Tonguç Baba

Köy Enstitüleri ve enstitülülerin “Tonguç Baba”sı İsmail Hakkı Tonguç, 23 Haziran 1960 günü bedensel varlığıyla aramızdan ayrılmıştı.

Ölümünden 53 yıl sonra, Taksim’de yeniden doğdu…

Ne zaman karanlık bassa Anadolu’yu, ne zaman zulüm, sömürü kol gezse bu coğrafyada, onun ektiği topumlar yeşerir, onun diktiği ağaçlar çiçek verir. 

İsmail Hakkı Tonguç, genç Cumhuriyet’in kendisine emanet ettiği “ilköğretim ve okumayazma” sorununu bir Anadolu Rönesansı’na, “Yeniden Doğuş”una dönüştürmeyi başarmış bir büyük devrimciydi. 

KÖYLÜ ÇOCUĞUYDU

Balkanlar’da dünyaya gelmiş bir köylü çocuğuydu. Hiçbir zaman halka tepeden bakmadı, seçkincilik taslamadı, kafasındaki bilgiyi, hazır olanı halka belletmeye kalkışmadı. 

Askerliğini çavuş ya da onbaşı olarak tamamlamış köylü çocuklarının kendi kültürleriyle harmanlanıp kendi köylerine Köy Eğitmeni olarak atanmalarını sağlayacak Eğitmen Kursları başlarken, Tonguç, özgür eğitimde kullanılacak yöntemler için düşüncelerini ve halk kültürüne bakış açısını şöyle açıklıyordu: “Fakat ruhu program taslağında değil, kursu yönetecek arkadaşların ellerinde ve hareket şekillerindedir. Köyde ve köylüde var olan değerleri genel ve geçerli değerler durumuna getirmek, bu kursların ve ondan sonra eğitmenlerinin uğraşlarının bir sonucu olmalıdır… Kursların kendi kendilerini yaratmaları en önemli noktayı oluşturur. İşi bizim klasik işler gibi irdeleyerek merkezden imdat beklerseniz buradan belki kitap, para alabilirsiniz. Ama ruhu vermek merkezin işi değildir.”

Yüzde doksanı okuryazar olmayan, arpa ekmeğiyle yavan bulgura, yağsız peynire tutsak yaşayan, hayvanıyla birlikte yatan, bitten pireden yakasını kurtaramamış, bin yamalıkla gezen, emeği yedi bin yıldır tefeci bezirgân zümre ve toprak ağaları tarafından sömürülmekte olan, ter ve tezek kokulu köylüde var olan değer neydi acaba?

ANADOLU RÖNESANSI

Bu değer, bereket törenlerinde, ritüellerde, seyirlik köylü oyunlarında, Keloğlan’da, Karagöz’de, Köroğlu’nda, Karacaoğlan’da örneklerini görebileceğimiz, halk kültürünün, çoğul, tüm hiyerarşilere ve kutsal böbürlenmelere kıçıyla gülen, tüm farklılıkları silen, deliyi padişah seçip ata bindiren, sonra da alaşağı eden gücüyle ilgilidir. Bu güç, ancak 2000’li yıllardan sonra Türkçe’ye kazandırılacak olan Mihail Bahtin’in Rönesans ve Dostoyevski çalışmalarında, Octavio Paz’ın Lâtin kültürü üzerine incelemelerinde kuramsal bir temele de oturtulacaktı. 

Devrimci dehası ile özgün yöntem araştırmalarını, evrensel bilgiye ait kuramsal yapıyı kendi halk kültürüyle buluşturmayı başarmış İsmail Hakkı Tonguç da, yarım kalmış Anadolu Rönesansı’nın mimarı olacaktı… 

“Her enstitü, halk ekininin, folklor ürünlerinin harman olduğu yerdi. Çalışma günleri halk oyunlarıyla başlar, hafta sonu şenlikleri, köylerden getirilen ortaoyunları, saz söz varlıklarıyla, türkülerle sanat şölenine dönüşür, yeni yaratıcılıkları ateşlerdi.

Kasnakçı Efe, Çakırcı Efe, enstitü enstitü dolaşarak, halk oyunlarını öğreten oyun ustaöğreticileri, Âşık Veysel, Ali İzzet saz ve türkü ustaöğreticileriydi. Enstitüler, köyler arası imecelerle, tüm ülkeye yayılıyordu oyunlar türküler. 

Üçüncü yıldan başlayarak, köyünü her yönüyle incelemeye başlıyordu öğretmen adayı. Çalışacağı ortamı toplumsal, ekonomik, ekinsel yaşamıyla tanımaya yönelikti araştırma.”

Tonguç, halk kültürünün ve o kültürün çoğulluğunun, yenileşmeci, değişimci gücünün ayrımındadır… 

Tonguç Baba, Pulur Köy Enstitüsü’nde eğlence ve gösteri için bir sahne hazırlanmakta olduğunu duyunca küplere biner. “Gerçekten de orada öğrenciler masaları birleştirmişler, bir sahne hazırlamaya çalışıyorlardı. Çok kızdığı anlaşılan Tonguç, Müdür’e ve öğretmenlere sertçe çıkıştı; enstitülerde oyunların, toplantıların ortada, herkesin eşit durumda izleyebileceği bir ortamda yapılmasını kaç kez yazmış, söylemişti. Konuklarla öğretmenlerin önde, öğrencilerin arkada oturduğu bir düzenin yıkılmak istendiğini hâlâ anlayamamışlar mıydı? ‘Kaldırın o sahneyi, toplantı dediğim biçimde yapılacak!’”

Tonguç, Köy Enstitüleri’ndeki eğlencelerin “‘müsamere’ anlayışı ile değil, doğal ve özgün yöntemler ve geniş katılımlarla yapılması…” nı istemektedir.

Köy Enstitüleri’nde yetişen yazarlar, Batı Rönesansı’nın kapı açıcısı Rabelais romanı ölçüsünde halk kültürünü yenidendoğuşa uğratarak Anadolu’da Baba Tonguç’un deyimiyle “korkuya karşı savaş” açtılar.

TAKSİM’DE CANLANDI

12 Eylül 1980 faşist darbesi sonrasında emperyalist ve Şarkiyatçı kültür taklitçiliğine gönüllü eleman yazılan kimi naylon edebiyat çevrelerinin “Köy Romanı” ya da “Köy Edebiyatı” yaftası ile edebiyat iktidarının dışına atmaya çalıştığı hayatın içinden süzülüp gelmiş kültür ve edebiyat, onlarca yıl sonra, Taksim’deki çadırlarda, İzmir’in, Adana’nın, Eskişehir’in, Çorum’un, Ardahan’ın meydanlarında yeniden can buldu.

Fakir Baykurt’un Kır Abbası, Uluguşu, Irazca Anası, Dursun Akçam’ın Cenkçisi, Gurbetçisi, Allahın Kızı Mavişi, Telli Anası, Ümit Kaftancıoğlu’nun Güllü Anası, Yeter’i, Loplopu, Talip Apaydın’ın Çoban Musası, iktidarın kendilerine yönelttiği aşağılayıcı betimlemeleri kolayca benimseyip aralarındaki tüm farklılıkları bir anda silmeyi başarmış, “Çapulcusu”, “Ayyaşı” olarak basınçlı sulara, biber gazlarına göğüs gerdiler, özgürlük, adalet ve onurlu bir yaşam istediler.

Tonguç Baba, en özgür, en demokratik, en yenilikçi, en savaşçı kültürü ekti Köy Enstitüleri’nde bu toprağa. Cumhuriyet’in köylüye ve halka ulaşmayı başarmış neredeyse tek aydınlık koluydu O. Onun için önce Köy Enstitüleri’ni kapattı emperyalistler ve yerli işbirlikçileri. Onun için, “komünistlik” suçlaması ile kapatılmış Enstitüler, 21. Yüzyıl başında, ABD ve Batı başkentlerinde hazırlanmış doktora tezleri ile “faşistlik” mertebesine terfi etti!

Tonguç Baba’larına koşan Enstitülü çocuklarının gözlerindeki sevinç ışıltısı yanıt verdi, onları “formatlanmış eğitim” görmekle suçlayıp Pensilvanya’da, Georgetown’ın Turkish Studies’inde planlanmış biçimde kalıplanarak örtülmüş, kafaları koşullandırılmış bindirilmiş kıtalara kendisini alkışlattıranlara…

Selam olsun Anadolu’ya özgürlük tohumları ekene.

Baba Tonguç’a en içten sevgilerle…

Değerli Dostlar,
Özellikle yaşları 50’nin altında olan gençlerimizin okuyup bilgilenmelerini dilerim…


İNÖNÜ’NÜN KIVANCI
Cumhurbaşkanı İsmet İnönü. Savaştepe Köy Enstitüsü’ne gelmişti. Öbür enstitülerde olduğu gibi Savaştepe’deki çalışmaları da yakından görmek istiyordu. Sebze bahçesine doğru ilerlerken, kümesin önünde bulunan boz giysili kız öğrenciyi gördü. Bu öğrenci o haftanın kümes nöbetçisi Hatice Kolukısa’ydı. İnönü, öğrencinin yanına sokuldu; azık torbasında ne olduğunu görmek istedi. Öğrenci torbasını açtı; peynir, ekmek bir de kitap çıktı içinden. Bir bakanlık klasiği Sophokles’in “Antigone” eseriydi. İnönü’nün yüzü ışıdı, çevresindekilere:
“Gördünüz mü” dedi, “peynir ekmeğin yanında kitap. Köylümüz, kentlimiz, erimiz, generalimiz kumanyasına ne zaman kitabı da ekleyecek duruma gelirse, o gün Türkiye gerçekten kurtulmuş demektir. Topraklarımızı bilgiyle değerlendirmenin, bilinçle savunur duruma gelmenin başka yolu yoktur.”
O yıllarda Milli Eğitim Bakanlığınca yayımlanmakta olan Dünya Klâsikleri dizisinin baş okuyucusu İnönü’ydü.


“BİNİLEN EŞEK AKILLI OLURSA SIRTINDAKİNİ TAŞIMAZ, ATIP DÜŞÜRÜR!”
Kasım 1944’ün sonlarına doğru Tonguç, Gönen Köy Enstitüsü’ne gider. Öğretmenler odasında şu konuşmayı yapar:
“Dersliğini, yollarını kendi yapan, suyunu kendisi getiren, elektriğini kendisi üreten, devletin sırtına yük olmayan bu öğrencileri horlayan varsa aranızda, burada işleri yok onların! Yarın ülkeyi yönetenler bu çocukların arasından çıkacak. Mecliste bunları göreceksiniz.”
Sözlerini şu benzetmeyle sürdürdü:
“Bir İngiliz atasözü vardır: Binilen eşek akıllı olursa sırtındakini taşımaz, atıp düşürür! Köylünün sırtından geçinenler, onların okumalarını, gözlerinin açılmasını isterler mi? İstemezler! Köylülerimiz şimdi el birliğiyle okullarını yapma yarışında.”
Tonguç’un burada verdiği çarpıcı örnek yıllar yılı ülkemizde yaşanmaktaydı. Bu kötü gidişe dur diyebilecek kişilere gereksinim vardı. Bu nedenle de köy enstitülülere büyük görevler düşmekteydi. Bu çocuklar ilkin enstitüde özgür okuma ve düşünme ortamı içinde uyanacaklar, gittikleri yerlerde de uyarıcılık görevini üstleneceklerdi.


CİP GÖRMEMİŞ KÖYLÜLER
Tonguç, birkaç öğretmenle birlikte ciple bir dağ köyüne gider. Ancak köylülerde bir panik görülür. Tonguç buna bir anlam veremez. Köyde bulunan yaşlı, genç dağ yolunu tutmuş kaçıyorlardı! Tonguç meraktaydı. Cipin şoförü Mehmet’e seslenir:
“Yardım et de şunlardan birini tutalım hele!”
Bunun üzerine Mehmet bir yandan, Tonguç bir yandan koşup güçlükle birini yakalarlar. Tonguç sorar:
“Ne var, niye kaçıyorsunuz?”
Yakalanan kişi cipi göstererek ondan korkup kaygılandıklarını söylemeye çalışır.
Kaçış nedeni meğer cipmiş! Onun canlı, acayip bir yaratık olduğunu sanmışlar! Hakları da yok değildir; o güne kadar görüp tanıdıkları ne öküze, ne ata, ne eşeğe, ne de koyun keçiye sözün kısası bunların hiçbirine benzemiyordu bu! Hiçbir kimseye saldırdığı falan da yoktu am ilk görüşte korkmuşlardı bir kez…


“BİNDİĞİM EŞEĞİN AKILLI OLMASINI İSTEMEM BEN!”
1940 yılında Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM) tek partili ve 426 milletvekilinden oluşmaktaydı.
17.04 1940 günü TBMM’de 3803 sayılı Köy Enstitüleri yasası oylandı ve 278 oyla kabul edildi. 148 CHP milletvekili o gün meclise gelmemiş, oylamaya katılmamışlardı!
Sağcı, muhafazakâr olarak adlandırılan CHP’nin 148 milletvekili Köy Enstitülerine karşıydı!
Sağ görüşün temsilcisi olarak bilinen Reşat Şemsettin Sirer, 1933 yılından beri Tonguç’la çatışmaktaydı. Bu durum Cumhurbaşkanı ve CHP Genel Başkanı İsmet İnönü tarafından bile açıkça biliniyordu.
Köy Enstitülerini denetleme amacıyla yapılan bir gezi sırasında R. Şemsettin Sirer, ne edip eder Tonguç’a şöyle der:
“Sen bu halk çocuklarını böyle yetiştirirsen biz bu milleti nasıl yönetiriz? Bindiğim eşeğin akıllı olmasını istemem ben!”
Milli Eğitim Bakanlığı da yapan R. Şemsettin Sirer ve çok sayıda CHP milletvekili, Türk köylüsünü eşek olarak görmekte, onların sırtına binerek ülkeyi yönetmek istemekteydi…
Değerli Dostlar,
Sizleri sarsacak bilgiler içeren TONGUÇ BABA yazımı sürdüreceğim…


Yılmaz Dikbaş
28 Kasım 2020, Cumartesi

Hasan Ali Yücel

Padişahın, tabağında kalan yemekleri bir erkek çocuğa gönderdiği yıl 1899’dur. Bunun nedeni, dili tutulan, konuşmayan çocuğa padişah yemeğinden arta kalanların iyi geleceği inancıdır.

Din hocalarının bu önerisi hiç bir işe yaramaz. Sarayın artıklarını yiyerek dilinin çözüleceğine inanılan çocuk büyüdüğünde özgürlük şarkıları söyleyecek ve o sofraları devirenlerin korosunda ön sırada yer alacaktır!

Dili kendiliğinden açılan çocuğun başına bir başka felaket gelir, üç yaşında…

Annesi ve babasının yanında götürüldüğü bir ev ziyareti sırasında, hizmetçi kadın tarafından Çingenelere satılmak amacıyla kaçırılır.

İstanbul’un altı üstüne getirilerek aranılan çocuk büyük bir şans eseri olarak bulunur.

Neyire Hanım, bir gün oğlunu evdeki terlikleri bir araya toplarken görür. Tüm terlikler sıralar halinde, düzgün bir şekilde arka arkaya getiren çocuk onlarla konuşmaya, bir şeyler anlatmaya başlar.

“Eyvah !” der Neyire Hanım, “Bizim oğlanın dili açıldı açılmasına, ama bu sefer terliklerle konuşmaya başladı !…”

Kapı arkasından oğlunun konuşmalarını ona belli etmeden dinleyen annenin şaşkınlığı, çocuğun terlikler karşısında bilgi dolu bir konuşma yaptığını duyunca bir kat daha artar.

Her gün yinelenen bu garip olay, sonunda çözüme ulaşır:

Çocuk, dayısı Rauf’a ders vermek için gelen öğretmenleri dinlemekte, duyduklarını sonradan terliklere anlatmaktadır.

Bu “öğretmencilik” oyunu, onun geleceğinin de habercisidir aslında.

Terlikleri birer öğrenci gibi karşısına dizen ve onlarla bir öğretmenmiş gibi oynayan çocuk, Köy Enstitüleri’nin mimarlarından Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel’dir!

Sunay Akın(Tarih Tarih)

***

Atatürk’ün ölümünden sonra, 1938-1946 yılları arasında Millî Eğitim Bakanlığı yapan Hasan-Âli YÜCEL, Cumhuriyet Döneminin, çok yönlü kişiliğe sahip seçkin bir eğitim, kültür ve siyaset adamı .

• Çocukluğu:

Hasan-Âli YÜCEL, bundan yüzüçyıl önce, 17 Aralık 1897’de İstanbul’da doğmuştur. Babası Ali Rıza Bey, annesi Neyire Hanımdır. Soyu, baba tarafından Giresun-Görele’nin Daylı Köyü’nden Ömer Efendi’ye , anne tarafından (IILSelim zamanında yaşamış) Kaptan İsmail Tosun Ağa’ya kadar uzanır.

O’nun gelişiminde de -doğal olarak- içine doğduğu toplumsal çevrenin etkisi vardır: Anne ve baba ekonomik açıdan iyi koşullara sahiptir. Evlenmelerinden üç yıl sonra Hasan-Âli dünyaya gelir. Hem tek çocuk olarak, hem de hayli geniş bir aile ortamında büyür. Ne var ki, bir süre sonra baba Ali Rıza Bey; iş ortamının sorunları nedeniyle sık sık görevinden istifa eder; aile, değerli eşyaların satılmasmı gerektirecek kadar sıkıntılı günler yaşar.

Hasan-Âli, çocukluğunun ilk yıllarında, ailesiyle Merkez Efendi Mahallesi’ndeki Yenikapı Mevlevihanesi ziyaretlerine katılır. Burada izlediği mistik makam ve fasıllar, dönüş törenleri, O’nun müzik yeteneğinin belirginleşmesinî sağlar. Çevrede “müzik Üstadı” olarak tanınan Mehmet Celaleddin Dede Efendi’nin yönettiği “müzik mektebi”nde eğitim görür.

• Okul Yılları:

Hasan-Âli, 1901’de daha dört yaşındayken Laleli’deki Yolgeçen Mektebi’ne kaydedilir. Yazı yazma isteği oldukça fazladır.
Bu nedenle, bir zorunluluk olmamasına rağmen, kendi kendine yazı yazmayı öğrenir. Edindiği bilgileri evdeki hizmetçilere ve evlatlıklara anlatmaktan zevk alır. Öğrenme ve anlatma zevki artık iyice belirginleşmiştir.

Hasan-Âli, altı yaşlarında iken aile, Gümüşsuyu’nda yaptırdığı yazlık köşke taşınır. O da Topkapı Semti’nde bulunan Taş Mektep’e yazdınlır. 1906 yılında, dokuz yaşındayken Mekteb-i Osmanî’ye gönderilir. Burada ilgisini çeken yeniliklerle karşılaşır; örneğin, yazı tahtasını, haritaları ve sıraları görür; sınıf ortamıyla tanışır. Ayrı ayrı hocalardan ders görür. Bu arada Meşrutiyet ilan edilmiş (1908); hürriyet şiirleri, marşları ve şarkıları duyulmaya başlamıştır. Bunları zevkle ezberler ve söyler. Beş yıllık bu okulu 1911’de pekiyiden de üstün bir derece (Aliyyülala) ile bitirir. Okuma tutkusu oldukça gelişmiştir; Beyazıt kitapçılarından aldığı romanları -babasına rağmen- yutarcasına okumayı sürdürür.

Mekteb-i Osmanî’den sonra, Hasan-Âli için Vefa İdadisi dönemi başlar, “İntikam Olsun” başlıklı ilk yazısını burada öğrenciyken yazar; “Mektepli” dergisinin açtığı yarışmaya katılır, 17 Ekim 1913’te yayınlanır. Ne var ki, son sınıftayken, Birinci Dünya Savaşı nedeniyle askere alınır; okula ara vermek zorunda kalır. Önce asteğmen; sonra teğmen olarak toplam üç buçuk yıl askerlik yapar; 2 Aralık 1918’de terhis edilir.

Hasan-Âli, askerlik sonrası öğretimini Darülfünün’da tamamlama imkanı bulur. Liselerin son sınıfında okurken askere alınan gençlere böyle bir imkan tanınmıştır çünkü, îlkin Hukuk Fakültesi’ne kayıt yaptırır. Bir yandan da İfnam gazetesinde çalışır. Türk Sesi gazetesinin kurucuları arasında yer alır. Ancak hukuk öğretimini, dersteki yöntemi yüzünden tartıştığı hocası Celalettin Arîf Bey’e kızgınlığı nedeniyle yarıda bırakmak zorunda kalır. Edebiyat Fakültesi’nin Felsefe Şubesi’ne kaydolur. Artık Cağaloğlundaki Darülmuallimîn-i Aliye (Yüksek Öğretmen Okulu)’nin öğrencisi durumundadır.

Bu dönemde, Hasan-Âli; Y.Kemal, A.Hamdi Tanpınar gibi şairlerle ikbal Kıraathanesi’ne gidip gelmeye başlar, İstiklal Savaşı’nın zor günleri yaşanmaktadır. Ortalıkta İnönü Savaşlarına ilişkin haberler vardır. Hasan-Âli, gazetesinde özellikle bu savaşlara ilişkin haberler verir; bunları söz konuşu kıraathaneye de ulaştırarak dostlarını bilgilendirir. Ayrıca, ulusal protesto hareketlerine, örneğin bunların ilki ve en büyüğü 23 Mayıs 1919’da düzenlenen Sultanahmet Mitinglerine katılır. Kendisini Edebiyat Fakültesi çevresinde oluşan düşünce tartışmaları içinde bulur. Mustafa Şekip (Tunç), İsmail Hakkı (Baltacıoğlu) ve Mehmet Emin (Erişirgil)’in H.Bergson merkezli denebilecek tartışmalarını izler. Bu tartışmalarda sık sık A.Schopenhauer, J.Stuart Mili, H.Spencer, WJames gibi düşünürlerin fikirleri de ele alınmaktadır. Hasan-Âli, bu ve benzeri düşünürlerin fikirlerini kendi eserlerinden okuyamamanın sıkıntısını duyar (Bakanlığı döneminde, Tercüme hareketini başlatışmda bu deneyiminin rolü olmuştur.)

Hasan-Âli’nin üzerinde etkisi olan hocalar arasında, Kuvay-ı Millî ye hareketini Akşam gazetesindeki yazılarıyla
desteklemiş olan Necmettin Sadık (Sadak)’ın özel bir yeri olduğu söylenebilir. O’nu günlük gazetelerde yazı yazmaya özendiren, örneğin Akşam gazetesinde “Pazartesi Konuşmaları” başlığı altında köşe yazıları yazmaya yönelten Necmettin Sadık’tır.
Hasan-Âli, Darülmuallimîn-İ Aliye’den “Ruh ve Beden” üzerine yaptığı tez niteliğindeki otuz sayfalık bir çalışmasıyla 1921’de mezun olur.

Meslek Hayatı:

• İzmir Yılları:

Hasan-Âli, öğretimini bitirir bitirmez öğretmen olarak tayin edilemez, bu yüzden özel bir okulda bir süre ücretli ders vermek zorunda kalır. 1921 yılının sonunda, bazı hocalarının desteğiyle Edebiyat Fakültesi’nde öğrenci disiplinini sağlamak amacıyla oluşturulmuş inzibat memurluğuna atanır. Yaşı 25’tir; askerlik döneminden arkadaşı olan Necati (Tansel)’in kızkardeşi Refika Hanımla evlenir. Kısa bir süre sonra, İzmir Erkek Muallim Mektebi’ne Türkçe ve Edebiyat Öğretmeni olarak atanır. Kent, Yunan işgali ve zulmünün izleriyle doludur. Kötü koşullarda, 19 Aralık 1922’de öğretmenliğe başlar. Eşi İstanbul’dan İzmir’e gelir. Bir grup meslektaşıyla Muallimler Birliği ve Türk Ocağını kurar.

Hasan-Âli, Mustafa Kemal ile İlk kez burada karşılaşır (2 Şubat 1923). Halkla yaptığı bir toplantıda, söz alarak Mustafa Kemal’e “mekteplerin yanında medreselerin devam edip etmeyeceği’ni sorar. Mustafa Kemal, kendisine, ilke olarak “eğitim birliği” ve “karma uygulama”dan söz ederek cevap verir.
O’nun buradaki öğretmenliği uzun sürmez, işini bırakarak hamile eşiyle beraber İstanbul’a gelir.


• İstanbul Yılları:

Bu yıllar, Laleli’de Kitapçı Ahmet Halil’in evinde kiracılıkla başlar. Edebiyat Fakültesi’nin Felsefe Bölümü’nde, alanıyla ilgisiz bir işte iki ay kadar çalışmak zorunda kalır. 1924’de yeniden mesleğine döner; ilkin Kuleli Askeri Lisesi’nde edebiyat öğretmenliği yapar, ardından İstanbul Erkek Lisesi’ne felsefe öğretmeni olarak atanır. Sonraki ders yılında, varolan görevine ek olarak edebiyat derslerine de girmeye başlar. 1926’dan itibaren İstanbul Erkek Lisesi’nde felsefe ve içtimaiyat (Sosyoloji) öğretmenliği ile Galatasaray Lisesi malumat-ı vataniye öğretmenliği yapar. 1927’de sona eren öğretmenlik yıllarında, “Felsefe Elifbası”, “Süri ve Tatbikî Mantık”, Hıfzı Tevfik ve Hamamizade İhsan ile birlikte yazdığı “Türk Edebiyatı Numuneleri” adlı eserlerini yayınlayarak ilgililerin dikkatlerine sunar. 1926 yılında da Can ile Canan adım verdikleri ikizleri doğar. Gülümser adlı üçüncü çocukları 1936 doğumludur.

• Müfettişliğe Atanışı:

3 Mart 1924’te yürürlüğe giren Öğretim Birliği (Tevhid-i Tedrisat) yasasının sonucu olarak, öğretim kurumlarının hepsi Maarif Vekaleti’ne bağlanmış, bu çerçevede, Mustafa Necati döneminde (1926’da) Maarif Emirlikleri kurulmuş ve ülke Mıntıkalara ayrılmıştır. 1927 başında, Hasan-Âli, Reşat Şemsettin (Sirer) ile birlikte “Mıntıka Müfettişleri” unvanıyla İstanbul Maarif Emirliğine verilirler.

Müfettişlik döneminde, Hasan-Âli, öncelikle “yazı ve dil sorunları” üzerine yoğunlaşır. T.Fikret’in batılılaşma (modernleşme) doğrultusundaki düşüncelerine ilgi duyar. O’nun “Tarihi Kadim-Doksan Beşe Doğru” adlı şiir kitabını latin harfleriyle yayınlamasının altında bu ilgi (ve hayranlık) yatmaktadır(Latin harfleriyle basılan ilk eserdir bu kitap).
Hasan-Âli, 1929 sonunda İkinci Sınıf Maarif Müfettiş Umumiliğine yükselir. Maarif Emirlikleri kaldırılınca Maarif Vekaleti Teftiş Kurulu Üyesi olur. 1930’da Maarif Vekili Cemal Hüsnü (Toray), kendisini araştırma ve inceleme göreviyle Paris’e gönderir.
Bu dönem, Hasan-Âli’nin “batı uygarlığıyla ilk kez karşılaşması” açısından önemlidir. Bu süre içerisinde, öğretim kurumlarını inceler ve Fransız kültürü üzerine araştırmalar yapar. Oradaki Türk öğrencilerin denetimiyle görevli müfettiş Salih Zeki ile beraber Londra’ya iki haftalık bir teftiş gezisinde bulunur. Salih Zeki geri çağrılınca müfettişlik görevi Hasan-Âli’ye verilir. Bu arada Fransızcasını geliştirmeye çalışır, opera ve tiyatro sanatlarıyla ilgilenir. 1930’un sonunda, geniş bir inceleme ve araştırma dosyasıyla Türkiye’ye döner. 1936’da bu incelemesini “Fransa’da Kültür İşleri” adıyla yayınlar.

• Gazi Mustafa Kemal Atatürk’le Gezi:

Demokrasiye geçiş denemesi çerçevesinde kurulan Serbest Cumhuriyet Fırkasi’nın kapatılmasından sonra, Mustafa Kemal, ülke boyutunda bir denetleme gezisine çıkmıştır. Her bakanlık, O’na danışmanlık yapacak ve yönergeler çerçevesinde araştırmalarda bulunacak bir müfettiş görevlendirir. Maarif vekaleti de bu görevi 33 yaşındaki genç Hasan-Âli’ye verir. Mustafa Kemal, kendisin; İzmir’den hatırlar.

Bu gezinin ilk durağı Kayseri’dir, Burada, Mustafa Kemal, ders dinlemek üzere kentin lisesine davet edilir. Girdikleri sınıfta felsefe dersi yapılmakta ve öğrencilerin önünde yazarı Hasan-Âli olan ders kitabı bulunmaktadır. Mustafa Kemal, hem öğretmenin anlatımını dinler, hem de ders kitabını inceler. Arapça terimler boldur, anlaşılma güçlüğü vardır. Akşam yemeğinde, Mustafa Kemal, Hasan-Âli’ye bu sorunu çözmeyi düşünüp düşünmediğini sorar.

Bu görüşmede Hasan-Âli, dilde sadeleşme ve birliğin sağlanmasının kişisel girişimlerle değil, merkezi-kurumsal çalışmalarla oluşturulabileceği düşüncesinde olduğunu söylemiştir. Buna rağmen, bu doğrultudaki kişisel çabalarını sürdürmekten geri durmamıştır.

3 Mart 1931’e kadar devam eden bu üç aylık gezi esnasında, Mustafa Kemal’le Hasan-Âli arasında oldukça anlamlı bir diyalog daha gerçekleşir. Mustafa Kemal, bir gün, yanında bulunanlara “Türk milleti ne zaman kendîni kurtulmuş sayabilir?” diye sorar. Yanındakiler doğal olarak görüşlerini bildirirler- Sonra Hasan-Âli söz alır; “Paşam,” der; “Türk milleti ne zaman kurtarıcı arama ihtiyacını duymayacak hale gelirse o zaman kurtulmuş olur.” Mustafa Kemal, kendisine, “Bu çocuğun ileri attığı, üstünde bizi derin derin düşündürmeye değer bir fikirdir.” diyerek takdirlerim bildirir.

• Türk Dili Tetkik Cemiyeti’ne Destekleri:

Söz konusuu denetleme gezisinden bir yıl sonra, dil devrimim doğru temeller üzerinde geliştirmek düşüncesiyle, 12 Temmuz 1932’de Türk Dili Tetkik Cemiyeti kurulur. Cemiyetin başkanı Samih Rifat, sekreteri Ruşen Eşref Günaydın), üyeleri ise Celal Sahir (Erozan) ile Yakup Kadri (Karaosmanoğlu)’dur. Bu yılın Eylül’ünde, Dolmabahçe Saray’ında ilk Dil Kurultayı toplanır. Türk dilinin sorunları tartışılır, görüşler sunulur, ana program oluşturulur ve Merkez Heyeti seçilir. Kurultaydan sonraki ilk Merkez Heyeti toplantısında alt çalışma kolları oluşturulur. Hasan-Âli, Etimoloji Kolu Başkanlığına getirilir.
Hasan-Âli, Güneş-Dil Teorisini gerçekçi bulmadığı için, bu çerçevedeki tartışmalara katılmamıştır. Bu yıl içinde Hasan-Âli yeni eserleriyle gündemdedir. “Mevlana’nın Rubaileri”, “Goethe: Bir Dehanın Romanı”, “Türk Edebiyatı’na Toplu Bakış” adlı kitaplarını yayınlar.

Hasan-Âli, Goethe üzerine çalışması Türkçe’de ilk olması nedeniyle, Goethe madalyasıyla ödüllendirilir.

Yaşar Nabi (Nayır)’ın dediği gibi, “aklıyla batıda, gönlüyle doğuda bir düşünce adamı” olan Hasan-Âli, 1930’lu yıllarda sanat, edebiyat, felsefe ve bilim üzerine yoğunlaşmış, yazılar yayınlamıştır.

• Gazi Eğitim Enstitüsü Müdürlüğü:

1932 yılında, Hasan-Âli, batıdaki benzerleri örnek alınarak kurulan, öğretim üyeleri yurtdışında okumuş kişilerden oluşan Ankara Gazi Eğitim Enstitüsü’ne müdür olarak atanır.

Gazi Eğitim Enstitüsü’nde, kendisinin hem arkadaşı hem de meslektaşı eğitimci İsmail Hakkı (Tonguç) da öğretim üyesidir. Yakın bir işbirliği içindedirler.

Bu dönemde, Hasan-Âli, 1917-1933 yılları arasında yazdığı didaktik şiirlerini “Dönen Ses” adıyla yayınlar. Bu şiirleriyle, çocuk edebiyatına katkıda bulunmuş şairlerden birisi olarak kabul edilir.

• Siyasi Hayatı:

Hasan-Âli, 1933 yılı sonunda Maarif Vekaleti Orta Tedrisat Umum Müdürlüğü’ne atanır. Bu dönemde, üniversiteye geçişteki önemi nedeniyle liselerde reform düşüncesi üzerine yoğunlaşır. Bu çerçevedeki araştırmaları ve düşüncelerini “Türkiye’de Orta Öğretim” adlı eseriyle ortaya koymayı dener.

Genel Müdürlüğü döneminde, bir gün, Bakan Hikmet (Bayur)” mevzuata aykırı bir ricada bulunur; tartışırlar. Bunun üzerine, maddî bir güvencesi olmamasına rağmen istifa eder. Ancak Bakanın özür dilemesiyle görevine döner. Bu arada seçim tarihi yaklaşmaktadır. 1934’te Cumhuriyet Halk Partisi’ne dilekçe vererek “Milletvekili adayı olarak önerilmesi”ni sağlar; İzmir Milletvekili olarak Meclise girer.

O’nun, özellikle 1935-37 yılları arasında yayınladığı yazıları hem eğitim ve kültür alanındaki yoğun ilgisinin belgesi, hem de Maarif Vekilliği’ne hazırlandığının göstergesi niteliğindedir.

• Bakanlık:

Cumhuriyet’in kurucusu Atatürk ölmüş, Na’a’şını Büyük Millet Meclisi adına taşıyacak grup kur’a çekilerek oluşturulacaktır.
Hasan-Âli Yücel, seçilen 12 Milletvekili arasındadır. Sevgiyle bağlı olduğu Atatürk’e karşı son görevini yerine getirir. 11 Kasım 1938’de İnönü Cumhurbaşkanı seçilir. 28 Aralık 1938’de, Hasan-Âli Yücel, 41 yaşında, iken istifa eden Saffet Arıkan’ın yerine, Celal Bayar kabinesinde Maarif Vekili olur. Özellikle Cumhurbaşkanı l.İnönü’nün desteğiyle, yakın çalışma ve dost grubunun katılımıyla büyük bir reform hareketi başlatır ve gerçekleştirir. Ülkemizin bugüne gelişinde, O’nun dönemindeki bu reformların yadsınamaz bir işlevi olduğu açıktır.

• Reformlar ve Kongre ve Şuralar:

Hasan-Alİ Yücel, l ve 2 Mayıs 1939 tarihlerinde, On Yılhk Neşriyat Sergisi ve Birinci Türk Neşriyat Kongresi’ni açar, Yazarlar, yayıncılar, eğitimciler, araştırmacılar, sanatkarlar, milletvekilleri, bakanlık görevlilerinden oluşan kongre, çeşitli alt gruplara aynlarak sorunlar ve öneriler üzerinde çalışır.

17 Temmuz 1939’da da bilim adamları, eğitimciler, yazarlar ve sanatçıların katıldığı, eğitim sisteminin ilkelerini ve okul programlarını belirlemek amacıyla Birinci Maarif Şürası toplanır. Böylece millî eğitimde çok önemli bir yeri olan bir gelenek başlatılır. 15-21 Şubat 1943 tarihlerinde de -yine Yücel’in başkanlığında- İkinci Maarif Şurası okullarda ahlak terbiyesinin geliştirilmesi gündemiyle açılır. Aynı yılın Ocak ayında Bakanlık’la öğretmenler arasında iletişimi sağlamak için Tebliğler Dergisi, Şubat’ında da İlköğretim Dergisi yayınlanır.

• Birinci Devlet Resim ve Heykel Sergisi:

1930’lu yıllar içinde, güzel sanatlar alanında çeşitli adımlar atılmış; ulusal değerlerin oluşturulması ve geliştirilmesi doğrultusunda oldukça büyük mesafe alınmıştır. 31 Ekim 1939’da, Hasan-Alİ Yücel, söz konusu adımların sonucu olarak Birinci Devlet Resim ve Heykel Sergisi’ni açar. Her yıl 31 Ekimde bir kere düzenlenen bu sergi Ankara’da kurulur ve bir ay devam eder. Sergiye, 1939’dan itibaren Maarif Vekilliği’nin yılda üç sayı yayınladığı Güzel Sanatlar Dergisinde yer verilir. Bu dergi, Türkiye’de renkli röprodüksiyonlan ilk kez vermesînden dolayı oldukça önemli bir işlev görmüştür.

Günümüzde, resmi kurumlarda ve bankalarda bulunan zengin tablo ve resim kolleksiyonlarının büyük kısmının bu sergiye katılmış eserlerden oluştuğu düşünülürse, önemi daha İyi anlaşılır.

• Basılı Yayınlar ve Tercüme Bürosu:

Hasan-Âli Yücel, Birinci Neşriyat Kongresi’nde dünyayı, özellikle batıyı tanımak zorunluluğunun altını çizmiş, “bu zorunluluk, bizi geniş bir tercüme seferberliğine davet ediyor,” demiştir.

Bu düşünceyle kurulan Tercüme Heyeti, ilk toplantısını 28 Şubat 1940’ta, Ankara’da yapar. Heyet, Dr. Adnan Adivar başkanlığında dört toplantı yapmış ve bir Daimî Büro” oluşturmuştur.

Nurullah Ataç’ın yönettiği Büro’nun üyeleri arasında Saffet Pala, Sabahattin Eyüboglu, Sabahattin Ali, Bedrettin Tuncel, Enver Ziya Karal ve Nusret Hızır vardır.

Kuruluşundan kısa bir süre sonra hızla çalışmalar başlar; 1946 sonunda, dünya edebiyatı klasiklerinden 496 eser Türkçeye çevrilir. Bu eserlerin yanında, özellikle felsefe ders kitabı sıkıntısı nedeniyle önemli kimi filozofların kitapları Türkçe’ye kazandınlır. 19 Mayıs 1940 yılmdan itibaren iki ayda bir Tercüme Dergisi yayınlanır.

• Ansiklopedi ve Dergiler:

Maarif Vekaleti, Leiden’de İngilizce, Fransızca ve Almanca olarak yayınlanan İslam Ansiklopedisi’nin çevirisini kararlaştırarak İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’ni görevlendirir. 13 Ciltlik bu ansiklopedi 1988’de tamamlanmıştır.
Daha sonra adı Türk Ansiklopedisi olarak değiştirilen ve İlk resmî ve telif Türkçe ansiklopedi olan İnönü Ansiklopedisi’nin ön çalışmaları başlatılır. Bu ansiklopedi 33 cilt halinde -yıllar içinde- ancak tamamlanabilmiştir.

Ayrıca, 1943-54 yılları arasında da Celal Esat Arseven’in hazırladığı 5 ciltlik Sanat Ansiklopedisi yayınlanmıştır.
1939’dan itibaren İlköğretim 1939, Maarif Vekilliği Tebliğler Dergisi 1939, Teknik Öğretim 1940, Tercüme Dergisi 1940, Tarih Vesikaları 1941, Kadın-Ev 1943 ve Köy Enstitüleri 1945 gibi dergilerin çıkarıldığı görülür.

• Köy Enstitüleri:

17 Nisan 1940’ta Köy Enstitüleri yasası çıkarılarak Köy Enstitüleri kurulmaya başlanır. 1942-43 öğretim yılında, bu okullara öğretmen, yönetici, gezici başöğretmen, ilköğretim müfettişi ve kesim müfettişi yetiştirmek için, Hasanoğlan Köy Enstitüsü bünyesinde Yüksek Köy Enstitüsü kurulur.

Sayıları zamanla 21’i bulan Köy Enstitüleri, 1944’ten sonra yılda ortalama 2000 öğretmen yetiştirmiştir. Ne var ki, 1946’da bu öğretim kurumları -tartışma konusu olmaları nedeniyle kapatılmıştır

Ankara Devlet Konservatuvarı:

Ankara Cebeci Semtinde, 1924’te Musîki Muallim Mektebi kurulmuştur. Sonra, Mustafa Kemal, müzik eğitimi alanında da reformlar istediğini belirtir. Niliayet, bir takım ön hazırlıklar yapılır; 20 Mayıs 1940’ta Devlet Konservatuvarının kuruluş yasası çıkarılır.

Başlangıçta müzik ve temsil kolundan oluşan bu konservatuvarın ülkemiz sanat hayatında büyük etkisi olmuştur.
Ayrıca, konservatuvar île Tercüme Bürosu arasında ilişki sağlanmış; çeviriler yoluyla Türk tiyatro yazarları ve oyuncuları için örnekler sunulmuştur.

Günümüzün Senfoni Orkestraları, Devlet Tiyatroları ve Operaları (hatta bazı özel tiyatrolar) bu kaynaktan beslenerek
oluşmuştur.

• Dilde Yenileşme:

Hasan-Âli Yücel, 1940-41 yıllarında, dilin Türkçeleştirilmesi ve bütün bilim dallarının ifade aracı haline gelebilmesi doğrultusundaki çalışmalara ağırlık verir, ilkin, 6 Haziran 1941’de Birinci Coğrafya Kongresi’ni toplar. Sonra Gramer Komisyonu’nu toplantıya çağırır. Tahsin Banguoğlu’na “Ana Hatlarıyla Türk Grameri” adlı bir eser hazırlatır ve yayınlatır. Ardından, Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nun dilinin Türkçeleştirilmesine katkıda bulunur.

Ayrıca, çeşitli bilim dallarının sözlükleri yayınlanır: İmla Kılavuzu 1941, Gramer Terimleri 1942, Coğrafya Terimleri 1942, Felsefe ve Gramer Terimleri 1942, Hukuk Lügati, Tıp Lügati 1944, Türkçe Sözlük 1944 gibi. Bunların dışında, “Tanıklarıyla Tarama Sözlüğü”nün ilk ciltleri yayınlanır.

• Ders Kitaplarında Standardizasyon:

Dil Kurumu tarafından hazırlanan terimler, 1939’dan başlayarak ders kitaplarında kullanılmaya başlar. Ayrıca, ders kitaplarının hem basılması, hem de yurt genelinde hizmete sunulması için bir teşkilat kurulur. 1940 yılında “Ders Kitapları Düzeltme Kılavuzu” yayınlanır.

• Meslekî ve Teknik Öğretim:

Meslek okullarının sorunlarını çözümlemek amacıyla 1933’te, Maarif vekilliği bünyesinde Meslekî ve Teknik Öğretim Genel Müdürlüğü kurulur. 1941’de vekalet merkez örgütünün yeniden düzenlenmesi sürecinde, Bakan’a bağlı ikinci bir müsteşarlık (Meslekî ve Teknik Öğretim Müsteşarlığı) oluşturulur. 1942-43 öğretim yılında, bu alandaki okul sayısı 113 iken 1949’da 275’e, kurs sayısı ise 42 iken 470’e çıkar.

• Beden Eğitimi ve Spor:

22 Ekim 1938’de kurulan Beden Terbiyesi Genel Müdürlüğü, 29 Mayıs 1942’de Maarif Vekaletine bağlanır, başına da başarılı bir sporcu olan Vildan Aşir Savaşır getirilir, İkinci Dünya Savaşı sonrasıdır. Uluslararası ilişkiler gelişmeye başlamıştır. Bu ilişkilerin oluşturduğu atmosferde, Türk Sporu yurtdışına açılmaya başlar; bu durum sporcular için tam bir teşvik olur.

Hasan-Âli Yücel, çok geçmeden, 18 Şubat 1946’da Beden Eğitimi ve Spor Şurası’nı açar. 6 gün süren Şura’da beden eğitimi ve sporun sorunları tartışılır, çözümler üretilir ve bir program hazırlanır.

• Eski Eserler ve Müzeler:

Eski eserlerin bakımı, onarılması çalışmaları ve müzelerin kurulması, kuşkusuz Atatürk zamanında başlar.
1944’te, bu alandaki çalışmaların daha sağlıklı yürütülebilmesi amacıyla Eski Eserler ve Müzeler Genel Müdürlüğü kurulur. 16 Şubat 1945’te de 12 müzecilik uzmanının katıldığı Eski Eserler ve Müzeler Birinci Danışma Komisyonu toplanır. Açış konuşmasını -doğal olarak- Hasan-Âli Yücel yapar.

• Unesco’yla İlişki:

Hasan-Âli Yücel, 1945’te, 4-20 Kasım arasında Londra’da toplanan ve 43 ülkenin katıldığı UNESCO toplantısında ülkemizi temsil eder.

O, burada yaptığı konuşmada, “Birleşmiş Milletler’in eğitim ve Öğretim alanında yapacakları iyi İşbirliğinin dünya barışının temeli olduğu”nu vurgular.

UNESCO’nun statüsüne ilişkin anlaşma 20 Mayıs 1946’da Türkiye tarafından imzalanır; üç yıl sonra da UNESCO-Türkiye Millî Komisyonu Ankara’da toplanır.

• Üniversiteler Yasası:

O’nun döneminde, Ankara Fen Fakültesi (1943), İstanbul Teknik Üniversitesi (1944.) ve Ankara Tıp Fakültesi (1945) kurulur. Dört yıl gibi bir hazırlıktan sonra, 15 Haziran 1946’da 4936 sayılı Üniversiteler Yasası çıkarılır.

Bu yasayla, yüksek öğretim kurumlarının Bakanlıkla olan “sıkı bağı” önemli ölçüde gevşetilmiş, mevcut kuruluşlar yapısal bir bütünlüğe kavuşturulmuş, böylece üniversiteye organik bir karakter kazandırılmıştır. Bu yasanın getirdiği bir başka sonuç, “dışarıdan denetim” yerine “içeriden denetim” getirmiş olmasıdır. Ankara Üniversitesi de bu yasanın sonucu olarak kurulmuştur.

• Hasan Ali Yücel’in İstifası, Son Yılları ve Ölümü:

Hasan-Âli Yücel, 5 Ağustos 1946’da 7 yıl ve 7 ay sürdürdüğü Millî Eğitim Bakanlığı görevinden -çeşitli nedenlerle-istifa eder.

İstifasının ardından Hasan-Alİ Yücel, gazetecilik görevine döner; dönemin etkin bir gazetesi olan Ulus’ta yazılar yayınlar, 21 Kasım 1950’de, söz konuşu gazeteyle ilişkisi bozulunca, üyesi olduğu partiden de ayrılır, politik hayatını noktalar.

1950-1960 arası bu son dönemde, Cumhuriyet’te “Köşemden” başlığı altında yazılar yazar, yurtdışı gezilere çıkar;
Kıbrıs ve İngiltere gezilerinden sonra izlenimlerini, düşüncelerini “Kıbrıs Mektupları” ve “İngiltere Mektupları” adıyla yayınlar. Bir süre (1956’dan itibaren) İş Bankası Yayın İşlerini yönetir, 1960’ta bunu da bırakır.

Bir döneme damgasını vuran eğitim ve kültür adamı Hasan-Âli Yücel, kalp ve şeker rahatsızlığı nedeniyle kendini iyi hissetmemektedir. Yazı İstanbul-Orhantepe’de geçirir. 1960 Eylül ve Ekim aylarında Millî Eğitim Planı’nın hazırlık çalışmalarını yürüten komisyon toplantılarına katılır. Kasım ortalarında UNESCO’nun II. Genel Kurul Toplantısına katılmak üzere Paris’e gider.

Yücel; 26 Şubat 1961 sabahı, İstanbul’da misafir olarak kaldığı Prof.Dr. Tevfik Sağlam’ın evinde enfarktüs’ten vefat eder. Cenazesi, 3 Temmuz 1943’te açılışını yaptığı İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi 3- Îç Hastalıkları Kliniği’nden alınarak Ankara’ya getirilir. Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesinde katafalka konulur ve 2 Mart’ta büyük bir törenle Cebeci Asri Mezarlığı’nda toprağa verilir.

İsmail Hakkı Tonguç

İsmail Hakkı Tonguç (1893 – 24 Haziran 1960), Türk eğitim bilimci, köy enstitülerinin mimarı ve dönemin İlköğretim Genel Müdürü. Tonguç’un Türk eğitim sistemine çok önemli katkıları olmuştur.

İsmail Hakkı Tonguç, 1893 yılında Bulgaristan’nın Silistre şehrine bağlı bugünkü adı Sokol olan Tatar Atmaca Köyü’nde doğdu. Babası Kırım göçmenlerinden Hacı Velioğlu İdris, annesi ise Dobrucalı bir Türk olan Vesile Hanım’dı. Biri kız 8 kardeşin en büyüğü olan İsmail Hakkı Tonguç, eğitim hayatına kendi köyünde başladı ve 4 yıllık ilkokulu bitirdikten sonra Silistre’de rüştüye’ye devam etti.

Köyünde bir süre tarım ile uğraştıktan sonra 1914 yılında İstanbul’a giderek eğitimine devam etti. Ardından Maarif Nazırı Şükrü Bey’in yardımlarıyla parasız yatılı olarak Kastomonu Öğretmen Okulu’na gönderildi. Bu esnada Osmanlı Devleti I. Dünya Savaşı’na girmesi sebebiyle zorlu bir eğitim hayatı yaşamaktaydı. 5 Mayıs 1916’da İstanbul Öğretmen Okulu’na geçiş yaptı ve buradan mezun oldu.

1981 yılında açılan bir sınavı kazanara Almanya’ya öğrenime gönderildi. 1 Ekim 1918 ile 27 Nisan 1919 tarihleri arasında Karlsruhe-Ettlingen’deki Öğretmen Okulu’nda Türk öğrenciler için düzenlenen özel eğitim programına katıldı. I. Dünya Savaşı’nın bitmesi ile Almaya’daki diğer Türk öğrenciler ile yurda döndü.

İsmail Hakkı Tonguç, İstanbul’a geldikten kısa bir süre sonra Eskişehir Öğretmen Okulu Resim-Elişi ve Beden Eğitimi Öğretmenliği’ne atandı. 1921 yılının Haziran ayında Eskişehir’in Yunanlılarca işgal edilmesi üzerine Ankara’ya gitti. Ülkenin işgal altında olmasından dolayı tekrara Almanya’ya dönerek Kalsruhe’de Güzel Sanatlar Yüksek Okulu’nda grafik, tahta işleri ve illüstrasyon eğitiminin yanı sıra Ettlingen Beden Eğitimi Enstitüsü’nde beden eğitimi derslerine devam etti.

1922 yılında eğitimini tamamladıktan sonra Konya Öğretmen Okulu ve Konya Lisesi’ne eğitmen olarak atandı. Bie süre Ankara, Adana ve Konya’da öğretmenlik yaptıktan sonra Almanya, İngiltere ve Fransa’da mesleki incelemeler yapmak üzere seminerlere katıldı.

1925 yılında Ankara’da Muallim Mektebi’ne atandıktan sonra 11 Mart 1926’da Maarif Vekaleti Levazım ve Alatı Dersiye Müzesi Müdürlüğü’ne getirildi. Merkezdeki yöneticilerden biri konumuna gelen İsmail Hakkı Tonguç, 10 Temmuz 1926’dan 26 Ağustos 1926’ya kadar İlköğretim müfettişleri ve ilkokul öğretmenleri için Ankara’da açılan “İş ilkesine dayalı öğrenim kursu” başlatarak yabancı eğitimciler ile birlikte Köy Enstitüleri projesinin temelini attı.

1927 yılında Nafia Kamil ile evlenen Tonguç bu evlilikten Engin ve Yalım adında iki çocuk sahibi olmuştur.

1929 – 1933 yılları arasında Gazi eğitim Enstitüsü’nde etkin görevlerde çalışarak hem öğretmenlik hem de daha sonra kurumun müdürlüğünü yaptı. 1935 yılında Köy Enstitüleri’nin kurmasını sağlayacak İlköğretim Genel Müdürlüğü’ne getirildi. Dönemin kültür bakanı Saffet Arıkan ile birlikte hazırladığı raporla Köy Enstitüleri programını hazırladı.

Ertesi yıl Kayseri, Çorum ve Yozgat’a giderek buralarda eğitmen kurslarıyla ilgili çalışmalar yaptı ve 1936’da Köy Enstitüleri’nin ilki sayılan Eğitmen Kursu’nu Eskişehir’e bağlı Mahmudiye’de açtı. 1937 yılında Köy Eğitmenleri yasası çıktıktan sonra İzmir’de ve Eskişehir Çifteler’de ilk köy öğretmen okulları açıldı. Yurtdışında yaptığı incelemeler neticesinde kurum geliştirildi ve Hasan Ali Yücel’in Milli Eğitim Bakanı olmasıyla çalışmaları hız kazandı.

17 Nisan 1940’da Köy Enstitüleri Kanunu çıktıktan sonra açılan kurumlar ile bizzat ilgilendi. 1946 yılında Köy Enstitüleri hakkında açılan davalar sebebiyle görevinden alındı ve Talim Terbiye Kurulu üyeliğine getirildi. Dönemin cumhurbaşkanı İsmet İnönü çalışmalarından dolayı kendisini taktir etse de ülkenin çeşitli yerlerine sürgün olarak gönderilmesine engel olamadı. Tüm bu olanalar neticesinde 1954 yılında kendi isteği ile emekli oldu.

Hayatının geri kalan yıllarında Avrupa’daki eğitim sistemini incelemekle geçirdi ve 27 Mayıs Devrimi’nden sonra hazırlanan yeni Anayasa için eğitimle ilgili madde taslakları hazırladı. Bir süredir Almanya’da hastalığı içi tedavi görmekte olan İsmail Hakkı Tonguç, 24 Haziran 1960’da Ankara’da vefat etti, cenazesi Ankara Cebeci Gömütlüğü’ne defnedildi.

Köy Enstitüleri Neden ve Ne Zaman Kapatıldı?

Köy Enstitüleri Nasıl Kapatıldı? Köy Enstitüleri Kim Tarafından Kapatıldı?

Köy Enstitüleri’ne Yönelik Suçlamalar

Köy Enstitüleri, zamanla birbirinden çok farklı suçlamaların hedefi haline gelmişti. Birçoğunda hiçbir doğruluk payı bulunmayan bu suçlamalar, Köy Enstitüsü nedeniyle çıkarları zarara uğrayan insanlar tarafından ortaya atılmışlardı. Bu insanlar büyük bir oranda Doğu Anadolu Bölgesinde bulunan aşiret ağalarıydı. Geçmişten beri köylülerin emeğiyle geçinen köy ağaları, enstitüler sayesinde eğitim alan köylülerin kendi otoritelerine hizmet etmemelerinden korkuyorlardı. Bu nedenle Köy Enstitülerine yönelik birçok suçlama ortaya atılmıştır. Pek Köy Enstitüleri neden kapatıldı?

Köy Enstitüleri Neden Kapatıldı?

Bu nedenle, köy ağaları ve daha birçok gerici kesimin Köy Enstitüleri hakkında ortaya attığı suçlamalar şu şekildedir:

• Köy Enstitülerine sadece köylü öğrencilerin alınması ve köy öğretmeni yetiştirilmesi nedeniyle, köylü kentli farkının çok arttığı, sınıf farkının oluştuğu

-Bu durumun aynı zamanda anayasada bulunan halkçılık ilkesine aykırı olduğu iddia edilmiştir.

• Köy Enstitülerinin sadece teorik değil aynı zamanda pratik eğitim vermesinin, öğrencilere projeler aracılığıyla eğitim vermesinin devlet için maddi anlamda fazladan yük olduğu
• Enstitülerde solcu, komünist ideolojiyi andıran bir eğitim ve öğretim yapıldığı

-Bu eğitimin Milliyetçilik ilkesi ile çeliştiği,
-Enstitülerin yönetimlerinde sol görüşlü, Marksist insanların olduğu,
-Öğrencilerin İş Eğitimi adı altında farklı işlerde çalıştırılmasının Sovyet Rusya ve komünizmi andırdığı,
-Hatta kız öğrencilerin pantolon-ceket giymesinin komünist modası olduğu iddia edilmiştir.

• “Yatılı olan Enstitülerde uygulanan karma öğretim, yani kız-erkek beraberlikleri, Türk aile ve ahlâk anlayışına” uymadığı
• Köy Enstitüleri için köylülerden çok fazla maddi ve manevi yardım beklendiği

-Köylülerin sürekli şikayet ettiği,
-Enstitü binalarının inşaatı için köylülerden yardım istendiği,
-Köylünün, Köy Enstitüsü öğretmenlerine toprak sağlaması gerekiyordu fakat köylülerin topraklarını paylaşmak istememesinin kendi aralarında anlaşmazlıklar yarattığı,
-Ayrıca, Köy Enstitülerinin köylü ve öğretmen iş birliği ile inşa edilirken, şehirlerdeki okulların sadece devlet tarafından inşa edilmesinin anayasadaki eşitlik ilkesine aykırı olduğu iddia edilmiştir.

Köy Enstitüleri Nasıl Kapatıldı?

7 Ağustos 1946’da kurulan sağ eğilimli Recep Peker kabinesi ile Millî Eğitim Bakanlığında Hasan Ali Yücel yerine Reşat Şemsettin Sirer getirilir. Bu değişikliğin ardından Sirer, Köy Enstitüleri kurucusu İsmail Hakkı Tonguç’u İlköğretim Genel Müdürlüğündeki görevinden alarak, önce Talim ve Terbiye Kurulu’na ardından da bir ortaokulun resim öğretmenliğine atanmasının önünü açar. Bu olayın ardından da İsmail Hakkı Tonguç’unkine yakın eğitim felsefesine sahip olan öğretmenler görevlerinden uzaklaştırılmışlardır.

1946 yılından sonra Köy Enstitülerinin işleyişinde yapılan değişiklikler birbirini izlemeye devam eder. Üretim ve İş Okulu ilkeleri zarar görür, öğrenci kurulu yönetimden uzaklaştırılır, demokratik yönetim son bulur, devlet tarafından enstitülere verilen araç – gereçler geri toplanır ve sıradan bir ezberci sisteme geçiş başlar. Zamanla serbest okuma saatleri kaldırılır ve bazı kitaplar yasaklanarak enstitülerden toplatılır. Bu süreçte Köy Enstitülerinin komünist yetiştirdiği yönündeki suçlamalar da artar. Yüksek Köy Enstitüsü kendisine benzer başka okulların olması gerekçe gösterilerek Köy Enstitüleri kapatıldı. Enstitülerin müfredatlarında değişiklikler yapılır, Hasanoğlan’daki bütün eğitmen kursları kapatılır. Şemsettin Sirer’in direktifleri doğrultusunda yapılan bu değişiklikler ne yazık ki Köy Enstitülerinin ilkeleri ile çatıştığından, kurumların perspektifleri tamamen değişir.

Köy Enstitüleri Ne Zaman Kapatıldı?

CHP iktidarının son hükümeti olan Şemsettin Günaltay kabinesinde Millî Eğitim Bakanlığı’nı üstlenen Tahsin Banguoğlu döneminde ise, 1949’da çıkartılan 5541 sayılı yasa ile enstitülere yalnızca köy çocukların alınması yönteminden vazgeçilmiştir. Bundan böyle köy çocuklarının yanında 1/4 oranında belediyesi bulunan kasabalardaki ilkokul mezunları da enstitülere alınıyor ve enstitülerdeki karma eğitime son veriliyordu.” Bu gelişmelerle atılan geri adımlardan sonra, 1950’de iktidara gelen Demokrat Parti döneminde, Tevfik İleri’nin Millî Eğitim Bakanlığı’nı yaptığı 27 Ocak 1954 tarihinde çıkarılan 6234 sayılı kanunla Köy Enstitüleri tamamen kapatıldı.

Köy Enstitüleri, öğrenci odaklı, öğrencilerin kendilerini sürekli geliştirmelerini sağlayan eğitim kurumlarıydı. Öğrenciler arasında eşitliğin ön planda olduğu, köy halkının kalkınmasında, daha verimli tarım yapmasında yardımcı olmuşlardır. Öğrencilerin işler aracılığıyla yeni bilgileri öğrendiği, herkes oldukça donanımlı bir şekilde, birçok alanda uzmanlaşmış bir şekilde mezun olduğu okullardı. Sadece okul denerek geçilemeyecek olan bu güzide kurumlar, zaman içerisinde bazı suçlamalar ile karşılaşmışlardır. Daha sağ görüşlü olan bir kesim tarafından önce ilkelerinden saptırılan, ardından da resmi olarak kapatılan Köy Enstitüleri, kapatılışından 64 yıl sonra hala birçok tartışmaya konu olmakta, dünya çapında birçok okul tarafından model alınmaktadır.

Köy Enstitüleri Programı, Dersleri ve Eğitim Felsefesi

Köy Enstitüleri Yıllık Eğitim Planı – Köy Enstitüleri Ders Programı:

Köy Enstitüleri İlkeleri yazımızın Yıl Boyu Eğitim İlkesi bölümünde de belirtildiği gibi, Köy Enstitüleri yılın sadece belirli aylarında açık olan bir kurum değildi, aksine yaz-kış açık kalırdı. Buradaki eğitim, projeler ve çeşitli “işler” aracılığıyla öğrencilerin farklı duyularına hitap eden, eşitlikçi, demokratik, laik bir eğitimdi. Köy Enstitüleri’nde öğrencilere bir öğretim döneminde kuramsal ve uygulamalı derslerden oluşan 11 aylık yoğun bir eğitim verilirdi. Köy Enstitüleri programı belirli ilkeler çerçevesinde öğrenciyi donatan ve yaşama hazırlayan bir yapıdaydı.

Köy Enstitüleri Yıllık Eğitim Planı

15 Eylül-15 Haziran: Eğitim ve Öğretim Uygulaması
15 Haziran-15 Eylül: Tarım, Sağlık, Atölye ve İnşaat Çalışmaları
15 Ağustos-15 Eylül: Nöbetle İzne Ayrılma

Köy Enstitüleri hakkında İsmail Hakkı Tonguç der ki:

Öğrenciler müesseseye ayak basar basmaz kesif ölçüde türlü çalışmalara başlanır. Dersler, ziraat ve sanat işleri, yapıcılık faaliyeti, hayvan bakımı gibi… çalışmaların içine sokulan çocuklardan, enstitüye mal olacaklarla olamayacaklar kısa bir zaman içinde kolayca birbirlerinden ayrılırlar. Enstitüleri, sadece kitaba dayandırılarak nazari derslerin okunduğu dersler sanarak gelenler, böyle olmadıklarını anlarlar. Bu kurumların, köylerinden daha kesif iş yuvası olduklarını fark eder, kati kararlarını verirler. Kalanlar… işlenmeye başlanır. Fedakar öğretmenler, onlara her türlü temizlik işlerini, yemek yemeyi, arkadaşlarıyla öğretmenlerine saygı ve sevgi göstermeyi, enstitü eşyasına zarar vermemeyi, devlet mallarını korumayı, hayvanlara ve taşıtlara iyi bakmayı, çalışkan olmayı, her türlü işi severek yapmayı, iyi kalpli olmayı, boş zamanlarında çeşitli ulusal oyunlar oynamayı; alfabesinden başlayarak öğrenmeye koyulurlar, kolay kolay terk edemezler. Bunlardan kurtulmaları için aylarca çalışılır, didinilir. İlk aylardaki çalışmalar, köy çocuğunu tanımayan bir kısım öğretmenleri ümitsizliğe bile sevk eder…

Bu ifadeden de anlaşılabileceği üzere, Köy Enstitülerine sadece okul ya da akademik bilgilerin verildiği bir kurum olarak yaklaşmak oldukça yanlış olacaktır. Köy Enstitülerindeki eğitim, öğrencileri özgür, yenilikçi, düşünebilen birer birey olarak hayata hazırlamaya yöneliktir.

Köy Enstitüleri Programı

1943 yılında yürürlüğe konulan köy enstitüleri eğitim programına göre dersler üç kategoride incelenebilir;

1. Tarım ders ve çalışmaları (Tarla ziraatı, bahçe ziraatı, sanayi bitkileri ziraatı, zootekni, kümes hayvancılığı, arıcılık ve ipek böcekçiliği, balıkçılık ve su ürünleri, ziraat sanatları)

2. Kültür dersleri (Türkçe, tarih, coğrafya, yurttaşlık bilgisi, matematik, fizik, kimya, yabancı dil, el yazısı, resim-iş, beden eğitimi ve ulusal oyunlar, müzik, askerlik, ev idaresi ve çocuk bakımı, öğretmenlik bilgisi, zirai işletme ekonomisi, kooperatifçilik)

3. Teknik dersler ve çalışmaları (Köy demirciliği, dülgerliği ve yapımcılığı, kızlar için köy ev ve el sanatları)

Bu kurumlarda, çalışma zamanının yarısı kültür derslerine, dörtte biri ziraat ders ve çalışmalarına, geriye kalan dörtte biri ise teknik dersler ve çalışmalarına ayrılmıştı. Üç tip derslerde uygulanan metodun özü, öğrencileri bireysel çalışmalara yönlendirerek onlara bilgiyi iş içinde ve iş vasıtasıyla öğretmekti. İsmail Hakkı Tonguç tarafından Köy Enstitüleri için planlanan “İş Okulu” eğitim sistemi, tamamen öğrencilerin kişiliğini geliştirmeye yarayan, yaratıcılığı geliştiren uygulamaları içerir, ezbere dayalı bilgi aktarımına karşıt bir tavır alırdı. İş Okulunda, Tonguç’a göre, “öğretmenin görevi, öğrencide bizzat bir şey icat etme merakını uyandırmak, bu gayeye hizmet eden, yaratmaya elverişli araçların kullanılmasını doğru olarak çocuğa öğretmektir. Yaratmaya yarayan araçlara kitaplar da dahildir; ezberletmemek şartıyla …”

Köy Enstitüleri Eğitim Felsefesi

Bu uygulamanın amacı, öğrenciye bilgiye giden yolu göstermek ve bilgiyi öğrenciye iş vasıtasıyla öğretmekti. Bu şekilde öğrenciye aktarılan bilgiler daha kalıcı olacaktı. Anılan iş oyun, okul yönetimi, okul temizliği, sirke ya da yoğurt yapmak gibi herhangi bir proje olabilirdi. Bina yapmak, gezi düzenlemek vb. işlerin yürütülmesinde öğretmenler yalnızca yardımcılardı. Projeler öğrenciler tarafından yürütülürdü. Enstitü binaları kimi zaman birbirlerinden kilometrelerce uzakta olduğundan öğrenciler buralara dağılarak çalışırdı. Öğrenciler gelecekte tek başlarına köy okullarını yönetmek durumunda kalacaklarından, bu kurumların işleyişi, öğrencilerin kendi işlerini kendi başlarına halletmelerini öğretmek üzerine kurulmuştur.

Mustafa Aydoğan’ın Köy Enstitüleri Sistemi-Köy Enstitüleri başlıklı kitabında ifade ettiği üzere “Öğrenci iş içinde eğitilirken, iş yaparken öğrenirken yeni değerler kazanır.” Grup halinde yapılan çalışmalarda, yardımlaşma, takım çalışması, iş bölümü gibi yetenekler öğrenciye kazandırılırken, aynı zamanda öğrenciler arasındaki arkadaşlıklar da pekiştirilmiş olur. Bireysel projelerde ise, öğrencinin zamanlama, planlama, sorumluluk ve kendine güven duyguları geliştirilirken aynı zamanda üzerinde çalıştığı proje hakkında detaylı bilgi birikimine de sahip olması hedeflenir.

Köy Enstitüleri Ders Programı

Köy Enstitüleri öğrencileri, üçüncü yıllarından sonra yetenekleri / ilgi alanları doğrultusunda farklı branşlara yönelebilirlerdi. Örneğin, Sağlık Bakanlığı iş birliğiyle açılan Sağlık Memurluğu Kolu üçüncü sınıftan sonra öğrenci almaktaydı. Aşağıdaki tabloda, başka bir branş seçmeyip öğretmenlik için yönlendirilen bir öğrencinin beş yıllık ders programı belirtilmektedir.

“Çocukların, iş karşısındaki durumları ve özellikleri ilgili öğretmenler tarafından sürekli olarak takip edilirdi. 1945 yılında bu maksatla hazırlanarak öğrencilere öğretmenlere verilen yoklama ve gözlem defterlerine yazılmak üzere çocuklar şu bakımlardan dört defa yoklanırlardı:

1) Öğrencinin verilen işlere karşı ilgisi,
2) Üzerine aldığı işe bağlılığı
3) Kendiliğinden iş görme ve yaratma gücü,
4) Alet ve eşyaya bakımı
5) Tertip, düzen ve güzellik sevgisi,
6) Yeniliği ve ileriliği benimsemesi,
7) Kız ve erkek arkadaşlarına davranışı, geçimliliği,
8) Cesareti, engellerden yılmamazlığı,
9) Özgeciliği,
10) Temizlik durumu ve vücuduna bakımı.”

Bu kontroller ile öğrenciler notlandırılır ve öğrenciler arasında herhangi bir soruna neden olabilecek olan öğrenciler uyarılırlardı.

Köy Enstitüleri İlkeleri Nelerdir?

Köy Enstitüleri İlkeleri Nelerdir? Köy Enstitüleri Eğitim Anlayışı:

Köy Enstitüleri Eğitim ve Öğretim İlkeleri – Yıl Boyu Eğitim İlkesi

Köy Enstitüleri İlkeleri

Köy enstitüleri, Türkiye’de sınıf öğretmeni yetiştirmek üzere 17 Nisan 1940 tarihinde açılmış okullardır. Tamamen Türkiye’ye özgü olan bu eğitim sisteminin bazı temel ilkeleri vardı. Bu yazımızda Köy Enstitüleri ilkeleri ile Köy Enstitüleri eğitim anlayışı konusunu aşağıda başlıklar altında inceledik.

Eşitlik İlkesi:

“İnsanlık tarihi, eşitsizliği azaltmaya ya da tümüyle ortadan kaldırmaya yönelik sayısız girişimlerle doludur. Köy Enstitüleri de bu yönde ülkemizde gerçekleştirilen ender girişimlerden biridir. … Köy Enstitüleri, köydeki kulu yurttaşa dönüştürerek doğal değil toplumsal açıdan eşitlikçi bir etik yaratmanın ön koşullarını hazırlamıştır.” Köy Enstitülerinin kısa bir süre eğitim vermelerine rağmen, ülke genelinde bunca şeyi değiştirebilmelerinin, bu kadar fazla etki yaratabilmelerinin ve hala unutulmadan kendinden söz ettirebilmelerinin ardında yatan temel neden budur.

Köy Enstitülerinde, Türkiye Cumhuriyeti tarihinin ilk yatılı karma eğitiminin verilmesi ve ders araç-gereçleri ya da diğer masrafların tamamen devlet tarafından karşılanması, bu kurumlardaki eşitlik anlayışının göstergeleridir. Zengin-fakir, doğulu-batılı, eğitimli-eğitimsiz gibi sıfatlaştırılabilen birçok özelliğin ve farklı etnik kökenlerin öğrenciler arasında bir ayrışmaya neden olmaması, öğrencilerin birbiriyle eşit haklara sahip olması, Köy Enstitüleri ilkeleri içinde eşitlik ilkesinin uygulamalarıdır.

Herkesi Başarılı Kılma İlkesi

“Köy Enstitüleri, her insani yeteneğe değer verildiği, herkesin başarabileceği bir işin kesinlikle bulunabileceğine inanıldığı ve bu ilkelerin uygulandığı kurumlardır.” Bu doğrultuda, öğrenciler enstitüdeki üçüncü yıllarının sonunda, eğer öğretmenlik için uygun olmadıkları düşünülürse, ebelik, hemşirelik gibi sağlık kollarına ya da sanat dallarına yönlendirilir; yetenekli oldukları, başarı gösterebilecekleri dallarda çalışmalar yapmaya teşvik edilirlerdi.

Demokrasi İlkesi

Herhangi bir ülkede, bir değerin halka aktarılması ve onlar tarafından benimsenmesi için izlenebilecek en temel yollardan biri o değeri eğitim sisteminin içine entegre etmektir. Bu değerin eğitimini alan çocuklar/gençler, kendi düşündüklerini bir sonraki kuşaklara aktaracağından ve ülkeyi bu değerler ışığında yöneteceğinden, değer eğitimi başarı kazanır. Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk yıllarında da halka demokrasinin benimsetilmek istenmesi ve Köy Enstitülerinin geleceğin eğitmen ve yöneticilerini yetiştireceği düşünülürse, Enstitülerde demokrasi ilkesine ne kadar değer verildiği anlaşılabilir. Enstitülerin geleceğinde söz sahibi olan Yüksek Köy Enstitüsü yönetim kurulundaki 15 kişinin 8’inin gizli oy ile seçilmesi de bu kurumlarda demokrasinin bir yaşam biçimi haline geldiğini gözler önüne serer.

Öğrencilerin Yönetime Katılması İlkesi

Demokratik eğitim doğrultusunda, cumartesi günleri yapılan öz eleştiri toplantıları ve öğrencilerin yönetimdeki etkileri de oldukça önemli örneklerdir. Söz konusu olan toplantılar, kimi zaman İsmail Hakkı Tonguç gibi daha üst yöneticilerin de yer aldığı, öğrencilerin sistem ile ilgili düşüncelerini, talep ve şikayetlerini dile getirdikleri buluşmalardır. Fakir Baykurt’un Enstitünün Parlamentosu olarak ifade ettiği bu toplantılarda öğrenciler birleşerek okul başkan ve yardımcılarını seçer, yönetime katılırdı. Cumartesi toplantılarının birinde bazı çalışanların öğrencilere haksız davrandığının ortaya çıkması ve bu nedenle bu çalışanların işten çıkarılmaları ya da bazı öğretmenlerin bu toplantıların sonucunda öğrenci baskısına dayanamayıp işten ayrılmaları cumartesi günü öz eleştiri toplantılarının etkisini bizlere gösterir.

Bütünsellik İlkesi

Tonguç, Köy Enstitüleri sisteminin sadece köylerin kalkındırılması olarak algılanmasına karşı çıkmış, “asıl amacın köyün kendi unsurlarıyla içten canlandırılması” olduğuna dikkat çekmiştir. Ona göre Köy Enstitüleri sadece eğitim veren bir kurum değil, çocuklara hayatın kendisini tanıtan bir oluşumdur.

Çok Yönlülük İlkesi

Gerçek eğitim, insanın kişiliğini tüm yönleriyle tam geliştiren düzenli bir etkiler sistemidir. Kişiden kişiye değişen özelliklere cevap verebilmeli, öğrencilerin farklı alanlarda yeteneklerini geliştirmelerine imkan sağlamalıdır. Köy Enstitülerinde de öğrencilerin, kendilerini sadece bilimsel konularda değil; sanat, spor, müzik gibi alanlarda da geliştirmeleri beklenmiştir. Nitekim, bu beklenti öğrenciler tarafından karşılıksız bırakılmamış; her öğrenci bu alanlarda kendini geliştirmiş, hatta en az bir enstrüman çalabilir şekilde mezun olmuştur. “Köy Enstitüleri Sistemi, gerçekleştirdiği bu etkinlikleri mesleksel gereksinmenin de ötesinde, kişilerin hakkı olduğu için üstlenmiştir.”

Karma Eğitim İlkesi

1927 yılında Türkiye’de karma eğitim sistemine geçildi. Köy Enstitüleri açılmadan önce de karma eğitim verilmekteydi. Ne var ki, Köy Enstitüleri, Türkiye’de yatılı karma eğitim veren ilk kurum olmuştur.

Yıl Boyu Eğitim İlkesi

Köy Enstitüleri yılın sadece belirli dönemlerinde açık olan bir okul değildi, yılın 11 ayı eğitim verirdi. Ağustos ve eylül ayları arasında öğretmenlerin dönüşümlü olarak izne ayrılabildikleri, bu süre zarfı dışında sürekli aktif olarak eğitim ve öğretimin devam ettiği kurumlardı.

Kendi Kendini Eğitme İlkesi

Köy Enstitülerinde kendi kendini eğitme, yenilik ve gelişmelere sürekli açık olma, öğrencilere kazandırılması hedeflenen en önemli özelliklerdendi. Köy Enstitülerinde günlük zaman çizelgesine bakıldığında günlük elli dakikanın okuma saatlerine ayrıldığı fark edilmektedir. Bu okuma saatleri de Köy Enstitüleri ilkeleri arasındaki kendi kendini eğitme ilkesi doğrultusunda programa koyulan saatlerdir.

Köy Enstitüleri Öğretmenleri ve Öğrencileri Kimlerdir?

Köy Eğitim Sistemi Nedir? Köy Enstitüleri Öğretmenleri Nasıl Seçilirdi?

Cumhuriyet’in İlk Yıllarında Öğretmen İhtiyacı

Osmanlı döneminde eğitim, hatta okuma yazma seviyesi çok düşük olduğundan köylerde gerekli eğitimi verebilecek nitelikli eğitmen bulmak oldukça zordu. Aydın kesim ve köy halkı arasındaki seviye farkı da çok fazla olduğundan, aralarında neredeyse iletişimsizliğe varan bir ayrım vardı. Bu ayrım, eğitimli kesimin köy halkına ulaşmasında bir engeldi. Ayrıca, klasik öğretmen okulu mezunu olan öğretmenler, büyük bir oranda köylere yerleşmek istemiyordu. Köye gelenler ise köy ve köy okulunun ihtiyaçlarını karşılamakta zorlanıyorlar, toplu bir eğitim açısından etkili olamıyorlardı. Bunun için özel olarak seçilmiş Köy Enstitüleri öğretmenleri gerekliydi.

Köyün ihtiyaçları, yapısı gibi farklılık gösterebilecek konularda köy halkına yardım edebilecek, her köye özel eğitmenlere ihtiyaç vardı. Bu doğrultuda, birçok uzman tarafından incelemeler yapıldı ve yeni fikirler öne sürüldü. Örneğin, John Dewey, Türkiye’ye gelip incelemeler yapmış ve her koşulda eğitmenlerin yurt dışına gönderilmelerinin gerekli olduğunu söylemiştir.

Köy Eğitim Sistemi Nedir?

Eğitmen yetiştirmek konusunda en büyük adımlar, Mustafa Necati Bey’in eğitim bakanlığı yaptığı dönemde (1925-1929 yılları arası) atılmıştır. Bu dönemde eğitim kurumlarının sayısından ziyade niteliğine önem verildiğinden, niteliksiz bulunan okullar kapatılmış ve yerine bazı yeni öğretmen okulları yaptırılmıştır. Mustafa Necati Bey’in ölümünün ardından öğretmen yetiştirmek üzere verilen eğitim biraz daha yavaşlamış olsa da Mustafa Kemal Atatürk’ün onbaşı ya da çavuş olarak askerliğini yapan köy gençlerine eğitim verme fikri ile yeniden hız kazanmıştır. Buna bağlı olarak, 1936 yılında Eskişehir iline bağlı Mahmudiye’de, Köy Eğitim Sistemi başlatılır.

Köy Eğitim Sistemine bağlı kurslar, Millî Eğitim Bakanlığı ve Tarım Bakanlığı’nın iş birliği ile yürütülmüştür. Kursa, askerliklerini başarı ile tamamlamış (çavuş ya da onbaşılığa yükselebilmiş), köy delikanlıları alınmıştır. Amaç, askerde onbaşı, çavuşluk yapmış köylü gençleri altı aylık bir kurstan sonra eğitmen unvanıyla küçük köylere ve üç yıllık ilkokullara gönderip öğretmen sıkıntısını biraz hafifletmektir. Askerlere, 6-8 aylık bir süreçte “okuma yazma, basit matematik, öğretim teknikleri” ve özellikle tarımda ileri tekniklerin eğitimi verilmiştir. Bu doğrultuda, eğitmenlerin görevleri ve yetkilerini açıklayan 8 maddelik 3238 sayılı Köy Eğitmenleri Kanunu 11 Haziran 1937 tarihinde çıkartılmıştır.

Köy Enstitüleri Öğretmenleri

Eğitmenin, köy yaşamını bütünüyle bilmesi, köy çocuklarına/gençlerine okuma-yazma, yurt, yaşama bilgisi, hesap yapma eğitimi verebilecek pedagojik yeterlikte olması bekleniyordu. Köyde sade fakat ilerici, çağdaş bir yaşamı gerçekleştirmek için bıkmadan çalışması isteniyordu. Yaşı, bilgisi, becerisi ve düşünce yapısı ile köyde gerçekleştireceği işleri yenebilecek güç ve yapıda olması öngörülüyordu. Eğitmen, köyün geleceği ile kendi geleceğini eş değerde tutarak, ulusal birliğe inanarak çalışacaktı. Köyde, eğitim ve tarım alanlarında genel yaşama düzeyini yükseltecek ve devletin temsilcisi, köylünün rehberi olacaktı. Bir eğitmen, köydeki tek bir grupla birinci sınıftan üçüncü sınıfa kadar çalışacak, o grubun mezuniyetinin ardından yeni bir grup alabilecekti.

“İlk eğitmenler 1936 yılında göreve başladılar. 1948 yılına kadar 8675 eğitmen yetişti. 7090 köyde eğitmenli okul açıldı. Böylece küçük köylerin okuryazarlık sorunu daha az masrafla, kısa zamanda, kısmen de olsa çözülme yoluna girmiş oldu.” 1940 yılında ise, Köy Enstitüleri Kanunu’nun on yedinci maddesinde Köy Enstitüleri öğretmenleri olabilecek kişiler aşağıdaki gibi açıklanmıştır.

Köy Enstitüleri Öğretmenleri Nasıl Seçilirdi?

“Köy enstitülerine aşağıda adları yazılı müesseselerden mezun olanlar öğretmen tayin edilirler:

1) Yüksek okullar ve Üniversite fakülteleri mezunları,
2) Gazi Terbiye enstitüsü mezunları,
3) Öğretmen okulları mezunları,
4) Ticaret liseleri ve Orta ziraat okulları mezunları,
5) Erkek sanat okulları ve Kız enstitüleri mezunları,
6) Köy enstitüleri mezunları,
7) İnşaat usta okulları mezunları,
8) Bunlardan başka her türlü teknik ve meslekî okullar mezunları.

Bu enstitülerde mutahassıs işçiler yevmiye veya aylık ücretle usta öğretici olarak çalıştırılabilir. Köy enstitülerinde çalıştırılacakların ne suretle tayin edilecekleri, terfi şekilleri ve bu enstitülerin idarî işlerinin nasıl yürütüleceği bir nizamname ile tesbit olunur.”

Köy Enstitüleri öğretmenleri kendileri için yapılan lojmanlarda yaşadıkları ve öğrenciler ile sürekli birlikte çalıştıkları için aralarındaki ilişki oldukça samimi ve arkadaşçaydı. Öğrencilerin geleceğin büyükleri, yöneticileri olduğu düşüncesi ile öğrenciler çok fazla cezalandırılmaz, öz güveni düşük insanlar olarak yetiştirilmezlerdi. Köy Enstitüleri öğretmenleri öğrenciler için birer rol modeldi.

Köy Enstitüleri Öğrencileri

Köy Enstitüleri Kanunun üçüncü maddesi “Enstitülere tam devreli köy ilk okullarını bitirmiş sıhhatli ve müstaid köylü çocuklar seçilerek alınırlar. Enstitülerin tahsil müddetleri en az beş yıldır. Öğretmen olamıyacağına kanaat getirilen talebenin ayrılacağı mesleklerin tahsil müddetleri Maarif vekilliğince tesbit edilir.”, öğrenci alımı ve yetiştirilmesi ile ilgili maddelerden biridir. Dönemin toplumsal yapısının bir sonucu olarak, köy enstitüleri kız öğrenci bulmakta oldukça zorlanmış, yeri geldiğinde kız çocuğu sahibi ailelere devlet yoluyla baskı uygulandığı kaynaklarda yer almaktadır. Buna rağmen, “bazı köy enstitülerinde kız öğrencilerin okulu terk ettikleri ya da ailelerinin kaçırdığı, hatta başka köylerdeki akrabalarında sakladıkları görülmüştür.”

Köy Enstitülerine gelen öğrenciler, yokluk içinde yaşayan insanlardır. Enstitülere geldikleri ilk zamanlarda kılık kıyafetleri perişan, yemek vb. en temel konularda bile çok sınırlı bir bilgi birikimine sahip durumdadırlar. Görgü kuralları ve temizlik konusunda oldukça eksiktirler. Fakat, ifade edilenlere göre, bir o kadar da samimi, utangaç, gururlu ve çalışkandırlar.

Köy Enstitülerinde okuyan öğrenciler eğer sağlık durumları haricindeki bir nedenden dolayı okuldan ayrılırlarsa, o güne kadar kendisi için yapılan harcamaları devlete geri ödemek ile yükümlüdürler. Bu yükümlülük Köy Enstitüleri Kanunu’nun dördüncü maddesi olan “Enstitülere kabul edilenler sıhhî sebebden gayri sebeblerle müesseseden ayrıldıkları veya çıkarıldıkları takdirde okudukları müddete isabet eden masraf, kendilerinden veya kefillerinden alınır.” cümlesinde açıkça ifade edilir. Bu nedenle, öğrencilerin okul başarısızlığı, okulu terk etmesi gibi olaylar çok nadiren yaşanırdı.

Köy Enstitüleri Yöneticileri

Köy Enstitülerinin yöneticiliğini yapan kurum müdürlerinin çoğu daha önce düzenli bir yöneticilik yapmamış, çok kısa süreliğine ilköğretim müfettişliği ya da Eğitmen Kurslarının yönetiminde bulunmuştur. Yaş ortalamaları 32 civarında olan bu müdürler, üstlendikleri zor görevlere “gönüllü” olarak gelmişlerdir. Tonguç, bunları öğrencilikleri sırasında tanımış, müfettişlik ya da eğitmen kurslarında deneyerek seçmiştir. Yeteneğine güvendiği bu gençleri, işbaşında sürekli yetiştirmiştir. Zorlanan ya da tıkananları, öteki enstitülere götürerek örnekler göstermiştir. Bazılarının da görev yerlerini değiştirerek kendilerini yenilemelerine olanak sağlamıştır. Yine bu gençleri, ceberrut valilerin ve kurt il müdürlerinin ezmemesi için olağanüstü çaba göstermiş, kol kanat germiştir.

Köy Enstitüleri Neden, Ne Zaman ve Nerede Kuruldu?

Köy Enstitüleri

İsmet İnönü‘nün tanımlamasıyla Köy Enstitüleri, Cumhuriyetin eserleri içinde en kıymetli olandır. 1930’lu yıllarda 17 milyon olan Türkiye Cumhuriyeti nüfusunun 13 milyonu köylerde yaşıyordu ve eğitim seviyesi çok düşüktü. Köy halkının kendi kendini kalkındırması ve bu kalkınmanın sadece akademik odaklı olmaması amacıyla Köy Enstitüleri adı verilen eğitim kurumları tasarlandı. 17 Nisan 1940 tarihli kanun ile resmileşen bu kurumların amacı köy halkı öncelikli olmak üzere bütün ülkeyi kalkındırmaktı. Bu kurumlarda, ilk olarak askerliğini yapmış olan eğitmenler ders verirken, ardından mezunların öğretmenlik yapması planlanıyordu.

Köy Enstitüleri, ezberci sistem yerine öğrencilerine uygulamalı olarak kalıcı bir eğitim veren, modern, yenilikçi, öğrencilerin kişiliklerini çok yönlü olarak geliştirmeyi hedefleyen; Türkiye Cumhuriyet tarihinde ilk defa yatılı karma eğitim sağlayan kurumlardı. Bu kurumlarda, öğrencilerin görüşlerine her konuda çok önem verilir, öğrenciler okul yönetimine dahil edilirlerdi. İsmail Hakkı Tonguç tarafından kurulan Köy Enstitüleri, zamanla bazı suçlamalara maruz kalmış; 1954 yılında, Demokrat Parti’nin hükümet olduğu dönemde resmi olarak kapatılmıştır.

Köy Enstitüleri Nedir?

I. Dünya Savaşı’nın ardından kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nde, hızlıca kalkınmak amacıyla en çok önem verilen konulardan biri eğitim olmuştur. 15 Temmuz 1921’de, (Kütahya-Eskişehir Savaşından 5 gün sonrası olan bu tarih Kurtuluş Savaşı’nın ne kadar yoğun olduğunu da belirtir) Ankara’da toplanan Maarif Kongresi’nde “yurdun her tarafından 250’den fazla erkek ve kadın öğretmenin bir araya gelmesi” eğitime verilen öneme bir kanıttır. Altı gün süren kongrede Mustafa Kemal Atatürk’ün, söylediği şu sözler de Eğitim Seferberliğini destekler niteliktedir:

“… Devlet bünyesinde yüzyıllar boyu derin idari ihmallerin neden olduğu yaraları iyileştirmede verilecek emeklerin en büyüğünü hiç kuşku yok ki, irfan yolunda esirgemememiz lazımdır… Şimdiye kadar takip olunan öğretim yöntemlerinin, milletimizin gerileme tarihinde önemli etken olduğu kanaatindeyim. Onun için bir Milli Eğitim Programı’ndan söz ederken, eski devrin boş inançlarından ve yaradılış niteliklerimizle hiç de ilgisi olmayan yabancı fikirlerden, doğudan ve batıdan gelebilen bütün etkilerden tamamen uzak, milli karakterimiz ve tarihimizle uyumlu kültür kastediyorum.”

“Bunların yanı sıra, Atatürk’ün “Arkadaşlar! Bundan sonra pek mühim zaferlere kavuşacağız. Fakat bu zaferler süngü zaferleri değil, iktisat ilim ve irfan olacaktır. Ordumuzun şimdiye kadar kazandığı zaferler, memleketimizi gerçek kurtuluşa kavuşturmuş sayılmaz. Bu zaferler ancak gelecek zaferlerimiz için değerli bir zemin hazırlamıştır. Askeri zaferlerimizle mağrur olmayalım. Yeni ilim ve iktisat zaferlerine hazırlanalım.” sözlerinin ardından eğitim alanında Harf Devrimi, Tevhid-i Tedrisat Kanunu, Halk Evleri’nin açılması gibi birtakım çalışmalar yapılmıştır.

Türkiye’de Eğitim Reformu

Şüphesiz ki, temelleri bu dönemde atılan eğitim reformunun en kilit öğelerinden biri de günümüzde hala tartışma konusu olan Köy Enstitüleri’dir. Köy Enstitüleri, 1935 yılında çalışmalarına başlanan ve 17 Nisan 1940 tarihinde kabul edilen 3803 sayılı Köy Enstitüleri Kanunu ile resmileştirilen, köy halkının kalkınmasını amaçlayan eğitim kuruluşlarıdır.

Köy Enstitüleri, eğitimde sürekliliği sağlayan, öğrenci merkezli, öğrencilerine yalnızca temel bilimleri değil, sanatı, sporu, müziği öğreten, hayatın birçok alanında öğrencilerini eğiten kurumlardı. Nitekim, Demokrat Parti’nin iktidar olduğu 1954 yılında kapatılana kadar birçok şehirde binlerce köy öğretmeni yetiştirmiştir.

Birçok köy çocuğunun okumasına vesile olmuş bu güzide eğitim yapısının arkasındaki mimar ise İsmail Hakkı Tonguç’tur. Milli Eğitim Bakanı Saffet Arıkan döneminde göreve getirilen Tonguç, köylerin ve köylülerin sıkıntılarını önemseyen, eğitim sorunlarının köküne inen biriydi. Hayatı her açıdan tanıyan ve sorgulayan öğrenciler yetiştiren Köy Enstitüleri ile bilinen Tonguç’un, eğitim üzerine yazılmış 15 kitabı vardır.

Köy Enstitüleri Kuruluş Amaçları

Cumhuriyet Döneminin ilk yıllarında, halkın yaklaşık %75’inin (17 milyonluk ülke nüfusunun 13 milyonu) köylerde yaşıyor olması, milli eğitimin köylerde başlamasına zemin hazırlamıştır. Köy halkının eğitim alması ve kendi kendini eğitebilecek duruma gelmesi demek, bütün ülkenin daha kolay kalkınması demekti.

Şehir halkı köy halkına nazaran ekonomik anlamda daha rahat bir konumdaydı, onlara erişmek ve eğitim sağlamak köy halkına göre daha kolaydı. Ne var ki, köy halkına hizmet taşımak da zorlu bir süreçti. Köy halkı ve aydın kesim arasında birtakım iletişim problemleri oluşmuştu. Bu nedenle köy halkını eğitecek, onun gelişmesini sağlayacak kişiler de köy halkının içinden çıkmalıydı. Bu durum, Köy Enstitüleri adı verilen kurumların kurulmasının yolunu açmıştır.

Köy halkı sadece tarım, hayvancılık gibi geçim faaliyetleri ile uğraşıyor, bunu da ilkel tarım aletleri kullanarak yapıyordu. Okuma yazma oranı ile eğitim seviyesi de oldukça düşüktü. Dolayısıyla, köy halkının okuma yazma ve fenni eğitim ile birlikte, tarımda verimliliğin arttırılması gibi günlük bilgiler konusunda da eğitilmesi gerekiyordu. Nitekim, bu amaca yönelik olarak, Köy Enstitülerinde okuyan bir bireyin hayatın her alanında donanımlı olmasını ve başka insanları eğitmesini de sağlayacak çok kapsamlı bir müfredat oluşturulmuştur. Köy halkına cumhuriyet ilke ve inkılaplarını anlatmak ve özümsetmek de Köy Enstitülerinin başka bir hedefi olmuştur.

Köy Enstitüleri Kuruluş Nedenleri

Köy Enstitülerinin kuruluş gerekçeleri olarak, Türkiye’deki 40 bin köyün 35 bininde okul olmaması (1935 yılı nüfus sayımına göre) ve bu nedenle köy çocuklarının eğitim görme haklarını kullanamamasının yanı sıra, var olan okulların da plansız olması, köy öğretmenlerinin yalnız bırakılmış olması, köylülerin aslında okuma isteğine sahip olması gösterilmiştir. Köylerin eğitim dışında da sorunları olması ve bu sorunlar ile ilgili bakanlıklarca ilgilenilmemesi, odak noktasının köylere yöneltilmesinin başka bir nedenidir. Ayrıca, kentli öğretmenler köy yaşamına uyum sağlayamadığından, köy içerisinden öğretmen yetiştirecek ve öğretmenleri köyden uzaklaştırmayacak; onların çiftçilik, demircilik, çocuk bakımı, dikiş, ev idaresi konularında bilgi sahibi olmasını sağlayacak kurumlara ihtiyaç duyulmaktadır.

“Köy Enstitülerinin amacı sadece köylülere okuma-yazma öğretmek, teknolojik yenilikleri köylere sokmak ve modern tarım yapılmasını sağlamak olmamıştır. Belki de en önemli misyonları kırsal alandaki geleneksel bağlılıkları çözmek, feodal yapıyı kırmak ve geleneksel egemen güçlerin nüfuzlarını silerek buradaki insanlara ulus bilinci aşılamaktır”. 24 Maddeden oluşan 3803 Numaralı Köy Enstitüleri Kanunu’nun ilk maddesi olan “Köy öğretmeni ve köye yarayan diğer meslek erbabını yetiştirmek üzere ziraat işlerine elverişli arazisi bulunan yerlerde, Maarif vekilliğince Köy enstitüleri açılır.” ve altıncı maddesi olan “Köy enstitülerinden mezun öğretmenler, tayin edildikleri köylerin her türlü öğretim ve eğitim işlerini görürler. Ziraat işlerinin fennî bir şekilde yapılması için bizzat meydana getirecekleri örnek tarla, bağ ve bahçe, atelye gibi tesislerle köylülere rehberlik eder ve köylülerin bunlardan istifade etmelerini teğmin ederler…” aslında Köy Enstitülerinin kuruluş amacını ve öğrencilerine neler katmak istediğini özetler niteliktedir.

Köy Enstitüleri Kurulduğu Yerler

1930-1940 yıllarında Türkiye Cumhuriyeti tarıma dayalı bir ekonomiye sahip olduğundan ve ülkedeki tarımın geliştirilmesi, modernleştirilmesi gibi konularda Köy Enstitülerine de büyük sorumluluk düştüğünden, Köy Enstitüleri, özellikle zirai çalışmaların yapılabileceği bölgelere kurulmuştur. Enstitülerin tamamı ülkenin birçok farklı ilinden öğrenciye sahip olduğundan ve bütün enstitülerin birbiriyle eş düzeyde eğitim vermesi hedeflendiğinden, seçilen yerlerin sadece tarımsal anlamda verimli olması yeterli olmamış, bütün enstitülerin benzer iklimsel ve tarımsal özellikler gösteren bölgeler olmasına özen gösterilmiştir.

Bunun yanı sıra, Köy Enstitüleri fazla öğrenci almayı hedeflediğinden (her enstitü için ortalama 1000 öğrenci) kaynak sıkıntısı yaşamamak amacıyla su kaynağı bol olan geniş toprak parçalarına kurulmuşlardır. Ayrıca, öğrencilerin yaşamdan komple izole olmaması için, köy ya da köy merkezine yakın olan bölgeler seçilmiştir.

Köy Enstitüleri Ne Zaman Kuruldu?

Bu doğrultuda, kurulan enstitüler ve kuruluş yıllarının listesi aşağıdaki gibidir:

• Eskişehir – Çifteler 1937
• İzmir – Kızılçullu 1937
• Kırklareli – Kepirtepe 1938
• Kastamonu – Gölköy 1939
• Malatya – Akçadağ 1940
• Antalya – Aksu 1940
• Samsun – Ladik/Akpınar 1940
• Kocaeli – Arifiye 1940
• Trabzon – Beşikdüzü 1940
• Kars – Cılavuz 1940
• Adana – Düziçi 1940
• Isparta – Gönen 1940
• Balıkesir – Savaştepe 1940
• Kayseri – Pazarören 1940
• Ankara – Hasanoğlan 1941
• Konya / Ereğli – İvriz 1941
• Sivas – Pamukpınar 1942
• Erzurum – Pulur 1942
• Diyarbakır / Ergani – Dicle 1944
• Aydın – Ortaklar 1944
• Van / Erciş – Ernis 1948

Köy Enstitüsü / Kuruluş

John Dewey (20 Ekim 1859 – 1 Haziran 1952)

ABD li Eğitim Profesörü 1924 yılında Mustafa Kemal tarafından Türkiye’ye davet edildi. Kendisinden Türkiye de Eğitim Nasıl olmalıdır niteliğinde bir rapor hazırlanması istendi. Hazırladığı Rapor zamanın yöneticileri tarafından incelendi. Profesör John Dewey’nin Raporları”, Maarif Vekaleti Mecmuası, Mart 1925, No.1. Yayınlandı. Türkçe çevirisi birkaç kez 1939’da, Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel zamanında yayınlandı.

Mustafa Kemal Atatürk

Kurtuluş savaşı sonrasında vatandaşların sadece %3-4 ‘ünün okuma yazması vardı. Halkın %80’i köylerde yaşıyordu. Atatürk ilk defa Köy Enstitülerinin kuruluş yasalarını çıkardı. İlk önce askerliğini çavuş olarak yapmış erlerden köy öğretmeni yetiştirilip köylerine öğretmen olarak gönderilme projesini önerdi ve bu proje uygulandı.

Türkiye de Köy Enstitüleri fikri ilk kez ABD li Eğitim Filozofu John Dewey tarafından savunuldu. Dewey, özellikle kırsal bölgelerdeki okulların toplum yaşam merkezi haline getirilmesi gerektiğini vurguladı. Türkiye’de okulun yerel koşullara uyarlanması sorunu eğitim felsefesinin özünü oluşturuyordu. Köy Enstitüleri (Köy Enstitüleri), John Dewey’in iş ve eğitimi birleştirme fikrini yerine getirmek için tasarlanmıştır. Mezunların aynı anda hem okul öğretmenleri hem de toplumun eğitmeni olması bekleniyordu. Öğrenciler aslında kendi okullarını, evlerini, kışlalarını, iş yerlerini vb. İnşa ettiler ve birlikte yaparak ve yaşayarak üretim ile eğitimi kaynaştırdılar.

Köy enstitüsü, Türkiye’de ilkokul öğretmeni yetiştirmek üzere 17 Nisan 1940 tarihli ve 3803 sayılı yasa ile açılan okul türü. Tamamen Türkiye’ye özgü olan bu eğitim projesini 28 Aralık 1938 tarihinde milli eğitim bakanı olan Hasan Âli Yücel bizzat yönetti.

Kuruluşu:

Neredeyse tüm Anadolu’nun okulsuz ve öğretmensiz olduğu gerçeği gözönüne alınarak, dönemin cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün himayesinde, Millî Eğitim Bakanı Hasan Âli Yücel tarafından İsmail Hakkı Tonguç’un çabalarıyla köylerden ilkokul mezunu zeki çocukların bu okullarda yetiştirildikten sonra yeniden köylere giderek öğretmen olarak çalışmaları düşüncesiyle kuruldular. Geleneksel öğretmen okullarında yetişmiş öğretmenler için köylerde öğretmenlik yapmak, istenerek yapılacak bir görevden çok zorunluluk olarak algılanıyordu. Çalıkuşu romanındaki karakter gibi gönüllü ve özverili öğretmenlerin sayısı azdı. Oysa okuma yazma oranı Cumhuriyet ilk kurulduğu yıllarda %5 bile değildi. Bunun yanında nüfusun %80’lik bölümü köylerde yaşıyordu. Köy Enstitüleri’nin kurulması ve yaygınlaşması konusunda pedagoji uzmanı Halil Fikret Kanad’ın önemli çalışmaları vardı. Kanad, zorunluluktan değil özveriyle öğrenci yetiştirecek köye göre öğretmen fikrini savunmuştu.

1940 yılından başlayarak, tarım işlerine elverişli geniş arazisi bulunan köylerde veya onların hemen yakınlarında Köy Ensititüleri açıldı. Türkiye’de seçilen şehirlerden uzak ancak tren yollarına yakın tarıma elverişli 21 bölgede köy ilkokullarına öğretmen yetiştirmek üzere açılmıştı. Öğretmenler köylülere hem örgün eğitim verecek, okuma yazma ve temel bilgileri kazandıracak hem de modern ve ilmi tarım tekniklerini öğretecekti. Öğretmenler gittiği yörelerde bilinmeyen tarım türlerini de köylülere öğretecekti. Kitaba deftere dayalı öğretim yerine iş için, iş içinde eğitim ilkesi tatbik ediliyordu. Her köy enstitüsünün kendisine ait tarlaları, bağları, arı kovanları, besi hayvanları, atölyeleri vardı. Derslerin %50’lik bölümü temel örgün eğitim konularını içeriyordu. Geri kalanı ise uygulamalı eğitimdi.

Genel Bilgiler:

1940-1946 arasında köy enstitülerinde 15.000 dönüm tarla tarıma elverişli hale getirilmiş ve üretim yapılmıştı. Aynı dönemde 750.000 yeni fidan dikilmişti. Oluşturulan bağların miktarı ise 1.200 dönümdü. Ayrıca 150 büyük inşaat, 60 işlik, 210 öğretmen evi, 20 uygulama okulu, 36 ambar ve depo, 48 ahır ve samanlık, 12 elektrik santralı, 16 su deposu, 12 tarım deposu, 3 balıkhane, 100 km. yol yapılmıştı. Sulama kanalları oluşturularak enstitü öğrencilerinin uygulamalı eğitim gördüğü çiftliklere sulama suyu öğrenciler tarafından getirilmişti.

Köy Enstitüsü uygulaması Hasan Ali Yücel’in 1946’da Milli Eğitim Bakanlığından ayrılmasına değin devam etmiştir. Hasan Ali Yücel’den sonra Milli Eğitim Bakanı Olan Reşat Şemsettin Sirer zamanında Köy Öğretmen Okullarına dönüştürülmüştür. Bu okullar da Demokrat Parti döneminde 27 Ocak 1954’te kapatılmıştır. Kapatıldığı 1954 yılına kadar Köy enstitülerinde 1.308 kadın ve 15.943 erkek toplam 17.251 köy öğretmeni yetişmişti. Fakir Baykurt, Ümit Kaftancıoğlu, Talip Apaydın, Mahmut Makal, Mehmet Başaran, Pakize Türkoğlu, Hatun Birsen Başaran, Ali Dündar, Mehmet Uslu ve Dursun Akçam gibi önde gelen yazarlar ve düşünürler bu okullarda yetişmişlerdir.