hayatının manevi bileşenini onaylamaksızın, biyolojik ihtiyaçlara hizmet eden ilkel içgüdülerle sınırlıdır ve genellikle “Tanrı’nın sesi” olarak görülen vicdan bile, sosyal olarak dayatılan kısıtlamalara indirgenir. Toplumsal olarak kabul edilmez olana ilişkin biyolojik ihtiyaçlar, daima kısıtlayıcı olan ve bu nedenle bireysel arzuların karşısında olana ilişkin sosyal standartlar, insanlığa yönelik çok kötümser bir manzaradır. Bireyler potansiyellerini yerine getirirken, toplumun yapı taşını oluşturan üyelerinin daha iyi gözetilebildiği durumda, tüm toplumun menfaatine daha fazla katkıda bulunurlar. Dolayısıyla, Erich Fromm’ın belirttiği gibi, id ve süper ego, karşıt güçler olmaktan ziyade, birinin arzularının yerine getirilmesinin diğerinin ihtiyaçlarının karşılanmasına bağlı olması nedeniyle, birbirine bağlanmış iki güçtür.

Bununla birlikte, yazılıp çizilen bütün eleştirilere rağmen, Freud’un zihnin tek boyutlu ya da homojen olmadığı konusundaki temel fikri, psikoloji alanında büyük gelişmelere yol açtı ve ayrıca, insan doğasına dair anlayışımızda muazzam bir etkiye sahip olmaya hala da devam ediyor.

Psikopat ve Amsalakların Nitelikleri

• “Psikopatlar, insanları büyüleyen, onları kendi istedikleri şekilde yöneten, yaşamda acımasızca kendilerine bir yol açan ve bunu yaparken de, en ufak bir suçluluk ya da pişmanlık duymadan arkalarında kırık kalpler, yıkılmış beklentiler ve boşalmış cüzdanlardan oluşan geniş bir iz bırakan toplumsal yırtıcılardır. Dehşete düşen kurban çaresizce sorar ‘Kim bu insanlar?’

Genellikle psikopatların, manşetlerde yer alan, hapishaneleri dolduran akli dengesi bozuk suçlular olduğunu sanırız. Oysa bütün psikopatlar katil değildir. Onlar daha çok, SİZİN DE tanıdığınız, hayatın içinde aşırı bir özgüvenle -fakat vicdansızca- yollarına devam eden erkekler ve kadınlardır.

‘Onları bu hale getiren nedir?’ ‘Kendimizi onlardan nasıl koruyabiliriz?’”

• Yaş, medeni durum, çalıştığı pozisyon, entellektüelite, eğitim, sosyo-kültürel özellikler fark etmeksizin kendini gösterebilen bir olgudur.

Genel olarak bu durum gençlik yıllarında sadece ders çalışan ve/veya aile baskısı/parasal sebeplerle sosyal olamayan, sosyal yetenekleri ve/veya eq’su düşük, çirkin/şişman/kısa olup tercih edilmeyen erkeklerin ilerleyen dönemlerde para kazanması, pozisyon sahibi olması, çeşitli estetik değişiklikler geçirmesi hatta ve hatta sadece evli bile olması sonucu oluşan özgüven ile ortaya çıkabiliyor. Evli erkek abazanlığı’nın altında yatan nedenlerden bir tanesi de bu olgudur. Saydıklarıma nazaran biraz daha sosyal, sosyal yetenekleri ve eq’su biraz daha yüksek ve bir nebze daha iyi görünümlü olanlarda ise genç yaşta ortaya çıkabiliyor.

Herhangi bir farkındalık yaşamadan, iç güdüsel olarak elde etmesi onun için başarı sayılabilecek her kadına gereğinden fazla iyi davranır, ihtiyaç duyduğunda kendinden taviz verebilir ve normlarının dışına çıkabilir. Onun için elde etmesi başarı sayılabilecek kadınlar kimlerdir? ilişkisi olan (evli/nişanlı/sevgilisi olan) kadınlar, kendinden yaşça küçük kadınlar, güzel ve alımlı kadınlar, kısa boylu ise uzun boylu kadınlar, yani kısaca toplumda kabul görmüş normlar yerine o erkeğe özellikle tercih edildiğini hissettirebilecek kadınlardır. O erkeğe “ben öyle bir erkeğim ki (yakışıklıyım/karizmatiğim/zenginim/güçlüyüm/düşünceliyim/alfayım) onca engele rağmen (ilişkisi/yaşı/tipi/boyu) beni tercih etti.” hissiyatını yaşatacak kadınlar olması lazımdır. Onlar için başarı budur.

Kadınlar tarafından sürekli beğenilmek zorunda hissederler kendilerini. Kadının kim olduğu da önemli değildir. Sürekli kadınlar tarafından beğeniliyorum ve onlarla çok iyi anlaşıyorum imajı vermeye ihtiyaç duyarlar. Onlar için kadınlar tarafından beğenilmek başarıya giden en kolay yoldur ve bu başarı daha çok başarıyı da beraberinde getirebilir algısı vardır. Bir kadında en ufak bir negatif etki yaratmak kabul edilebilir değildir. Herhangi bir negatif düşüncenin, gelecek yıllar içerisinde gezegenlerin bir şekilde sıraya dizilmesi ile ortaya çıkabilecek, kadının duygusal ve/veya sarhoş olduğu bir anda yalnız kalabilmelerini takiben onu ikna edebilme şansını da yok edeceğini düşünürler ve bu riski bertaraf etmeye çalışırlar.

Sabır en büyük erdemleridir. En ufak bir risk bile olsa harekete geçmez ve sürekli güven vermeye çalışırlar. Amaçları, “bak, kötü bir niyetim yok.”‘u avının bilinçaltına yerleştirmektir. Ancak avının en savunmasız anında olduğuna emin olduğu noktada saldırılarına başlar. Bu an için yıllarca bekleyebilir. Klasik duygusal olarak düşüşte olan hanım kızımızın yaralarını saracak olan kankasının taktiği budur.

Gündelik hayatta farklı nedenler sunsalar da olgun erkekler (en azından dış görünüşü) bilinç altlarında hayatlarının her alanını bu amaç için düzenlerler. Spor için yaşadığı yerin yakınında bir yer yerine kadınların çokça olduğu popüler spor kulüplerine giderler. Öğlen yemeği için ofis yakınında bir yer yerine plazaların yakınında beyaz yakalıların bol olduğu mekanlara giderler. İçki içmek için üniversitelilerin olduğu mekanları tercih ederler. Eğlenmek için her zaman kadınların çok olduğu potansiyeli yüksek yerleri tercih ederler. Asla ve asla başka erkekle beraber bir aktivite yapmazlar. Zaten onlar için hedefe ulaşmak için harcamadıkları her vakit, boşa harcanılan vakittir.

Gençler ise saatlerce yol yürüyebilir, soğukta bekleyebilir, sabahlara kadar kızların ilişki problemlerini dinleyebilir, karşılıksız olarak (en azından şimdilik) maddi ve manevi yardım etmekten imtina etmeyebilirler.

Peki bu bireyleri nasıl fark ederiz?

Öncelikle yıllarca farklı farklı ofislerde pozisyon fark etmeksizin bir sürü amsalağı gözlemleme şansım olduğu için örnekleri müsaadenizle ofis içerisinden vereceğim.

Eğer şüphe duyduğunuz kişi sigara kullanıyorsa bakılacak ilk yer sigara alanıdır. Her sigaraya çıkışında aynı kadınlarla çıkıyor ise ilk ipucunuzu buldunuz demektir. Yalnız bu tek başına yeterli bir ipucu değildir. Bazı şirketlerde sigara içme saatleri önceden belirli olduğu için hep aynı kadro sigara içme alanında olabiliyor. Bu yüzden sigaraya çıkarken eğer erkek kişisi sürekli davet ediyorsa burada bir amsalaklık olabilir. Benzer bir durum yemek saatlerinde de olabilir. Yalnız yine, tek başına yeterli bir şüphe değildir.

İkincisi ofis sohbetleridir. Doğal olarak hiç kimse kemiksiz sabah 8 akşam 6 çalışmıyor. Arada boş vakitlerde millet birbirleri ile sohbet ediyor. Bu sohbetleri iyice inceleyin. Kim kiminle ne kadar sohbet ediyor gerçekten ofis içi dengeleri görebilmeniz adına güzel bir parametredir. Örneğin, amsalağımızın ilgi duyduğu kadın x olsun, ofisteki diğer kişiler de y olsun. Sohbet cycle’ı şu şekilde olur: x kişisi ile sohbet, x+y1 ile sohbet, sonra tekrar x kişisi ile sohbet sonra tekrar x+y2 ile sohbet. Fark ettiğiniz gibi şüphe duyduğunuz kişi her sohbetinde ilgi duyduğu kadını kendisi de farkında olmadan dahil edecektir. Fazla şüphe uyandırmasın diye de 2. ve katları sohbetlerde y grubundan bir eleman seçerek sohbeti oradan başlatır, devamında x kişisini de dahil eder ve bu cycle haftalarca hatta yıllarca bu şekilde ilerler.

Üçüncüsü, ofis içerisindeki bilgi alışverişi. Amsalağımızın elinde çok önemli bir haber var. Bu haber önce yukarıda x olarak betimlediğimiz ilgi duyduğu kadına, daha sonra gerekli yerlere ulaşır. Eğer ofiste şöyle bir örnek ile karşılaşıyorsanız, amsalağınızı buldunuz demektir; Önümüzdeki hafta toplantı için çok önemli biri gelecek. Bunun haberini alan amsalağımız, off the record, toplantının olacağını x kişisine iletir, geri kalanlara son dakika “haa bu arada haftaya çok önemli bir toplantı var, bilginize.” der. x kişisi ile siz sohbet ederken, ya son dakika nereden çıktı bu toplantı dediğinizde, benim haberim vardı derse, bilin ki amsalağınızı ve hedefini buldunuz demektir.

Sosyal medya hesapları da sizlere bolca örnek verebilir. İstisnalar kaideyi bozmasa da genel olarak türk erkeği, sosyal medya üzerinden like’larını ve yorumlarını bir çıkarı olduğu noktada kullanır. Dediğim gibi, bu illa herkes için aynı değildir ama amsalaklar için 100%’dür. Aynı ofiste çalışırken arkadaş olduğum, daha sonra farklı ofislere gitmemize rağmen arkadaşlığımızı koruduğumuz 2-3 kişi dışında iş hayatından hiç kimseyi özel hayatımın olduğu sosyal mecralara dahil etmiyorum. Özel anlarımın altımda veya üstümde çalışan kişilerce görülmesini doğru bulmuyorum. Eğer amsalağımız, x kişisinin instagram/facebook/twitter hesaplarındaki neredeyse bütün fotoları ve yorumları likelıyorsa, üstüne bir de kendi yorum yapıyorsa ve hatta bu yorumlarda amsalak, x kişisi ile profesyonel iş yeri ilişkisinin normları dışında konuşmasına karşın, benzer bir tepki alıyorsa amsalağınızı buldunuz demektir. Hatta ve hatta gün içerisinde yapılan paylaşım hakkında konuşulup, “canım fotonu çok beğendim” gibi bir laf da söylüyorsa artık başka ipucuna ihtiyacınız yok demektir. Yine de emin olmak için son örneğimize de bakmakta fayda var.

Sevgili amsalağımızın ofis içerisindeki benzer durumlara kişiye göre tepki vermesinden zaten içinizde belli şüpheler oluşmuştur. Bu şunun gibi bir şey. a takımı, b takımı ile futbol maçı yapıyor. a takımının defans oyuncusu, b takımının forvetini ceza sahası içinde düşürüyor, hakem kalk diyor. 5 dakika sonra aynı pozisyon bu sefer karşı taraf için oluyor. b takımının defans oyuncusu, a takımının forvet oyuncusunu ceza sahası içinde düşürüyor ve hakem büyük bir hışımla penaltı noktasını gösterip, kırmızı kartını çıkartıyor. Ofis içerisinde de aynı şekilde. Örnek vermek gerekirse, sizin bacağınız kopsa dahi raporsuzsanız izninizden yemeniz gerekirken, x kişisi “ya hafif midem bulanıyor” dedikten sonra sorunsuz ofisi terk edebiliyorsa orada yetkili bir amsalak vardır. Eğer ofis içerisinde herkese ahmet, mehmet, hüseyin, ayşe, fatma, zeynep, gibi ismi veya ismi ile birlikte bey, hanım ile hitap ederken, x kişisine canım, cicim, güzelim, tatlım diyorsa…

Açık konuşmak gerekirse bu durum ile maalesef savaşamazsınız. Şöyle düşünün, bir spor müsabakasındasınız, rakibiniz solak ve sizde sağlaksınız. Rakibiniz, solak olduğu için spor hayatının 90%’ında hep sağlaklara karşı oynamış, siz de aynı şekilde 90% sağlaklara karşı oynamışsınızdır. Yani rakibiniz size karşı nasıl oynaması gerektiği konusunda tecrübeli iken, siz maalesef aynı tecrübede değilsinizdir. Benzer bir şekilde amsalaklar da, yıllar içerisinde kendilerine gelecek herhangi bir ithamı veya veryansını nasıl savuşturması gerektiğini ve gerçek amaçlarını gizlemeyi bolca tecrübe ile öğrenmiştir. Siz ise, ömrü hayatınızda en fazla 4-5 tane amsalak ile muhatap olmuş/olacak olduğunuz için, nasıl davranmanız gerektiğini, haksızlığa karşı nasıl tepki vermeniz gerektiğini çok iyi bilmiyor olacaksınız. Bu durumda savaşı kaybetmeniz gayet doğaldır. Çözüm, sabırdır ve ilgilenmemektedir. Çünkü sizin herhangi bir fevri hareketiniz, “tercih edilmemi çekemiyorlar”‘a evrilecektir.

Son söz olarak, bu bireyler hayatlarının bir döneminde bu olguya sahip olsalar bile ileri ki yıllarda kendilerini geliştirip, olgunlaşabilirler. Yine de büyük çoğunluk, bir kere bu yola girerlerse aynı şekilde devam etmeye meyillidir. Kısaca bir insan 7’sinde neyse 70’inde de odur. Keza evlilik programlarında “karı isterem” diyen 80-90 yaşındaki amcalar ile orospuya metres diyen godomanlar bunun en büyük kanıtıdır.

***

Çelişkili İfadeler:

Beyin taramalarında psikopatların dille bizden farklı bir ilişkisi olduğu görülmüştür. Normal bir insan için “ölüm” kelimesinin duygusal bir çağrışımı vardır. Psikopat için, “ölüm”, örneğin “kağıt” gibi nötr bir kelimedir. Duyguları sadece “bilgi” olarak alırlar. Bu nedenle konuşurken sık sık çelişkili kelimeler kullanırlar, fakat dinleyen, kendini hikayeye kaptırdığı için, aradaki boşlukları yakalayamaz. Örneğin, “hiç şiddet suçu işlediniz mi?” sorusu sorulan psikopat, “hayır, ama bir kez adam öldürmüştüm” diye cevap veriyor (Robert Hare, Vicdansızlar). Kelimelerini dikkatli takip etmenizi tavsiye etmek zor, muhtemelen bunu yapamayacaksınız. Fakat psikopat sık sık sözleriyle çelişen eylemlerde bulunur ve genellikle bir söylediği öbürünü tutmaz. Bu yüzden bir insanı değerlendirirken, söylediklerine değil yaptıklarına bakın.

El Hareketleri:

Psikopatlarla ilgili başka bir işaret de el hareketleridir. Normal insanların el hareketleri, konuşmanın duygusal boyutuna göre hareketlenir. Örneğin heyecanlıyken, öfkeliyken ya da üzgünken farklı farklı jestler kullanırız. Psikopatın el hareketleri ise anlattığı şeyi tanımlamaz ve monotondur. Konuşmanın duygusal içeriğini takip etmez. Abartılı bir vücut dilleri vardır.

Hoşa Giden Bir Kişilik:

Personası size göre şekillenir. Hedefteki bir avsanız bir süreliğine bütün dikkatini size verir. Çoğu insan için gurur hatta güven verici bir durumdur fakat sandığınız gibi önemli olan “siz” değil, psikopatın gizli ajandasıdır… Sizi ele geçirebilmek için hassasiyetlerinizi ve zayıf noktalarınızı tanıması gerekir. Bu yüzden, psikopat, başta empati gücü yüksek, şefkatli, anlayışlı, “iyi bir dinleyici” olarak karşınıza çıkacaktır. Kendinizle ilgili ne kadar çok şey paylaşırsanız o kadar sizi kontrol etmesi ve uygun bir kişilik yaratması için malzeme vermiş olursunuz. Psikopat, kurbanı üzerinde kontrolü sağlayana kadar sahte kişiliğini sergilemeye yeterli zamanı verir. Sizi, benzer insanlar olduğunuz ve aynı değer yargılarını paylaştığınız konusunda ikna edecektir.

Psikopat sahte kişiliğini yıllarca sürdürebilir ama genellikle maske ilk birkaç ay içinde düşer. Dönüşüm ürkütücü şekilde ani olur. Birdenbire tanıdığınız insanla hiç ilgisi olmayan bir canavarla karşılaşırsınız. Korkup kaçarsanız mutlaka geçici delilik, hastalık gibi bahaneler bulur ve abartılı pişmanlık gösterirler.

Cinsel Açlık, Rastgele Cinsel İlişkiler:

Çoğu psikopat seks bağımlısıdır. Duygu tıkanıklıklarını cinsel hazla geçici bir süre giderebilirler ve sık sık heyecan arayışı, yoğun tatminsizlik psikopatların cinsellik konusunda seçici olmamasına neden olur. Aynı sebeplerle tuhaf ya da sadistik fantezileri ve eylemleri olur. Duygusal bağ kurmadıkları için kısa aralıklarla kolayca farklı insanlarla birlikte olabilirler. Özel bir beğenileri genellikle yoktur. Her tipten insanla birlikte olabilirler. Eşcinsel olsunlar ya da olmasınlar; heteroseksüel psikopatlar eşcinsel, eşcinsel psikopatlar da heteroseksüel ilişkiye girebilir. Cinselliği güç ve kontrol aracı olarak kullandıkları için fayda ya da zevk sağlayabilecekleri her insanla birlikte olabilirler. Her yeni kişi yeni bir “zafer”dir.

Elbette aldatan herkes psikopat değildir ama psikopatlar daima aldatır. Başlangıçta sadık bir insan portresi çizeceklerdir ve ikna edicidirler fakat sadakat ve psikopati oksimorondur.

Genellikle (siz bilmeseniz de), cinsel taciz/tecavüz geçmişleri vardır. Zaferleri ve tacizleriyle gurur duyarlar. Başlangıçta kendilerini bakir/bakire, deneyimsiz ya da çekingen tanıtabilirler.

Sizi gözler, cinsel arzularınızı etüt eder ve ideal partner olurlar. Önemli olan hükmetmektir. Aşağılama ve cezalandırma eğilimleri vardır (tecavüz fantezileri, partnerlerine hakaret etmek, başkalarıyla paylaşmak gibi). Kontrolü tamamen sağladıklarında artık istedikleri gibi davranırlar. Kurbanlarına psikolojik şiddet uygulamaktan cinsel haz duyarlar.

Kurban:

Psikopat “acındırma” oyunuyla karşınıza çıkar. Tipik bir “kendi kendinin düşmanı”, sürekli kendine zarar veren ama başkalarına zararı olmayan bir mağdur rolü oynar. Kulağa garip gelebilir çünkü normal bir insan gururu incineceği için kendine acınmasını istemez fakat psikopatların gururu yoktur; bu gibi değerleri takdir etmezler. Bütün psikopatlar kendilerine acınmasını isterler, sistemli olarak bunun için uğraşırlar ve bu oyunla istediklerini elde ederler.

Narsisizm:

Psikopatlar doğal olarak narsistiktir. Bazı uzmanlar psikopatinin narsisizmle başlayan bir spektrumun ucu olduğunu iddia eder (narsisizm – habis narsisizm – psikopati). Habis narsistikler ve psikopatikler çok benzer özellikler gösterir. Hak edilmemiş ve gerçekliğe dayanmayan bir üstünlük duyguları vardır ve bu duyguyu başkalarının üzerinde kontrol sağlayarak ve aşağılayarak beslerler. Psikopatlar başarısızlığa, yakalanmaya, kendilerine karşı konulmasına, ciddiye alınmamaya ve alay edilmeye tahammül edemezler.

Gizemli Geçmiş:

Her psikopatın geçmişinde muhakkak karanlık ve açıklanmamış noktalar vardır. Pek çok psikopat paralel bir hayat sürer ya da geçmişteki ilişkileri, işleri ve eğitimleriyle ilgili korkusuzca büyük yalanlar söylerler.

Size başka türlü anlatılmışsa da çocukluktan itibaren başlarını pek çok belaya sokmuşlardır. Çocuklukta yalancılık, hırsızlık, yangın çıkarma, hayvanlara işkence etme, erken cinsellik vb psikopati belirtilerindendir. Ayrıca çocuklukta hiperaktivite ve dikkat eksikliği sendromu da belirtilerden olabilir.

Hayranlığı Takip Eden Soğukluk:

Çok abartılı hayranlık sergiledikten sonra aniden soğuk davranmaya başlarlar. Hayranlık ya da aşık rolü (genellikle çevreden, film, kitap vb öğrenilmiştir), belki aylar ve yıllarca sürebilir fakat katı şekilde son bulur. Periyodik olarak aynı role geri dönebilirler.

Cansız, Ölü Bakışlar:

Çoğu insan, psikopatın sözleriyle gözleri arasındaki uyumsuzluğu hisseder. Etraflarını bir avcı gibi tararlar ve boş bulunduklarında, tarifi zor şekilde ürkütücü, duygusuz bakışlarını görebilirsiniz. Genellikle az göz kırparlar, bakışları sabittir.

Psikopat kelime ve mimik ustasıdır, abartılı duygusal tepkiler verir fakat bakışları durumla uyumsuzdur. Özellikle yalan söylerken çok dik, çok yakın ve kesintisiz göz teması kurarlar. Psikopatlar bakışlarını kaçırmaz. Psikopat kurbanları yaşadıkları deneyimde bu bakışların verdiği dehşetten bahsederler.

Gülümseme:

Genellikle güleryüzlüdürler. Gülümserken bizim kullandığımız yüz kaslarını kullanmazlar çünkü bu, yüze “giydirilmiş” bir gülümsemedir. Tabii bunu fark etmeniz çok zor, ancak belli belirsiz sezebilirsiniz. En olmadık anlarda bile gülümseyerek insanları yumuşatırlar. Çoğu zaman yersiz, gereksiz ve sahtedir.

Tutulmayan Sözler:

Kolayca ve sürekli ikna edici sözler verir fakat asla yerine getirmezler. Psikopatlar enerjik ve eğlencelidir, cazip planlar yaparlar fakat genelde gerçekleştirmezler.

Başkalarını Düzeltme:

Sık sık başkalarının yanlışlarını düzeltir, kibirli ve küstah davranırlar. Psikopat tipik olarak “son laf budalası”dır. Bir tartışmada kaybedeceğini anladığında demagoji yapar, çirkefleşir (fakat karşısındakini çirkeflikle suçlayacaktır) ve nihayet söylediklerini inkar ederek ortadan yok olurlar.

Timsah Gözyaşları:

En üzücü durumlarda ağlamayan psikopatlar, sizi manipüle etmek için en beklemediğiniz anlarda, bazen şiddetle ağlayabilirler. Gerçekten başarılı bir numaradır, mahkeme savunmalarında onlara avantaj kazandırır. Mağduru oynayan psikopatların büyük boyutlu suçlardan şaşılacak ölçüde az cezayla kurtulduğu hatta toplum tarafından desteklendiği vakalar vardır.

Psikopatlar sürekli tekrarladıkları zararlı davranışlardan sonra muazzam pişmanlık gösterileri yaparlar. Bir insanın gerçekten vicdan azabı çekip çekmediğini nasıl anlayabilirsiniz? Bu kişi bir psikopatsa çok zor… Herşeyden önce başkasına zarar verdiğini bilen normal bir insan suçuna özür aramaz, utanç duyar ve yargılanmaya tahammül eder. Oysa narsisistikler ve psikopatikler ne yapmış olurlarsa olsunlar -yüzeysel bir özür eşliğinde- daima yaptıklarını savunur ve haklı açıklamalar bulmaya çalışırlar; rol değişimi yaparak aniden mağdur gibi davranırlar. Pişmanlığın bir gösteri olup olmadığına ancak zamanla tamir edici davranışlarda bulunup bulunmadığına göre karar verebilirsiniz. Pişmanlık sürüyor mu yoksa onca ağlama, yalvarma, özür dilemeden kısa süre sonra neşe içinde hoplayıp zıplamaya devam mı ediyor?

Övgüler/Dalkavukluk:

Hiç kimsenin yapamayacağı kadar abartılı övgüler söyleyip, dalkavukluk yapabilirler. Zekanıza, kişiliğinize, fiziğinize ettikleri (gerçek olmasa da herekese ederler) iltifatlar onlara fayda sağlayacak bir duruma giriş yapmak içindir. Örneğin siz gözleri güzel olmayan birinin gözlerine methiye düzemez ya da hayranlıkla bakamazsınız fakat psikopatlar tam olarak bunu yapar.

Sahte özveri

Eğer öyle gerekiyorsa, kısa süreli özverilerde bulunabilir, “değişmiş gibi” davranabilir. Fakat böyle davranması gerektiği için kin besler ve daha sonra bedelini fazlasıyla ödetir.

İlgisiz Ebeveynlik:

Psikopatlar ilgisiz ebeveynlerdir. Çocuklarının can güvenliğini, iyiliğini gerçekten umursamazlar. Ebeveynlik yapıyorlarsa bu öyle gerektiği içindir; yani çevre tarafından çocuk sahibi biri olarak iyi, normal ve zararsız bir insan olarak görülmek için. Çocuğun varlığı ya da başarıları üzerinden kazanç elde ediyorlarsa ebeveynlik yapmaya devam ederler. Psikopatlar için çocuk, sahip olduğu diğer eşyalardan farksız olarak “nesne”dir. Canları istediği anda çocuklarını gözden çıkarabilirler. Umurlarında olmayan çocukları için acımasız velayet davaları sürdürebilirler (sadece kazanmak için). Yetişkinlerle olduğu gibi çocuklara da acı verme kasıtlı zihinsel manipülasyon yaparlar; çocukları diğer eşe ya da insanlara karşı silah olarak kullanırlar.

Sıkıntı:

Daimi bir sıkıntı ve huzursuzlukla boğuşurlar. Aniden ve kolayca sıkılırlar ve bu, normal insanların duyduğu sıkıntıdan çok daha farklı ve şiddetlidir; hiçbir zaman geçmez. Yaptıkları çoğu abartılı hareket, kötülük bu sıkıntıyı gidermek içindir; sürekli heyecan ve drama ararlar. “Anı yaşamak” tam da psikopatlara göre bir mottodur, keyif alacakları hiçbir şeyi ertelemez ve derhal elde etmek isterler. “Psikopati Kontrol Listesi’nde yüksek bir puan alan bir mahkumun dediği gibi ‘Ne bekliyorsunuz? Kadının güzel bir kıçı vardı, ben de işime baktım’. Mahkum tecavüzden hüküm giymişti” (Robert Hare, Vicdansızlar)

Şımartılma:

Hak etme duyguları çok yüksektir; sürekli ilgi, bakım ve şımartılma isterler; çocuksu ve kaprisli davranırlar.

Parazit Yaşam Tarzı / Dolandırıcılık:

Ailelerine karşı hiçbir sorumluluk duyguları yoktur. Ailelerini yerle bir edecek finansal destekler alır ya da borç yaparlar. Çoğu psikopat maddi olanakları yüzünden insanları avlar ve sırtlarından geçinir.

Özellikle finansal dolandırıcılık oranı çok yüksektir. Merhametsiz bir dolandırıcılık (yaşlıları, kısıtlı ekonomik imkanları olan insanları dolandırmak gibi) muhtemelen bir psikopat tarafından yapılmıştır. Adli bir profesyoneli bile şaşkına çevirecek üstün ikna yetenekleri vardır.

Psikopatlar sıkıcı ve rutin buldukları işleri, özellikle de günlük işleri, yapmaktan hoşlanmazlar. Yağ çekerek, yalvararak, kendilerini acındırarak işlerini başka insanlara yaptırmakta beceriklidirler.

Madde Bağımlılığı:

Çoğu psikopatın -bazen gizleyebildiği- alkol, uyuşturucu ya da ilaç bağımlılığı vardır.

Eşek Şakaları:

Psikopatlar genellikle esprili, eğlenceli davranırlar. Hervey Cleckley’in de psikopatik belirtiler listesinde yer alan özelliklerden biri “eşek şakaları”dır. Çoğu patavatsızdır ve dillerinin kemiği yoktur. Patavatsızlığı hem başkalarını şaka yoluyla aşağılamak, canlarını yakmak hem de “dürüstlük maskesi” olarak kullanırlar. Psikopati kurbanlarının olduğu bir forumda onlarca insan benzer eşek şakalarından ve özellikle de “korkutma oyunları”ndan bahsediyorlar.

Ölüm Uykusu:

Psikopat kurbanlarının çoğu, yakınlarındaki psikopatik kişilerin dikkat çekici ve çok ağır bir uyku uyuduğunu, çok çabuk uykuya dalıp, hiç uyumamış gibi kalktıklarını belirtiyorlar. Psikopatların rüya görmedikleri tahmin edilmektedir. Anlattıkları rüyalar büyük ihtimalle uydurulmuştur.

Testosteron:

Her psikopatın testosteron seviyesi yüksektir (kadında da, erkekte de). Kimi psikopatlarda bunun erken yaşta kelliğe sebep olduğu bilinmektedir, kiminde dış görünüme yansımaz.

Geçmiş İlişkiler:

Geçmiş ilişkilerini sık sık anlatır, kurbanı etkileme aşamasında kurbanı yüceltecek, gözden çıkarma aşamasında aşağılayacak karşılaştırmalar yaparlar (aynı şeyi -muhtemelen varlığını bilmediğiniz- yeni partnerleriyle de yaparlar). Genellikle eski ilişkilerinin kötü bitme sebebi karşı taraftır. Kendi kusurlarını ya da hatalarını, eski sevgili/eşlerinin gibi anlatırlar. Muhtemelen hikayede birkaç ruh sağlığı bozuk eski sevgiliden vardır. Onlar için çok çaba göstermiş ve çok yıpratılmışlardır(!). Eski ilişkilerinde yaptıkları hataları, siz çok özel olduğunuz için sizinle asla tekrarlamayacaklarını söyleyerek sizi yüceltirler.

Tımar:

Psikopat, hayranlık aşamasında kurbanının hoşuna gidecek bütün özellikleri gösterirken ve kurbanın egosunu okşarken aslında onu tımar eder. Tıpkı bir çocuğu eğitir gibi “bak bunu ne güzel yapıyorsun”, “o çok çirkefti, sen hiç öyle değilsin, kavga etmiyorsun”, “şunu yapışına hayranım”… gibi.

Yansıtma:

Psikopat, bazen sebepsiz ama bazen de hata yaptığı zaman yansıtma yapar. Bilinçdışı bir savunma değil, kasıtlıdır. Örneğin sorumsuz, sevgisiz, bencil ve zalim bir insan olmakla suçlanabilirsiniz. Sizi sürekli mağdur ederken ikna edici şekilde rol değişimi yapar. Bu suçlamalar kolaylıkla sizi daha çok çaba harcamaya, teslim olmaya ya da uslandırmaya sebep olur. Bazen kendinizden şüphe eder ve çoğunlukla kendinizi savunacak kelime bile bulamazsınız.

Takıntı:

Çoğu psikopatın davranışsal tuhaf takıntıları vardır. Garip şeyleri ritüel haline getirebilir, belirli bir hobiye ya da nesneye aşırı ilgi gösterebilir. Psikopatlar bazı şeylerle (ilgi alanları, hobi) takıntılı olarak ilgilenir ve kısa sürede bunlardan sıkılırlar. İnsanlara da böyle davranırlar.

Takip /Stalk ve Tehdit:

Kurban genellikle o ana kadar yumuşak, kibar ve düzgün bildiği kişi kendisini korkutucu şekilde tehdit etmeye başladığında dehşete düşer (benim için o kadar inanılmazdı ki şaka olduğunu düşünmüştüm). Ayrılıklardan sonra psikopatlar genel olarak kurbanlarını takip etmeye devam ederler. Günümüz olanaklarıyla internet üzerinden takip kolaylaşmıştır. Bu konuda dikkatli olmak, psikopatların takibini hafife almamak ve işini kolaylaştırmamak gerek.

Karalama Kampanyası:

Psikopatlar, yakınlaştıkları kişilere karşı maskelerini fazla saklayamadıkları için deşifre edilme korkusu duyarlar. Bu nedenle karalama kampanyası ince ve sinsi yöntemlerle henüz her şey yolundayken başlar. Bunu kendileri için tehdit olarak gördüğü herkese karşı yapar ve zaten gerekmese de insanlara iftira atmaktan zevk alırlar. Sinsice ve bazen tek kelimeyle itibarınızı yerle bir edebilir, insanlara sizi hiç olmadığınız biri olarak tanıtırlar.

Psikopatla ilişkinizi keserseniz çirkin ve saldırgan bir karalama kampanyasıyla karşılaşmama olasılığınız yok.

Gaslighting (Gaz ışığı):

Bu terim Ingrid Bergman’ın oynadığı “Gaslight” filminden alınmıştır. Filmde adam, birlikte olduğu kadına sistemli şekilde aklını kaçırdığını düşündürtecek oyunlar oynar. Psikopat, kasıtlı olarak aklınızdan ve yargılarınızdan şüphe duyacağınız davranışlarda bulunur (söylediği/yaptığı bir şeyi soğukkanlılıkla reddetmek, birdenbire ortadan yok olup sizi panikletmek ve sonra aslında hep orada olduğunu söylemek, kasıtlı olarak eşyalarınızı saklamak/yerini değiştirmek gibi). Gerçekten bir çocuğun bile yapmayacağı, akıl almaz saçmalıkta ve kötücül oyunlar oynarlar. Gerçeklik algınızı kaybetmenizi ve özgüveninizi yitirmenizi isterler. Kendinizden ne kadar şüphe duyar ve özgüveniniz ne kadar düşerse o kadar kolay kontrol edilirsiniz.

Sahte depresyon / İntihar:

Hervey Cleckley’in psikopati semptomları listesinde “gerçek bir intihar geçmişi olmamak” maddesi vardır. Çoğu psikopatın sahte intihara teşebbüs ya da intiharla tehdit geçmişi vardır. Yanı sıra çoğu psikopat sahte depresyon dönemleri geçirir. Dikkat edildiğinde depresyona uyumsuz davranışları görülebilir.

Koku Duyuları:

Koku duyusu insanlarla, durumlar ve hatta mekanlarla bağ kurmamızı sağlar. Yakın zamanda yapılan bir araştırmaya göre, psikopatların beynindeki frontal bozukluğa bağlı olarak koku duyularının gelişmemiş olduğu anlaşılmıştır.

İğrenme / Tiksinme

İğrenme/tiksinme duygusunu tanımlayamazlar. Bir psikopat, insanların neden herhangi birşeyden tiksindiğini/iğrendiğini anlamadığını, buna en yakın duygu olarak “küçük görmek, hor görmek” gibi şeyler hissettiğini söylüyor. Yine de sık sık bir şeyden ya da bir kişiden iğreniyormuş gibi yaparlar.

İğrenme, her insan aynı mimikleri kullandığı evrensel bir reflekstir. Güçlü bir ifadeye sebep olan iğrenme duygusunu psikopatlar zor taklit eder. Bu bilgiden sonra kişisel deneyimimde sık sık iğrenme taklidi yaptığını gördüğüm psikopatı neden yapmacık bulduğumu anladım (diğer taklitler bu kadar yapmacık değildi). Bir şeyden iğreniyormuş gibi yapmaları ya bir kamuflajdır (şiddetten hoşlanan bir psikopatın kandan iğrendiğini söylemesi gibi) ya da karşısındakini kötü hissettirmek ve aşağılamak içindir.

Normal bir insan, başkasında tiksintiye sebep olduğunda büyük utanç duyar. Psikopatlar yaptıkları şeyler yüzünden hayat boyu pek çok insanda tiksinti yaratırlar ama bu durumda hiçbir içsel sıkıntı yaşamazlar.

***

• Erkekliği, insanlığı, hayatı, zamanı “amın bizatihi kendisine” dayalı anlama, belirleme ve yaşama sanatı, sanatkarı. Yakışıklısına piç, yavşağına meriç, tipsizine romantik, eziğine abaza denir.

• Dünyadaki en itici ifadeler listesinde başlara oynayacak ifadedir… Kadın beğenmenin, şansını denemenin adını (amsalak olmak) koymuşlar. Niye, birini beğenmek, biriyle yakınlaşmaya çalışmak terbiyesizlik mi? Son derece isabetli bir ifade. Bir kadını beğenmek terbiyesizlik değil. Ama bir kadınla seks yapmak için kişiliğinden taviz vermek tam bir salaklık. Normal bir erkekseniz davranışlarınızı kafanız yönetir, salaksanız davranışlarınızı başka bir kafa yönetir.

Kadını beğenirsin. şansını denersin. ama bu uğurda kendini diğer erkeklerin gözünde küçük düşürürsen o zaman bu ifade kullanılır.

Amsalak: gördüğü her dişiyle sevişme ihtimali olduğunu düşünen ve bu yolda türlü şerefsizlikler yapabilen (hemcinslerini kötülemek, şaklabanlık, yalakalık, vs) kişi. Yani öyle bi kadını beğenmekle alakalı olmayan şey.

• Üc kuruş karakteri olmayan kadınla yatmak için, karakterinden kolayca ödun vermek bir yana, karakterin fırıl fırıl dönecek kıvama gelmesi durumu. Beraber olduğu kadınlarla insan 20’li yaslarında övunur de yaşamı sindirmesine, masumiyetini yitirmesine , iyi ve kötüyü görmesine hala bunun için cırpınan insanın mental halidir.

Ac insanın yemek için salyalarının akması gibi, aç bünyenin de tüketmek için varlığını nefse armağan etmesidir bu durum. Ha, ben basit bir fani olarak, elinden hatunlar geçmiş biri olarak değil, apacık bir hiçkimse, herhangi bir insan, basit bir erkek, ortalama bir adam, ortalamanın içindeki nokta olarak bunları yazdığımı da bilhassa belirtmek isterim.

insan gucunu beslendiklerinden aliyorsa, onunde yemek olan kral, yemegi olmayan koledir. halbuki asalet, insanin beslendikleriyle degil, acliginda ortaya cikan dirayet ve disiplin gucudur. amsalak insan bu noktada mide bulandirir. zira hayat, insana basari ve basarisizliklariyla bir sekilde insani kendisi olmaya zorlar. amsalak olmaya zorlanan insanin kaderine, veyahut onun secimlerine bakarak pek ala yargilayabiliriz zira aclik ve acziyet, insanin en asagilik ve basit halidir.

• Hani psikolojik hastalıklar vardır ya. Kendini sıkılmış limon gibi hissedeni var. Kendini kavanoz olarak hisseden var. Kendini geri dönüşüm kutusu olarak hissedeni gördüm. Aslında bu bahsettiklerim çok nahif insanlar. Bi de kendini bok şeklinde hissedenler var. İşte amsalaklık burda başlıyor. Adam yürüyen bir yarrrak. Herkesle seks isteği, abazanlık, bu abazanlık yolunda yapılan salaklıklar, kişiliksizlik, şaklabanlıklar, iğrençlikler, am uğrunda sarfedilen aptalca çabalar… İşte bunlar hep amsalaklık. Beyin çok önemli bir organ, kullanın.

• Bir erkeğin iki adet beyni mevcuttur, kan beyinden farklı olarak diğer organa 10 newton gravity bölü hızla aktığında erkeğin kendini helak etmesi durumuna argoda verilen isim.

• Bunların ortak özelliği hayatlarında doğru düzgün hiç bir kızın bunlara bakmamış olması. Hal böyle olunca karşısına çıkan zeki! bir kız “süpersinn aşkııım” dediği an kendilerini ilah sanmaları.

• Bu tiplerin güzel paraları yenir eğer varsa. Her istediğini yaptırabilirsin, cinayet işle desen yok diyeceğini sanmıyorum, beynin yerinde yeller esiyor zira. Aptallıkta tavan yapmış tiplerdir, yakından gözlemleyebilirsiniz.

• Evli bekar vs fark etmeksizin gittikçe artan bir güruhtur bunlar. Sabahın beşinde de gecenin onbirinde de aynı muhabbeti çevirir dururlar. Yaşama amaçları, bilgi düzeyleri sadece bir cinsel organdan ibarettir dense kendilerine haksızlık etmemiş olunur.

• Kadının ağzının içine bakan, kaybetme korkusundan taviz üstüne taviz veren, omurgasız, kadın için her şeyi yapan, ileri derecede kadın düşkünü adamcağız.

• Tanımadığı, samimi duygularla yaklaşmadığı kadının ağzına içine bakan, taviz veren, el üstünde tutan ve birincil amacı cinsel güdülerini tatmin etmek olan, bu konuda yalan söyleyen, entrika çeviren, sahtekar erkek türü…

Bakın, baştaki “tanımadığı, samimi duygular beslemediği kadın” vurgusu önemli… yoksa tanıdığı, samimi duygular beslediği bir kadının ağzının içine bakan, el üstünde tutan erkeğe (adam) denir.

• Nakliye sektörünün hedef kitlesidir bu tip adamlar. Dikkat edin çoğu nakliyeci firmada mini etekli hatunlar vitrinde, işi yapan hanzolar arka plandadır. Hangi nakliyeciyle çalışılacağına karar veren mercideki yetkili bu özelliğe sahip biriyse işini iyi yapana değil eteği en kısa olana verilir işler. Bu tiplere bu özelliklerinin farkında olduğunuzu ima etmeyin arıza çıkarıyorlar…

• Dilimizde varolan en aşağılayıcı ve güzel küfür amsalaktır. Aşağılayıcı olması, küfürden değil, amsalağın prefrontal korteksinde gelişen lezyonlara bağımlı olmasından ötürüdür. Dolayısıyla amsalaklık verilmez alınır, trajik bir olaydır. Am göt meme üçgeninde düşünen bir insanla iki kelime konuşamazsınız.

• Amsalaklık acaip biseydir. Bu durumdaki kiside ahlaki değerler, arkadaslık değerleri yerle yeksan olur. Amsalak kisi müridi olduğu kadının emirlerini birbir uygularken en yakınındakileri satışa getirmekte ve onlara kumpas kurmakta beis görmez. Fakat bütün bu cabalar nafiledir. Amsalak kıçını yırtsa da o kadını elde edemez. Çünkü kadınlar amsalakları sevmez. Riyakar kaypak bir erkeği kim naapsın. Kadın amaçları dogrultusunda maşalaştırdığı bu amsalakla işi bitince onu adeta kullanılmış bir kağıt mendil gibi kenara atar. Amsalağın yakınındaki “am” ‘da artık yok olduğuna göre sadece elinde sadece salak titri kalmıştır. Salaklığına yanmaktadır.

• Hani eskiden çizgi filmlerde vardı ya o tür sahneler. Kedi veya köpek, karşısındaki hayvanı yürüyen biftek olarak görüyorlardı ya işte durum budur tam olarak efendim. Nefes alan, hareket edebilen her dişi insan evladını kocaman bir vagina olarak gören ve biyolojik olarak homo sapiens olarak adlandırılan canlı türünün aşırı abazan erkeklerini anlatmak için kullanılan tabirdir efendim.
Gelişmemiş veya az gelişmiş, kapalı toplumlarda bolca bulunur.

• Kontrol merkezi beyninde değil de daha aşağılarda olan. Söz konusu obje uğruna gözü hiçbirşeyi görmeyen, makam mevki, itibar vs’ye aldırış etmeyen kimselerin genel adı. Abazanlık, çapkınlık ya da azgınlıkla bir ilgisi yoktur. En ünlü Türk amsalağı Baltacı Mehmet Paşa’dır. Tarihin akışını değiştirmiştir. Patronu amsalak olan işyerlerinde kadınlar çabucak yükselirler. Medyada bolca vardır.

• Türkiye erkek nüfusunun yüzde 90 ını oluşturan, başka kaygısı olmayan yaratık.

• Tek derdi yattığı kız sayısı olan, skor peşindeki, niceliği niteliğe tercih ettiği için kadınların sex hayatında da olumsuz etkileri bulunan doyumsuz bir erkek türü.

• Kadın gördüğü zaman “et” liseli kız gördüğü zamanda “taze et” diyen, en önemli repliği “vay etigi (etini) yiyim” olan insanımsı…

• Entelektüel görünümlerinin altında koca bir yalancı besleyen ve başkaları hakkında ithamda bulunurken geçmişini ve yaşadığı günü unutan insan türüdür. Sözlerine kesinlikle güven olmaz, maneviyat için yaşadıkları yönünde bir palavraları vardır ki kendileri bile buna inanırlar.

• Etrafımda bilumum bulunan insan türcüğü, birinden ötekine koşar dururlar, yüzlerine de söyleyince “amsalaksın” diye, köpürüp insanın üstüne üstüne yürürler. Demek ki aslında kötü bişiy bu ve rahatsız oluyosun söyleyince yüzüne e o zaman neden yapıyorsun rahatsız olduğun şeyi be?

• Anadolu ve trakya’nın çeşitli “şaşkın, budala, ahmak, alık, pısırık” anlamında kullanılan bir söz. Ne yaparsın garibanın aklı aşağılarda bir yerlerde takılı kaldığındandır belki de bu şaşkınlığı, alıklığı…

• Muhtemelen abazan olan, çok az ihtimalle çapkın erkeklerin girdiği durum.

• Amsalaklık, resmen bir kuku için kadına etmediği maymunluk kalmamak ve kadının güzelliği arttıkça bu hareketinin dozunu arttırmak olarak söylenebilir. Kadını sadece “bunu nasıl yatağa atabilirim, acaba verir mi” diye değerlendiren, en sonunda “ver ulan hadi ver” diye içinden böğüren tiplerdir.

Tip demişken, kadınlar yanlış anlamasın, sadece çirkin erkekler değil, gayet de yakışıklı adamların da düştüğü durumdur.

Bu tipteki gerzek erkek bu yolda zamanını, parasını ve itibarını bolca harcar, tüketir. Eğer emelini açıkça belli ediyorsa abazan, belli etmiyorsa amsalak gezinen erkeklerdir bunlar, çoğu zaman başarılı metodlar bulduklarında hiç renk vermezler. Amsalak erkek kurbanı kadın ise, eğer kandırılmışsa ya evlilik ya aşk ya da zengin bir yaşam hayaliyle “tuzağa düşmüştür”.

Sözlerimi bitirirken dünyaya en çok ihraç ettiğimiz mallar arasında, sadece fındık, otomobil veya televizyon bulunmaz, amsalak erkekler de bulunur; Çoğu zaman Ukrayna ve Rusyaya ihraç ederiz. Ama bu ihraçtan para kaptıran biz oluruz, malımız da iadeli taahhütlü geri döner.

• Çantada er’keklik durumu…

• Kimileri sırf böyle olmadığını göstermek adına karşısında bir kadın belirince kötü davranmayı, kabalaşmayı tercih ediyor ki cidden hiç de hoş karşılanmıyor. İnsan gibi alıp karşına “neden böyle yapıyorsun” dediğinde de “amsalak bir yavşak değilim ben” diyor kendinden emin bir tavırla. Belki ki ayarlarıyla fazla oynanmış zamanında, yazık günah..

• Hayatındaki herhangi önemli bir öğeyi am fırsatı karşısında derhal 2. plana atan insan tipidir. Bu öğe dostluk da olabilir, içinde bulunduğu sürekli ilişkisi de olabilir, gurur, karizma, kariyer vs. artık o listede neler varsa.. Zayıf karakter belirtisidir.

• Ha bir de akıllı hatunlar var, işin özünü gördükleri halde bunu bilinç arkasına iterek göz önünden uzaklaştırmayı seçen. Onları nasıl yorumlayacagız, onu ben de bilmiyorum.

• Bir kadına yaranmak için değerlerinden ve kişiliğinden ödün verebilen, olmadığı gibi biri olmaya çalışan tiplere denir. En azından hetero erkek âleminde böyle, lezbiyenlerde de var mıdır bilmiyorum.

• Kadınların çaktırmadan yaptıklarını alenen yapan erkeğe verilen addır.

• Erkeklerde gördüğüm en boktan sorunların temelinde bu yatıyor.

• Evrimsel süreç erkeğin libidosu yüksek olanı ödüllendirdi. Sperm üretimi öylesine güçlü ve fazladır ki erkeğin çok fazla süre boyunca seks düşünmesine neden olur. Sekste genlerin aktarımını sağladığı için ne kadar çok seks yaparsan neslin o kadar çok aktarılma şansı yakalar. Bu, evrimin erkek bedenine yaptığı büyük bir aldatmacadır. Her erkek seks yapmak ister niye diye sorduğunda ise çünkü çok zevkli diyecektir. Evrimsel süreç seks yapmayı zevkli hale getirdi ve erkekler seks için tüm fırsatları kollamaya başladı.

Gelelim bu içgüdünün esiri zavallılara. Her erkek her gün güzel bir kızla birlikte olmak ister. Bu kızın başkalarıyla da olmasını istemez. Bu baba olmayı garanti altına alma yoludur. Erkeğin arzuları çok basit ve anlaşılırdır. Erkeğin eline her gün farklı seksi kadınlarla seks yapma fırsatı geçsin inanın bıkmadan yapacak donanıma sahiptir ancak psikolojik olarak bıkarsa vazgeçecektir.

Kız numarasını vermiş cevap yazmamış. Buluşanlar olmuş iş olmamış. Kız ilgi gösteriyormuş ve bi anda cevap yazmayı kesmiş vsvs.

Erkekler bunu öylesine dert ediyor ki kafayı yiyor. Karısını vuranlardan tutun kendini içkiye verip hayatı mahvolanlara kadar.

İlk önce bu içgüdüyü kontrol etmeyi öğrenin. Kadınlarla oynamayı öğrenin. Bazıları gösterip vermez ve istediğini elde eder. Kadınlar ilişkiler konusunda içgüdüsel olarak profesyoneldir. Ne zaman ne yapacağını bilir. O yüzden kadınlarla oynamayı öğrenin. “Oyun” bu yüzden var. İleri-geri taktikleri vs bunlar hep kadına muhtaç değilim bak seks için çabalamıyorum’a kadar bir sürü yolu yordamı var.

Problem Türkiye’de seks yapmak. Din ve kültürden dolayı çok zor. Abazalık tavan yapmış durumda ve işler kötüye de gidiyor. Ortalama bir adam belli süre seks yapmayınca ve hatta hiç seks yapmamışsa bir kaygı almaya başlıyor adamı. Türkiye’de seks yapma oranları çok düşük (Erkeklere sorarsanız herkesin skoru 1000) Ortalama erkek için cehennem gibi bir şey bu durum. Millet bu yüzden evleniyor.

Adam bakıyor seks yapamıyor, kafayı yemeye başlıyor. İlk önce güzel hatunlara yazıyor bakıyor iş yok zamanla düşüyor standartlar ama yine sonuç yok. Bakıyor hiç uğraşmayan arkadaşı seks yapacak birini bulmuş, kendi bulamayınca iyice sıyırıyor. Eğlenmeyi kendi standartlarını unutup am-salak oluyor. Am için adam vuranları gördü bu gözler.
Kadınlar da am-salaklar için amlarını silah gibi kullanıyor hayatlarının içine sıçıyor bu adamların. Ayrıca kadın gibi bir varlığa mutluluk ve huzuru endekslemek kadar yanlış bişey yok.

Seks yapamama kaygısına sahip adamı tek cümlede anlıyorum. Bu adamlar eğlenmiyor, o kadar abazalaşıyor ki kafası çalışmıyor ve çıldırıyorlar.

İlk önce bir rahatlayın kendinize çeki düzen verin. Mutlu olun, kendinizle eğlenmeye başlayın. Hobiler edinin ve zamanınızı güzel geçirmeye başlayın. kadınlara muhtaç olmadığınızı kendi başınıza da mutlu olabildiğinizi görün.

Her gününüzü güzel geçirmeye bakın. Elinizden geleni yapın ve geriye yaslanın. Çok çabalamanıza gerek yok (kadınlar konusunda), kendinizi geliştirmeye bakın. Rahat takılın, stressiz yaşayın. Kadınlar Kortizol’u (stres hormonunu) hissederler ve kaçarak uzaklaşırlar. Bu tür basit şeyleri dert ederseniz, kadınlar konusunda başarılı olmak zor olacaktır. Kadınlarda pek mutluluk aramayın ya da yola çıkış noktanız bu olmasın. Hayatınızı güzelleştirin ve beklentileri de düşük tutun. Beklentiler daima yaralar!

O yüzden bir kendinize gelin. Size saygısızlık yapan kadını uzaklaştırmayı bilin. Sizinle oynamalarına asla izin vermeyin. Onurlu bir adam olun. Kadınlara nasıl davranılması gerektiğini öğrenin. Dobra olun. Muhtaç olmayın asla. Biraz da mutlu huzurlu olun.