Dayanın Yurttaşlarım – Aziz Nesin

Çook eskiden, bu kavanoz dipli koca dünyanın bir yerinde, dört bir yanı dağ, ortası bağ, suları şınl şml, gökleri pırıl pırol bir ülke varmış. Dünyanın her yerinde olduğu gibi, burada da, insanlardan başka yaratıklar da varmış. Bunların arasında sürüngenler, zehirli böcekler, örümcekler de elbet bulunurmuş. Ama bunlar, başka yerlerdekinden ne çok, ne az olduklarından hiç kimsenin gözüne batmazmış.
Bu ülkenin başında bir kişi bulunurmuş. Buna “Başbay” denirmiş. O ülkede başbaylık seçimle olurmuş. Başbay olmak isteyenler, adaylıklarını koyarlar, seçmenler de bunların içinden beğendiklerini Başbay seçerlermiş. Hangi adayın aldığı oy çoksa o, Başbay olurmuş.
Gel zaman git zaman, o ülkede bir şaşılası değişme olmuş. Sürüngenler, zehirli böcekler günden güne çoğalmaya başlamış. Yılanlar, çıyanlar, kırkayaklar, akrepler, örümcekler, kertenkeleler, hem her gün biraz daha çoğalıyor, hem de her gün biraz daha büyüyüp irileşiyorlarmış. Yılanlar, kavak kadar uzayıp boylanmış, kavak gövdesi kadar en almış. örümcekler büyüye büyüye ev kadar olmuşlar. İrileşen kertenkelelerin yeni doğan yavrulan bile timsahtan büyük olurmuş. Kırkayaklar, yolcu trenleri gibi uzamış. Yarasaların kanatları çadır kadar genişlemiş.
Aklı ergin, derin bilgin, erdemli kişiler, bu işin nedeni üstünde kafa patlatmışlar, düşünmüşler, ama bitürlü bu zararlı yaratıkların neden gündengüne büyüyüp çoğaldıklarını anlayamamışlar.
İş bu kadarla da kalmamış. Bu zararlı yaratıklar, insanları sokmaya, ısırmaya, zehirlemeye de başlamışlar. Daha bir şaşılacak yanı, bunların ısırıp zehirlediği kişiler ölmüyorlarmış. Ölmedikten başka, bu zehirler insanın beynini uyuşturuyor, tatlı bir yarı uyku veriyormuş. Bu öyle bir keyifmiş ki, kanına bir kere bu zehirden karışan, hemen bu zehire alışırmış. Artık bu kişi kendisini yılanlara, akreplere ısırtmadan, kırkayaklara örümceklere sokturmadan, kertenkelelere, yarasalara kanını emdirtmeden duramazmış. Hem de bu zehirin verdiği keyfin sonu yokmuş. Bikere bu zehire alışanlar, onun verdiği keyfi hiçbir zaman yeter bulmazlar, hergün daha çok, daha çok isterlermiş. Haftada bir kendilerini zehirletenler, giderek iki günde bir, hergün, daha sonra da günde bikaç öğün kendilerini zehirletmeye başlamışlar.
Beyinlerinin düşünmeye yaradığını bilen, kafası önce, yüreği yüce kişiler, nasıl etsek de insanoğlunu şu yılan çıyan zehirinden kurtarsak diye bir yol aramışlar. Ama öbür yandan, kendilerini ille zehirleterek keyiflenmek isteyenler böyle düşünenlere karşı dururlarmış. Bu yüzden o ülkedeki insanlar ikiye ayrılmışlar. Aralarında başka ayrılıklar da varmış elbet ama, çoğunlukla iki belli ayrım varmış. Yılan çıyan zehirine alışanlar, bu zehirin çok iyi yararlı bir şey olduğunu savunanlarla, bunun tersini söyleyenler.
Yarasalar, .örümcekler, akrepler, kırkayaklar durmadan insanları sokmaya hız verdiklerinden, zehire alışanlar gündengüne çoğalıyor, öbürleri hergün biraz daha azınlıkta kalıyorlarmış.
Gel zaman git zaman, bu zehire ahşanlar o kadar çok zehirlenmeye başlamışlar ki, gitgide yüzleri gözleri, elleri ayaklan değişmeye başlamış. Kendilerini yılanlara sokturanların, her gün birer parça, birer parça derilerinin rengi yeşile kaçıyor, vücutları uzuyor, kafaları küçülüyor, bir zaman sonra büsbütün yılan olup çıkıyorlarmış. O zaman yılandan hiç ayrımsız, yerde sürünmeye başlıyorlar, başkalarını sokmaya, zehirlemeye çalışıyorlarmış. Bitakımlarının da parmaklan, tırnaklan, elleri, ayaklan gitgide inceliyor, uzuyor, yeniden eller ayaklar çıkıyor, yavaş yavaş derken günün birinde iri bir örümcek oluyorlarmış. Ondan sonra başka insanların üzerine atılıyorlarmış. Böyle böyle derken, zehirlenen insanlar da, kanlarına karışan zehirin etkisiyle gündengüne yılanlaşmaya, çıyanlaşmaya, yarasalaşmaya, solucanlaşmaya, sürüngenleşmeye başlamışlar.
Ötekiler, insan kalmak için direnirlerken, her elveren yerde dillerinin döndüğü kadar,
– Yurttaşlar!.. İnsanlığınızı koruyun, örümcekleşmeyin, akrepleşmeyin!.. diye bağırırlar, söylerler, ama dinletemezlermiş.
Zehirlenip değişenler gitgide çoğaldıklarından, böyle söyleyenlere,
– Hainler, alçaklar!.. diye bağırır, üzerine yürürlermiş.
İnsanlığını koruyanlar gitgide o denli azınlıkta kalmışlar ki, günün birinde o ülkede büsbütün insan kalmamasından korkmaya başlamışlar. Başbay seçimi zamanı gelince, kamuoyu da onlardan yana olduğu için, yılan, çıyan, yarasa, örümcek biçimine girmiş olanlar kimi seçerlerse, o ülkeye Başbay olurmuş.
O ülkede aydın kişiler de varmış. “Başımıza gelenler nedir? Bundan yurttaşlarımızı nasıl kurtarırız, koruruz?” diye düşünmeye başlamışlar. Her aydın kendi kafasına göre buna bir yol bulmuş. Kimi,
– Zehire alışa alışa sürüngenleşenler, örümcekleşenler, artık insan sayılmazlar. Onlarda insanlığın ne biçimi kalmış, ne özü… Bunun için de Başbay seçimine katılmasınlar!.. demiş.
Her ne kadar biçimleri insan değilse de, ilk gelişleri, doğuşları insan. Çünkü, bunların çocukları yine insan doğarmış. Kanlarına zehir katılmazsa, hep insan kalırlarmış.
O ülkedeki aydınların kimisi de,
– İnsan kalmak için, çatalla yemek yensin!.. demiş.
“Ütülü pantolon giymeli” diyen, “Hergün tıraş olmalı” diyen doluymuş. Ama bunların hiçbiri, insanların insanlığını korumaya yetmezmiş.
O zaman, o ülkenin aydınları, “Bir de başka ülkelere bakalım. Oralarda da biçimini, kalıbını, içini, özünü değiştirenler var mı? Varsa, neler yapıyorlar? Bunu nasıl önlüyorlar, gidip görelim!” demeye başlamışlar. Dedikleri gibi de, başka ülkelere gidip, oralardaki insanları incelemişler. Sonra, oralarda görüp öğrendiklerini, kendi ülkelerine uygulayıp, yurttaşlarına yararlı olmak için, evlerine, çocuklarına dönmüşler. Yine eskisi gibi herkes kendince bir düşünce sürmüş ileri. Kimisi,
– Evlere daha geniş pencereler açalım!.. demiş.
Kimisi,
– Başka ülkelerden örnek insanlar getirelim!.. demiş.
Kimisi de,
– Bizimkileri başka ülkelere gönderelim, oralardaki insanları görsünler!.. demiş.
“Günde üç kere zıplamak gerek.” “Yatakta sol yana yatmalı.” diyenler bile varmış. Yalnız bunların aralarında kafası işleyen biri çıkmış.
– Beni dinleyin, demiş, ben sürüngenlerin, böceklerin neden çoğalıp geliştiklerini anladım. Yeryüzünün başka ülkelerine bakıp, bunu öğrendim. Bir hava esiyor, bu hava sürüngenlere, böceklere o kadar yarıyor ki büyüyorlar, çoğalıyorlar. Şimdi iş, bu havanın esmesine engel olmakta. Bu hava da, doğu yönünden esiyor. Gezip dolaştığım yerlerde gördüm. Doğudan esen bu havayı kesen dağ dibinde kurulmuş ülkelerde, bizde olanlar olmuyor. Aklımızı başımıza toplayıp, büsbütün iş işten geçmeden, doğudan esen hava yolunu kapamalıyız. Yoksa hepimiz, günün birinde değişip insanlıktan çıkacağız, yılan çıyan olacağız.
Bu sözlere inananlar da olmuş, inanmayanlar da, gülüp geçenler de.. Ama inananlar işi sıkı tutup, zehirli sürüngen, örümcek, kertenkele, yarasa biçimindekilerle savaşa girmişler. Bu ölüm kalım savaşı çok kanlı olmuş. Çünkü o zamanın Başbayı da, çoğunluktan yanaymış.
O, ülke düşmanlardan korunmak için çepçevre kale duvarlarıyla çevriliymiş, Bu kalın duvarların her biyana kapıları varmış. Ülkenin insanları, doğu kapısını kapamaya çalışırlarken, öbürleri de kapatmamaya çalışırlarmış. İnsanlar kapıyı içerden itmeye, öbürleri dışardan dayanıp kapatmamaya uğraşırlarken seller gibi kanlar akmış. Ama sonunda içerdekiler başarı kazanımışlar, doğu kapısını sıkıca kapamışlar. Öbürleri de kapının dışında kalmışlar. Bu düşünceyi ileri sürüp başarı kazanan kişi, o ülkeye Başbay olmuş. Yurttaşlarına,
– Sakın, demiş, bu kapıyı aralamayın! Bir kere aralarsanız, sonunu alamazsınız. Bu böyle bir kapıdır ki, bir parmak aralansa, günün birinde ardına kadar açılır.
Bir zaman sonra bu akıllı kişi ölmüş. Onun yerine başkaları seçile seçile Başbay olmuşlar.
Yine eskiden, her yerde, her zaman olduğu gibi o ülkede de sürüngenlerle öteki böcekler varmış ama, doğu kapısı kapalı olduğundan, doğudan hava girmediği için, bunlar olduklarından daha çok büyüyemez, üreyemezlermiş.
Gel zaman git zaman, Başbay adayları arasında, sen seçileceksin, ben seçileceğim, diye çatışmalar başlamış. Doğrusu bu Başbay adaylarının hiçbiri, yeniden insanların örümcekleşmesini, akrepleşmesini istemiyorlarmış. İstemiyorlarmış ama, ne yapsınlar, oy kazanmak gerek. O zamanın Başbayı, düşünmüş taşınmış, öbür adaydan üç oy daha çok alsa seçimi kazanacak.
– Ben şu kapıyı üç oyluk aralarım!.. demiş.
Dediği gibi de yapıp, Başbaylığı başkasına bırakmamış.
Bunu gören öbür adaylar, kapıyı daha da açıp, kendilerine oy verecekleri içeri sokmaya başlamışlar. Onlar da, kapının büsbütün açılıp hepsinin dolmasını istemiyorlarmış. Bunun için de kendilerine gerekli on oyluk kadar kapıyı aralamışlar. Biyandan da kapı temelli açılmasın diye, kendi adamlarına, kapıyı ardından ittirirlermiş. Kapı on oyluk, yüz oyluk, bin oyluk aralana aralana, gün gelmiş, ardına kadar açılmış.
Gelgelelim Başbaylar, kapının hepten açık kalmasını istemediklerinden,
– Dayanın, içerden itin! diye de kendi adamlarına emirler verirlermiş.
İçerden ite, dışardan ite, kapı kendi ekseni üstünde fır fır dönmeye başlamış.
İşte o zamandan beri o ülkede doğu kapısı fır fır döner, ama Başbaylar da, hiç durmadan,
-Dayanın yurttaşlarım, dayanın!.. diye bağırırlarmış.

Aziz Nesin

Eski Roma da Yaşayan Biri – Aziz Nesin

Anlatacağım olay, milattan önce 128 yılında geçti. Dikkat buyurun, geçmiş demiyorum, geçti diyorum. Ben bu olayı tarih kitaplarından almadım, kendi başımdan geçti.
“Tenasüh” denilen ruh göçüne, yani şimdiki insanların çok daha önceki yıllarda başka kişilerin, hatta hayvanların kalıplarında yaşadıklarına inanır mısınız? İster inanın, ister inanmayın, bu beni ilgilendirmez. Ben dün gece, bundan ikibinseksendört yıl onceki hayatımı yeni baştan yaşadım. Daha “ruh-ül-kudüs” ebedi bakire Hazret-i Meryem’in karnına girmemiş, yani ortada Hazret-i İsa’nın ne adı, ne sanı var. Yıl, milattan önce 128… Ben Romalı bir yurttaşım. Plafium dağının eteğinde çok geniş bir bahçe içinde büyük bir villam var. Üç gece önce villama bir sürü konuk geldi: Valustus, Yulius Perus, Sompeius, Tiseron ve daha başkaları. Bütün dostlarım gelmişlerdi. Siz bunların hiçbirini tanımazsınız. Onun için kimler olduklarını kısaca anlatayım. Dostum Valustus, ünlü bir gladyatördür. Daha geçenlerde Kolesseum’da çok tanınmış bir gladyatörle dövüştü. Bu sıkı dövüşü görmenizi çok isterdim. İki gladyatör ortaya çıkınca, Kolesseum’u dolduran altmışbin kişinin uğultusu insanı sağır edecek kadar yükseldi. Şimdiki zamanda parti toplantılarında, bir de milli takımların futbol maçlarında ancak bu kadar gürültü olur. Dostum Valustus, saygıyla Konsül’ün locasına döndü, Konsül’ü selamladıktan sonra,
– Elveda saygıdeğer konsülümüz, Şimdi ölecek olanlar seni selamlıyor!.. diye bağırdı.
Halk öyle alkışladı ki, siz bu kadar gürültüyü ancak striptiz’e çıkan bir dansöze yapılan gösteride duymuş olabilirsiniz. İki gladyatör tam üçbuçuk saat dövüştüler. Sonunda dostum Valustus düşmanını amansız bırakıp yere yıktı. Yerdeki gladyatörün, pınl pırıl parlayan tunç zırhlarının altında göğsünün kalaycı körüğü gibi nasıl inip çıktığı görülecek şeydi. Yenik gladyatör, elinin iki parmağını konsüle doğru uzattı. Öldürmemesi için af diliyordu. Coşan seyirciler,
– Ölüm, ölüüüüüm!.. diye bağırdılar. Bu, tıpkı, futbol maçlarında seyircilerin,
– Kovaaa! Kova! Ye onu!.. diye bağırmalarına benziyordu.
Konsül, aslan pençesine benzeyen elini, locasının önünü örten, altın sırma işlemeli kadifeye uzattı, güldü. Başını yavaşça aşağı indirdi. Bu, Valustus’a işaretti. “Düşmanın işini bitir!…” diyordu. Valustus, mızrağını kaldırdı, yerdeki düşmanın kalbine sapladı. İşte, dostum Valustus, böyle bir adamdır.
Çağırdıklarımdan öbürü Yulius Perus benim savaş arkadaşım. Ünlü bir generaldir.
Hellenizm krallığını yıkan ordunun başındaydı.
Dostum Sompeius’e gelince, o eskiden köleydi. Ama ünlü bir hekim ve felsefeci olduğundan, efendisinin hastalığını iyi edince efendisi de onu azat etti. Kölelikten patrici’ler arasına katılan Sompeius aklı ve bilgisiyle Tribuna Meclisinde tribun oldu.
Dostum Tiseron gençliğinde Roma’nın en iyi araba yarışçısıydı. Şimdi şiirler, piyesler yazar.
Evimdeki şölen çok iyi geçti. Çalgıcılar harp, lir, gitar, filavtalar çaldılar. Dansözler en iyi rakslarını oynadılar. İçki sel gibi aktı. Valustus, şölenin şampiyonu oldu. Üç günde, uzandığı divanın önüne tam yirmi defa yiyecek, içki ve yemişle dolu sini geldi. Volustus dört defa kustu, sonra yeni baştan yedi, içti. Böylece şölenin şampiyonu oldu. Bu kadar yiyen adamı siz belki gazetecilere verilen ziyafetlerde görmüş olabilirsiniz. Çok güzel bir şölen oldu. Üç gün yenildi içildi. Sonra yemekten, içmekten hepimiz baygın düştük. Şimdiki açılış törenlerindeki ziyafetler gibi bişeydi bu. Üç gün sonra kendimize gelebildik.
Banyodan sonra vücuduma kokular sürdüm, harmaniyemi omuzuma alıp dışarı çıktım. Nereye gideceğimi bilmiyordum. Komşum Plebius’un villasına gittim. Plebius,
– Yarın ava çıkacağız, adamlarınla hazırlan!.. dedi.
– Yarınki iş kolay, dedim, bugün ne yapacağız?
Plebius parti arkadaşımdır. Bizim partiye büyük hizmeti vardır.
– İstersen yarışlara gidelim, dedi, iddialı koşular var.
– Yorgunum Plebius… dedim.
– Öyleyse Büyük Amfi’ye gidelim, iyi oyun var.. dedi.
Dostum Plebius’la Büyük Amfi’ye gittik. Hesapianus’un bir komedisi vardı. Bu alçak herifi ben hiç sevmem. Dili koparılacak bir heriftir, zehir gibi dili vardır hergelenin. Her oyununda da ya Senatus’a çatar yada Kuria Meclisine… Ya Konsül’ü yerer, yada Pretur’u. Kaç defa “Şu herifin işini bitirelim, şölende zehirli şarap verelim…” dedim. Bizim felsefeci Sompeius,
– Roma cumhuriyettir. Bir cumhuriyette böyle şey olmaz. Herkes istediği gibi yazar da söyler de… dedi.
Çok kızıyorum bu Hesapianus denen hergeleye. Ben Konsül’ün yerinde olsam, onu sirkte kudurmuş aç kaplanlara parçalatırdım. Onun leşini yiyen kaplanlar bile zehirlenirdi, pis herif..
Halka da kızıyorum. Şu hergelenin yazdığı oyun oldu mu, Büyük Amfi’yi tıklım tıklım dolduruyorlar. Ama gelenlerden çoğu pleb’ler. Patrici’lerden, yani öz yurttaşlardan pek az gelen var.
Hesapianus o günkü oyununda yine bizim partiyi yeriyordu. Güya bizimkiler seçmenleri kandırmışlar. Düpedüz böyle söylemiyor ama, ne kadar dolambaçlı söylerse söylesin, anlaşılıyor yine. Oyun bitince alkıştan Büyük Amfi yıkılıyordu. Çok canım sıkıldı. Söve saya villama geldim. Ama ne o? Ne oluyor? Villamın önünde bir kalabalık. Kölelerim dışarı fırlamışlar.
– Ne oluyor?.. diye sordum.
Kölelerimden biri,
– Efendimiz, dedi askerler oğlunuz Kabakius’u tutuklamaya geldiler.
Oğlumu tutuklamaya gelen askerlerin başında dostum Yulius Perus vardı.
– Bu ne iş bre Perus? Oğlumu neden tutukluyorsunuz?.. dedim. Perus,
– Sebebini bilmiyorum ama, söylentilere bakılırsa, oğlun Kabakius bir şiir yazmış. Şiirin bir mısrasında “Roma’ya giden yollar kapalı” demiş.
– E, bunda ne var? Lağım çukurları kazıldığı için yollar kapalı. Yalan mı söylemiş?
– Belki de suçu bu değildir. Belki budur. Bilmiyorum. Herkesin bildiği gerçekleri açıkça söylemek bazan suç olur. Mercimekius’un neden öldürüldüğünü hatırlarsan. Roma’nın cumhuriyetle yönetildiğini herkes bildiği halde o, “Roma bir cumhuriyettir!” diye bağırdığı için öldürülmüştü. Ben tutuklama sebebini bilmem. Ama elimde tutuklama buyruğu var.
– Yulius Perus, bu emri kim verdi? Çabuk söyle Jupiter hakkı için leşini sereceğim onun.
Hançerimi kınından çıkardım. Yulius Perus elindeki kağıtları uzattı:
– İşte senin düşmanın bu kağıtlar, dedi. Emir burada. Mars’ın üzerine yemin ederim ki, oğlunu ben kendiliğimden tutuklamıyorum. Sen de bilirsin ki ben ancak görevimi yapıyorum.
– Evet, görev görevdir, dedim. Ama sana bu buyruğu veren kim?
– Bucak Müdürü Polakius.
Harmaniyemi savura savura Bucak Müdürü Polakius’e giderken yolda dostum felsefeci Sompeius’la karşılaştım.
– Beberius, nedir bu telaşın, arkadan cehennem tanrısı mı kovalıyor?.. dedi.
– Plüton beni çarpsın ki, bu Bucak Müdürü Polaikus’un canını cehenneme yollayacağım. Oğlum Kabaikus’un tutuklanması için buyruk çıkarmış.
– Polakius kendiliğinden bişey yapmaz. 0 da biyerden emir almıştır.
– Ben halis yurttaş patrici’lerden değil miyin Sompeius?.. diye sordum.
– Evet, dedi, sen eski bir Romalısın. Romalı ana babadan dünyaya gelen soylu yurttaşsın.
– Ben toprak, çiftlik ve köle sahibi değil miyim?
– Evet Beberius.
– Bu herifleri iş başına getirmek için oy vermedim mi?
– Verdin Beberius.
– Öyleyse bu iş bana yapılır mı? Bu haksızlık değil mi?
– Haksızlık Beberius.
– Öyleyse bu haksızlığı yapan bir suçlu var. Jupiter hakkı için onu öldüreceğim.
– Yemin etme Beberius. Eğer gerçek suçluyu bulabilirsen öldüremezsin. Hançerin suçlunun kalbine değil, kınına girer.
– Büyük yemin ettim. Görürsün… dedim.
Harmeniyemin eteklerini uçura uçura, hançerim elimde, firladım. Bucak Müdürü Polakius’a,
– Doğruyu söylediği için oğlumu tutuklayan sen misin?.. diye sordum.
– Benim suçum yok, işte kaymakamın verdiği yazılı buyruk… dedi.
Kaymakama koştum. O da,
– Ben aldığım emri yapıyorum, o kadar, dedi. İşte Roma Valisi Zıbarius’un emri. Valiye koştum.
– Oğlumu sen mi tutukluyorsun?
– Hayır Beberius. Doğru söylediği için bir gencin tutuklanmasına ben de üzüldüm.
– Öyleyse suçlu kim? Bana bir sürü kağıt parçaları, dairelerin taş duvarlarını gösteriyorlar. Oğlumu, doğruyu söyledi diye bu kağıtlar, bu mermer duvarlar mı tutukluyor? Kağıtları mı hançerleyeyim? Duvarları mı dişleyeyim? Söyle, düşmanım kim?
Zıbarius da bir sürü kağıt uzattı,
– İşte Tribuna Meclisi’nin emri, dedi, üstünde üç tribün’ün imzası var. , Hemen soluk soluğa tribünlere koştum
– Ben Roma için kanım döken Beberius değil miyim?
– Kahraman Roma yurttaşı, partimizin en iyi üyesi Beberius’u selamlanz… dediler.
– Selam da, kahraman da yerin dibine batsın! diye bağırdım. Oğlumu siz mi tutukluyorsunuz?
– Biz bu işi nasıl yaparız? dediler. Konsül emir verdi.
– Konsül mü? İsterse Konsül olsun, bu haksızlığın cezasını çekecektir.
Hançerim elimde Konsül Oktamirus’un karşısına çıktım.
– Söyle, benim düşmanım sen misin?.. diye bağırdım.
Konsül Oktamirus,
– Çıldırdın mı Beberius, dedi, ben kral değilim, diktatör de değilim. Roma cumhuriyetle yönetiliyor. İşte oğlunun tutuklama emri burda.
– Yine mi karşıma kağıtlar çıktı? Oğlumu bu kağıtlar mı tutukluyor? Birisi çıksın karşıma!
– Bu emri Senatus verdi, Beberius. Senatus üyelerinin kararıyla oluyor.
Rüzgar gibi fırladım. Mutlaka düşmanımı bulacaktım. Yolda o uğursuz herife rastladım, hani Şu Senatus aleyhinde yergiler, taşlamalar, alaylar yazan oyun yazan Hesapianus’la karşılaştım.
– “Roma’ya giden yol kapalı” dedigi için oğlumu tutukluyorlar Hesapianus, dedim. Bu haksızlık değil mi?
– Evet, haksızlık… dedi.
– Bu haksızlığı yapan kim? Düşmanım kim? diye soruyorum, bana üstünde emirler yazılı bir sürü kağıt gösteriyorlar. Söyle, ben kağıtları mı parçalayayım? Bu haksızlığı yapan suçlu nerede?
– Suçluyu ne yapacaksın?
– Jupiter hakkı için leşini akbabalara yem yapacağım. O da tıpkı dostum felsefeci Sompeius gibi.
– Suçluyu bulsan bişey yapamazsın… dedi.
– Yapamaz mıyım? Görürsün. Büyük yemin ettim. Bu kağıtları ilk çıkaran yeri arıyorum.
– Hiç şüphesiz Senatus… dedi.
– Evet… dedim.
– Senatus üyeleri kimler?
– Bizim partililer.
– Onları kim seçti?
– Ben!
– Öyleyse daha suçluyu mu arıyorsun?
Hançerimi kaldırdım, göğsüme sapladım. Beyaz harmaniyem ala boyandı. Suçluyu öldürmüştüm..
İnsanın, eskiden hangi çağda, hangi kalıplarda yaşadığını hatırlaması kadar kötü hiçbişey yok. Aranızda benim gibi milattan önce 128 yılında Roma Cumhuriyetinde yaşamış biri daha var mı?

Aziz Nesin

Hazinedeki Paslı Teneke – Aziz Nesin

M e m l e k e t i n B i r i n d e

HAZİNEDEKİ PASLI TENEKE


Bir yokmuş, iki yokmuş, üç yokmuş… Eski günlerde yeryüzünün bir ülkesinde hiçbişey yokmuş. Hiçbişeyi olmayan bir ülkenin bir padişahı varmış. Bu padişahın da bir hazinesi varmış. Bu hazinede o ulusun en değerli bir emaneti korunurmuş. Atalardan kalan bu emanetle o ulus övünürmüş. “Hiçbişeyimiz yoksa da, atalarımızdan bize böyle bir emanet kaldı” diye avunurlar, yoksunluklarını, yoksulluklarını unuturlarmış.
Atalardan kalan emanet, bir kişinin, iki kişinin değil, bütün ulusun olduğundan,. herkes bu değerli emanetten kendine övünme payı çıkarırmış. Onun korunmasına canla, başla çalışırlarmış.
Bütün ulusun malı olan emaneti korumak için en uygun yer padişahın hazinesi olduğundan, bu emanet de hazinede saklı dururmuş. Hazineyi, gözlerini kırpmadan silahlı nöbetçiler beklermiş. Hazinenin olduğu yerde kuş bile uçurtmazlarmış.
Padişah, sadrazam, vezirler, sarayın bütün ileri gelenleri, her yılın bir günü, atalardan kalan kutsal emaneti koruyacaklarına namusları üzerine yemin ederlermiş.
Gel zaman git zaman, günlerden bigün padişahın içine, ulusun canları, kanları yoluna korudukları bu emanetin ne olduğunu anlamak isteği düşmüş. Padişah, bu emanet kutusunun içindekini görmek için yanıp tutuşurmuş. Sonunda bu isteğini yenememiş, bigün hazine dairesine girmiş. Nöbetçiler padişaha da yasak diyecek değiller ya… Sarayın hazinesine padişah, sadrazam, vezirler her zaman ellerini kollarını sallayarak özgürce girerler, emanetin yerinde durup durmadığına bakarlarmış. Padişah da böyle yapmış. Bu emanet, oda oda içinde, oda oda içinde kırk odadan geçtikten sonra kırkbirinci odanın içinde dururmuş. 0 odanın içinde de kutu kutu içinde, kutu kutu içinde, kırkbirinci kutunun içindeymiş.
Padişah kırk odanın kapısını açmış. Kırkbirinci odaya girmiş. Sonra kırk kutu açmış. Kırkbirinci kutuyu açarken heyecandan yüreği küt küt çarpıyormuş. “Bunca yıldır koruduğumuz emanet ne ola?” diye büyük bir merak içindeymiş.
Bir de kırkbirinci kutuyu açıp baksın ki, ne görsün: Yeryüzünde o zamana kadar görülmemiş bir mücevher. Bir alev gibi yanıp duruyor. Altın desen altın değil, platin desen platin değil, gümüş hiç değil… Padişah kendini tutamamış, içinden, “Atalardan kalan bu kutsal emaneti ben kendime alırım. Benim olur. Kim nereden bilecek?” diye geçirmiş.
Güneşten koparılmış bir parça gibi ışıl ışıl yanan kutsal emaneti kutusundan çıkarıp, cebine atmış. Atmış ama, “Ya benim çaldığım anlaşılırsa…” diye de içine bir korku düşmüş. O zaman, “Ben bu pınl pırıl yanan şeyi alır, onun yerine üstü yakut, sedef, zümrüt, inci, elmasla süslü bir platin koyarım, hiç kimse bu emaneti görmediğine göre, günün birinde kutuyu açarlarsa, kutsal emanetin çalındığını anlayamazlar…” diye düşünmüş. Dediği gibi de yapmış. Sonra kırkbir kutuyu içiçe, onun üstüne de, kırkbir odanın kapısını da üst üste kilitleyip hazineden çıkmış arna, yaptığı düzen anlaşılacak diye de ödü kopuyormuş. Hiç kimsenin, kutsal emaneti çaldığını anlamaması için, o zamana kadar yılda bir kutsal emanet üzerine ant içilirken, padişah bu andı yılda ikiye çıkarmış. Her yıl iki kez, alanlarda toplanırlar, padişah da, başkaları da, bütün ulus, atalardan kalan kutsal emaneti kanları ile, canlan ile koruyacaklarına ant içerlermiş.
Sadrazam kurnaz bir kişiymiş. “Eskiden yılda bir kez emaneti korumak için ant içilirken, şimdi neden padişah bunu ikiye çıkardı?..” diye sadrazamın içine bir kuşku düşmüş. “Yıllardan beri koruduğumuz bu emanet ne ola?” diye o da bigün hazineye girmiş. Kırkbir odadan geçip, Kırkbir kutuyu açıp emaneti görmüş. Ne de olsa padişah, dalaveresi çakılmasın diye, çaldığı emanetin yerine en değerli taşlarla süslü koca bir altın koyduğundan, bu güzel şey karşısında sadrazam şaşkına dönmüş. “Ben bu emaneti alır, yerine üstü renkli, parlak taşlarla süslü bir altın koyarım. Nasıl olsa, hiç kimse, emanetin ne olduğunu bilmediğinden, günün birinde kutuyu açarlarsa, kutsal emanetin bu olduğunu sanırlar…” diye düşünmüş. Dediği gibi de yapmış. Ama içinde, yaptığı iş anlaşılacak diye bir korku olduğundan, padişahın yılda ikiye çıkardığı ant içme törenini, yaz, kış ve baharlarda olmak üzere yılda dörde çıkarmış.
Gelgelelim vezirlerden biri kurnaz bir kişiymiş. “Şimdiyedek, yılda iki ant içilirken neden dörde çıkarıldı?..” diye içine bir kuşku girmiş. O da, kimseye danışmadan hazineye girebildiğinden, bigün, hazineye girmiş, kırkbir odadan geçmiş, kırkbir kutuyu açmış. Kırkbirinci kutudan çıkan üstü parlak taşlarla süslü altını görünce, sevinçten gözleri parlamış. “Ben bunu alır yerine bir gümüş koyarım. Kim nerden bilecek?..” diye düşünmüş. Düşündüğü gibi de yapmış. Yapmış ama içinde öyle bir korku varmış ki, hırsızlığı belli olmasın diye, ulusa kutsal emaneti ne kadar iyi koruduğunu anlatmak için, yılda dört kez yapılan ant içme törenini her ay yaptırmaya başlamış. Ulus, her ay alanlarda toplanıp, son kişide son damla kan kalana kadar kutsal emaneti koruyacağına ant içermiş.
Saray nazırı kurnaz bir kişiymiş. Ant içmenin ayda bire çıkmasından işkillenmiş. “Bunda bir iş olacak, bir gidip şu emaneti göreyim…” demiş. Kırkbir odadan geçip, kırkbir kutuyu açıp emaneti görmüş. Atalardan kalan kutsal emanet o kadar hoşuna gitmiş ki, “Ben bunu alıp yerine bir bakır koysam, kim nereden anlayacak?..” diye düşünmüş. Düşündüğü gibi de yapmış. Yapmış ama, içinde hırsızlığı anlaşılacak diye bir korku olduğundan, emaneti ne kadar titizlikle koruduğunu halka göstermek için ayda bir yapılan ant içme törenini, haftada bire indirmiş.
Gelgelelim, hazineyi koruyan subaşı, kurnaz bir adammış. içinden, “Ne oluyor böyle?.. Haftada bir ant içiyoruz! Şu kutsal emaneti bir gidip görsem…” demiş. O da öbürleri gibi kırkbir odadan geçip, kırkbir kutuyu açmış. Parlak bakın görünce çok sevinmiş. “Ben bunu alır, yerine demir koyarım, kim nerden bilecek?..” demiş. Dediği gibi de yapmış. Ama yaptığı iş, içine sinmediğinden, emaneti korumakta ne kadar canla başla çalıştığını herkese anlatmak için gösterişe başlamış. Her gün, atalardan kalan kutsal emaneti, ölümü bile göze alarak koruyacağına ant içermiş.
Gel zaman git zaman, ulusun içinden bir kişi çıkmış.
– Bütün ulus yıllardan beri atalardan kalan emaneti canımızla, kanımızla koruyacağımıza her gün ant içip duruyoruz. Doğrusu bu emaneti hazinede çok iyi saklıyor, koruyoruz. Peki ama bu emanet nedir? Biz emanetçi değiliz ya… Şu odaları, kutuları açalım da, atalarımızdan kalan kutsal emanetin ne olduğunu, neyi koruduğumuzu bir öğrenelim!.. demiş.
Bu sözler bomba etkisi yaratmış. Başta padişah olmak üzere, emanete hıyanet edenlerin hepsi birden, hırsızlıkları anlaşılacak korkusuyla, bu dileği ortaya atan kişinin üstüne çullanmışlar. Gerçek emaneti aşırıp onun yerine sırasıyla sahtesini koyanlar, bu katakulliyi yalnız kendilerinin yaptığını sandıklarından ve birbirlerinin oyununu bilmediklerinden, hırsızlıkları ortaya çıkacak diye ödleri kopuyormuş. “Koruduğumuz emanetin ne olduğunu görelim!..” diyen kişiyi,
– Vay hain!.. Atalarımızdan kalan öyle kutsal, öyle değerli bir emaneti, sen kim olasın da göresin… diyerek, o kişiyi, kutsal emaneti küçümsemek, aşağılamakla suçlandırmışlar. Bütün ulusu da kandırdıklarından, kendileriyle birlik edip, bunu söyleyenin üstüne yürümüşler.
Zavallı az kalsın linç edilecekmiş. Sonra padişah,
– Biz bunu öldüreceksek yasaya uygun öldürelim!.. demiş.
Bu kişiyi öldürmek için önce bir yasa yazıp, sonra özel bir mahkeme yargısı ile öldürmüşler.
Gelgelelim, öldürmekle iş bitmemiş. Çünkü, ölen kişinin sözleri ağızdan ağıza yayılmış. O düşünce bir çığ gibi gittikçe büyümüş. Günün birinde halkın içinden biri, “Ölümü göze alarak koruduğumuz emanetin ne olduğunu, neden ölümü göze alarak gidip görmeyelim?..” diye düşünmüş. Ama kendisinden öncekinin başına gelenleri bildiğinden bu düşüncesini hiç kimseye açmamış. Gizlice hazineye girip, kutsal emanete bakmayı kafasına koymuş. Ama padişah, sadrazam, vezirler, bütün emanet hırsızları, çaldıkları belli olmasın, kimse anlamasın diye, atalardan kalan kutsal emaneti, daha doğrusu onun yerine koydukları şeyi, eskisinden daha sıkı koruyorlarmış. İşte bu yüzden de hazineye gizlice girmeyi başaran kişi, kutsal emaneti alıp, bütün ulusa göstermek için dışarı çıkarken, hazineyi koruyanların eline düşmüş. Adamın elinde, emaneti en son çalanın, onun yerine koyduğu bir paslı teneke varmış. Subaşı, adamın elinde tenekeyi görünce,
-Kutsal emanet bu değil!.. diye bağırmış.
Saray Nazırı,
– Bu değil!.. demiş.
Vezir de,
-Bu değil!.. demiş.
Sonra sırasıyla padişaha kadar hepsi,
-Bu değil, bu değil!.. demişler.
O zaman, elinde paslı tenekeyi tutan adam,
-Kutsal emanetin bu olmadığım siz nerden biliyorsunuz? Bu değilse, ya hangisi?.. diye sormuş.
Bu soruyu oradakilerin hiçbiri yanıtlayamamış. Çünkü hepsi de emanetin yerine koydukları şeyin sonradan çalındığını anlamışlar. Yakalanan kişiyi hemen orada boğdurup işini bitirdikten sonra paslı tenekeyi kutuya koymuşlar. Kutu kutu içine kırkbir kutuya, onu da kırkbir oda içine gizlemişler. Ama içleri bitürlü rahat olmadığından, kutsal emaneti korumak için bir yasa çıkarmışlar. Bu yasaya göre, sabah, öğle, akşam, günde üç öğün, bütün ulus, atalardan kalan emaneti koruyacaklarına ant içmek zorundaymış. Bu andı içenlerin hiçbiri, korudukları kutsal emanetin çalına çalına, en sonunda bir paslı teneke olduğunu hiçbir zaman bilememiş.

AZİZ NESİN

Padişaha Giren Kazık – Aziz Nesin

Raviyanı ahbar ve nakılanı asar ve muhaddisanı rüzigar o güna rivayet ve bu tarz üzre hikayet ederler ki, çook eski zamanlarda, yeryüzünün bilinmedik bir yerinde, suları bol, dört yanı yol, kişileri erimli, toprağı verimli, halkı erdemli, yazarları görkemli bir ülke vardı. O ülkede her kişi salt kendi çıkarında olup, "gemisini kurtaran kaptan, sen çuval giy ben kılaptan"
diyerek, kimse kimseyi düşünmezdi. Her koyun kendi bacağından asılır, her eşek kendi ayağından nallanır, "bana ne gerek, baklava börek" deyip, her kişi karnı tok, sırtı pek olunca, herkesleri de kendi gibi sanırdı.

Günlerden bigün bir kişi ortaya çıkıp,

Ey aman, bana kazık giriyor, kazık giriyoooor!.. diye bir sözü yerde, bir sözü gökte, haykırmaya başlayınca, önceleri hiç kimse aldırmayıp,

Ele giren kazıktan benim neme gerek… Tanrıya bin şükürler olsun, bana kazık, mazık girdiği yoktur!.. diye bu sese kulak asmadı. Ama gel gör ki, adamın,

Kazık giriyoooor!.. diye bağırması öyle arttı ki, bağırtısından o ülkede yaşayanlar tedirgin olup kayguya düştüler.

Kentin düzenini koruyan kolcular, subaşılar, hiç durmadan bağıran adamı yakalayıp her yanına iyice baktılarsa da, hiçbir yerine giren kazık görmediler.

Bu herif yalancıdır, bağırır, çağırır, herkesi tedirgin eder!.. diyerek o kişiyi kentten uzak bir yere sürüp bir mağaraya kapadılar.

Gel zaman git zaman, günlerden bigün, "kazık giriyor!" diye bağıran kişiyi çalyaka edip getiren kolcularla subaşı da,

Kazık giriyooor!.. diye bağırmaya başladılar. Gürültülerinden yer yerinden oynadı. Subaşını, kolcuları dertop yakalayıp Kadıya çıkardılar. Kadı da onları bir iyice elden geçirip,

Kazık mazık girdiği yoktur. Kazık girse görünür. Siz boş yere kenti ayağa kaldırırsınız!.. diyerek, bir kesin yargıya bağlayıp o kişileri, ayaklarına zincir vurup zindana attırdı.

Aradan gün geçti, ay geçti, bigün Kadı da cüppesinin etekleri havada uçuşup, sarığı, kavuğu rüzgarda savrulup, sokağa uğradı.

Kazık giriyooor, aman!.. diye bağırmaya başladı. Kadı’nın bağırtısı, yüceliğince yüksek olduğundan, padişahın kulağına kadar gitti. Padişah bu olan işlere çokça şaşıp,

Bu iş ne iştir, Kadıya bile kazık girer. Bir iyice bakın bakalım. Kadıya gerçekten kazık girer mi?.. diye buyrultu verdi.

Hekimbaşı, yanına varıp, Kadıyı evirdi, çevirdi, Kadı’nın her yanına baktıysa da, hiçbir giren kazık görmedi. Sonunda, "Kadıya kazık girmeyip, ancak kendüye kazık girmiş sanarak, hepimizi
huylandırmakta, kenti ayağa kaldırmaktadır. Aklından zoru olduğundan tımarhaneye kapamak doğru olur…" diye rapor verdi. Hemen Kadıyı tımarhaneye kapadılar.

Bir zaman sonra, Kadıya giren kazığı görmeyen Hekimbaşı, 

Ey amaan, bana da şimdi kazık giriyooor!.. diye gündoğumunda sıcak döşeğinden sokaklara uğradı. Hekimbaşıyı böyle görenler, ellerini dizlerine vura vura, kahkahadan iki büklüm olup,

Vay hele, Hekimbaşı da mı delirmiş?.. Koca Hekimbaşı kendüya kazık girmiş sanır… diyerek Hekimbaşıyı alaya aldılar. Tenekeler çalarak kentin çocukları ardına düşüp, Hekimbaşıya, " Yuuu!.." çektiler.

Hekimbaşı, 

Bu dertten bir anlayan yok mu, ey yurttaşlarım!.. Bana giren kıymık değil, kazıktır. Ben bu dertten onmam, ölürüm!.. diye veryansın bağırıyordu.

Padişah da kızdı, 

Bunlar işi azıttı artık. Kendileri, kazık girer der, ama, hiç kimse giren kazığı görmez. Bilirkişiler gelip baksın. Onların bilim gücü vardır, biz görmeyiz de onlar görürler… buyurdu.

En büyük medreseden üç müderris, bilirkişi seçilip, Hekimbaşıya baştan ayağa bir, bir daha baktılar. Hiçbir giren kazık görmediler.

Giren çıkan kazık yoktur. Koskoca Hekimbaşı hiç utanmadan bizi kandırmaya çalışır. Boş yere halkı ayaklandırır!.. dedikte, Hekimbaşıyı, ellerini ayaklarını bağlayıp uzak bir yere sürdüler. Aradan çok geçmeden, bilirkişi olan üç müderris de bigün,

Ey aman din kardeşleri, kazık giriyor!.. diye sesleri çıktığınca haykırmaya başladılar. Şeyhülislam olsun, reisül küttap olsun, sadrazam olsun, hepsi de müderrislere bakıp,

Boş yere yaygara edersiniz, kazık mazık girdiği yoktur!.. dedikçe, müderrislerde,

Bir gözü gören kul yok mu ey din kardeşleri! İşte kazık giriyor!.. diye çığlığı bastıklarından onlar da zindanlara atıldılar.

 Gün erişip, bir zaman geldi, şeyhülislam ile bütün vezirler, reisülküttap, sadrazam da,

Vay amaan, bu kazık ne kazıktır, Şimdi de bize girer!.. diye, bir feryad ü figan eylediler ki tabir olunamaz!

Padişah, 

Ortada kazık yoktur. Olsa görünür. Yalan söylersiniz!.. dedi. 

Amma gel gör, gitgide o ülkede yediden yetmişe, genci yaşlısı, bir zaman geldi,

 Kazık giriyooor!.. diye bağırmaya başladı. Padişah da, 

Kendilerine kazık girmeyenler, kazık giriyor, diye bağıranlara baksın. Bakalım, dedikleri doğru mudur?.. dedi.

Kendilerine kazık girmeyenler, kazık giriyor, diye bağıranlara iyiden iyiye baktılarsa da hiçbir giren kazık görmediler.

Padişahım çok yaşa!.. Sayende hiçbir kazık mazık girmeyip, bunlar bozgunculuk etmektedirler… dediler.

Böylece bir zaman daha geçtikten sonra, o ülkede herkes bağırmaya, kendine kazık girdiğini söylemeye başladı. Padişah da,

Herkes birbirine baksın, gerçekten kazık girer mi?.. dedi. Herkes birbirine baktı. Ama hiçbiri, öbürüne giren kazığı görmedi. Herkes birbirine,

Yalancı, sana giren kazık yoktur. Kazık yalnız bana girmektedir. Senin yaygarandan benim sesime kulak asan olmuyor!.. diye bağırıp hepsi birbirlerine düştüler.

Gel zaman git zaman, hiç kimse, "Kazık giriyor!" diye bağırmaz oldu. Artık kazığa alışmışlardı. Hiçbir ses çıkmadı. Her ne olduysa, ilk bağıranlara olmuştu.

Bir gece yansı saraydan bir ses yükseldi ki, o sesle yer yerinden oynayıp, herkes yatağından fırladı. Padişah don gömlek kendini sokağa atıp,

Aman ey benim sevgili kullarım, yetişin! Bana da kazık giriyooor!.. diye durmadan bağırmaya başladı.

0 kentin kişileri,

Padişahtır, yalan söylemez. Elbet kazık girdiği doğrudur. Bizden çok bağırması da, herkese, rütbesine göre büyüklükte kazığın girmesindendir. Padişaha giren kazık sultani olmak gerek… dediler.

Padişah yeri göğü inleterek,

Ne durursunuz, gelip kazığı çıkarsanız ya… diye yalvardı. Padişahın çevresindekiler,

Ey sultanım, nasıl çıkaralım, bu kazık başka kazıklara benzemez. Gözle görülmez. Elle tutulmaz. Acısını da kazığı yiyenden başkası duymaz. Az daha sık dişini, bir zaman sonra bizim gibi sen de kazığa alışır, rahata kavuşursun!.. dediler.

Volodya / Anton Çehov

Geçen yaz mevsimiydi. On yedi yaşında, çirkin sayılabilecek derecede şekilsiz yüzlü, hastalıklı, çekingen bir genç olan Volodya, bir pazar akşamı saat beş sıralarında Şumihin’lerin yazlığında, kameriyede oturuyordu. Canı son derece sıkkındı. Üç şeye üzülüyordu. Birincisi; yarınki pazartesi günü matematikten sınava girecekti. Bu yazılı sınavda başarı sağlayamazsa altıncı sınıfta iki yıl üst üste kalmış olacağı için okuldan atılacağını, matematikten yıllık ortalamasının ikilere üçlere düştüğünü biliyordu. İkincisi; oldukça zengin, kendilerini soylu kişiler sayan Şumihin’lerin yanında kalmak gururunu incitiyordu. Bayan Şumihina ile yeğenlerinin ona ve anasına yoksul birer akraba, birer sığıntı diye baktıklarını, anasını adam yerine koymadıklarını, eğlenip durduklarını biliyordu. Bir keresinde, bahçeye gizlenerek taraçada Bayan Şumihina’nın, kuzeni Anna Fedorovna’ya, anasının hâlâ kendini genç kız sandığım, çok makyaj yaptığını, oyunda kaybettiği parayı hiçbir zaman ödemediğini, başkasının pabucunu giymeye, sigarasını içmeye bayıldığını söylediğini kulaklarıyla duymuştu. Her zaman, Şumihin’lere bir daha gitmemeleri için yalvarırdı anasına, ama dinletemezdi. Orada ne aşağılayıcı bir rol oynadığını bir bir anlatır, bir sürü örnekler verir, ağır sözler söyler, ama şımarık, gençliğinde kocasının da kendisinin de varını yoğunu har vurup harman savuran, daima kendinden üstün kişilerin arasına girmeye özenen, basit düşünceli anasını caydıramaz ve haftada iki kere bu yerebatasıca yazlığa taşınmak zorunda kalırlardı.

Üçüncüsü; içinde belirmeye başlayan acayip, pek hoş olmayan, şimdiye dek hiç tatmadığı yepyeni bir duyguydu… Bayan Şumihina’nın kuzeni ve konuğu Anna Fedorovna’ya tutulduğunu sanıyordu. Canlı, gür sesli, güleç, otuz yaşlarında, sağlıklı, sağlam yapılı, al yanaklı, yuvarlak omuzlu, kalın gerdanlı, ince dudaklarından gülümseme hiç eksik olmayan bir kadındı bu. Genç ve güzel değildi, Volodya bunu pekâlâ biliyordu. Gelin görün ki, onu düşünmemek, yuvarlak omuzlarını kaldırarak, etli sırtını kıpırdatarak kroket oynayışını, uzun bir kahkahadan ya da merdivenleri aceleyle çıktıktan sonra kendini koltuğa atıp sık sık soluyarak gözlerini kısıp göğsü sıkılıyormuş gibi yapmasını içi giderek seyretmemek elinden gelmiyordu. Evliydi. Kocası ciddi bir mimardı. Haftada bir gün yazlığa gelir, bol bol uyur ve ertesi gün kente dönerdi. Volodya, bu mimardan böylesine nefret etmesine, onun kente gidişlerini dört gözle beklemesine şaşıyordu.

Kameriyede oturmuş ertesi günkü sınavı ve yazlıktakilerin her zaman alay ettikleri anasını düşünürken, birden Nütya’yı (Şumihin’ler, Anna Fedorovna’yı böyle çağırıyorlardı) görmek, kahkahasını, giysisinin hışırtısını işitmek isteğine kapıldı… Oldukça güçlü bir istekti bu. Her akşam yattığında hayâl ettiği, romanlardan tanıdığı duygulu, temiz aşka hiç benzemiyordu. Kendine bile açmaktan çekindiği, korkulu, acayip, anlaşılmaz, iğrenç bir duyguydu bu…
? Böyle bir duyguya aşk diyemeyiz, diye mırıldandı Volodya. Otuz yaşında, evli bir kadına âşık olamaz insan… Gelip geçici küçük bir cinsel tutkudur, işte o kadar… Evet cinsel tutkudan başka bir şey olamaz bu…

Cinsel tutkuyu düşünürken bir türlü yenemediği çekingenliğini, bıyık diye üst dudağındaki sarı tüyleri, çopur yüzünü, ufak gözlerini hatırladı. Hayâlinde kendini Nütya ile yan yana koydu: böyle bir çift imkânsız gibi geldi ona. Onları unutarak, güzel, cesur, zeki, son modaya göre giyinen bir delikanlı olarak hayâl etmeye çalıştı kendini…

Kameriyenin karanlık köşesinde iki büklüm oturmuş, önüne bakarak iyice hayâle dalmıştı ki, dışarıda hafif ayak sesleri duyuldu. Bahçenin iki yanı ağaçlıklı yolunda biri ağır adımlarla kameriyeye yaklaşıyordu. Biraz sonra ayak sesleri kesildi, kameriyenin girişinde beyaz bir gölge belirdi. Bir kadın sesi,
? Kimse var mı içerde? diye sordu.

Volodya irkildi, bu sesi tanımıştı, başını kaldırdı, kapıya baktı. Nütya içeri girerken,

– Kim var orada? dedi. Ah, siz misiniz Volodya? Ne yapıyorsunuz burada? Gene düşünüyorsunuzdur tabii! Düşün, düşün, sonu ne olacak bunun?.. Aklınızı kaçıracaksınız!..

Volodya doğrulmuş, şaşkın gözlerle Nütya’ya bakıyordu. Banyodan yeni geliyor olmalıydı: bornoz ve havlusu omzundaydı, beyaz ipek başörtüsünün altından dökülüp alnına yapışan siyah saçları nemli, pırıl pırıldı. Hoş, taze bir banyo kokusuyla badem sabunu kokusu dolmuştu içeriye. Hızlı yürüdüğü için olacak, sık sık soluyordu. Bluzunun üst düğmesi, boyun ve göğsünü gösterecek şekilde açıktı. Volodya’yı yukarıdan aşağı süzdükten sonra,

– Niçin bir şey söylemiyorsunuz? dedi. Hanımların so, rusuna yanıt vermemek bir erkeğe yakışmaz. Fok balığından
farksızsınız, Volodya! Hep oturuyor, filozof gibi düşünüyor, hiç konuşmuyorsunuz. Hayat ve ateş yok sizde! Hiç yakışmıyor size bu ha]… Sizin yaşınızda bir gencin yaşaması, atlayıp zıplaması, gevezelik etmesi, kadınların peşinden koşması, âşık olması gerek.

Volodya beyaz, yumuşak elin tuttuğu havluya bakıyor, düşünüyordu…

– Hâlâ susuyor! dedi Nütya, şaşkınca. Çok acayip… Bakın, biraz erkek olmanız gerek, Volodya! Hiç olmazsa bir gülümseyin, canım! Tüü, iğrenç profesör! Nütya gülümsedi Volodya, bir fok balığından farksız olmanızın nedenini söyleyeyim mi size! Kadınların arkasından koşmuyorsunuz da ondan. Söyler misiniz bana? Niçin siz hiç kadınların arkasından koşmaz, onlarla ilgilenmezsiniz? Sizin yaşınıza göre kız yok, haklısınız, ama kadınlar ne güne duruyor? Siz de onlara kur yapın! Örneğin, niçin bana asılmıyorsunuz?

Volodya dinliyor, bir yandan da dalgın dalgın şakağını kaşıyordu. Nütya elini oradan çekerek devam etti:

– Son derece gururlu insanlar, susmayı ve yalnızlığı sever, biliyor musunuz? Siz de gururlusunuz, Volodya. Niçin başınızı kaldırmıyorsunuz? İzin verin de yüzünüzü göreyim bari! Evet, bir fok balığından farksızsınız!

Volodya, sonu neye varırsa varsın, konuşmaya karar vermişti artık. Gülümsemeye çalışarak alt dudağını gerdi, gözlerini kırpıştırdı ve elini yeniden şakağına götürdü:

– Sizi… sizi seviyorum! dedi.

Nütya, şaşkınlık içinde kaşlarını kaldırıp gülümsedi. Opera aktristlerinin korkunç bir şey duyduklarında söyledikleri sesle,

– Ne duyuyorum? diye haykırdı. Nasıl? Ne söylediniz, ne? Bir daha söyleyin, lütfen!..
Titrek sesiyle tekrar etti Volodya:

– Sizi… sizi seviyorum!

Ve elinde olmadan, hiçbir şey düşünemeden Nütya’ya doğru yarım adım attı, bileğinden tuttu. Gözleri bulanmış, yaşlar yanaklarından aşağı yuvarlanıyordu. Nütya’nın omzundaki büyük, kalın havludan başka bir şey görmüyordu gözü. Ta derinlerden,

– Bravo, bravo! diye bir ses geliyordu kulağına. Niçin birşeyler söylemiyorsunuz? Hadi konuşun, ben istiyorum! Hadi!..

Tuttuğu bileğin çekilmediğini görünce Volodya cesaretlenmiş, başını kaldırıp Nütya’nın gülen gözlerine bakmıştı. Sonra beceriksiz, rahatsız bir tavırla beline sarıldı, parmaklarını arkasında kenetledi. Volodya’nın kolları arasında Nütya, ellerini ensesine atıp koltuk altı çukurlarını göstere göstere başörtüsünün altından saçlarını düzeltmeye çalışıyor, bir yandan da sakin bir sesle,

– Atik, sevimli, hoş olman gerek, Volodya, diyordu. Öyle olabilmen için de bir kadına ihtiyacın var. Konuşmalı, gülmelisin… Evet Volodya, somurtkanlığı bırakmalısın, daha gençsin, korkma, filozofluk yapacak çok zamanın olacak. Hadi bakayım, şimdi bırak beni, gidiyorum! Sana söylüyorum, duymuyor musun!

Nütya kolaylıkla belini kurtarıp bir şarkı mırıldanarak çekip gitti. Volodya yalnız kalmıştı içeride. Saçlarını düzeltti, gülümsedi ve kameriyenin içinde üç kere bir köşeden öteki köşeye yürüdü. Sonra banka oturup bir daha gülümsedi. Yaptığından son derece utanıyordu. Utanma duygusunun insanda bu denli güçlü olabileceğine akıl erdiremiyordu. Utancından gülümsüyor, birbirini tutmaz sözler mırıldanıyor, ellerini kollarını sallıyordu.
Biraz önce kendisine çocuk gibi davranılmasından, çekingenliğinden utanıyor, kocasına bağlı, evli, kendinden kat be kat üstün bir kadının beline sarıldığını hatırladıkça utancından yerin dibine giresi geliyordu.

Yerinden sıçrayarak kalktı, kameriyeden çıktı, sağa sola baktıktan sonra bahçenin derinliklerine doğru yürüdü.
Başını ellerinin arasına almış, “Ah,” diyordu, “bir an önce gidebilsem buradan! Ne olur, Allahım, bir an önce!”
Volodya’nın, anasıyla binip kente gidecekleri tren sekizi kırk geçe kalkıyordu. Bu demek oluyordu ki, gitmelerine daha üç saat vardı. Ama o hemen şimdi, annesini beklemeden gitmek istiyordu.

Sekize doğru eve geldi. Her hareketinde, ‘Ne olursa olsun!’ der gibi bir kararlılık okunuyordu. Cesaretle içeri girecek, herkesin gözünün içine sıkılmadan bakacak, hiçbir şeye aldırmadan yüksek sesle konuşacaktı.
Taraçayı, büyük salonu kararlı adımlarla geçti, soluk almak için konuk salonunun ortasında durdu. Yan salonda çay içenlerin seslerini duyuyordu. Bayan Şumihina, anası ve Nütya birşeyler konuşuyor, neşeyle gülüşüyorlardı.

Volodya dinlemeye koyuldu:

– İnanın ki yalan söylemiyorum! diyordu Nütya. Başkasından duysam ben de inanmazdım. Düşünün bir kere, beni sevdiğini söylerken kollarını belime doladı. O anda tanınmayacak şekilde değişmişti. Hem biliyor musunuz? İlginç bir yanı da yok değildi hani ya. Çerkezlerinkini andıran vahşi bir ifade vardı yüzünde.

Anası uzun bir kahkaha attıktan sonra,

– Doğru mu bu? dedi. Babasına çekmiş demek! Volodya sert bir hareketle geri dönüp koşarak bahçeye
çıktı.

Ellerini ovuşturarak şaşkın şaşkın göğe bakıyor, “Böyle şeyleri nasıl da yüksek sesle konuşabiliyorlar?” diyordu. “Yüksek sesle ve soğukkanlılıkla…” Anası da gülüyordu!.. “Allahım, niçin böyle bir anne verdin bana? Niçin?”
Alıp başını uzaklara, çok uzaklara gitmek istiyordu, ama olmazdı, eve dönmek zorundaydı. Bahçede bir süre dolaşıp biraz kendine geldikten sonra içeri girdi.

Bayan Şumihina sert bir sesle çıkıştı ona:

– Çay saatinde neden gelmiyorsunuz? Volodya yere bakarak karşılık verdi:
– Bağışlayın beni… Gitme… gitme zamanı geldi anne; saat sekiz.

Anası isteksiz bir tavırla,

– Sen git, canım, dedi. Bu gece ben Lili’de kalacağım. Güle güle, yavrum… Yolun açık olsun. Gel öpeyim seni.

Volodya’yı yanağından öptükten sonra Nütya’ya dönerek Fransızca ekledi:

– Biraz da Lermontov’u andırıyor… değil mi?

Volodya bin bir sıkıntıyla oradakilerle vedalaşarak kimsenin yüzüne bakmadan çay salonundan çıktı. On dakika sonra istasyon yolundaydı ve yerebatasıca yazlıktan kurtulduğuna seviniyordu. Artık sıkılmıyor, utanmıyor, rahat soluyabiliyordu.

İstasyona yarım verst kala yolun kenarındaki bir taşa oturup yarısına kadar ufka gömülmüş güneşi seyretmeye koyuldu. İstasyonda birkaç ışık yanmıştı. İleride buğulu, küçük, yeşil bir ışık görünüyordu, ama tren daha görünürlerde yoktu. Hareketsiz oturup çevreye akşamın ağır ağır çöküşünü izlemek Volodya’nın sıkıntılarını hafifletmişti. Kameriyenin yarı karanlığı, ayak sesleri, banyo kokusu, kahkaha ve bel… bunların hepsi şimdi kafasından şaşırtıcı bir canlılıkla bir daha geçiyordu. Gurubu seyrederken bütün bunlar o kadar korkunç gelmiyordu ona.

“Önemsiz şeyler bunlar,” diye düşünüyordu. “Elimi itmedi, kollarımı beline doladığımda güldü. Hareketim hoşuna gitmeseydi güler miydi? Kızardı, köpürürdü…”

Ve Volodya orada, kameriyede yeterince cesaretli olamadığına içerliyordu şimdi. Böyle aptalca uzaklaşması da anlamsızdı doğrusu. Öyle bir fırsat bir daha eline geçse artık kuşu kaçırmaz, daha pişkin davranır, durumu daha iyi değerlendirirdi…

Fırsatı yakalamak o kadar güç değildi ki. Şumihin’lerde her akşam yemeğinden sonra bahçeye çıkılıp biraz dolaşılır. Karanlıkta Nütya’nın yanına yaklaşsa… bundan daha iyi fırsat mı olurdu!
Volodya, içinden, “Döneceğim oraya,” diyordu. “Yarın, sabah treniyle giderim… Treni kaçırdığımı söylersem inanırlar.”

Ve döndü… Bayan Şumihina, anası, Nütya ve yeğenlerden biri taraçada oturmuşlar, briç oynuyorlardı. Treni kaçırdığını söyleyince hepsi birden kaygılanıp sabahleyin erken kalkıp gitmesini, sınava geç kalmamasını tembihlediler. Onlar oynarlarken Volodya bir kenara oturmuş, tutkulu gözlerle Nütya’yı süzüyor, bekliyordu… Kafasında planı hazırdı: Karanlıkta ona yaklaşacak, elinden tutacak, sonra kucaklayacaktı onu. Konuşmaya, birşeyler söylemeye hiç gerek yoktu. İkisi de konuşmadan birbirini anlayacaklardı.
İşe bakın ki, yemekten sonra kadınlar bahçeye çıkmadılar. Oturup oyunlarına devam ettiler. Saat bire kadar oynayıp sonra odalarına dağıldılar.

Yatmaya hazırlanırken hayıflanıyordu Volodya: “Tüh be! Ne şans! Ama olsun varsın, yarını var bu işin… Gene kameriyede… Yarın olan olacak…”

Uyumaya çalıştığı yoktu. Dizlerini avuçlarının içine alarak karyolasında oturmuş düşünüyordu. Sınavı aklına getirmek bile istemiyordu. Okuldan atılacağını düşünüyor, ama hiç tasalanmıyordu. Her şey hoş, hatta çok hoştu şimdi. Okuldan atılmak bile… Yarın bir kuş kadar özgür olacak, sivil giysi giyecek, açlıktan açığa sigara içecek, istediği zaman buraya gelip Nütya ile oynaşacaktı. Geri kalan meslek ve geleceğini kazanmak problemleri ise kolaydı: ya serbest bir iş tutacak, ya da posta idaresine telgraf memuru olarak girecekti. Bunlardan biri olmazsa eczaneye de girebilirdi. İyi çalıştıktan sonra kalfalığa kadar yükselebilirdi orada insan… Az mı meslek vardı dünyada ki üzülsündü okuldan atıldığına… Aradan iki saat geçmişti, Volodya hâlâ oturuyordu.

Odasının kapısı hafif gıcırdayarak dikkatle açıldığında saat üçtü, ortalık aydınlanmaya başlamıştı. Gelen anasıydı. Esneyerek,

– Uyumuyor musun? diye sordu. Uyu, uyu, hemen gideceğim ben… İlaç almaya geldim…
– Ne yapacaksınız ilacı?
– Zavallı Lili’nin sancısı tuttu yine. Sen uyu, yavrum, yarın sınava gireceksin…

Anası gözden bir şişe aldı, pencereye gidip üstünü okudu ve çıkıp gitti. Aradan bir dakika geçti geçmedi ki,

Volodya bir kadın sesi işitti:

– Bu o damla değil, Mariya Leontyevna! İnci çiçeği bu, oysa Lili morfin istiyor. Oğlunuz uyuyor mu? Rica edin, bir de o baksın…

Bu Nütya’nın sesiydi. Volodya’nın sırtından soğuk terler boşaldı. Yerinden fırlayıp pantolonunu giydi, omuzlarına pijamasının üstünü aldı ve kapıya gidip dışarıyı dinlemeye başladı. Nütya fısıldıyordu:

– Anladınız mı? Morfin! Kutunun üstünde yazılar belki Latincedir. Volodya’yı uyandırın, o bulur…

Anası kapıyı açtı. Volodya, Nütya’ya baktı. Her zaman banyoya gittiği bluzuylaydı. Saçları omuzlarına karmakarışık dökülmüş, gözleri uykulu, rengi loş ışıkta daha bir esmerdi…

– Bakın, işte Volodya da uyanık, dedi. Volodya’çığım, gözde morfini bulur musun bize, şekerim! Bu da Lili’nin kaderi işte… Her zaman bir derdi olur zavallının.

Anası birşeyler mırıldanarak esnedi ve gitti. Nütya,

– Bir baksanıza, dedi. Ne dikiliyorsunuz?

Volodya gidip komodinin önünde diz çöktü, ilaç şişelerini ve kutularını karıştırmaya başladı. Elleri titriyor, içinde soğuk dalgalar koşuşuyormuş gibi göğsünde ve midesinde acayip birşeyler hissediyordu. Titreyen elleriyle boşuna karıştırdığı eter, fenol ve çeşitli ot ilacı şişelerinden sızan kokulardan boğulacak gibi oluyor, başı dönüyordu.

– “Annem gitti…” diye geçiriyordu içinden. “Bu iyi işte… İşler yolunda demektir…”

Nütya sözcükleri yayarak,

– Çabuk bulabilecek misiniz? diye seslendi. Volodya, şişelerden birinin üstünde ‘Morph…’ görünce,
– Buldum… dedi. Morfin bu olacak… Buyrun!

Nütya kapıda, bir ayağı koridorda, bir ayağı içeride kalacak şekilde durmuş, bekliyordu. Saçlarını düzeltmeye çalışıyordu ya, sık ve uzun oldukları için öyle kolay kolay düzelmiyorlardı. Bir yandan da Volodya’ya bakıyordu. Henüz güneşin aydınlatmadığı kurşunî gökten odaya dolan soluk ışıkta Nütya, geniş bluzu içinde, uykulu haliyle, dağınık saçlarıyla Volodya’ya her zamankinden daha bir çekici, olağanüstü gelmişti… Şişeyi ona verirken bu iç gıcıklayıcı bele kameriyede sarılışını başı dönerek anımsadı. Şaşırmış, titriyordu:

– Ne hoşsunuz… dedi birden. Nütya,
– Anlayamadım, efendim? diye sordu ve içeri girip gülümseyerek ekledi:
– Bir şey mi söylediniz?

Volodya, susarak yüzüne bakıyordu. Birdenbire kameriyede yaptığı gibi elini tuttu… Beriki gülümseyerek ona bakıyor, sonunu bekliyordu. Volodya titrek bir sesle,

– Sizi seviyorum… dedi.

Nütya ciddileşerek bir an düşündü ve,

– Susun, diye fısıldadı, birisi geliyor herhalde. Kapıya gidip koridora baktıktan sonra ekledi:
– Ah siz liseliler! Kimsecikler yok…

Ve tekrar odaya döndü. O anda Volodya’ya oda, Nütya, alacakaranlık ve kendisi birleşerek, insanın uğruna rahat yaşantısını kenara itip sonsuz acılara seve seve atılabileceği olağanüstü, şimdiye dek hiç tadılmamış güçlü bir mutluluğa dönüştüler gibi gelmişti. Ama yarım dakika sonra bu duygu kayboldu. Ablak, çirkin, tiksintiden buruşmuş bir yüz görmüştü karşısında. Ve olanlardan kendi de iğrendi birden. Nütya yüzünü buruşturmuş, ona bakıyordu:

– Durun, gideceğim. Uf, ne de çirkin, zavallı bir şeymişsiniz… İğrenç domuz!

Uzun saçları, bol bluzu, adım atışı, sesi ne kadar da iğrenç geliyordu Volodya’ya şimdi!..

Odada yalnız kalınca, “İğrenç domuz…” diye mırıldandı kendi kendine. “İğrenç olduğum doğru… Ama her şey iğrenç aslında.”

Dışarısı iyice aydınlanmıştı. Güneş doğmuş, kuşlar cıvıl cıvıl ötmeye başlamışlardı. Bahçıvanın bahçede yürüyüşü, elarabasının’gıcırtısı duyuluyordu… Biraz sonra sığırların böğürtüsü, bakıcılarının bağrışması başladı. Güneş ve sesler Volodya’ya bu dünyanın uzak, bilinmeyen bir ülkesinde temiz, mutlu, duygulu bir yaşantının varlığını söylüyorlardı. Ama nerede? Bunu ne anası ne de çevresindeki öteki tanıdıkları söylüyordu ona.

Uşak, sabah trenine yetişmesi için onu uyandırmaya geldiğinde uyuyormuş gibi yaptı…

“Cehennemin dibine kadar yolun var!..” dedi içinden.

On birde yataktan kalktı. Aynada saçlarını tararken geceyi uykusuz geçirdiği için renksiz, biçimsiz yüzüne bakarak:

– Kadın haklı… diye mırıldandı. İğrenç bir domuzdan farkım yok.

Annesi onun sabah treniyle gitmediğini görünce çok şaştı. Volodya,

– Uyanamadım anne… dedi. Ama merak etmeyin, rapor alacağım.

Bayan Şumihina ve Nütya saat birde uyandılar. Volodya, Bayan Şumihina’nın uyanıp gürültüyle penceresini açışını, kaba seslenişine Nütya’nın şakrak bir kahkahayla karşılık verişini duydu. Çay salonunun kapısının açılışını, kız yeğenlerle sığıntı dizisinin (anası sonunculardandı) kahvaltı masasını kuşatışını, yanında kentten yeni gelmiş mimarın siyah kaşları ve sakalları ile Nütya’nın yıkanmış, güleç yüzünün salonu aydınlatışını izledi.

Nütya’nın üstünde ona hiç de yakışmayan biçimsiz bir Ukrayna giysisi vardı. Mimar kabasaba şakalar yapıyordu. Kahvaltıda verilen köftelere nedense çok soğan koymuşlardı… Bütün bunlar Volodya’ya böyle geliyordu aslında. Nütya’nın bilerek öyle yüksekten kahkahalar attığını sanıyordu. Geceyi tümüyle unuttuğunu, olanları umursamadığını, iğrenç domuzun masada varlığını bile fark etmediğini ona belli etmek için ondan yana önem vermeden baktığına inanıyordu.

Akşamüzeri dörtte anasıyla istasyona gittiler. İnsanın yüzünü kızartan anılar, uykusuz geçen bütün bir gece, okuldan atılma olasılığı, iç sızısı sonsuz bir umutsuzluğa, karanlık bir öfkeye salıyordu onu. Anasının sıska profiline, küçük burnuna, Nütya’nın. armağanı bluzuna bakıyor, bir yandan da kızgın bir sesle,

– Zorunuz ne? diyordu annesine. Sizin yaşmızdaki bir kadına böyle şeyler yakışmıyor! Güzelleşmek için yapmadığınız kalmıyor, kumar borcunuzu ödemiyor, başkalarının sigarasından otluyorsunuz… Bu çok ayıp şey! Sizi sevmiyorum… Nefret ediyorum sizden!

Oğlunun onur kırıcı sözlerine karşı ana, ürkek ürkek çevresine bakmıyor, ellerini ovuşturuyor, dehşet içinde:

– Ne oluyorsun, yavrum? diye mırıldanıyordu. Allahım, kondüktör duyacak! Sus, rezil olacağız! Söylediklerini duyuyor!

Volodya, öfkeyle soluyarak devam ediyordu:

– Sevmiyorum sizi işte… Nefret ediyorum sizden! Ahlâksız, ruhsuz… Bu bluzu bir daha giymeyeceksiniz! Duydunuz mu? Parça parça edeceğim onu…

Ana, ağlıyordu:

– Kendine gel, yavrum! Arabacı duyuyor!
– Babamın onca malı mülkü nerde? Sizin paralarınız nerde? Hepsini olur olmaz yerlerde yiyip bitirdiniz, değil mi? Yoksulluğumdan utanmıyorum, ama sizin gibi bir annem olduğu için yüzüm kızarıyor… Arkadaşlarım sizi sordukları zaman yerin dibine girecek gibi oluyorum.

Kente daha iki istasyon vardı. Yolda Volodya, hiç kompartımana girmedi. Sahanlıkta dikilmiş sinirden titriyordu. Nefret ettiği annesi orada oturduğu için girmiyordu kompartımana. Kendinden, kondüktörden, trenin dumanından ve titremesinin nedeni sandığı soğuktan nefret ediyordu… Kara kara düşündükçe, o uzak, bilinmeyen ülkedeki sevgi, içtenlik, neşe ve özgürlük dolu, tertemiz, soylu, sıcak, çekici yaşantıyı içinde daha açık seçik duyuyordu… Öyle dalmış, o yaşantının özlemi içini öyle yakıp kavuruyordu ki, yolculardan biri yüzüne uzun uzun bakıp,

– Dişiniz mi ağrıyor? diye sormuştu.

Volodya’yla anası, kentte, Mariya Petrovna isminde soylu bir kadının satın alıp oda oda kiraya verdiği oldukça geniş bir dairenin iki odasında oturuyorlardı. Bu odalardan geniş pencereli, duvarlarında altın çerçeveli iki resim bulunanında ananın karyolası vardı. Yandaki küçük, karanlık oda ise Volodya’nındı. Yattığı divandan başka bir eşyası yoktu orada. Döşeme, ananın nedense sakladığı hasır giysi ve karton şapka kutularıyla, ıvır zıvırla doluydu. Volodya derslerini ya annesinin odasında, ya da ‘salon’da (kiracıların yemek yedikleri, akşamları toplandıkları büyük odaya bu isim konmuştu) hazırlardı.

Eve geldiklerinde Volodya odasına çekilmiş, belki titremesini bastırır diye yatağa girip yorganı başına çekmişti. Şapka, giysi kutuları ve ıvır zıvır aklına gelince anasından, onu sık sık ziyaret eden konuklarından, şimdi ‘salon’dan gelen seslerden kaçıp sığınabileceği bir odası, yuvası olmadığını anladı… Nedense birden rahmetli babasıyla bir ara kaldığı Menton geldi gözlerinin önüne. Biarris ve kumda oynadığı iki İngiliz kızını anımsadı… Göğün ve okyanusun o andaki rengini, dalgaların yüksekliğini, ruhsal durumunu hayâlinde canlandırmaya çalıştı, ama başaramadı. Yalnız İngiliz kızları seçikti, geri kalan her şey bulanık, karmakarışıktı…

“Olmuyor, burası soğuk,” diye geçirdi içinden ve kalkıp pardösüsünü giydi, ‘salon’a gitti.

Orada çay içiliyordu. Semaverin başında üç kişi vardı: Anası, gözlüklü müzik öğretmeni kocakarı ve parfümeri fabrikasında çalışan şişko, orta yaşlı Fransız Avgustin Mihayloviç.

– Bugün öğle yemeği yemedim, diyordu anası. Hizmetçiyi ekmek almaya göndersem iyi olacak.

Fransız:

– Dunyaş! diye seslendi.

Gelen giden olmadı. Yandan, hizmetçiyi ev sahibesinin bir yere yolladığını söylediler. Fransız, gevrek gevrek gülümseyerek,

– Zararı yok,’ dedi. Ben hemen gider size ekmek alırım. Üzülmeyin!

Kalkıp sert, pis kokulu sigarasını görünür bir yere koydu, şapkasını başına geçirdi ve çıktı. Anası onun arkasından müzik öğretmenine, Şumihin’lerde geçirdiği günleri ve orada ne güzel ağırlandığını ballandıra ballandıra anlatmaya başlamıştı:

– Lili Şumihina akrabam olur… Rahmetli kocası General Şumihin, kocamın kuzeniydi. Lili’nin babası Baron Kolb…
Volodya haykırarak sözünü kesti:

– Anne, yalan bunların hepsi! Niçin yalan söylüyorsunuz?

Annesinin anlattıklarının doğru olduğunu, içlerinde bir sözcüğün bile yalan olmadığını pekâlâ biliyordu. General Şumihin ve Baron Kolb hakkındaki sözleri de doğruydu. Ama nedense hepsi yalanmış gibi geliyordu ona. Anasının ses tonunda, yüz ifadesinde, bakışlarında, her şeyindeydi yalan.

– Yalan söylüyorsunuz! diye bir daha bağırdı ve var gücüyle bir yumruk indirdi masaya. Öyle ki, semaver sarsılmış, anasının bardağı devrilmiş, çayı üzerine dökülmüştü. Devam etti:

– Baron ve generalleri niçin anlatıyorsunuz şimdi? Neden yalan söylüyorsunuz?

Müzik öğretmeni şaşırmıştı. Gıcık tutmuş gibi mendilini çıkarıp öksürdü. Anası ise ağlıyordu.

“Ne yapsam acaba?” dedi içinden Volodya.

Sokağa çıkamazdı, arkadaşlarına gitmekten de utanıyordu. Gene İngiliz kızlarını hatırladı… ‘Salon’un bir başından öte başına yürüdü, Avgustin Mihayloviç’in odasına daldı. Keskin bir eter ve tuvalet sabunu kokusu vardı içeride. Masanın üstü, pencerelerin içi, hatta sandalyeler irili ufaklı renk renk şişelerle doluydu. Volodya, masanın üstündeki gazeteyi aldı, çevirip ismini okudu: ‘Figaro’… Ne de hoş kokuyordu. Sonra yine masadan tabancayı aldı…
‘Salon’da müzik öğretmeni anayı yatıştırmaya çalışıyordu:

– Üzmeyin kendinizi artık! Olur böyle şeyler, daha gençtir! Onun yaşındaki gençler çoğunlukla böyle olurlar. Kendinizi alıştırmalısınız.

– Yanılıyorsunuz, Yevğeniya Andreyevna, benimki kimseye benzemez! Başında bir büyüğü yok ki terbiye etsin. Ben çok zayıf kalıyorum. Şanssızlık bende!

Volodya tabancanın namlusunu ağzına soktu, tetiğe benzer bir çıkıntı geldi eline, çekti… Sonra başka bir çıkıntı daha buldu, onu da çekti. Namluyu ağzından çıkarıp pardösüsünün eteğiyle kuruladı, gidip kapının kilidine bir daha baktı. Ömründe ilk kez eline silâh alıyordu…

“Önce burayı kaldırmak gerek herhalde…” diye geçirdi içinden, “evet, herhalde…”

Bu arada Avgustin Mihayloviç dönmüş, ‘salon’da, sesli sesli birşeyler anlatıyor, kahkahayla gülüyordu.
Volodya namluyu yeniden ağzına soktu, parmağıyla eline gelen çıkıntıyı itti. Bir patlama oldu… Ensesine bir şey hızla çarptı gibi geldi ona ve yüzüstü masaya, şişelerin üzerine düştü. Sonra babasını gördü. Menton’daydılar. Bir kadın ölmüş, babası onun yasını tutuyordu. Başında geniş, siyah şeritli bir fötr şapka vardı. Birden Volodya’yı iki eliyle kaptı, birlikte çok karanlık, uçsuz bucaksız bir uçurumun içine uçtular.
Sonra her şey karıştı, kayboldu…
1887

Bozkırda – Boles / Maksim Gorki

Tanıdıklarımdan biri bana şu hikâyeyi anlattı bir gün:

Moskova’da öğrenciyken, “malûm kadınlar”dan biriyle, anlarsın ya, komşuluk etmek zorunda kalmıştım. Tereza adında bir Polonyalıydı. İri-yarı, kömür küfesinden çıkmış gibi kara bir kadındı. Birbirine bitişik kaşları, baltayla yontulmuşcasına kaba-saba bir suratı vardı. Karanlık gözlerinin hayvanca parıltısından, kalın ve gür sesinden, külhani tavırlarından, satıcı kadınlara benzer iri gövdesinden ürkerdim… Ben tavan arasında oturuyordum. Onun kapısı da tam benimkinin karşısındaydı. Kadının evde olduğunu bildiğim zamanlar kapımı hiç açmazdım. Gerçi evde bulunduğu yoktu pek. Arada bir merdivenlerde ya da avluda karşılaştığımızda, yüzüme bakarak, bana yırtıcı ve arsızca gelen bir tavırla gülümserdi. Çok kez fitil gibi sarhoş, saçı başı darmadağın bir halde raslardım ona. Bu sırada gözleri kayar, yüzüne her zamankinden daha çirkin bir gülümseme yayılır:

– İyisiniz inşallah bay öğrenci! derdi. Arkasından da nefretimi büsbütün artıran aptalca kahkahalar atardı. Bu gibi karşılaşmalardan ve selamlaşmalardan kurtulmanın tek çaresi evden ayrılmaktı. Fakat penceresi geniş bir görünümü kucaklayan şipşirin bir odam vardı. Sokağımız da çok sessizdi… Sıkıyordum dişimi.

Bir sabah yatağıma uzanmış, üniversiteye gitmemek için birtakım bahaneler bulmaya çalışarak yatarken, birdenbire kapının açıldığını ve iğrenç Tereza’nın o kalın sesiyle:

– İyisiniz inşallah bay öğrenci!.. diye seslendiğini işittim.

Kadının sıkıntılı yüzünde yalvaran bir anlatım vardı… Tuhaf, alışılmadık bir şeydi bu.

– Ne istiyorsunuz? dedim.

– Şey… efendim… Sizden bir dileğim vardı da… Artık ne kadar zahmetse…

Yattığım yerden:

“Numara yapıyor!” diye düşündüm. “Sıkı dur Yegor! Seni yoldan çıkarmak istiyor bu canavar…”

Kadın yalvaran bir sesle, ezile büzüle sözlerini tamamladı:

– Şey… Memlekete bir mektup yazdırmak istiyordum da…

İçimden:

“Hay Allah kahretsin! Çattık!” diye düşündüm, kalkıp masanın başına geçtim, bir kâğıt çekip:

– Şuraya geçin, oturun ve söyleyin…dedim.

Tereza içeri girdi, sandalyenin bir kıyısına ilişti, suçlu suçlu yüzüme bakmaya başladı.

– Evet… Mektup kime yazılacak?

– Varşova yolu üzerindeki Sventsyan kentinde Boleslav Kaşput’a.

– Peki… Söyleyin bakalım…

– Sevgili Bolesim… Canımın içi… Benim biricik sevgilim… Meryem Anamız seni korusun! Altın yüreklim… Mahzun kumruna, Terezana niçin çoktandır mektup yazmıyorsun?..

Az kalsın basıyordum kahkahayı. Bir metre yetmiş beş santim boyunda, yumruğu bir batman ağırlığında, ömrü boyunca baca temizleyip bir kez olsun yıkanmamış gibi kapkara suratlı bir mahzun kumru!..

Gülmemi güçlükle tutarak:

– Kim bu Bolest? diye sordum. (*)

Kadın, Boles adını bozarak söylememden incinmişçesine:

– Boles nişanlımdır, bay öğrenci… dedi.

– Nişanlınız mı?..

– Beyefendi niçin şaşırdılar? Bir genç kızın nişanlısı olamaz mı?..

Sevsinler genç kızı!.. Büsbütün şaşırmıştım ya, bozuntuya vermemeye çalışarak:

– Yoo… diye karşılık verdim. Niçin olmasın? Her şey olabilir… Çoktan beri mi nişanlısınız?..

– Altı yıldır…

Vay canına!..

Neyse… Böylece mektubu yazıp bitirdik. Hem de öyle ateşli bir aşk mektubu oldu ki, hani yazdıran Tereza değil de ondan az daha ufak bir başkası olsaydı bu Boles’in yerinde olmak isterdim doğrusu.

Tereza başını eğerek:

– Oldu… dedi. Yardımınız için size teşekkür ederim bay öğrenci! Acaba ben de size bir hizmette bulunabilir miyim?

– Hayır, eksik olmayın!

– Hani, bir yırtığınız, söküğünüz varsa…

Bu kadın kılığına girmiş fil eskisi iyiden iyiye tepemi attırmaya başlamıştı. Sert bir tavırla, onun herhangi bir hizmetine ihtiyacım olmadığını bildirdim.

Çıkıp gitti.

Aradan iki hafta geçti… Bir akşam üstü ıslık çalarak pencereden dışarı bakıyor, ne yapabileceğimi düşünüyordum. Hava bozuk olduğu için bir yere gitmek istemiyordum. Canım sıkılıyordu. Bir ara kendimi eleştirmeye koyuldum. Bu da oldukça sıkıcı bir iştir ya, başka bir şey yapmak gelmiyordu içimden. Bu sırada kapı açıldı. Çok şükür. Bir gelen var…

– Bay öğrencinin acele bir işleri var mıydı acaba?..

Hay Allah!.. Tereza’ymış!..

– Hayır… Ne istiyorsunuz?

– Beyefendiden bir mektup daha yazmalarını dileyecektim de…

– Pekâlâ… Boles’e mi yine?

– Hayır, bu kez mektup ondan gelecek.

– Ne-e?..

– Oh, ne sersemim!.. Bağışlayın… ben.. yani… demek istedim ki… Bu kez, anlıyorsunuz ya, mektup benden değil de… kadın arkadaşlarımın birinden… Yani… Kadın değil de bir erkekten demek istiyorum… Kendisi yazmıyor… Fakat bir nişanlısı var… Adı da benimki gibi, Tereza… İşte sizden bu öteki Tereza’ya mektup yazmanızı dileyecektim de…

Yüzü allak bullak olmuştu. Karşımda sallanıp duruyor, titreyen ellerini ovuşturuyordu… İşi anlamaya başlamıştım…

– Bana bakın bayan! dedim. Bu ne Boles işi , ne de Tereza. Yalan söylüyorsunuz! Boş yere uğraşmayın, sizinle ahbaplığa niyetim yok… Anladınız mı?

Kadın birdenbire tuhaf bir korkuya kapıldı. Yüzü kıpkırımızı oldu, sendeledi, bir şeyler söylemek istercesine dudaklarını kıpırdattı. Fakat ağzından tek sözcük çıkmadı.

İşin nereye varacağını bekliyor, beni yoldan çıkarmak istediğini sanmakla da bir parça yanıldığımı sezinliyordum. Anlamadığım başka şeyler vardı galiba.

Tereza neden sonra:

– Bay öğrenci… diye söze başladıysa da ansızın elini sallayarak sert bir hareketle geri döndü, çıkıp gitti. İçimde kötü bir duyguyla öylece kalakalmıştım. Sonra kapısını şiddetle çarptığını işittim… Kızmıştı besbelli… Bir süre düşündüm; gidip onu geri çağırmaya, ne isterse yazmaya karar verdim.

Odasına girdiğimde, dirseklerini masaya dayamış, başını ellerinin arasına almış oturuyordu.

– Bana bakın, dedim…

… Bu hikâyeyi anlatırken burasına geldiğimde hep bir tuhaf olurum nedense… Ne aptallık! Neyse…

– Bana bakın, dedim…

Kadın yerinden fırladı, gözleri parlayarak üstüme yürüdü, ellerini omzuma koydu ve fısıltıyla, daha doğrusı hırıltıyla:

– Ne olacak? dedi. Ha, ne olacak? Evet, tam bildiğiniz gibi! Boles, Moles yok… Tereza da yok! Ama size ne bundan? Kâğıt üzerinde kalemi oynatıvermek çok mu zorunuza gidiyor? Ha? Ah sizler! Muhallebi çocukları! Evet!.. Ne Boles var, ne de Tereza! Yalnızca ben varım! Ne çıkar bundan? Ha? Ne çıkar?..

Bu karşılama serseme çevirmişti beni.

– Durun hele, dedim. Ne demek istiyorsunuz? Boles diye biri yok mu yani?

– Evet, yok! Ne çıkar bundan?..

– Ya Tereza, o da mı yok?

– Tereza da yok! Tereza benim!

Hiçbir şey anlamamıştım. Gözlerimi fal taşı gibi açmış, kadının yüzüne bakıyor; hangimizin delirdiğini anlamaya çalışıyordum. Tereza yeniden masaya doğru gitti, bir şeyler arandı, sonra yanıma geldi ve incinmiş bir sesle:

– Boles’e yazmak size bu kadar güç geldiyse, alın mektubunuzu! dedi… Alın!.. Ben başkalarına da yazdırabilirim…

Bir de baktım, Boles’e yazdığım mektubu tutuyor elinde… Vay canına!..

– Bana bakın Tereza! dedim. Ne demek oluyor bütün bunlar? Niçin başka mektuplar yazdırasınız? Göndermiyorsunuz ki onları…

– Kime gönderecekmişim?

– Kime olacak… Boles’e!..

– Ama Boles diye biri yok ki!..

Şaşıp kalmıştım! Ne halin varsa gör deyip ayrılmaktan başka çare kalmamıştı. Fakat kadın durumu açıkladı.

İncinmiş bir sesle:

– Ne çıkar? diye söze başladı. Yoksa yok! (Ve sanki onun niçin olmadığına akıl erdiremiyormuş gibi ellerini iki yana açtı.) Ama ben olmasını istiyorum… Ben de herkes gibi insan değil miyim?.. Evet… biliyorum… biliyorum ama… ona mektup yazmamın kimseye bir zararı yok ki…

– Affedersiniz, kimden söz ediyorsunuz?

– Boles’ten…

– Hani Boles yoktu?..

– Ah, Meryem Ana!.. Yoksa yok, ne çıkar bundan?.. Yok, ama bana varmış gibi geliyor… Ona mektup yazıyorum ve böylece var oluyor… O da bana, Tereza’ya karşılık veriyor… Sonra ben yeniden yazıyorum…

Anlamıştım… O an ne kadar üzüldüğümü, utandığımı anlatamam… Bir insan yaşıyordu üç adım ötemde… Sevgiye, yakınlığa ihtiyacı olan ve bunu hiç kimsede bulamayan bu insan, sonunda kendi kafasının içinde kendine bir sevgili yaratmıştı…

– Boles’e yazdığınız mektubu başkalarına okutup dinliyorum… O zaman Boles varmış gibi geliyor bana… Şimdi de Boles’ten Tereza’ya… yani bana… bir mektup yazmanızı diliyorum sizden… Onu başkalarına okutup dinlediğimde Boles’in varlığına büsbütün inanacağım… Yaşamak benim için daha kolaylaşacak…

… İşte böyleyken böyle!.. Aklıma geldikçe bir tuhaf olurum!.. O günden sonra düzenli olarak haftada iki kez Tereza’nın Boles’e mektuplarını, Boles’in de cevaplarını yazmaya başladım. Cevapları özene bezene kaleme alırdım… Tereza bunları dinlerken o kocaman sesiyle avaz avaz ağlardı. Ve düzmece Boles’in mektuplarıyla ona gözyaşı döktürmemin karşılığında çoraplarımı, gömleklerimi yamar, söküklerimi dikerdi. Bu mektup hikâyesinden üç ay sonra bir sebepten hapse attılar onu. Şimdi ölmüştür belki de.

Dostum sigarasının külünü üfledi, dalgın bir tavırla gökyüzüne bakarak sözlerini tamamladı:

İşte böyle… İnsan acıyı tattıkça şefkati daha çok arar… Ama köhnemiş erdemlerimizin duvarları arasına sıkışan, birbirimize tepeden bakan bizler bunu anlayamıyoruz. Çok ahmakça, çok acı sonuçlar doğuruyor bu anlayışsızlığımız. Diyoruz ki, düşkün insanlar!.. Ne demektir bu?.. Onlar da bizler gibi aynı kemikten, aynı kandan, aynı etten ve sinirden yapılmışlardır. Her şeyden önce insandırlar… Yüzyıllardır işitip dururuz bu “düşkün insanlar” sözünü. Ne saçma şey! Asıl düşkünler bizleriz! Hem de adamakıllı düşkün!.. Kendini beğenmişliğin, mutsuz insanlara tepeden bakmanın uçurumuna düşmüşüz… O insanlar ki tek eksikleri bizden daha az kurnaz olmaları ve kendilerine iyi insan süsü vermeyi daha az becerebilmeleridir… Neyse… Bırakalım bunları… Bu sözler o kadar çok söylendi ki, insan bir daha tekrarlamaya utanıyor!… 1896

Rusçadan Çeviren: Ataol Behramoğlu

Hümanizma ruhunu anlama ve duymada ilk aşama, insan varlığının en somut anlatımı olan sanat yapıtlarının benimsenmesidir. Sanat dalları içinde edebiyat, bu anlatımın düşünce öğeleri en zengin olanıdır. Bunun içindir ki bir ulusun, diğer ulusların edebiyatlarını kendi dilinde, daha doğrusu kendi düşüncesinde yinelemesi; zekâ ve anlama gücünü o yapıtlar oranında artırması, canlandırması ve yeniden yaratması demektir. İşte çeviri etkinliğini, biz, bu bakımdan önemli ve uygarlık davamız için etkili saymaktayız. Zekâsının her yüzünü bu türlü yapıtların her türlüsüne döndürebilmiş uluslarda düşüncenin en silinmez aracı olan yazı ve onun mimarisi demek olan edebiyatın, bütün kitlenin ruhuna kadar işleyen ve sinen bir etkisi vardır. Bu etkinin birey ve toplum üzerinde aynı olması, zamanda ve mekânda bütün sınırları delip aşacak bir sağlamlık ve yaygınlığı gösterir. Hangi ulusun kitaplığı bu yönde zenginse o ulus, uygarlık dünyasında daha yüksek bir düşünce düzeyinde demektir. Bu bakımdan çeviri etkinliğini sistemli ve dikkatli bir biçimde yönetmek, onun genişlemesine, ilerlemesine hizmet etmektir. Bu yolda bilgi ve emeklerini esirgemeyen Türk aydınlarına şükran duyuyorum. Onların çabalarıyla beş yıl içinde, hiç değilse, devlet eliyle yüz ciltlik, özel girişimlerin çabası ve yine devletin yardımıyla, onun dört beş katı büyük olmak üzere zengin bir çeviri kitaplığımız olacaktır. Özellikle Türk dilinin bu emeklerden elde edeceği büyük yararı düşünüp de şimdiden çeviri etkinliğine yakın ilgi ve sevgi duymamak, hiçbir Türk okurunun elinde değildir.

23 Haziran 1941.
Milli Eğitim Bakanı
Hasan Âli Yücel

Nah Kalkınırız – Aziz Nesin

Emekli oldu. Karısı, emekli ikramiyesini bir taşınmaza yatırmasını istiyordu. Bir apartıman katı satın alsalar, onun getireceği kirayı emekli aylığına katarak sıkıntı çekmeden gül gibi geçinir giderlerdi. Yada bir arsa satın alabilirlerdi. En kısa zamanda fiyatı en çok artan taşınmaz arsaydı. Alacakları arsanın fiyatı bir yılda iki, belki de üç katına çıkabilirdi. Ama adam, paranın işletilmesi düşüncesindeydi. Herkes parasını taşınmaza yatırırsa bu ülke nasıl kalkınırdı? Taşınmaza yatırılan para dondurulmuş sermayeydi. Oysa sermaye işletilerek konuşturulmalıydı. Hoş onun emekli ikramiyesi, öyle sermaye denilecek gibi bir para tutmuyorduysa da, sıkı bir tutumlulukla yıllardan beri biriktirdiği parasını da ikramiyesine katarsa ve gerekirse babadan kalma evini de satarak parasını eklerse, küçük bir işletme kurabilecek bir sermaye toparlayabilirdi. Önemli olan az yada çok, ama kazançlı bir iş kurmaktı. Öteden beri bir sığır çiftliği kurmayı düşlerdi. Bu işi bilenlere danışıp onlardan da öğütler aldıktan sonra kente altmış kilometre uzaklıkta bir arazi satın alarak oraya küçük bir çiftlik kurdu. Ahır yaptırdı. İlk deneme olarak yirmi inek satın aldı. Bu işler için emekli ikramiyesi, yıllardan beri biriktirdiği para ve sattığı babadan kalma evin parası yetmeyince Ziraat Bankası’ndan kredi de almak zorunda kalmıştı.

Yirmi inek… Bunlara bakacak, onları besleyip sağacak hayvancılıktan anlar işçiler gerekiyordu. Çoluk çocuk toplamı on bir kişi olan iki aileyi işçi olarak aldı.

Herhangi bir köylü gibi değil, aydın bir insan olarak düzenli çalışacak, en iyi verimi alacaktı. Daha işi kurarken, bu işten ne kazanacağını hesaplamıştı. Önlemli bir insan olarak bütün hesapları aleyhinde tuttuğu halde, ayda iki milyon lira kazanması gerekiyordu ki, böyle olunca, düşük faizli banka borcunu da iki yıla kalmadan ödemiş olacaktı. Ne var ki çok kez olduğu gibi, evdeki hesap çarşıya uymadı. Böyle olmasının nedeni, işçi olarak aldığı on bir nüfuslu o iki ailenin tembelliğiydi. O on bir kişiden çiftlikte en çok dört kişi bulunurdu. Bunlar karnı burnunda gebe bir kadın, yürüyemeyen bir yaşlı adam, bir küçük çocuk, bir de yanın akıllı bir oğlan. Onlar da kovsan bir yere gidemeyecek durumdaydılar. Ama yemek zamanı, bir de yatma zamanlan hepsi birden
çiftlikte olurlardı.

Deli olacaktı. Yahu bu insanlar bu çiftlikte kendilerine iş verilmesi için yalvar yakar olmamışlar mıydı? Neydi istedikleri, niçin çalışmıyorlardı? Bu ülkede beş milyondan çok işsiz var, denilmiyor muydu? Bu işsizler, Avrupalının pisliğini silip süpürmek için gurbete gitmeye kuyruğa girmemişler miydi? On bir kişilik iki aileye iş vermişti, paralarını ödüyordu, ev vermişti, onları sigorta ettirmişti. Çalışmaları için daha ne yapmalıydı? İki inek ölmüştü. Sağılan sütler günden güne azalıyordu. Sütleri almak için kamyonet sabahleyin çiftliğe geldiğinde, onları ayaklarından çekip sürüyerek uyandırmak zorunda kalıyordu.

Çiftlik batmak üzereydi. Cam burnuna gelen adam bigün işçilerine bağırıp çağırdıktan sonra, ağzını göğe açıp vargücüyle haykırdı:

“Bizde bu tembellik varken nah kalkınırız!”

* * *

Çiftlik sahibi işçilerle başedemeyince, sağmal hayvancılıktan anlayan birisini ortak aldı. Adam, emeği karşılığında ortak olmuştu. Ortak geldikten sonra çiftliğin durumu biraz düzelir gibi oldu. Ortak, çiftliğe aldığı işçileri sıksık değiştirip yeni yeni işçiler alıyordu. Çiftlikte iki aydan uzun çalışan işçi olmuyordu. Ortak bunu şöyle açıklamıştı:

— Bunlar işe başladıkları ilk günlerde gözboyamak için çok çalışır, güven kazanırlar. Sonra sonra, kendilerini güvene alınca, işi gevşetmeye başlarlar. Daha sonra da büsbütün kaytarır, hiç çalışmazlar. İşte bu yüzden onlardan atik davranıp daha tembelleşmelerine kalmadan onları kovup yeni işçiler almak gerekir.

Yılda dört-beş kez değişen işçileri çok iyi çalışıyorlarken yine de süt verimi düşmüştü. Adam bunun nedenini sorduğundan ortağı şöyle açıkladı:

— Aldığımız yemler bozuk, içindeki besin eksik de ondan… Altı yem fabrikası değiştirdik, hepsinin yemi birbirinden hiyleli.

İneklerin sütleri gittikçe eksiliyordu. İflas etmek üzereydiler. Canına tak diyen ortak bigün dayanamayıp avazı çıktığınca bağırdı:

“Bizde bu hiylecilik varken (iki aa boyu uzatarak) naah kalkınırız!”

* * *

Banka borcu yüzünden çiftlik haczedilmeden, ucuzuna pahalısına bakmadan çiftliği satıp kurtulacaktı. Çünkü süt geliri çiftliğin giderlerini bile karşılamıyordu. Zararın neresinden dönülse kazançtı. Gazetelere ilan verip çiftliği satılığa çıkardığı sırada ineklere bulaşıcı bir hastalık geldi. Adam, hükümet veterinerini görmek için ilçeye koştu. Veteriner müdürlüğünün nerde olduğunu sordu. Sorduğu adam da orasını aradığını söyledi. Birlikte aramaya başladılar. Bilen birini bulup yerini öğrendiler. O yere gittiklerinde, ordaki yapıların hiçbirinin kapısında “T.C. Tarım Bakanlığı …. İlçesi Veteriner Müdürlüğü” gibi yazılı bir levha göremediler. Sonunda tarif üzerine levhasız, tabelasız, bahçe içinde iki katlı bir yapıya girdiler. Alt katta kimseyi bulamadılar. Üst kattaki odalardan birinde, masaya kollarını dayamış uyuyan birini görünce sevinerek,

— Burası veteriner müdürlüğü mü? diye sordular.

Kapı açılırken gıcırtıdan uyanan adamın,

— Heee… demesinden onun hademe olduğunu anladılar.

— Kapıda levhası yok da…

— Yok daha… Buraya taşınalı daha bir-iki yıl anca olduğundan levha asmaya zaman olmadı.

— Veteriner beyler yok mu?

Hademe saatine baktıktan sonra,

— Benimki durmuş saatiniz kaç? diye sordu.

Saat onu yirmi geçiyordu. Hademe,

— Saat on bire doğru gelirler… dedi.

İki teknisyenin köylere suni tohumlama yapmak için gittiklerini de ekledi.

Adam, başını sallaya sallaya şöyle dedi:

“Bizde bu boşvermişlik, bu aldırmazlık, bu sorumsuzluk varken biz (üç aaa boyu uzatarak) naaah kalkınırız!”

İkisi de veteriner müdürlüğünden çıktıktan az sonra kamyonetle iki teknisyen köylerden döndü. İkisinin de kızgın oldukları yüzlerinden belliydi. Teknisyenlerden biri,

— Köylüler haklı… dedi.

Öbürü,

— Yaptığımız tohumlamalar tutmuyor ki… dedi, bakanlıktan gönderilen aşılar hep bozuk besbelli. Bütün inekler kısırlaştı, köylü hayvanım kasaba satmak zorunda kalıyor.

Öbür teknisyen dayanamayıp bağırdı:

“Bizde bu adam sendecilik, bu umursamazlık, bu baştan savmacılık varken biz (dört aaaa boyu uzatarak) naaaah kalkınırız!”

* * *

Köyündeki sağmal hayvanların tohumlanmasının tutmaması yüzünden canı çok sıkılan muhtar ilçeye indi. Önce belediyeye uğradı. Belediyedeki bütün odalarda gürül gürül sobalar yanıyordu. İçerdeki memurlar sıcaktan iyice gevşemişler, yan uyur yan uyanıktılar; kimisi de açıktan uyumaktaydı. Oysa aylardan Mayıs’tı, Mayıs’ın son günleriydi. Hava iyice sıcaktı. Herkes paltosunu çıkarmıştı. İlçede hiçbir evde soba yanmadığı gibi, evlerin pencereleri de açılmıştı. Muhtar,

— Para cebinizden çıkmıyor ya, yakın bakalım, siz Ağustos’ ta bile soba yakarsınız kömür devletin olunca… diye söylendi. O can sıkıntısıyla belediyeden çıkarken de şöyle dedi:

“Bizde bu israf varken biz (beş aaaaa boyu uzatarak) naaaaah kalkınırız!”

Muhtar kaymakamlıkta bir memurla şurdan burdan konuşurken söz süt fiyatlarına geldi. Memur, ilçedeki sütçüden aldığı sütün fiyatını söyleyince muhtar şaşırdı. İlçeyle köy arası sekiz kilometreydi. Köyde üretilen süt, sekiz kilometre ötedeki ilçede, köydekinin üç katı pahalı satılıyordu. Bu konuşmayı dinlemekte olan kentli bir küçük tüccar, kentte sütü daha da pahalı aldıklarını, üstelik sütün katkılı olduğunu, ne kadarının süt ve ne kadarının su olduğunun anlaşılamadığını söyledikten sonra, ellerini açıp gözlerini tavana dikerek şöyle dedi:

“Bizde bu kazıkçılık varken biz (altı aaaaaa boyu uzatarak) naaaaaah kalkınırız!”

Sütün pahalılığından yakman kentli küçük tüccar akşam evine gelen konuklarıyla, çocuklarının gittiği okuldan konuşuyordu. Onlara göre, ne ilkokulda, ne lisede saygınlığı olan öğretmen kalmamıştı. Nerde onların öğrencilik zamanlarındaki o eski öğretmenler! Şimdiki öğretmenlere öğretmen demek için bin tanık göstermek gerekirdi. Çünkü bunlar, öğretmenlikten başka her işi yapıyorlardı. Örneğin bunlardan biri, karısının üstüne gösterdiği bir dükkanda çalışıyordu. Bir öğretmen de ders saatleri dışında muhasebecilik yapıyordu. Biri de geceleri taksi sürücülüğü yapmaktaydı. Hepsinin, öğretmenlikten başka bir başka işleri daha vardı. Bunlar ne zaman verecekleri dersi hazırlayacaklar da öğretmenlik yapacaklardı. Böyle öğretmenlerden ne umulur, ne beklenirdi… Nerde uğraşma aşık o eski saygın öğretmenler… Küçük tüccar kestirip attı:

“Bizde bu ahlak varken biz (yedi aaaaaaa boyu uzatarak) naaaaaaah kalkınırız!”

***

Geceki toplantıda bulunanlardan biri, ilkokul son sınıf öğrencisi olan kızıyla pazara çıkmıştı. Alışveriş yapıyorlardı. Bir ara kız,

— N’olur, ordan gitmeyelim baba, dönelim… dedi.

Adam nedenini anlamadığı için kızına sordu. Gözleri buğulanan kız yanıtlamamakta direndiyse de babasının üstelemesi sonunda, az ilerde öğretmeninin pazarcılık yaptığını söyleyerek,

— Satıcılık yaptığını görmemi istemez belki… Utanıyorum… dedi.

Öğrenimim bitirdikten sonra öğretmen olmak isteyip de, yaşam koşullarından başka alanlarda çalışmak zorunda kalmış olan adamın da, kızınınki gibi gözleri doldu ve mırıldanarak söylendi:

“Bizde bu değerbilmezlik varken biz (sekiz aaaaaaaa boyu uzatarak) naaaaaaaah kalkınırız!”

Kan koca öğretmenlik yaparak da geçinemeyen ve bu yüzden pazarcılık da yapmak zorunda kalan öğretmen, yakını bildiği bir öğretmen arkadaşına lise müdüründen şöyle yakmıyordu:

— Öğretmen eksiği diye Bakanlıktan bir kadın beden eğitimi öğretmeni istedi. Oysa erkek beden eğitimi öğretmenimiz var. Ama erkek öğretmen, kız öğrencilerine beden eğitimi yaptıramazmış. Anla kafayı…

Arkadaşı,

— Müzik öğretmeni diye köy imamı getirtip de, çocuklara müzik dersinde İlahi söyletmedi mi!

Öğretmen yumruğunu masaya indirerek şöyle dedi:

“Bizde bu kafa varken biz (dokuz aaaaaaaaa boyu uzatarak) naaaaaaaaah kalkınırız!”

O lisenin müdürü de, her eğitim bakanı değiştikçe değişen öğretim dizgelerinden bıkıp yakındığı bigün, öğretmenler odasında şöyle bağırmıştı:

“Bizde bu tutarsızlık varken biz (on aaaaaaaaaa boyu uzatarak) naaaaaaaaaah kalkınırız!”

Lisenin okul-aile birliği toplantısına gelmiş olan çok şık bir hanımefendi, kocasının yeni aldıkları evlerine ivedi telefon bağlanması için PTT ye çok büyük para yatırmışken hala telefonun bağlanmadığını, haftalar geçtiğini, yanında oturan bir başka çocuk velisi hanıma anlatıyordu. Sorduklarında telefonu ertesi günü bağlayacaklarım söylüyorlar, ama bitürlü bağlamıyorlardı.

“Sonunda rüşvet istediklerim anladık. Önceden söyleseler de versek… Rüşvet vermek bişey değil de, tarifesi olmayınca insan ne kadar vereceğini bilemiyor ki… Bakın, taksilere taksimetre konulduktan soma ne kadar rahatladık.”

Bunları söyleyen o şık hanımefendi o kerte sinirlenmişti ki, kadın olduğunu, okul-aile birliği toplantısında bulunduğunu da unutup yanındaki kadına yüksek sesle şöyle dedi:

“Affedersiniz şekerim, bizde bu rüşvetçilik varken biz (on bir aaaaaaaaaaa boyu uzatarak) naaaaaaaaaaah kalkınırız!”

Bu hanımefendinin eşi bir yürek sıkıntısı yüzünden bir uzman hekime muayene olmuş, hekim, röntgenini ve yürek elektrosunu alınca, hemen ameliyat olması gerektiğini söylemişti. Yürek ameliyatı kolay değil.
Rastlantı olarak Türkiye’de bulunan bir Alman yürek hastalıkları uzmanına, hastanede çekilen röntgen filmini ve kardiyogramını gösterdiler. Alman hekim alayla gülümseyerek,

— Ne kalbinizde, ne de bu filmi ve kardiyogramı çeken aygıtlarda bozukluk var, bozukluk sizin elektriklerinizde… dedi.

Muayenenin yapıldığı sırada elektrik voltajının düşük olması yüzünden, kardiyogram çok tehlikeli bir durum gösteriyordu.

Yürek ameliyatından kurtulmuş olan hasta çevresindekilere şöyle dedi:

“Bizde bu bilgisizlik varken biz (oniki aaaaaaaaaaaa boyu uzatarak) naaaaaaaaaaaah kalkınırız!”

* * *

Yürek hastasının röntgen filmini çekmekte yardımcı olan hastabakıcı adamın bir devlet dairesinde küçük bir işi vardı. Bu küçük iş için aylardan beri — bir yılı geçmişti — o devlet dairesine gidip geliyor, ama bitürlü o küçük işini sonuçlandıramıyordu. Hastaneden izin alması da çok zor olduğundan iyice bunalmış olan hastabakıcı, ne yapacağını, ne diyeceğini bilmez durumda Cumartesiye rastlayan ertesi gün stadyuma futbol maçına giderek, hangi takımın hangi takımla maç yaptığım da bilmeden avazı çıktığınca bağırdıktan başka, el, kol, bilek işaretleriyle içini dökmeye çalıştıysa da yine de tam olarak boşalamadı. Maçtan çıkınca, çok kez geceleri gittiği kahveye gitti, televizyonun karşısına geçip oturdu. Dalmış gitmişti televizyona… Birden nasıl oldu, Televizyonda haberler mi veriliyordu, neydi, ne oluyordu, ileri gelen bir adam konuşuyor ve sıksık “Çağ atlıyoruz”, “Çağ atlayacağız”, “Çağ atladık” gibi sözler söyleyip duruyordu. Hastabakıcı, üç sınıflı köy okulundan sonra öğrenim görmediği için, ötekiler gibi “Bizde… varken biz… nah kalkınırız!” gibi sözler söyleyerek rahatlayamıyordu. Ama aylardan beri devlet dairesindeki bir küçük işini yaptıramamanın kızgınlığı içindeyken televizyonda “Çağ atlıyoruz… Kalkınıyoruz… Kalkındık…” sözlerini duyunca, artık dayanamadı, televizyona doğru uzanarak, o gün stadyumda bol bol ve özgürce yaptığı el, kol ve bilek hareketlerinden birini yaptı. Bu bir şakırtılı sesti. Kahvedekiler, o sese başlarını çevirdiler. Bikaç kişi birden hastabakıcının üzerine atılıp onu kargatulumba dışarı çıkardılar, sürükleyerek yakındaki karakola soktular. Komisere olup biteni anlattılar. Komiserin boynu bir tülbentle yada gazlı bez gibi bişeyle bağlıydı. Komiser şikayetçileri dinledikten sonra, pandomim oynar gibi işaretlerle polise yazı makinesinde anlatılanları yazmasını bildirdi. Polis, önce kimlikleri, sonra anlatılanları yazdı. Hastabakıcıya,

— Sen ne diyorsun? diye sordu.

Hastabakıcı, ta başından başladı anlatmaya. Aylardan beri bir küçük iş için nasıl devlet dairesine gidip geldiğini, nasıl orda kendisini atlattıklarını, hastaneden izin almasının zorluğunu, aldığı aylıkla geçinemediğini, çalıştığı işte rüşvet olmadığı gibi bahşiş bile olmadığını, gırtlağına dek borca girdiğini, çocukları olmasa kendini öldürmeyi bile düşüneceğini…. İşte bu sinir içindeyken kahvede televizyon seyrederken birinin çıkıp “kalkınıyoruz… Çağı atlıyoruz… Kalkındık… Çağ atladık…” demesine dayanamayıp…

Her ne yaptıysa, hiçbirini saklamadan bütün ayrıntılarıyla anlatıyordu. O anlatırken, hiç konuşmamış olan komiser de onu dinliyordu. Komiserin sağ elinde teşbih vardı. Sol eliyle, tespihli elinin bileğini kavramış ve hastabakıcı televizyondaki adamın “Kalkınıyoruz, kalkındık” dediğini her yineleyişinde, o tespihli sağ elini yukarı kaldırıp kaldırıp aşağı indiriyordu. Sanki komiserin böyle bir tiki varmış gibiydi.

Anlatımlar yazıldıktan ve altına imzalar atıldıktan sonra, yine komiserin bir işareti üzerine polis, şikayetçileri “Gereğini yaparız…” diyerek dışarı çıkardı.

Komiser hastabakıcıyı durdurdu. Hastabakıcı, korkudan tirtir titriyordu. Kesin, sabaha dek döver, kemiklerim kırarlardı. Komiser ona eliyle, eğilmesini işaret etti. Artık ne olacaksa olacak… Başa gelen çekilir diye düşündü hastabakıcı. Eğilerek başını, oturan komisere yaklaştırdı. Komiser duyulur duyulmaz, boğuk, çatallı bir sesle,

— Ne diye el işareti yaparsın a oğlum? Değil mi ki televizyondan kalkınıyoruz diyorlar, iyi ya, sen de “Bizde bu gelgit varken, bugün git yarın gel varken, nah kalkınırız” desene… O zaman başın belaya girmezdi… dedi.

Hastabakıcı bu sözlerden rahatladı, biraz da şımardı.

— Ama komiserim, dedi, dikkat ettim, siz de deminden beri el işareti yapıyordunuz.

Komiser kızdı,

— Ulan, benim sesim kısıldı da ondan, el işaretiyle söyleyeceğimi anlattım dedi, hasta olmasam bağırmaz mıyım… Hadi çek git, bir daha da eline, bileğine hakim ol!..

Kavga – Emile Zola

Vaftiz törenine ve akşam yemeğine davet ettikleri akrabaları çiftliği dolaşmaya çılanca, öğleden sonraki saatleri boş geçirmek istemeyen Buteau, ceketini çıkardı ve parke taşı döşeli avlunun kenarındaki taştan büyük havanda buğday öğütmeye başladı, çünkü bir çuval una ihtiyacı vardı. Ama kısa süre tek başına çalışmaktan sıkıldı, birisinin onu coşturmasını istiyordu. Taştan havanın başında iki kişi çok daha fazla un elde edebilirdi. Kolları bir delikanlı gibi güçlü olan Françoise bu işte ona sık sık yardım ederdi.

Hey, Françoise, buraya gelir misin? diye baldızına seslendi.

Karısı giysilerini değiştirmiş, mutfakta onun istediği havuçlu dana rostosunu hazırlıyordu. Françoise ağaç tokmağı aldı ve iki eliyle havada çevirip kuvvetlice taş havanın içindeki buğdayların üstüne indiriverdi.

Onun karşısında duran Buteau da aynı hareketi yineledi; kısa süre sonra tahta kıymıkları havada uçuşmaya başladı. Yerden sıçrayan tahıl taneleri ikisinin başına dolu taneleri gibi pat pat yağıyordu.

Saat yediye çeyrek kala, akşam karanlığı çökerken, Peder Fouan ve Delhommes çıkageldiler.

Buteau yaptığı işe hiç ara vermeden:

Başladığımız işi bitirmemiz gerekiyor, diye onlara seslendi.

Hadi durma Françoise! Sallanma da vur!

İşin heyecanı ve gürültüsü arasında kız, duraklamadan tahıl tanelerini dövmeye devam etti. Dışarıda yemeğe çıkma iznini koparan Jean oraya geldiğinde, onları un öğütürken buldu. Françoise onu görünce bir an durakladı, canı sıkılmıştı. Ağaç tokmakla un öğütmeye devam eden Buteau şaşkınlık ve öfkeyle bir an hareketsiz
kaldı.

Burada ne arıyorsun? diye sordu.

Karısı Lise her zamanki şen şakrak tavrıyla:

Ah, doğru, size söylemeyi unuttum. Bu sabah onu görünce buraya davet ettim, dedi.

Kocasının öfkeyle alev alev yanan yüzünü görünce, kendini bağışlatmak dileğiyle ekledi:

Aklıma bir şey geldi, Peder Fouan, Jean’ın sizden bir ricası var.

Ne ricası var? diye sordu Peder Fouan.

Jean’ın yüzü kızararak kekeledi. Herkesin önünde bu konunun açılmasına canı sıkılmıştı; ancak Buteau öfkeyle onun sözünü kesti. Yan gözle karısına bakıp onun Françoise’a gülümsediğini görünce, öfkesi iyice kabardı. Aniden:

Bizimle dalga mı geçiyorsun, o serseri, kıza göre değil! dedi.

Hakaret dolu bu sözler üzerine Jean cesaretini topladı, arkasını dönüp yaşlı adama hitap etti:

Mesele çok basit, Peder Fouan. Françoise’ın vasisi sizsiniz, onunla evlenmek için sizinle konuşmak gerekiyor, değil mi? İkimiz de birbirimizden hoşlanıyoruz, yani ona evlenme teklif ediyorum.

Korkudan titreyen Françoise, hala elinde tuttuğu ağaç tokmağı yere bıraktı. Böyle bir şeyi bekliyordu, ancak Jean’ın ona bu kadar çabuk evlenme teklif etme cesareti gösterebileceğini tahmin edememişti. Acaba bu konuyu neden önce onunla konuşmamıştı? Çok şaşırmıştı. İki erkeğin ortasında durmuş, korku ve sevinçle titremekten konuşamıyordu.

Buteau, Peder Fouan’ın yanıt vermesine engel oldu. Gittikçe artan bir öfkeyle:

Ah! Senin gibi otuz üç yaşında yaşlı bir adamın on sekiz yaşında bir kızla evlenmek istemesi doğrusu büyük cesaret! Aranızda tam on beş yaş fark var! Çok gülünç değil mi?

Jean öfkelenmemeye çalışarak:

Eğer ben onu, o da beni istiyorsa, bundan size ne? diyen Jean, dönüp Françoise’ın kendi kararını açıklamasını bekledi. Ama korkudan donakalan kız, durumu pek idrak edememişti. Ne evet, ne de hayır diye yanıt verebiliyordu. Yanında duran Buteau, ona öldürecekmiş gibi bakıyor ve kızın evet yanıtını adeta boğazına takıyordu. Eğer kız evlenirse, kıza ait olan tüm toprakları yitirecekti. Bu düşünce birdenbire aklına gelince öfkesi bir kat daha arttı.

Bakın, peder, bakın, Delhommes, kızı bu yaşlı rezille evlendirmeniz doğru olmaz. O bizim yöremizden biri değil. Soyu sopu kimdir bilmiyoruz, hiçbir işte dikiş tutturamadı. Sonunda kirli işlerini gizlemek için çiftçi olmaya karar verdi.

Biz birbirimizi istiyorsak size ne? Haydi, Françoise konuşsana! diye yineledi Jean sakince.

Kız kardeşini bir an önce baş göz etme sevdası ve kendisini sıkıntıdan kurtarmak amacıyla Lise:

Evet, doğru! Onlar aralarında anlaştılarsa sana ne? Senin onayına gerek yok; kız kardeşim sana karşı saygısını bozmuyor, ama hepimizin sabrını taşırıyorsun? dedi.

Buteau herkesin bu evliliğe karar verdiğini ve kızın vereceği yanıtı beklediklerini anladı. Tam o sırada, Eloide ile birlikte dönen Charles’lar ve Büyük Hala avluda belirdi. Ne yanıt vereceğini bilemeyen Buteau el sallayarak onları yanına çağırdı. Yüzü mosmor kesilmişti. Yumruklarını havada sallayarak karısı ile baldızına doğru bağırdı:

Tanrının huzurunda yemin ederim ki, ikisinin de kafasını kıracağım, serseriler!

Bu sözleri duyan CharlesTarın ağızları bir karış açık kaldı. Charles Hanımefendi kulaklarını tıkamak istercesine onları dinleyen

Eloide’ın üstüne atıldı, onu mutfak bahçesine doğru itelerken yüksek sesle bağırdı:

Git salatalara, lahanalara bak! Ah, lahanalar ne güzel!

Buteau kadınları şiddetle azarlamaya devam ediyordu. Onun birdenbire sinirlenmesine şaşıran Lise omuzlarını silkerek:

Bu adam çıldırmış! Bu adam çıldırmış! diye yineledi.

Ona bu meseleye karışmamasını söylesene! diyen Jean, Françoise’a seslendi.

Genç kız sakin bir tavırla:

Tabii ki bu iş onu ilgilendirmez, dedi.

Ah! Beni ilgilendirmez öyle mi? Siz iki serseriyi önüme katıp eşek sudan gelinceye kadar döveceğim, dedi Buteau.

Buteau’nun sergilediği çılgınca küstahlığa Jean inanamıyordu. Diğerleri, Delhommes, Fouaun ve Le Grande bağrışmalara kayıtsız kalmışlardı. Hiç şaşırmış gibi görünmüyorlardı. Onlara göre Buteau evin efendisiydi; istediği gibi davranmaya hakkı var diye düşünüyorlardı. Onların ne düşündüklerini sezinleyen Buteau bu
tartışmadan galip çıkacağını hissetti ve kendine güveni arttı. Jean’a dönüp:

Sana gelince serseri, benim evimin tadını tuzunu bozamazsın! Hemen defol buradan! Ya! Demek gitmiyorsun. Pekala, bekle de gör!

Ağaç tokmağı kaptığı gibi havada çevirdi. Jean kendini savunmak için Françoise’ın elindeki diğer tokmağı kaptı. Herkes bir ağızdan çığlık attı, ikisinin arasına girip kavgayı önlemek istediler. Ama iki erkek öylesine çıldırmış gibiydiler ki, geri çekilmek zorunda kaldılar. Uzun saplarından tuttukları ağaç tokmaklarla çevrelerindekilere zarar verebilirlerdi. Şimdi iki düşman ortada, yalnız kalmışlardı. Tokmakları sallayarak birbirlerini kolluyorlar ve hamle yapıyorlardı. Öfkeyle dişlerini sıkmışlardı ve ağızlarından tek kelime bile çıkmıyordu. yalnızca her sert vuruşta tahta sopaların çıkardığı tok gürültü duyuluyordu. İlk darbeyi Buteau indirmişti. Eğer Jean eğilerek geri sıçramasaydı, başı parçalanacaktı. Anında yerden doğrulurken, kasları birdenbire gerildi ve havaya kaldırdığı ağaç tokmağı tahıl döver gibi hızla indirdi. Öbürü de yeniden saldırıya geçmişti. Havada çılgınca uçuşan yaralı

kuşlar gibi iki tokmağın deri kayışları birbirine dolandı. Aynı anda üç kez çatırtılar işitildi. Tahta parçaları uçuşuyor, kayışlar havada ıslık çalarak dönüyor ve iki erkek birbirlerine duydukları nefretle kafalarını parçalamaya uğraşıyorlardı.

Kadınlar çığlık atınca, Delhommes ve Fouan dövüşenlere doğru koştular. Buteau’nun kalleşçe saldırdığı Jean, samanların içinde yuvarlanıyordu. Buteau bir kırbaç gibi salladığı tokmakla ölümcül bir darbe indirecekti, ama Jean kendini samanların üstüne atınca sopa bacaklarına gelmişti. Jean birden ayağa fırlayıp elindeki ağaç tokmağı salladı. Tokmak havada geniş bir daire çizdi ve öbür adam darbenin sola inmesini beklerken, beklenmedik bir sürprizle sağ tarafına indi. Buteau, beyninin dağılmasını birkaç santim farkla kurtarmıştı. Ama kulağını sıyırıp geçen darbe olanca gücüyle koluna çarpmıştı. Cam gibi tuzla buz olan kemiklerinin çıtırtısı duyuldu.

Ah! Katil! Beni öldürüyor! diye uludu Buteau.

Jean elindeki tokmağı yere bıraktı. Gözleri kan çanağına dönmüştü ve bitkin görünüyordu. Hızla gelişen olayın şaşkınlığından kurtulamamış gibi bir an karşısındaki insanlara baktı. Sonra öfkeli bir hareketle ümitsizliğini belli edip topallayarak uzaklaştı. Evin köşesini dönüp tarlalara doğru yürürken, bahçe çitinin dibinde kavgayı izleyen La Trouille’i gördü. Babasıyla birlikte vaftiz törenine davet edilmediği için sitem etmeye gelen kız kahkahalarla gülüyordu. Küçük aile kavgasında erkek kardeşinin kolunun kırıldığım öğrenince, Mahomet zevkten dört köşe olacaktı! Kız gıdıklanıyormuş gibi sesler çıkarıyordu. Öylesine eğleniyordu ki, gülmekten neredeyse yere düşecekti,

Ah! Çavuş, o ne vuruştu? Kemik çat diye kırıldı! Ama hiç de komik değildi!

Jean yanıt vermedi. Hala kavganın etkisi altında, ayaklarını sürüyerek uzaklaşıyordu. Olayları kaçırmamak isteyen kız, kaz sürüsünü otlatmak bahanesiyle duvarın dibine gelmişti. Şimdiyse, sürüsüne ıslık çalıp Jean’ın peşine takılmıştı. Jean elinde olmadan alacakaranlıkta, hala çalışmaya devam eden harman makinesine doğru yürüdü. Artık her şeyin sona erdiğini, bundan böyle Buteau’ları asla göremeyeceğini ve Françoise’ı asla ona vermeyeceklerini aklından geçiriyordu. Ne kadar aptalca bir kavgaydı! Bütün olay sadece on dakika sürmüştü. İşler tam onun lehine dönerken, istemeyerek kavgaya girişmiş, talihsiz bir darbe sonucu adamın kolunu parçalamıştı! Ve şimdi her şey sona ermişti.

Harman makinesinin gürüldemesi, alacakaranlığın derinliklerinde ümidini kaybetmiş bir çığlık gibi yitip gidiyordu…

Aşkın Zafer Şarkısı – İvan Turgenyev

Eski zamandan kalma bir el yazmasında şunları okudum:

” Wage Da zu irren und zu traumen”. [Aldanmaya ve rüya görmeye cesaret et.] Schiller

XVI. ncı yüzyılın ortalarında Ferraro’da (o zaman bu şehir, güzel sanatların, şairlerin koruyucusu sayılan asil düklerinin himayesi altında bir mamure olmuştu), Fabiy ve Muciy adında iki delikanlı oturuyordu. Aynı yaşta, hem de yakın akraba olan bu iki delikanlı birbirlerinden hiç ayrılmazlardı; içten gelen bir dostluk, ta çocukluktan beri onları birbirine bağlamıştı… Talihlerinin de birbirine benzemesi, bu dostluk bağını kuvvetlendirmişti.

İkisi de eski, asil bir soydan geliyordu, ikisi de, zengin, başına buyruk, bekârdı; zevkleri birbirinin zevkine uyuyor, meslekleri de benziyordu. Muciy müzisyendi, Fabiy de ressamdı. Sarayın, toplumun, şehrin ziyneti sayılan bu gençlerle bütün Ferraro övünürdü.

İkisi de genç, güzel olmakla beraber dış görünüşleri birbirine biç benzemezdi. Fabiy uzun boylu, ak tenli, sarı saçlıydı, gözleri de mavi idi; Muciy tersine esmerdi, saçları siyahtı, Fabiy’in gözlerinde olduğu gibi koyu elâ gözlerinde neşeli bir parıltıdan, dudaklarında tatlı gülümsemeden eser bile yoktu. Koyu kaşları, çekik göz kapaklarına doğru iniyordu, hâlbuki Fabiy’in renkli kaşları ince yarı yuvarlaklar halinde temiz, düz alnına doğru uzanıyordu. Bununla beraber iki dost da bayanların pek hoşlarına gidiyordu, çünkü şövalye nezaketinin, cömertliğinin birer örneği sayılıyorlardı.

Ferraro’da o zamanda Valeriya adında bir kız da yaşıyordu. Onun için kentin en güzel kızı deniliyordu, ama kendisini pek seyrek görebiliyorlardı, çünkü yalnız bir hayat sürüyordu, ancak kiliseye gitmek, büyük bayramlarda da gezmek için evden dışarı çıkıyordu.

Valeriya, asil bir kadın olan annesiyle beraber oturuyordu. Zengin değillerdi, annesinin başka çocukları da yoktu. Valeriya, kimin karşısına çıkarsa çıksın onda mutlaka irade dışında bir şaşkınlık, gene irade dışında şefkatle karışık bir saygı duygusu uyandırıyordu, çünkü duruşu, görünüşü pek sade idi. Güzelliklerinin kuvvetini kendisinin de pek bildiği sanılırdı. Bazıları gerçekten onu biraz kansız buluyorlardı. Hemen her zaman inik duran bakışları, bir çeşit utanç, hatta ürkeklik ifade ediyordu. Dudaklarında pek seyrek gülümseme belirirdi, bu gülümseme de pek hafif olurdu. Sesini de kimse duymamıştı. Ama sesi çok güzel olduğu, sabah erkenden, şehir halkı henüz uykudayken odasına kapanıp harp çalarak eski zaman şarkılar söylemekten hoşlandığı dilden dile dolaşıyordu.

Yüzü renksiz olmakla beraber Valeriya’nın sağlığı yerindeydi. Hatta ihtiyarlar bile ona bakarak şöyle düşünmekten kendilerini allamıyorlardı: henüz kendi taçyapraklarına sarılmış, henüz kimsenin el dokundurmadığı bu bakir konca, bir gün bir genç erkek için açılınca o genç, kim bilir ne kadar mesut olacaktır!

II.

Fabiy ile Muciy, Valeriya’yı ilk defa tantanalı bir millî bayram günü görmüşlerdi. Bu bayram, Fransız kralı XII. nci Louis’nin kızı Ferraro düşesinin çağırışı üzerine Paris’ten gelen sanlı devlet adamlarının şerefine Lukrezia Borcia’nın oğlu Ferraro dükü Ecrol’un emriyle tertip edilmişti.

Palladie’nin çizdiği resim üzerinde Ferraro’nun en büyük meydanlarında şehrin saygıdeğer bayanları için hazırlanan süslü tribünün ortalarında Valeriya da annesiyle beraber oturuyordu. Fabiy de, Mııciy de daha o gün ona delice âşık oldular. Birbirlerinden hiçbir şeylerini gizlemedikleri için her biri ötekinin kalbinde olanları öğrenmekte gecikmemişti. Bunun üzerine aralarında şöyle bir şeye karar verdiler: ikisi de Valeriya’ya yaklaşmaya çalışacak, o hangisini seçmeye tenezzül ederse öteki hiç itiraz etmeden onun vereceği karara boyun eğecekti.

Aradan birkaç hafta geçtikten sonra iyi şöhretleri sayesinde, dul kadının girilmesi güç olan evine girmeye muvaffak oldular. Dul kadın, kendisini ziyaret etmelerine izin verdi. O günden sonra iki genç, her gün Valeriya’yı görüp konuşabiliyorlardı. Gün geçtikçe de her iki gencin kalbinde tutuşan ateş daha ziyade alevleniyordu. Gençlerle bir arada bulunmak Valeriya’nın hoşuna gitmekle beraber ikisinden birini kendisine eş seçmek aklından bile geçmiyordu. Muciy’den müzik öğreniyordu, ama daha çok Fabiy ile konuşuyordu. Ona karşı daha az ürkeklik duyuyordu. En sonunda iki genç de talihlerini kesin olarak anlamaya karar verdiler. Bu niyetle de Valeriya’ya mektup yazdılar. Mektuplarında, hayatını kiminle birleştirmek istediğini bildirmesini rica ettiler.

Valeriya, mektubu annesine göstererek hiç de evlenmek niyetinde olmadığını söyledi. Ama annesi evlenmek zamanı geldiği kanaatindeyse o kimi seçerse onunla evleneceğini söyledi. Sayın dul, sevgili çocuğundan ayrılacağını düşününce biraz gözyaşı döktü, ama taliplere ret cevabı vermeye de hiçbir sebep yoktu. Her iki genç erkeğin de kızına lâyık olduğunu kabul ediyordu. Ama içinden Fabiy’i tercih ediyordu. Kızının da onu daha çok beğendiğini sandığı için Fabiy’i seçtiğini söyledi. Hemen ertesi gün Fabiy, eriştiği saadet haberini aldı. Muciy’e de verdiği sözü tutup kadere boyun eğmekten başka yapacak bir şey kalınıyordu.

O da öyle yaptı. Ama dostunun, rakibinin galibiyetine şahit olmayı da onuruna yediremedi. Hemen mülkünün büyük bir kısmını sattı. Birkaç bin duka altınını cebine koyarak Doğu’ya doğru uzun bir geziye çıktı.

Fabiy ile vedalaşırken, içinde yanan ihtirasın son izi kaybolmadıkça geri dönmeyeceğini söyledi. Çocukluk, gençlik dostundan ayrılmak Fabiy’e pek ağır geldi… Ama pek yakında geleceğini umduğu o saadet sevinci, bütün öteki duyguları alt etti. O da muzaffer aşkın heyecanına kapıldı. Bütün varlığını bu duygunun tesirine bıraktı.

Bir müddet sonra Valeriya ile evlendiler, işte o zaman elde ettiği hazinenin bütün kıymetini takdir etti. Fabiy’in Ferraro’ya yakın bir yerde güzel bir köşkü vardı. Köşk gölgelik bir bahçeyle çevriliydi. Karısını, kaynanasını alarak yerleşti. Bundan sonra onlar için parlak bir çağ başladı. Valeriya, evlilik hayatında mükemmel ev kadını olduğunu gösterdi. Fabiy de bu aralık ressamlığı ilerletmişti, artık bir amatör değildi, gerçek bir üstat olmuştu.

Valeriya’nın annesi bu mesut çifte bakarak seviniyor, Tanrı’ya şükrediyordu. Dört yıl, tatlı bir rüya gibi, belli olmadan geçip gitmişti. Genç evlilerin yalnız bir şeyleri eksikti, yalnız bir kederleri vardı, çocukları olmuyordu… Ama ümitleri de henüz büsbütün kırılmış değildi. Dördüncü yılın sonlarına doğru bu sefer başlarına gerçek bir felâket geldi. Valeriya’nın annesi bir gün hasta yattıktan sonra öldü.

Valeriya çok gözyaşı döktü, uzun zaman bu kayba alışamadı. Aradan bir yıl daha geçti. Hayat eski hükümranlığını aldı, gene eski yolundan akmaya başladı. İşte tam bu sıralarda bir yaz akşamı, Muciy kimseye haber vermeden Ferraro’ya dönmüştü.

III.

Gittiği günden beri aradan geçen beş yıl içinde ona dair kimse bir şey bilmiyordu. Ondan bir haber alınamamıştı, sanki yeryüzünden büsbütün kaybolup gitmişti. Fabiy, dostunu Ferraro sokaklarından birinde gördüğü zaman önce korkudan, sonra da sevincinden az daha bayılacaktı. Hemen onu köşküne çağırdı. Orada, bahçede ayrı, oldukça büyük bir de pavyon vardı. Dostuna bu pavyonda oturmasını teklif etti. Muciy de bu teklifi istekle kabul ederek Malayalı dilsiz uşağıyla beraber hemen o gün taşındı. Bu uşak dilsizdi. Ama sağır değildi, hatta gözlerinin canlılığına, bakılacak olursa pek anlayışlı bir adama benziyordu… Dili, kesilmek suretiyle koparılmıştı.

Muciy, beraberinde birçok da sandık getirdi. Bunlar uzun zaman gezdiği yerlerde topladığı kıymetli eşyalarla dolu idi. Valeriya, Muciy’in geri döndüğüne sevindi. Muciy de onu dostça, neşeli neşeli selâmladı, ama heyecan göstermedi. Anlaşılan Fabiy’e verdiği sözü tutmuştu. Bütün gününü, eşyalarını pavyona yerleştirmekle geçirdi. Getirmiş olduğu eşsiz eşyaları, Malayalı uşağının yardımıyla sandıklardan çıkardı. Burada: halılar, ipekli dokumalar, kadifeden, ketenden elbiseler, silâhlar, kâseler, altın yaldızla süslü tabaklar, bardaklar, incili, zümrüt taşlı altın, gümüş eşyalar, kehribardan, fildişinden oyma çekmeceler, kristal şişeler, baharat, tütsüler, vahşi hayvanların derileri, bilinmeyen kuşların tüyleri, buna benzer daha birçok şeyler vardı ki, bunların kullanışı bile esrarlı, anlaşılmayan bir şeydi.

Bu baha biçilmez eşya arasında bir de pek kıymetli inci gerdanlık vardı. Bunu İran şahı Muciy’e büyük, gizli bir hizmet karşılığında hediye etmişti. Muciy gerdanlığı kendi eliyle Valeriya’nın boynuna takmak için ondan izin istedi. Gerdanlık Valeriya’ya ağır geldi. Hem de tuhaf bir ılıklık taşıyordu… Öylece tenine yapışıvermişti. Öğle yemeğinden sonra ikindiye doğru köşkün taraçasında zakkumların, defnelerin gölgesi altında oturdukları zaman Muciy başından geçenleri anlatmaya başladı.

Gördüğü uzak memleketlerden, zirveleri bulutlara gömülü dağlardan, susuz çöllerden, denize benzeyen nehirlerden bahsetti. Çok büyük yapılarla tapınaklardan, bin yıllık ağaçlardan, gökkuşağını andıran çiçeklerle kuşlardan söz açtı. Gördüğü kentlerle milletleri saydı… Onların adlarında bile masalları andıran bir şey vardı. Muciy, bütün Doğu’yu tanıyordu. Atları, bütün öteki canlı hayvanlardan asîl olan İran’ı, Arabistan’ı baştanbaşa gezmiş, insanları azametli ürünlere benzeyen Hind’in ta içerlerine kadar girmiş, çekik gözlü, hiç konuşmayan bir insan şeklinde yeryüzünde yaşayan Dalay Lama adında canlı tanrısı olan Çin’in, Tibet’in sınırlarına kadar gitmişti.

Anlattığı şeyler pek garipti! Fabiy ile Valeriya onu büyülenmiş gibi dinliyorlardı. Bir bakıma Muciy’in yüz çizgileri pek az değişmişti. Çocukluğundan beri esmer olan cildi, daha parlak güneşin ışıkları altında biraz daha esmerleşmişti. Gözleri eskisinden daha derinleşmiş gibiydi, hepsi o kadar! Ama yüzünün ifadesi değişmişti. Düşünceli, azametli bir ifade taşıyan bu yüz kaplanların sesleriyle çınlayan ormanlarda geceleyin karşılaştığı tehlikeleri yahut gündüzün ıssız yollarda pusu kurup oradan geçen yolcuları yakalayarak kurban bekleyen demirden taptuğun uğruna boğup öldüren vahşileri anlatırken bile canlanmıyordu. Sesi de daha kalınlaşmıştı, düzgün olmuştu. Ellerinin, bütün vücudunun hareketleri de İtalyan ırkında görülen serbestliği kaybetmişti.

Bir köle kadar sadık, çevik Malayalının yardımıyla ev sahiplerine birkaç hokkabazlık gösterdi. Bunları Hint Brahmanlarından öğrenmişti. Meselâ önceden bir örtünün arkasında gizlendikten sonra birdenbire havada bağdaş kurmuş bir vaziyette meydana çıkıverdi. Ancak ayak parmaklarının uçlarıyla dikine konmuş bambu kamışına dayanıyordu. Bu hokkabazlık Fabiy’i hayretler içinde bırakmıştı. Valeriya korkmuştu…

“Sakın Muciy sihirbaz olmasın?” diye düşünmüştü.

Küçük bir flütle ıslık çalmaya başlayınca alacalı kumaşla örtülü sepetten, alışkın yılanlar siyah, yassı kafalarını uzatıp dillerini oynatmaya başladıkları zaman Valeriya dehşet içinde kaldı. Bu iğrenç hayvanları elden geldiği kadar çabuk saklamasını rica etti.

Akşam yemeğinde Muciy dostlarına uzun boğazlı yuvarlak şişeden Şiraz şarabı ikram etti. Bu şarap hem mis gibi kokulu, hem de pekmez gibi koyu idi. Yeşile çalan altın bir rengi vardı. Akikten küçücük fincanlara döküldüğü zaman esrarlı esrarlı pırıldıyordu. Tadı da Avrupa şaraplarına benzemiyordu. Çok tatlıydı, insanın içine baygınlık veriyordu. Yavaş, yavaş küçük yudumlarla içilince, bir hoş uyuşukluk bütün uzuvlara yayılıyordu. Muciy, Fabiy ile Valeriya’ya bu şaraptan birer fincan içirdi, kendisi de içti. Valeriya’nın fincanına doğru eğilerek bir şeyler fısıldadı, parmaklarını oynattı.

Valeriya bunun farkına varmıştı, ama Muciy’in bütün hareketlerinde, tavırlarında yabancı, acayip bir şey göze çarptığı için sadece içinden: “Hint diyarında başka yeni bir din kabul etmiş olmasın? Yoksa orada onların âdetleri mi böyle?” diye düşünmüştü. Biraz sustuktan sonra ona, gezisi sırasında da müziğe devam edip etmediğini sordu. Muciy buna cevap olarak Malayalı uşağına, Hint kemanını getirmesini emretti. Keman, bildiğimiz kemanlara benzemekle beraber dört tel yerine üç telliydi. Üzeri mavimsi yılan derisiyle kaplıydı, ince kamıştan yayı da yarı yuvarlaktı, ucunda da sivri bir elmas parlıyordu.

Muciy önce, dediği gibi, birkaç halk şarkısı çaldı. Bunlar hazin, garip, hatta İtalyan kulağına vahşi gelen şarkılardı. Madenî tellerden çıkardığı ses hem acıklı, hem de hafifti. Ama Muciy şarkısını çalmaya başlayınca aynı ses birdenbire kuvvetlendi, çınlayarak titredi. Garip melodi, ağır ağır gidip gelen keman yayının altından, tıpkı derisiyle kemanı kaplayan yılan gibi, güzel bir kıvraklıkla akmaya başladı. Melodi öyle bir ateşle, öyle sevinç dolu coşkunlukla alevlenip yanıyordu ki hem Fabiy’in, hem de Valeriya’nın kalpleri dehşetle titredi, gözleri yaşlarla doldu… Muciy, kemana doğru eğilmiş başı, solgunlaşmış yüzü, bir çizgi halinde çatılmış kaşlarıyla daha dalgın, daha azametli görünüyordu; yayın ucundaki elmas da, bu nefis şarkının ateşiyle tutuşmuş gibi, gidip gelirken etrafa pırıltılı kıvılcımlar saçıyordu.

Muciy şarkısını bitirdi. Kemanını hâlâ omzuyla çenesi arasında sıkıyordu. Yayı tutan eli takatsiz kalmış gibi düştü. Bu sırada Fabiy: “Bu nedir? Bize çaldığın bu şarkının adı nedir?” diye haykırdı. Valeriya bir şey söylememekle beraber bütün varlığı kocasının sorusunu tekrarlıyordu.

Muciy kemanı masanın üstüne koydu, saçlarını hafifçe silkerek nazik bir gülümsemeyle: “Bu mu? Bu melodiyi… bu şarkıyı bir gün Seylan adasında duymuştum. Bu şarkı oradaki halk arasında, mesut aşkın zafer şarkısı, diye anılmaktadır” dedi. Fabiy: “Tekrar et„ diye fısıldadı. Muciy: “Hayır, bunu tekrar etmek olmaz, diye cevap verdi. Şimdiyse vakit geç oldu. Senyora Valeriya’nın dinlenmesi gerek; benim de vaktim geldi… Yoruldum”.

Bütün o gün Muciy, Valeriya’ya karşı saygılı bir tarzda hareket ediyor, eski dost gibi davranıyordu. Ama giderken Valeriya’nın elini kuvvetle sıktı, parmaklarını da avucuna batırdı. Bu sırada yüzüne öyle ısrarla bakıyordu ki Valeriya gözlerini yukarı kaldırmadığı halde birdenbire kızaran yanaklarında bu bakışın kuvvetini duydu. Muciy’e bir şey söylemedi, ama elini hızla çekti, o uzaklaşınca da çıktığı kapıya uzun uzun baktı. Bu sırada ondan eskiden de korktuğunu hatırladı… Buna gene şaştı. Muciy kendi pavyonuna gitti. Karı- koca da yatak odalarına çekildiler.

IV.

Valeriya çabuk uyuyamadı, kanı yavaş yavaş kaynıyor, başı hafifçe dönüyor, kulakları çınlıyordu. Buna sebep belki o tuhaf şarap, belki Muciy’in anlattığı hikâyeler, kemanla çaldığı şarkılardı… Sabaha karşı nihayet uyuyabildi, garip bir rüya gördü.

Rüyasında alçak kubbeli, geniş bir odaya giriyordu… Ömründe böyle bir oda görmemişti. Bütün duvarlar altın çiçeklerle süslü küçük küçük mavi çinilerle kaplıydı. Su mermerinden ince burma sütunlar mermer tavanı tutuyordu. Bu tavan da, sütunlar da yarı şeffaf gibi görünüyordu… Tozpembe bir ışık her yandan odaya sızarak eşyaya esrarlı, tek renkli bir manzara veriyordu. Bir dar halının üstüne sıralanmış ipek yastıklar, ayna gibi parlayan döşemenin ortasına kadar uzuyordu. Köşelerde, korkunç vahşi hayvanları tasvir eden, güçlükle seçilen buhurdanlar yükseliyordu. Hiçbir yanda pencere yoktu. Kadife perdeyle örtülü kapı, duvarın girintisinde kapkara duruyordu. Birdenbire perde yavaşça kaymaya başladı, aralandı… İçeri… Muciy girdi. Eğilip selâm verdi, kucağını açtı, güldü… Sert elleriyle Valeriya’nın belini sardı. Kuruyan dudakları bütün vücudunu yakmaya başladı. Valeriya, kendinden geçerek sırtüstü yastıkların üzerine yuvarlandı…

Valeriya dehşetinden inleyerek birçok çırpınmalardan sonra gözlerini açtı. Nerede olduğunu, ne yaptığını hâlâ anlayamıyordu. Karyolasında doğruldu, çevresine bakındı… Bütün vücuduna bir ürperme yayıldı… Fabiy yanında yatıyordu. Uykudaydı; ama pencereden bakan yuvarlak, parlak ayın ışığı altında yüzü, ölü yüzü gibi solgun… Ölü yüzünden de mahzun görünüyordu. Valeriya kocasını uyandırdı. Kocası yüzüne bakar bakmaz: “Neyin var?” diye haykırdı. Valeriya hâlâ titremeye devam ederek: “Ben… Ben bir korkunç rüya gördüm” diye fısıldadı…

Tam bu sırada pavyonun bulunduğu taraftan kuvvetli müzik sesi duyuldu. İkisi de Muciy’in kendilerine çaldığı melodiyi tanıdılar. Bu, tatmin edilmiş aşkın zafer şarkısıydı. Fabiy, şaşkın şaşkın Valeriya’ya baktı… O da gözlerini kapadı, başını çevirdi. İkisi de nefeslerini tutarak şarkıyı sonuna kadar dinlediler. Son inleyiş kesilince, ay bulutların arkasına gizlendi, oda birdenbire karanlıklara gömüldü… Karıkoca bir tek söz konuşmadan başlarını yastığa koydular, kimin ne zaman uykuya daldığının farkına varmadılar.

V.

Ertesi gün Muciy kahvaltıya geldi. Memnun görünüyordu. Valeriya’yı neşeyle selâmladı. Valeriya onun selâmına telâşlı telâşlı karşılık verdi. Göz ucuyla de yüzüne baktı. Onun memnun, neşeli yüzünden, içe işleyen merak dolu gözlerinden dehşet duydu. Muciy gene bir şeyler anlatmak istediyse de Fabiy sözünü kesti.
— Galiba yeni yerinde rahat uyuyamadın? diye sordu. Karımla dün bize çaldığın şarkıyı duyduk.
Muciy sordu:
— Ya, demek duydunuz? Evet, gerçekten onu çaldım, ama çalmadan önce uyumuştum, hatta şaşılacak bir rüya bile gördüm.
Valeriya kulak kesildi.
Fabiy sordu:
— Nasıl bir rüya?
Muciy, gözlerini Valeriya’dan ayırmayarak:

Kubbeli, şark usulü döşeli geniş bir odaya girdiğimi gördüm, diye cevap verdi. Burma sütunlar kubbeyi tutuyordu. Duvarlar çiniyle kaplıydı. Odada ne bir pencere, ne de mum olmamakla beraber içersini pembe ışık dolduruyordu, sanki bütün oda şeffaf taşlardan yapılmıştı. Köşelerde Çin işi buhurdanlar tütüyordu. Yerde de halı boyunca ipek yastıklar duruyordu. Ben, perdeyle örtülü kapıdan içeri girdim. Tam karşıya düşen öteki kapıdan da bir zamanlar sevmiş olduğum kadın göründü. Bana o kadar güzel, öyle cana yakın göründü ki bütün varlığım eski aşkımla tutuştu…

Muciy manalı mânalı sustu. Valeriya kımıldamadan oturuyor, sadece yavaş yavaş sararıyordu… Derin derin nefes alıyordu.

Muciy sözlerine devamla:
— O sırada uyandım, bildiğiniz şarkıyı çaldım, dedi.
Fabiy sordu:
— Peki, ama o kadın kimdi?
— Kim miydi? Bir Hintlinin karısı. Onunla Delhi’de tanışmıştım… Şimdi, artık hayatta değil. Öldü.
Fabiy :
— Ya kocası? diye sordu. Ama niçin sorduğunu kendisi de bilmiyordu.
— Kocası da ölmüş, diyorlar. Tanıştığımızdan az sonra ikisinin de izlerini kaybettim. Fabiy:
— Tuhaf! Karım da bu gece tuhaf bir rüya görmüş, dedi.
Muciy gözlerini Valeriya’nın yüzüne dikti.

Fabiy:
— Ama gördüğü rüyayı bana anlatmadı, diye ilâve etti.

Bu sırada Valeriya ayağa kalktı, odadan çıkıp gitti. Kahvaltıdan hemen sonra Muciy de Ferraro’da işleri olduğunu, ancak akşama dönebileceğini söyleyerek oradan ayrıldı.

VI.

Muciy gelmeden birkaç hafta önce Fabiy karısının portresini yapmaya başlamıştı. Onu aziz Cecile’in özellikleriyle tasvir etmişti. O zamana kadar sanatında bir hayli ilerlemişti. Leonardo da Vinci’nin talebelerinden namlı Luini onu ziyaret etmek için Ferraro’ya kadar gelmiş, tavsiyeleriyle yardım ederek bu sırada büyük üstadının öğütlerini de ona söylemişti. Portre hemen hemen hazırdı. Birkaç çizgi ilâvesiyle yüzü bitirmek kalıyordu, ondan sonra Fabiy eserleriyle haklı olarak övünebilirdi. Muciy Ferraro’ya gidince o da atölyesine yollandı. Valeriya kocasını her zaman orada beklerdi. İçeri girince seslendi, ama cevap veren olmadı. Gizli bir telâş Fabiy’in benliğini sardı, karısını aramaya başladı. Evde hiçbir yerde yoktu. Fabiy bahçeye koştu. Orada uzak, ıssız hıyabanlardan birinde Valeriya’yı gördü. Başını yere eğmiş, ellerini dizlerinin üstüne kavuşturmuş, sıralardan birinde oturuyordu. Arkasında servilerin koyu yeşilliklerinin arasında yüzünde hain bir gülümseme dolaşan mermer heykeli duruyordu.

Valeriya kocasının gelişine pek sevindi. Onun telâşlı sorularına cevap olarak başı ağrıdığını söyledi.
— Ama bunun zararı yok, portreyi bitirmeye hazırım, dedi.

Fabiy onu atölyeye götürdü, oturttu, fırçayı eline aldı. Ama ne yazık ki istediği ifadeyi vererek yüzü bir türlü bitiremedi. Biraz solgun olması, yorgun görünmesi buna sebep değildi… Hayır, Valeriya’da o kadar beğendiği, ona aziz Cecile’in şeklini vermek istediği kutsal ifadeyi bir türlü bulamıyordu. En sonunda fırçayı attı. Karısına da keyfi yerinde olmadığını söyledi, onun da pek sağlıklı görünmediği için gidip biraz yatması hiç fena olmayacağını anlattı. Bunun arkasından tuvali resimle beraber duvara çevirdi.

Dinlenmeye ihtiyacı olduğunu Valeriya da kabul etti. Başı ağrıdığını tekrarlayarak yatak odasına çekildi.

Fabiy atölyede kaldı. O da anlayamadığı acayip bir tesirin altında bulunduğunu hissediyordu. Muciy ile bir çatı altında bulunmak onu sıkıyordu. Oysaki kendisi çağırmıştı. Hem buna kıskanma denemezdi… Valeriya’yı kıskanmaya imkân var mıydı! Ama dostunun şahsında da eski arkadaşını bulamıyordu,

Muciy’in uzak ülkelerden, beraberinde getirdiği, hem galiba benliğine hâkim olan, kanına giren o yabancı, bilinmeyen yeni şeyler, büyücü tavırları, şarkıları, tuhaf içkiler, sonra dilsiz Malayalı uşak, hatta Muciy’in elbisesinden, saçlarından, nefesinden ortalığa yayılan o baharat kokusu, Fabiy’e güvensizliğe hattâ belki de ürkekliğe benzer bir duygu telkin ediyordu. Hem neden acaba Malayalı uşak masa başında hizmet ederken kendisine öyle hoşa gitmeyen bir dikkatle bakıyordu? Doğrusu başkası olsa onun İtalyanca anladığını sanırdı. Muciy konuşurken dilini feda ederek büyük bir adağı yerine getirdiğini, bunun için de şimdi büyük bir kuvvete sahip olduğunu söylemişti. Nasıl bir kuvvete sahipti? Dilini feda etmekle bu kuvveti nasıl elde etmişti? Bütün bunlar pek garip, anlaşılmaz şeylerdi! Fabiy karısının yanına gitti. Valeriya elbiseleriyle yatakta yatıyordu, ama uyumuyordu. Kocasının ayak seslerini duyunca titredi, sonra bahçede olduğu gibi gelişine sevindi. Fabiy karyolanın kenarına oturdu, Valeriya’nın elini tuttu. Biraz sustuktan sonra: Geceleyin korktuğun rüya neydi? Bu rüya da Muciy’in anlattığı rüyaya benziyor muydu? diye sordu.

Valeriya kızardı, çabuk çabuk cevap verdi:
— Hayır! Hayır! Rüyamda… Bir korkunç canavar gördüm, beni paralamak istiyordu.
Fabiy:
— Canavar mı? İnsan kılığında bir canavar mı? diye sordu.
Valeriya:
— Hayır, bir hayvandı… Hayvandı! diyerek başını çevirdi. Ateşler içinde yanan yüzünü yastıkların arasına sakladı.

Fabiy bir müddet karısının elini tuttu; sessizce dudaklarına götürdü, sonra uzaklaştı.

Karıkoca o günü neşesiz geçirdiler. Sanki tepelerinde kapkara bulutlar duruyordu… Ama bunun nasıl bir şey olduğunu bilmiyorlardı. Bir tehlike karşısındaymışlar gibi hep beraber olmak istiyorlardı. Ama birbirlerine ne söyleyeceklerini bilmiyorlardı. Fabiy gene portreye başlamak, Ferraro da çıkarak bütün İtalya’da dillere destan olan Ariosta’nın manzum eserini okumak istediyse de muvaffak olamadı… Akşam geç vakit, tam yemek yeneceği sırada Muciy geri döndü.

VII.

Muciy sakin, memnun görünüyordu, ama pek az konuşuyordu. Daha çok Fabiy’e, eskiden tanıdıkları kimselere, Almanya seferine, imparator Karl’a dair sorular soruyordu. Roma’ya giderek yeni papayı görmek istediğinden bahsetti. Valeriya’ya gene Şiraz şarabı teklif etti. İstemeyince kendi kendine: “Şimdi artık lüzum kalmadı” dedi. Karısıyla beraber yatak odasına çekilen Fabiy çabucak uykuya daldı… Bir saat sonra uyanınca kendisiyle beraber aynı yastıkta kimsenin yatmamış olduğuna kanaat getirdi, çünkü Valeriya yanında yoktu.

Hemen yerinden fırladı, tam bu sırada karısının, sırtında geceliğiyle odaya girdiğini gördü. Biraz önce hafif bir yağmur yağıp geçmekle beraber ay çok parlaktı. Valeriya’nın gözleri kapalıydı. Hareketsiz yüzünde gizli bir korku ifadesi vardı. Karyolaya yaklaştı, ileriye doğru uzanan elleriyle yatağı yokladıktan sonra çabucak sessizce yattı. Fabiy ona bir şey soracak olduysa da cevap alamadı. Karısı derin bir uykuya dalmış gibi yatıyordu. Ona eliyle dokundu, elbisesinde, saçlarında yağmur damlaları vardı, çıplak ayaklarına kum taneleri yapışmıştı. Hemen ayağa fırladı, yarı açık duran kapıdan bahçeye koştu.

Ay, gözleri kamaştıran bir parlaklıkla ortalığı aydınlatıyordu. Fabiy çevresine bakındı, kum serpili yolda iki çift ayağın izlerini gördü. Bunlardan bir çifti yalındı. İzler pavyonla evin arasında bir kenarda bulunan yaseminle örtülü kameriyeye gidiyordu. Fabiy şaşkınlık içinde duraladı. Tam bu sırada gene birdenbire bir gece önce duyduğu şarkının sesleri kulağına geldi! Titredi, koşarak pavyona girdi… Muciy odanın ortasında durmuş keman çalıyordu. Fabiy ona doğru atıldı:
— Sen bahçedeydin, dışarı çıktın, elbisen yağmurdan ıslanmış!
Muciy, sanki Fabiy’in heyecanlanmasına şaşmış gibi, kekeleyerek:
— Hayır… Bilmiyorum… Galiba… Dışarı çıkmadım… diye cevap verdi.
Fabiy onun kolunu yakaladı.
— Hem niçin gene o şarkıyı çalıyorsun? Yoksa gene rüya mı gördün?
Muciy aynı şaşkınlıkla Fabiy’e dalgın dalgın bakıyor, susuyordu.
— Cevap versene!
Muciy kendinden geçmiş bir halde mırıldanarak:
— Ay tepsi gibi yuvarlak, Dere yılan gibi parlak; Dost uyandı, düşman uykuda. Çaylak tavuğu paralamada… Beni kurtar! diye bir şarkı mırıldanıyordu.

Fabiy bir iki adım geriledi. Muciy’i uzun uzun süzdü… Eve, sonra da yatak odasına döndü. Valeriya başını bir omzuna dayamış, ellerini, dermansız, iki yana bırakmış, ağır bir uykuya dalmıştı. Onu uyandırmak kolay olmadı… Ama gözlerini açıp kocasını karşısında görünce titreyerek boynuna sarıldı. Bütün vücudu tir tir titriyordu. Fabiy onu teselli etmeye çalıştı:
— Neyin var, sevgilim, neyin var? diye tekrarladı durdu.

Valeriya kocasının göğsünde titremeye devam ediyordu.

Yüzüyle ona sokulurken:
— Ah, öyle korkunç rüyalar görüyorum ki! diye fısıldıyordu. Fabiy sormak istediyse de Valeriya sadece titriyordu.

Nihayet kocasının kucağında uykuya daldığı zaman pencereler sabahın ilk ışığıyla kızıllaşmaya başlamıştı.

VIII.

Ertesi gün Muciy sabahleyin kayboldu. Valeriya da kocasına yakınlarındaki manastıra gitmek niyetinde olduğunu söyledi. Bu manastırda, kendisine karşı sonsuz bir güven beslediği vaftiz babası olan ihtiyar, ağırbaşlı bir keşiş vardı. Fabiy’in sorularına, son günlerin izlemleri tesiriyle ağır yükler altında kalan ruhunu tövbe ederek hafifletmek istediğini söyledi. Fabiy Valeriya’nın süzülmüş yüzüne baktı, ahenksiz sesine kulak verdi, en sonunda onun bu düşüncesine hak verdi. Saygıdeğer papaz Lorenzo karısına faydalı öğütler verebilirdi. Şüphelerini de dağıtırdı…

Valeriya dört muhafız kılavuzun himayesi altında manastıra gitti. Fabiy evde kaldı. Karısı dönünceye kadar bahçede dolaştı. Ona ne olduğunu anlamaya çalışıyordu. Bu sırada gittikçe artan bir korku, kızgınlık duyuyordu. Bilemediği şüphelerin acısı benliğini sarıyordu. Birkaç defa pavyona girdi, ama Muciy bir türlü dönmüyordu. Malayalı uşak da tevekkülle başını eğmiş, put gibi duruyordu. Tunç yüzünde (hiç değilse Fabiy’e öyle gelmişti) gizli bir gülümseme dolaşıyordu.

Bu sırada Valeriya tövbe ederken papaza her şeyi açıkladı. Anlatırken utanç değil, dehşet duyuyordu. Papaz dikkatle dinledi, onu takdis etti, elinde olmayarak işlediği günahı bağışladı. İçinden de: “Bu bir büyü işi, şeytan tılsımı… Bunu böyle bırakmaya gelmez” diye düşündü. Valeriya ile beraber köşke gitti. Bu hareketini de kendisini teselli etmek için yapıyormuş gibi gösterdi. Papazı gören Fabiy biraz telâşlandı. Ama tecrübeli ihtiyar, nasıl hareket edeceğini önceden tasarlamıştı.

Fabiy ile yalnız kalınca, tabii, Valeriya’nın tövbe ederken açtığı sırrı söylemedi, ama çağırmış olduğu misafiri tez elden evinden uzaklaştırmasını tavsiye etti. Hikâyeleri, şarkıları, hareketleriyle Valeriya’nın hayalini tahrik ettiğini söyledi. Hem de ihtiyarın fikrince, hatırladığına göre Muciy, eskiden de pek öyle dinine bağlı bir insan değildi. Uzun zaman Hıristiyanlık girmemiş diyarlarda dolaştığı için yanlış yola sapmış, hatta büyücülük sırlarını öğrenmiş olabilirdi. Bu sebeple ortada eski dostluk hakları mevcut olmakla beraber makul durumda ayrılmanın gerekli bir şey olduğunu gösteriyordu. Fabiy sayın keşişle aynı fikirdeydi. Kocası, keşişin tavsiyelerini bildirdiği zaman Valeriya pek memnun oldu. Karı-kocanın iyi niyetleriyle, dilekleriyle uğurlanan papaz Lorenzo manastır ve yoksullar için zengin hediyeleri yüklenerek manastırın yolunu tuttu.

Fabiy hemen akşam yemeğinden sonra Muciy ile anlaşmaya karar vermişti, ama garip misafiri yemek zamanına kadar geri dönmedi. Bunun üzerine Fabiy, Muciy ile konuşmayı ertesi güne bıraktı. Karıkoca da yatak odasına çekildiler.

IX.

Valeriya çabucak uyuyuverdi. Fabiy uyuyamıyordu. Gördükleri, duydukları gecenin karanlığında daha canlı olarak aklına geliyordu. Daha büyük bir ısrarla kendi kendine sorular soruyor, onları eskisi gibi cevaplandıramıyordu. Muciy gerçekten de bir büyücü müydü? Sihirleriyle Valeriya’yı da zehirlemiş miydi? O, hasta… Ama hastalığı ne?

Fabiy başını ellerinin üstüne koymuş nefesini tutarak derin düşüncelere dalmıştı. Bu arada ay da bulutsuz gökyüzünde yükselmeye başlamıştı. O anda hafif, mis kokulu bir nefes pavyon tarafından esmeye (yoksa Fabiy’e mi öyle gelmişti), ayın ışığıyla beraber pencerenin yarı şeffaf camlarından geçerek odayı doldurmaya başladı… Bu sırada ısrarlı, şehvetli bir fısıltı duyuluyordu… Tam o anda Fabiy, Valeriya’nın yavaş yavaş kımıldamaya başladığını gördü.

Fabiy silkindi, bir de ne görsün: karısı yavaş yavaş karyoladan kalkıp önce bir, sonra öteki ayağını yere indirdikten sonra tıpkı bir uyurgezer gibi, fersiz gözlerini karşı tarafa dikerek ellerini ileriye uzata uzata bahçeye çıkan kapıya doğru yürümeye başlamaz mı! Fabiy yıldırım hızıyla yatak odasının öteki kapısından dışarı fırladı, var hızıyla evin köşesinden dönerek bahçeye çıkan birinci kapıya dayandı. Sürmeye elini götürmüş götürmemişti ki birisinin kapıyı içerden açmaya çalıştığını, var kuvvetiyle ittiğini… Sonra bir, bir daha dayandığını hissetti… Ondan sonra inleyen bir ses duyuldu…

Fabiy: “Ama Muciy kentten dönmemişti ki!” diye düşündü, hemen pavyona koştu…

Bir de ne görsün!

Ayın parlak ışıklarıyla aydınlanan yoldan gene tıpkı bir uyurgezer gibi, gene ellerini ileriye doğru uzatıp fersiz gözlerini alabildiğine açarak Muciy kendisine doğru gelmiyor mu!.. Fabiy koşa koşa ona yaklaştı. Muciy onu görmeden intizamla, adım adım ilerliyordu. Ay ışığıyla aydınlanan yüzü, tıpkı Malayalının yüzü gibi gülüyordu. Fabiy ona adıyla seslenmek istedi.. Ama bu sırada arkasında, evde bir pencere çarptığını duydu… Başını çevirdi, baktı…

Gerçekten de yere kadar inen yatak odasının penceresi ardına kadar açılmıştı. Bir ayağını ileriye doğru uzatan Valeriya orada duruyordu… Elleriyle sanki Muciy’i arıyordu… Bütün vücuduyla ona doğru uzanıyordu.

Anlatılmaz bir öfke, birdenbire kabaran kudurmuş bir dalga gibi, Fabiy’in kalbini doldurdu.
— Kahrolası büyücü! diye bağırdı.

Bir eliyle Muciy’in boğazına yapıştı, öteki eliyle de kemerinde asılı duran kamayı kavrayarak sapına kadar böğrüne sapladı. Muciy, acı acı bağırdı. Yarayı eliyle bastırdı, sendeleye sendeleye pavyona doğru koştu… Ama tam Fabiy’in onu vurduğu sırada Valeriya da tıpkı öyle acı acı bağırdı, yıldırımla vurulmuş gibi yere yuvarlandı.

Fabiy karısına doğru atıldı, yerden kaldırdı, götürüp karyolaya yatırdı, onunla konuşmaya başladı…

Valeriya uzun zaman hareketsiz yattı. Ama sonra gözlerini açtı, biraz önce kaçınılmasına imkân olmayan ölümden kurtulmuş bir insan gibi derin derin, sık sık sevinçle nefes aldı, kocasını gördü, elleriyle boynuna sarılarak göğsüne sokuldu. “Sensin, sensin, değil mi?” diye fısıldıyordu. Elleri yavaş yavaş gevşedi, başı arkaya düştü, dudaklarında mesut gülümsemeyle: “Tanrıya şükür, her şey bitti… Ama öyle yorgunum ki!” diye mırıldanarak derin uykuya daldı, artık uykusu ağır değildi.

X.

Fabiy karısının yanına oturdu. Gözlerini solgun, zayıflamış, ama sükûnete kavuşmuş yüzünden ayırmayarak, olan bitenleri, aynı zamanda da şimdi nasıl hareket etmesi gerektiğini düşünmeye başladı. Nasıl bir çareye başvurmalıydı? Muciy’i öldürdüyse (kamanın ne kadar derin saplandığını göz önünde tutacak olursa bundan hiç şüphe edemezdi), evet Muciy’i öldürdüyse bunu saklamaya imkân yoktu ki!

Bunu düke, yargıçlara bildirmek gerekti… Ama böyle anlaşılmaz, karışık bir şeyi nasıl izah etmeliydi? Fabiy kendi evinde akrabasını, en iyi dostunu öldürmüştü! Hemen: Niçin? Sebep ne? diye soracaklardı… Ya Muciy ölmemişse? Fabiy bu kararsızlığa daha fazla tahammül edemedi. Valeriya’nın uyuduğuna kanaat getirdikten sonra oturduğu koltuktan usulca kalktı, evden çıkarak pavyona doğru yürüdü.

Orada her şey sessizdi. Yalnız pencerelerden birinde ışık vardı. Kalbi titreyerek dış kapıyı açtı. (Burada kanlı parmak izleri duruyordu, yoldaki kumların üstünde de siyah kan damlaları göze çarpıyordu). Birinci karanlık odadan geçti… Şaşkınlıktan donarak eşikte durdu.

Odanın ortasında, bir acem halısının üstünde Muciy bütün uzuvlarını germiş upuzun yatıyordu, başının altında bir ipek yastık vardı, üzeri siyah çizgili bir kırmızı şal ile örtülmüştü.

Balmumu gibi sapsarı olan yüzü tavana doğru çevrilmişti. Gözleri kapalıydı. Göz kapakları morarmıştı. Nefes aldığı belli değildi. Bir ölüyü andırıyordu.

Aynı şekilde kırmızı şala sarılmış olan Malayalı, onun ayakları ucunda diz çökmüştü. Sol elinde eğrelti otuna benzeyen o zamana kadar hiç görmediği bir dal tutuyordu. Hafifçe öne doğru eğilmiş, sabit gözlerini efendisinin yüzüne dikmişti.

Yerde orta büyüklükte bir meşale duruyor, yeşilimtırak aleviyle odayı aydınlatıyordu. Alev titremiyor, is de yapmıyordu. Fabiy içeri girince Malayalı hiç kımıldamadı, yalnız göz ucuyla baktı, sonra gözlerini gene Muciy’in yüzüne dikti. Arada sırada dalı kaldırıp indiriyor, havada sarsıyordu. Bu sırada sessiz dudakları hafifçe açılıyor, kımıldıyor, sanki sessiz sessiz bir şeyler söylüyordu.

Malayalı ile Muciy’in arasında, yerde Fabiy’in dostunu vurduğu kama duruyordu. Malayalı elindeki dalla kamanın kanlı ağzına bir defa vurdu. Bir dakika geçti… Bir daha vurdu.

Fabiy, Malayalı’ya yaklaştı, eğildi, hafif bir sesle:
— Öldü mü? diye sordu.

Malayalı başını yukardan aşağı eğdi. Sonra elini şalın altından çıkararak emreden bir hareketle kapıyı gösterdi.

Fabiy sorusunu tekrarlamak istediyse de emreden el gene aynı hareketi yaptı. Fabiy öfke, şaşkınlık duymakla beraber boyun eğmek zorunda kaldı.

Valeriya’yı eskisi gibi uykuda buldu. Yüzünde daha büyük bir sükûnet vardı. Fabiy soyunmadı, pencere önüne oturdu, gene düşüncelere daldı. Yükselen güneş onu gene eski yerinde buldu. Valeriya hâlâ uyanmıyordu.

XI.

Fabiy karısının uyanmasını beklemek, ondan sonra Ferraro’ya gitmek istiyordu. Birdenbire birisi yatak odasının kapısını hafifçe vurdu. Fabiy dışarı çıktı, karşısında ihtiyar uşağı Antonio’yu buldu.

İhtiyar:
— Senyör, dedi. Biraz önce Malayalı bize senyör Muciy’in hastalandığını, eşyalarıyla beraber kente taşınmak istediğini söyledi. Bunun için sizden eşyalarını yerleştirmeye yardım etmek üzere birkaç hizmetçi vermenizi, öğleye doğru birkaç yük, bir de binek atıyla kılavuz göndermenizi rica ettiğini anlattı. İzin veriyor musunuz? Fabiy:
— Bunları sana Malayalı mı söyledi? diye sordu. Nasıl? O, dilsiz değil mi?
— İşte, senyör, bunların hepsini bizim dilimizde yazdığı kâğıt; pek doğru yazılmış.
— Demek ki Muciy hastalanmış?
— Evet, ağır hastaymış, kendisini görmek imkânsızmış.
— Doktor çağırmadılar mı?
— Hayır. Malayalı izin vermedi.
— Demek ki bu kâğıdı sana Malayalı yazdı, ha?
— Evet, senyör.

Fabiy biraz sustu, sonra:
— Eh, peki, icabına bak, dedi.

Antonio uzaklaştı. Fabiy uşağın arkasından şaşkın şaşkın bakakaldı.

“Demek ki ölmemiş?” diye düşünüyordu. Buna sevinmek mi, yoksa esef etmek mi gerektiğini bilmiyordu. Hastaymış! Ama birkaç saat önce gördüğü bir ölüydü!

Fabiy, Valeriya’nın yanına döndü. Karısı uyandı, başını kaldırdı. Uzun uzun, manalı manalı bakıştılar.

Valeriya birdenbire sordu:
— O, artık yok, değil mi?
Fabiy titredi.
— Nasıl… Yok? Sen… Yoksa…
Valeriya:
— O, gitti mi? diye devam etti.
Fabiy’in kalbi ferahladı.
— Hayır, henüz gitmedi, ama bugün gidiyor.
— Ben de bir daha onu hiç göremeyeceğim, değil mi?
— Hiç görmeyeceksin.
— O rüyalar bir daha tekrarlanmayacak mı?
— Hayır.

Valeriya gene sevinçle içini çekti. Mesut gülümseme gene dudaklarında belirdi. İki elini kocasına uzattı.

Biz de bir daha ondan hiç bahsetmeyeceğiz, işitiyor musun, sevgilim? O gitmeden ben odamdan çıkmayacağım. Sen şimdi bana hizmetçilerimi gönder… Ha, sahi, şunu da al! diyerek gece masasının üstünde duran Muciy’in armağan ettiği inci gerdanlığı gösterdi. Onu al da en derin kuyularımızdan birinin içersine at. Beni kucakla, ben senin Valeriya’nım. O gitmeden de… Yanıma sakın gelme!

Fabiy gerdanlığı aldı. İncilerin rengi donuklaşmış gibiydi. Ondan sonra karısının dileğini yerine getirdi. Daha sonra uzaktan pavyona bakarak bahçede dolaşmaya başladı. Orada eşyaları yerleştirmeye çalışıyorlardı.

Uşaklar sandıkları dışarı çıkarıyor, atlara yüklüyorlardı… Malayalı aralarında yoktu.

Yenilmez bir duygu Fabiy’i pavyonda olan bitenleri bir daha görmeye çekiyordu. Pavyonun arka tarafında sabahleyin Muciy’in yatmakta olduğu odaya girilebilen gizli bir kapı vardı. Gizlenerek kapıya yaklaştı, kapalı değildi. Ağır perdenin kenarını kaldırarak odaya korka korka baktı.

XII.

Muciy, artık halının üstünde yatmıyordu. Koltukta oturuyordu, ama Fabiy’in ilk gelişinde gördüğü gibi bir cesetten farkı yoktu.

Taş gibi sertleşen kafası, koltuğun arkasına yaslanmıştı. Avuçları açık olan elleri iki yanına uzatılmıştı, dizlerinin üstünde sapsarı duruyordu. Göğsü inip kalkmıyordu.

Koltuğun yanında kuru otlarla serpili yerde, içlerinde siyah su bulunan birkaç kâse duruyordu. Bunlardan etrafa boğucu baharat kokusu yayılıyordu. Her kâsenin yanında ara sıra altın gibi gözlerini ışıldatan bakır renkli küçük yılanlar çöreklenmişti. Mııciy’in karşısında da Malayalının uzun vücudu yükseliyordu. Sırtına renk renk ipekli hırka giymişti. Beline kaplan kuyruğu bağlamıştı. Başında boynuzlu başlık vardı.

O, hareketsiz durmuyordu. Kâh huşu içinde yerlere kadar eğiliyor, sanki dua ediyordu, kâh bütün vücuduyla doğruluyor, hatta parmak ucuna basarak kalkıyordu. Kâh kollarını ahenkle alabildiğine açıyor, kâh ısrarla Muciy’e doğru uzatıyordu. Tehdit yahut emrettiği sanılırdı. Kaşlarını çatıyor, ayağını yere vuruyordu. Bütün bu hareketler ona galiba büyük bir gayrete mal oluyor, hatta eziyet veriyordu, çünkü ağır ağır nefes alıyordu. Yüzünden de buram buram ter akıyordu. Birdenbire olduğu yerde donmuş gibi kaldı, göğsünü havayla şişirerek alnını buruşturdu. Kenetlenmiş parmaklarını gererek, sanki ellerinde görünmeyen dizginleri tutuyormuş gibi, ellerini kendisine doğru çekti… Fabiy dehşet içinde Muciy’in başının koltuğun arkasından ayrılarak Malayalının ellerinin peşi sıra uzandığını gördü… Malayalı ellerini indirdi. Muciy’in başı gene bütün ağırlığıyla koltuğun arkasına yaslandı. Malayalı hareketlerini tekrarladıkça itaatli baş da hareketini tekrarlıyordu. Kâselerin içindeki siyah su kaynamaya başladı. Bu sırada kâseler çın çın çınlıyordu. Bakır renkli yılanlar kâselerin çevresinde dalgalanarak kıvrandılar.

Bu sırada Malayalı bir adım ilerledi, kaşlarını kaldırdı, gözlerini alabildiğine açarak başını Muciy’e doğru salladı… Ölünün gözkapakları titredi. İntizamsız bir şekilde aralandı. Onların altından kurşun gibi donuk gözbebekleri göründü. Malayalının yüzünde gururla karışık zafer, sevinç, evet, hemen hemen garezle dolu bir sevinç parladı. Dudaklarını alabildiğine açtı. Gırtlağının en derin bir yerinden kuvvetli, uzun uzun uluyan bir ses çıkardı. Muciy’in dudakları da aralandı. O vahşi ulumaya karşılık bir inilti duyuldu.

Ama Fabiy daha fazla dayanamadı. Bu şeytan oyununda kendisi de hazır bulunuyormuş gibi geldi!.. O da bağırdı, arkasına bakmadan, elden geldiği kadar çabuk evine koştu. Bu sırada hem dua ediyor, hem istavroz çıkarıyordu.

XIII.

Aradan üç saat geçtikten sonra Antonio yanına gelerek her şeyin hazırlandığını, bütün eşyaların yerleştirildiğini, senyör Muciy’in yola çıkmak üzere olduğunu söyledi. Fabiy uşağına hiç cevap vermeden taraçaya çıktı. Buradan pavyon görünüyordu. Yüklü birkaç at pavyona yakın bir yerde duruyordu. Pavyonun tam önüne kuvvetli bir doru aygır getirilmişti. İki kişilik geniş semeri vardı.

Gene orada başları açık uşaklarla silâhlı kılavuzlar duruyordu.

Pavyonun kapısı açıldı. Muciy, Malayalının yardımıyla dışarı çıktı. Malayalının arkasında gene her zamanki elbisesi vardı.

Muciy’in yüzü sapsarı idi. Kolları da bir ölünün kolları gibi sarkıyordu, ama kendisi yürüyordu… Evet, yürüyordu! Ata binince dimdik oturdu, el yordamıyla de yuları buldu. Malayalı onun ayaklarını üzengilere geçirdi, semerin arkasına atladı, eliyle efendisinin belini kavradı, kervan yola koyuldu.

Atlar rahvan gidiyordu. Evin önünden saparlarken Fabiy, Muciy’in esmer yüzünde iki tane beyaz nokta görür gibi olmuştu…

Ne! Yoksa ona gözlerini mi çevirmişti? Yalnız Malayalı eğilerek selâm verdi. Her zamanki gibi alaylı bir tavrı vardı.

Valeriya da bütün bunları görmüş müydü? Pencerelerinin panjurları kapalıydı… Ama belki de panjurların arkasında duruyordu.

XIV.

Valeriya öğle yemeğine yemek odasına geldi. Pek sakin, şefkatliydi. Böyle olmakla beraber hâlâ yorgunluktan şikâyet ediyordu. Ama artık ne telâşı, ne eski daimî şaşkınlığı, ne de korkusu kalmamıştı. Muciy gittikten bir gün sonra Fabiy, gene portresini yapmaya başladığı zaman yüz çizgilerinde, bir müddet kaybolarak kendisini şaşırtan o eski temiz ifadeyi buldu… Fırça da bezin üzerinde hafiflikle, güvenle dolaşmaya başladı.

Karıkoca eski hayatlarına kavuştular.

Muciy, sanki hiçbir zaman yeryüzüne gelmemiş gibi, kaybolup gitmişti. Ne Fabiy, ne de Valeriya ondan, onun talihinden hiç bahsetmemeye birbiriyle söz birliği etmiş gibiydiler. Hoş, onun talihi herkes için bir muamma olarak kalmıştı ya!

Sanki yer yarılmış, Muciy’i yutmuştu.

Fabiy bir gün, o uğursuz gece olan bitenleri karısına anlatmak zorunda olduğunu hissetti… Ama o da galiba kocasının böyle bir niyeti olduğunu anlamıştı. Nefesini kesti, vurmasını bekliyormuş gibi gözleri kısıldı… Fabiy de onu anladı, bu vuruşu indirmedi.

Güzel bir güz günü Fabiy, Cecile’in portresini bitirmekteydi. Valeriya orgun önüne oturmuştu. Parmakları tuşlarda dolaşıyordu… Birdenbire, iradesi dışında, elleri Muciy’in bir zamanlar çaldığı “‘Aşkın Zafer Şarkısını” çalmaya başladı. Tam o anda evlendiği günden beri ilk defa içinde canlanmaya başlayan bir yeni hayatın kıpırdanışını hissetti… Titredi, şarkıyı kesti…

Bunun manası ne idi? Yoksa…

El yazması burada sona eriyor.

Malva / Maksim Gorki

“Deniz gülüyordu.
Kızgın bir rüzgârın hafif esintisiyle titriyor, güneşi göz kamaştırıcı bir parlaklıkla yansıtan küçük kırışıklıklarla kaplanıyor, mavi gökyüzüne gümüş renginden binlerce gülümseme gönderiyordu. Denizle gök arasındaki engin boşlukta, denize uzanan kumsal burunun eğimli kıyılarına birbiri arkasına tırmanan dalgaların neşeli şıpırtısı yayılıyordu. Denizdeki kırışıkların binlerce kez yansıttığı güneş ışığıyla bu ses, canlı bir sevinçle, durmadan hareket eden bir uyumla birleşiyordu. Güneş, aydınlattığı için; deniz de onun coşkun bir sevinç içindeki aydınlığını yansıttığı için mutluydular.

Rüzgâr, denizin atlas göğsünü okşayarak düzeltiyor; güneş onu yakıcı ışınlarıyla ısıtıyor; deniz bu tatlı okşayışlar altında uykulu uykulu iç geçirerek sıcak havayı tuzlu bir buhar kokusuyla dolduruyordu. Sarı kumsala tırmanan yeşilimtrak dalgaların bıraktığı beyaz köpük, kızgın kumları ıslatarak hafif bir cızırtıyla sönüyordu.

Dar ve uzun burun, kıyıdan denize düşmüş kocaman bir kuleyi andırmaktaydı. Suyun güneşle oynaşan sınırsız alanı bir temel çivisi gibi deliyor; beri yanda, toprağın kızgın bir sisle kaplandığı uzaklıkta, başlangıç noktası göze görünmüyordu. Rüzgâr, bu temiz denizin ortasında ve mavi, berrak gökkubbe altında ne olduğu anlaşılmaz bir hale gelen ağır bir kokuyu sürükleyip getiriyordu oradan.

Burunun balık pullarıyla kaplı kumsalına ağaç kazıklar dikilmiş, bunların üzerine de yere örümcek ağı gibi gölgeleri düşen balık ağları asılmıştı. Kumsalda birkaç tane büyük, bir tane de küçük sandal yan yana duruyor, kıyıya tırmanan dalgalar el edip onları kendilerine çekmek istiyorlardı sanki. Dört bir yana çengeller, kürekler, sepetler, fıçılar saçılmıştı. Bunların ortasında da söğüt dallarnıdan, tahta tabakalarından, hasırlardan yapılmış bir baraka yükselmekteydi. Barakanın girişindeki budaklı bir değneğin üzerinde, tabanları gökyüzüne dönük keçe çizmeler sallanıyordu. Bütün bu darmadağınıklığın üstünde yükselen uzun bir sırığın ucundaki kırmızı bir bez parçası, rüzgârda dalgalanıyordu.

Sandallardan birinin gölgesinde, patronu Grebenşçikov’un volilerinin ileri mevki bekçiliğini yapan Vasili Legostev yatıyordu. Yüzükoyun uzanmış, başını avuçları içine almış, gözlerini denizin uzaklarına, güçlükle görülebilen kıyı çizgisine dikmişti. Orada, suyun üzerinde, küçük, siyah bir nokta kımıldıyor, bu noktanın kendisine yaklaştıkça büyüdüğünü görmek Vasili’nin hoşuna gidiyordu.

Güneşin dalgalar üzerindeki parlak ışıltısıyla kamaşan gözlerini kırpıştırarak memnun gülümsedi: Malva’ydı gelen. Gelecek, kahkahalar atacak, göğsü içi gıcıklayıcı bir şekilde inip kalkacak, onu yumuşacık kollarıyla kucaklayacak, çınlayan sesiyle martıları ürküterek kıyıda olup bitenleri bir bir anlatacaktı. Birlikte güzel bir balık çorbası pişirecekler, votka içecekler, kumsala devrilip sohbet edecek, oynaşacaklardı. Sonra hava kararmaya başlayınca da çaydanlıkta çay kaynatacak, lezzetli çörekler yiyecek ve yatıp uyuyacaklardı… Her pazar, haftanın her tatil günü böyle olurdu bu. Sabahleyin erkenden, henüz uykudan uyanmamış denizin üzerinden, tan öncesinin serin alacakaranlığı içinde kıyıya taşıyacaktı onu. Malva uyuklayarak sandalın kıçında oturacak, Vasili de kürek çekip onu seyredecekti. Çok gülünç olurdu o sıralar; tıka basa doymuş bir kedi gibi gülünç ve tatlı… Belki de oturduğu yerden kayarak sandalın dibine inecek, yusyumak olup uyuyacaktı orada. Sık sık yapardı bunu…

Kızgın sıcak yüzünden martılar bile bitkindi bugün. Gagalarını açmış, kanatlarını indirmiş, yan yana kumsalın üzerinde duruyorlar; ya da tembel tembel, bağrışmadan, dalgalar üzerinde sallanıyorlardı. Her zamanki yırtıcı canlılıklarından eser yoktu.

Vasili sandalda Malva’dan başka birinin daha olduğunu gördü. Acaba yine Seryojka mı askıntı olmuştu? Kumun üzerinde güçlükle dönerek oturdu, avuçlarını gözlerine siper edip kaygıyla bakmaya başladı. Gelen kimdi acaba? Malva kıçta oturmuş, dümen tutuyordu. Kürek çeken Seryojka olamazdı. Acemi bir kürekçiydi bu. Seryojka olsaydı, Malva dümen tutmak gereğini duymazdı. Vasili sabırsızlanarak:

– Heey! diye bağırdı.

Kumsaldaki martılar irkilerek kulak kabarttılar.

Sandaldan Malva’nın çınlayan sesi kopup geldi.

– Hey-hey!..
– Yanındaki kim?

Karşılık yerine bir kahkaha işitildi.

– Vasili alçak sesle:
– Şeytan karı! diye bir küfür savurarak tükürdü.

Gelenin kim olduğunu fena halde merak ediyordu. Sigarasını sararken, kürekçinin ensesine ve sırtına bakıyordu gözlerini kırpmadan. Kürek vuruşları altında suyun çıkardığı şıpırtı havaya yayılıyor, bekçinin çıplak ayakları kumları hışırdatıyordu. Sandal yaklaştı. Vasili, Malva’nın yüzündeki her zamankine benzemeyen yabancı gülümsemeyi seçebildiği zaman:

– Kim o yanındaki? diye bağırdı.

Malva gülerek:

– Biraz bekle, şimdi anlarsın! diye karşılık verdi.

Kürekçi yüzünü kıyıya çevirdi, o da gülerek Vasili’ye bakmaya başladı.

Bekçi kaşlarını çatarak, kendisine hiç de yabancı gelmeyen bu delikanlının kim olduğunu anımsamaya çalıştı.

Malva:

– Baştankara! komutunu verdi.

Sandal bir dalganın üzerinde hızla atılarak neredeyse yarısına kadar kumsala çıktı, hafifçe yana doğru kaykılıp durdu. Dalga, gerisin geri denize kaydı. Kürekçi kıyıya sıçrayarak:

– Merhaba, baba! dedi.

Vasili boğuk bir sesle:

– Yakov! diye haykırdı.

Sevinmekten çok, şaşırmıştı.

Kucaklaştılar, üç kez birbirlerinin dudaklarını, yanaklarını öptüler. Vasili’nin yüzünde şaşkınlık, sevinç, utanç birbirine karıştı.

– Bakıyorum, bakıyorum… Bir gelen var ama… İçim içime sığmıyor… Sensin ha! Nereden çıktın böyle? Bak sen şu işe! Acaba Seryojka mı diyorum? Yoo… Seryojka da değil! Ah, sensin ha!

Vasili bir eliyle sakalını sıvazlıyor, öbürünü havada sallayıp duruyordu. Malva’ya bakmak istiyordu ya, oğlunun cıvıl cıvıl gözleri dikilmişti yüzüne. Bunların parlaklığı Vasili’yi şaşkına çeviriyordu. Böylesine sağlıklı, güzel bir delikanlının babası olmaktan ötürü duyduğu kıvanç, metresinin orada bulunuşundan ötürü duyduğu utançla çarpışıyordu. Kızgın kumun üstünde ayak değiştirerek Yakov’un karşısında duruyor, cevap beklemeden birbiri arkasına sorular soruyordu delikanlıya. Kafası karma karışık olmuştu. Hele Malva’nın alaylı bir sesle:

– Topaç gibi ne dönüp duruyorsun?.. Sevinçten aklın karıştı galiba!.. Çocuğu barakaya götürüp ağırlasana… dediğini işitince büsbütün şaşkınlaştı.

Malva’ya baktı. Kadının dudaklarında Vasili’nin o zamana kadar görmediği bir alay kıpırtısı dolaşıyordu. Bu her zamanki yuvarlak, yumuşak, taze varlıkta yeni, yabancı bir şeyler vardı bugün. Yeşilimtrak gözleriyle bir babaya, bir oğula bakıyor; beyaz, küçük dişlerinin arasında durmadan karpuz çekirdeği çıtlatıyordu. Yakov da gülümseyerek babasını ve kadını seyrediyordu. Vasili’ye çok bunaltıcı gelen birkaç sessizlik saniyesi geçti. Üçü de susuyordu. Bekçi ansızın telaşlanarak barakaya yöneldi:

– Hemen geliyorum! Siz içeri girin, ben bir su doldurup geleyim… Balık çorbası pişireceğiz! Yakov, öyle bir çorba yedireceğim ki sana! Siz rahatınıza bakın, ben hemen geliyorum…

Barakanın yanından, kumun üstünden bir tencere alarak ağların orada bir yere doğru hızlı hızlı yürüdü; karmakarışık, gri ağ yığınları arasında gözden kayboldu.

Malva’yla Yakov da barakaya doğru yürüdüler.

Malva yan gözle delikanlının sağlam yapısını süzerken:

– Haydi bakalım güzel delikanlı, işte babana getirdim seni! dedi.

Yakov, kıvırcık, kumral bir sakalla çevrelenmiş yüzünü Malva’ya döndürdü; gözleri parlayarak:

– Evet, geldik… dedi. Güzel bir yer burası, deniz bir harika!
– Engin deniz… Peki, babanı nasıl buldun bakalım? Epeyce kocamış olmalı, öyle değil mi?
– Yoo, hiç de değil. Ben saçı sakalı ağarmıştır artık diye düşünüyordum ya, pek o kadar kırlaşmamış daha… Sırtı bile kamburlaşmamış…
– Görüşmeyeli ne kadar oldu demiştin?
– Sanırım beş yıl… O köyden çıktığında ben on yedimi sürüyordum…

Barakaya girdiler. Boğucu bir hava vardı burada. Hasırlardan tuzlu bir balık kokusu yükseliyordu. Yakov iri bir kütüğün, Malva da çuval yığınlarının üzerine oturdu. Aralarında, dibi masa olarak kullanılan enine kesilmiş bir fıçı vardı. Yerleşirken, hiç konuşmadan dik dik birbirlerini süzdüler.

Malva:

– Burada çalışmak istiyorsun galiba? diye sordu.
– Eh işte… Bilmem ki… Eğer bir iş bulunursa, çalışırım tabii.

Malva yeşil gözlerini kırpıştıra kırpıştıra delikanlıyı süzdü; kesinlikle:

– Bizim burada iş bulunur! dedi.

Yakov, Malva’ya bakmıyor; mintanının yenleriyle terli yüzünü kuruluyordu.

Malva ansızın gülmeye başladı.

– Ananın babana ilettiği haberler vardır herhalde?

Yakov, Malva’ya göz atarak kaşlarını çattı; kısaca:

– Tabii var… dedi. Ne olacak?
– Hiç!

Malva’nın gülüşü Yakov’un hoşuna gitmemiş, delikanlıyı sinirlendirmişti. Sonra düşünceleri bu kadından uzaklaşarak anasının ilettiği haberlerde toplandı.

Anası onu köyün dışına kadar geçirmiş, orada bir çite dayanıp, pınarları kurumuş gözlerini kırpıştırarak hızlı hızlı şöyle demişti:

– Yakov… Babana de ki… Tanrı aşkına, ona de ki… Baba, anam yapayalnız… Anladın mı… Beş yıl geçti, o hâlâ yapayalnız… Kocuyor, anladın mı! Yakovcuğum, söyle ona, Tanrı aşkına söyle… Anam kocakarı olacak yakında… Hâlâ yalnız, yapayalnız! Durmadan çalışıyor. İsa aşkına bir bir söyle…

Ve yüzünü önlüğüyle kapayarak sessizce ağlamıştı.

Ona o zaman acımamıştı, ama nedense şimdi acıyordu… Malva’ya bakarak kaşlarını sertçe çattı.

Vasili:

– İşte geldim! diye bağırarak barakaya girdi. Elinin birinde balık, ötekinde bıçak vardı.

Bozulduğunu belli etmiyordu artık. İçinin derinliklerine gizlemişti o duyguyu. Şimdi onlara sakin sakin bakabiliyordu. Fakat hareketlerinde yine de ona özgü olmayan bir tedirginlik vardı.

– Şimdi bir ateş yakayım… Hemen geliyorum… Konuşuruz… Ah Yakov, sen ha!..

Yeniden dışarı çıktı.

Malva bir yandan karpuz çekirdeklerini çıtırdatırken, öte yandan, bakışlarını gizlemek gereğini duymadan delikanlıyı tepeden tırnağa süzüyordu. Yakov ise çok istediği halde ona bakmamak için zorluyordu kendini.

Delikanlı, sessizlikten bir ara o kadar sıkıldı ki, yüksek sesle:

– Torbamı sandalda bırakmıştım, gidip alayım bari! dedi.

Yerinden ağır ağır kalkıp dışarı çıktı. Bu kez Vasili barakaya girdi; Malva’ya eğilip sert bir sesle, hızlı hızlı:

– Peki, sen niye geldin onunla birlikte? dedi. Şimdi seni kim diye tanıtayım ona? Sen neyimsin benim?

Malva:

– Geldimse geldim, ne olmuş!.. diye kestirip attı.
– Ah sen… Ne düşüncesiz karısın sen! Şimdi ben ne yapacağım? Böyle kör kör parmağım gözüne, birdenbire, olacak iş mi? Evde karım var yahu! Bu çocuğun anasıdır… Niçin akıl etmedin bunu?…
– Püf! Başka işim kalmadı da, bunu düşünecektim!.. Senin oğlundan bir korkum mu var? Yoksa senden mi korkacağım?

Malva yeşil gözlerini hoşgörüyle kırpıştırarak konuşuyordu:

– Az önce oğlanın önünde amma da döneliyordun ha! Öyle bir gülesim geldi ki!
– Gülesin geldi demek!.. Peki ben ne yapacağım şimdi?
– Daha önce düşünseydin bunu!
– Oğlanın damdan düşer gibi böyle birdenbire denizden çıkıp geleceğini nereden bilecektim?

Kumlar Yakov’un ayakları altında hışırdayınca konuşma kesildi. Yakov küçük torbasını getirip bir köşeye fırlattı; yan gözle kötü kötü, kadını süzdü.

Malva karpuz çekirdeklerini tutkuyla çıtırdatıyordu. Vasili kütüğe oturdu, kollarını dizlerinin üzerinde kavuşturdu; gülümseyerek söze başladı:

– Demek çıkıp geldin… Nereden aklına esti?
– Oldu işte… Sana da yazmıştık ya…
– Ne zaman? Ben mektup filan almadım!
– Nasıl olur? Yazmıştık…
– Demek kayboldu.

Vasili kederlenmişti.

– İşe bak sen! Allah kahretsin!.. Tam da gerekli olduğu zaman kaybolur…

Yakov babasına güvensiz bir bakış fırlatarak:

– Öyleyse köyde olup bitenlerden haberin yoktur… dedi.
– Nereden olsun? Mektubu almadım ki!

Yakov o zaman anlatmaya koyuldu. Atları ölmüş, ekinlerini daha şubat başında yiyip bitirmişlerdi. Beş kuruşluk gelirleri kalmamıştı. Ot da yetmiyordu; inek açlıktan ölmek üzereydi. Nisana kadar şöyle böyle geçinmişler, sonra da çift sürme zamanının bitiminde Yakov’un para kazanmak için babasının yanına varıp üç ay orada çalışmasına karar vermişlerdi. Bunu ona yazmışlar; sonra üç koyun satıp un ve ot satın almışlar, Yakov da çıkıp gelmişti işte.

Vasili:

– Bak sen şu işe! diye bağırdı. Fakat… Demek ki… Para da gönderiyordum ama…
– Çok bir para değil ki.. Kulübeyi onardık… Marya’yı kocaya verdik… Ben bir pulluk satın aldım… Sonra beş yıl az zaman mı?
– Ya!… Demek yetmedi ha?.. İşe bak sen… Dur hele, çorba kaynamaya başlamıştır; gecikmeye gelmez!

Kalkıp dışarı çıktı.

Vasili, ateşin önüne çökerek düşünceye daldı. Tencere köpükler saçarak kaynıyordu. Oğlunun anlattıkları canını pek fazla sıkmamış; fakat hem ona, hem de karısına karşı bir hoşnutsuzluk duygusu uyanmıştı içinde. Onlara beş yıldır dünyanın parasını göndermişti, ama işleri yine de yürütememişlerdi demek. Eğer Malva olmasaydı, Yakov’a neler söyleyeceğini bilirdi. Babasına danışmadan köyden çıkıp gelmeye aklı yetiyor da şuncağız iş yürütemiyordu demek! O güne kadar kaygısız, rahat bir hayat yaşayan Vasili, köyü aklına bile getirmemişti. Ama şimdi köydeki toprağı, birdenbire gereksiz, yararsız bir şey; yıllardır boş yere para akıttığı dipsiz bir çukur gibi görünüyordu ona. Bir kaşıkla balık çorbasını karıştırırken içini çekti.

Ateşin küçük, sarımtrak alevi, güneşin parlaklığı karşısında zavallı ve solgun kalıyordu. Mavi, saydam duman kümeleri ateşten koparak denize doğru, dalga serpintilerine karşı akıp gidiyorlardı. Vasili gözleriyle onların arkasından bakarken, durumunun artık eskisi gibi iyi olmayacağını, eskisi gibi özgür yaşayamayacağını düşünüyordu. Yakov, Malva’nın kim olduğunu anlamıştı kuşkusuz…

Kadınsa barakada oturmuş, hiç yitmeyen bir gülümsemenin oynaştığı küstah ve kışkırtıcı gözleriyle, delikanlıyı renkten renge sokuyordu.

Ansızın Yakov’un yüzüne dik dik bakarak:

– Köyde bir yavuklu bıraktın da geldin, değil mi? diye sordu.

Beriki isteksiz isteksiz:

– Olabilir, diye karşılık verdi. Ne olacak?

Malva kayıtsızca:

– Nasıl, güzel bir şey mi bari? diye sordu.

Yakov ses çıkarmadı.

– Ne susuyorsun? Hangimiz güzeliz; o mu, ben mi?

Delikanlı istemeye istemeye kadının yüzüne baktı. Yanakları esmer ve tombuldu. Kışkırtıcı bir gülümsemeyle aralanmış kabarık dudakları titriyordu. Vücuduna iyice oturan pembe, basma bluzu yuvarlak omuzlarıyla dik ve oynak göğüslerini meydana çıkarıyordu. Fakat kadının kurnaz kurnaz kırpışan, yeşil, alaycı gözlerinde delikanlının hoşuna gitmeyen bir şey vardı. Ona sert bir karşılık vermek istediği halde, nedense içini çekerek titrek bir sesle:

– Niçin böyle konuşuyorsun? diye sordu.

Malva alaycı bir gülüşle:

– Nasıl konuşayım istiyorsun diye karşılık verdi.
– Hem de gülüyorsun… Niye?
– Sana gülüyorum…

Yakov incinerek:

– Gülecek ne var bende diye sordu ve kadının bakışlarından kaçınmak için yeniden gözlerini indirdi.

Malva karşılık vermedi.

Yakov onun, babasıyla ilişkisinin niteliğini anlıyor, bu yüzden serbestçe konuşamıyordu Malva’yla. Bu iş delikanlıyı şaşırtmış değildi. Gurbetçi köylülerin, uzakta olmanın zevkini adamakıllı çıkardıklarını işitiyor, babası gibi güçlü kuvvetli bir adamın o kadar uzun bir zamanı kadınsız geçirmesinin zor bir şey olduğunu anlıyordu. Fakat yine de hem kadının, hem de babasının karşısında sıkılganlık duymamak elinde değildi. Sonra anasını, durup dinlenmeden, yakına yakına çalışan köydeki o bitkin kadını anımsadı…

Vasili barakaya girerek:

– Çorba hazır! diye seslendi. Malva, sen de kaşıkları çıkar!

Yakov babasına baktı. Kaşıkların yerini bildiğine göre, kadın buraya sık sık geliyor olmalı!.. diye düşündü.

Kaşıkları çıkaran Malva, gidip onları yıkayacağını, gelirken de sandalın kıç altındaki votkayı getireceğini söyledi.

Başbaşa kalan baba oğul, sessizce Malva’nın arkasından baktılar.

Vasili:

– Nasıl rasladın ona? diye sordu.
– Yazıhaneden seni soruyordum, o da oradaymış… “Kumda yayan yürümektense sandalla gidelim, zaten ben de ona gidiyorum” dedi. İşte böylece geldik.
– Eveeet… Ben de acaba Yakov ne yapıyordur şimdi diye düşünüyordum.

Yakov babasına bakarak tatlı tatlı gülümsedi. Bu gülümseyişle yüreklenen Vasili:

– Şey… Kadını nasıl buldun?… diye sordu.

Yakov gözünü kırptı, belirsizce:

– Fena değil, diye karşılık verdi.

Vasili kollarını yana açarak:

– Ne yaparsın; başka yolu yok bu işin iki gözüm, diye sesini yükseltti. Önce sıkayım dişimi dedim, ama baktım ki olacak şey değil! Alışmışız bir kere… Evli bir adamım ben. Elbisem yamanmalı, falan filan… Sonra… Ne bileyim canım!.. (Sözlerini içtenlikle bitirdi.) Ölümden de, kadından da kurtulmanın yolu yok!..

Yakov:

– Bana ne bunlardan? dedi. Kendi bileceğin şey. Seni yargılamak bana düşmez…

Ama içinden de şöyle düşünüyordu: Pantolonunu biraz zor yamatırsın böylesine…

Vasili:

– Topu topu kırk beş yaşındayım.. diye sürdürdü sözlerini. Sonra fazla bir masrafı da yok benim için; karım değil, bir şey değil…

Yakov bir yandan:

– Haklısın, diyor; fakat içinden: Herhalde son meteliğine kadar tırtıklıyordur! diye düşünüyordu.

Malva elinde bir şişe votka, bir çıkın tatlı çörekle dönüp geldi. Yemeğe oturdular. Konuşmadan yiyor, kemikleri şapırtıyla emdikten sonra, kapıdan dışarı kumun üstüne tükürüp fırlatıyorlardı. Yakov hırsla, iştahla yiyordu. Bu Malva’nın hoşuna gitmiş olmalıydı ki, delikanlının güneşten esmerleşmiş yanaklarının dolup boşalmasını; nemli ve iri dudaklarının hızla hareket edişini seyrederek keyifli keyifli gülümsüyordu. Vasili, canı istemediği halde, iştahla yiyor görünerek bundan böyle onlara nasıl davranması gerektiğini düşünüyordu.

Martıların yabanıl çığırışları, denizden yükselen tatlı ezgiyi zedeliyordu. Sıcağın yakıcılığı azalmıştı biraz. Ara sıra deniz kokusuyla dolu serin bir esintinin barakaya girdiği oluyordu.

Lezzetli balık çorbasını yiyip votkayı da yuvarladıktan sonra Yakov’un gözleri kaymaya başladı. Aptal aptal gülümsüyor, geğiriyor, esniyor ve Malva’ya öyle bir bakıyordu ki, Vasili ona:

– Yakov, çay zamanına kadar sen şurada uzanıver… Biz seni uyandırırız, demek zorunda kaldı.

Yakov:

– Oluur… deyip çuval yığınının üzerine devrildi.

Sonra:

– Peki… Siz ne yapacaksınız bakalım? diye sordu. Ha! Ha! Ha!…

Oğlunun kahkahası karşısında utanıp bozulan Vasili çabucak barakadan dışarı çıktı. Fakat Malva, dudaklarını büzüp kaşlarını çatarak:

– Bizim ne yapacağımız seni ilgilendirmez! diye karşılık verdi. Sana ne? Ağzın süt kokuyor daha! Anladın mı, yavru!

Yakov, bu sözleri söyleyerek çıkıp giden Malva’nın arkasından:

– Ağzım süt kokuyor ha! Öyle olsun! diye bağırdı. Bekle bakalım. Ben sana gösteririm! Ben senin…

Bir süre daha böyle homurdandıktan sonra, kıpkırmızı olmuş yüzünde sarhoş, doygun bir gülümsemeyle uyuyakaldı.

Kuma sapladığı üç tane kancanın tepelerini birleştirip üzerlerini hasırla örterek bir gölgelik yapan Vasili, ellerini ensesinde kenetleyerek uzanmış, gökyüzünü seyrediyordu, Malva onun yanında kendini kuma bırakıverdiği zaman, Vasili yüzünü öfkeyle kadına doğru çevirdi.

Malva alaylı alaylı gülerek:

– Ne o? diye sordu. Oğlunun gelişine pek sevinmedin galiba?

Vasili, sıkıntıyla:

– Baksana… dedi. Eğleniyor benimle… Senin yüzünden!

Malva yalancıktan şaşırarak:

– Niye benim yüzümdenmiş, diye sordu.
– Tabii senin yüzünden! Başka neden olacak?
– Ah sen, Allahın zavallısı! Ne olacak şimdi? Sana gelmeyeyim mi istiyorsun yoksa? Ha? Peki gelmem bundan sonra!..

Vasili:

– Sen ne cadısın sen! diye yakındı. Ne olacak; insan değil misiniz! İkiniz de benimle eğleniyorsunuz… Sözüm ona, en yakınlarımsınız! Eğlenecek ne var? Hainler!

Sırtını kadına dönerek sustu.

Malva kollarını dizlerinin üzerinde kavuşturmuş, gövdesini usul usul sallıyor, yeşil gözleriyle parlak, cıvıl cıvıl denizi seyrediyor; güzelliklerinin farkında olan bütün kadınların o doygun, tepeden gülümseyişi dolaşıyordu dudaklarında.

Kanatları kül renginde iri ve hantal bir kuşu andıran bir yelkenli, denizin üzerinde kayıp gidiyordu. Kıyıdan uzaktaydı. Gittikçe daha da uzaklaşıyor, gökle denizin birleşip kaynaştığı o mavi sonsuzluğa doğru yol alıyordu.

Vasili:

– Ne susuyorsun? diye sordu.

Malva:

– Düşünüyorum, dedi.
– Ne düşünüyorsun?

Malva:

– Hiç, diyerek kaşlarını oynattı.

Bir süre sustuktan sonra:

– Oğlun yakışıklı delikanlıymış… diye sözlerini sürdürdü.

Vasili kıskançlıkla:

– Sana ne bundan? diye sesini yükseltti.
– Neyse ne… Boş ver…

Vasili, Malva’yı kuşku dolu sert bir bakışla süzerek:

– Bana bak! dedi. Sersemliği bırak! Kafamı kızdırma! Yumuşak huylu atın çiftesi pek olur, anladın mı?.. (Dişlerini gıcırdattı; yumruklarını sıktı.) Bugün gelir gelmez bir oyun çevirmeye başladın… Ne yapmak istediğini anlayamadım daha… Fakat bana bak; eğer işin içinde bir hainlik olduğunu anlarsam, elimden kurtulamazsın ha! Kırıtmalar… Bilmem neler… Senin gibi mallara nasıl davranılacağını bilirim ben…

Malva umursamaz bir tavırla, erkeğin yüzüne bile bakmadan:

– Beni korkutmaya çalışma, Vasili… dedi.
– Pekâlâ! Öyleyse sen de alay etmekten vazgeç…
– Benim gözümü yıldırmaya çalışma…

Vasili öfkeyle:

– Eğer şımarıklığa başlarsan, bilirim yapacağımı! diye gözdağı verdi.

Kadın, Vasili’nin öfkeden kararmış yüzüne merakla baktı:

– Dayak mı atacaksın?
– Ne o? Kendini kontes mi sanıyorsun yoksa? Dayak da atarım tabii…

Malva sakin, inandırıcı bir tavırla:

– Ben senin neyinim, karın mıyım? diye sordu.

Ve karşılık beklemeden sözlerini sürdürdü:

– Karını aklına estiği zaman dövmeye alıştın; aynı şeyi bana da yapacağını sanıyorsun öyle mi? Yok aslanım! Ben kendi kendimin efendisiyim; kimseden korkum yok. Ama sen kendi oğlundan korkan bir adamsın. Al işte; az önce rezil kepaze oldun karşısında. Ne ayıp şey! Şimdi de kalkmış, benim gözümü korkutmaya çalışıyorsun!

Başını horgörüyle sallayıp sustu. Kadının soğuk, aşağılayıcı sözleri adamın öfkesini bastırmıştı. Vasili hiç bu kadar güzel görmemişti onu.

Kendisini kızdırdığı halde, Malva’ya yine de hayranlıkla bakarak:

– Karga gibi öt bakalım… dedi.
– Sözüm bitmedi daha. Seryojka’nın karşısında şişinip durmuşsun geçen gün; güya ben sensiz yapamazmışım, falan filan… Boş lakırdı… Seni sevdiğim, buraya senin için geldiğim nerden belli? Belki de bu yerleri seviyorum ben… (Elini çevrede dolaştırdı.) Belki de buraların ıssızlığı hoşuma gidiyor. Deniz ve gökyüzü… İnsanların alçaklığından uzakta… Ama sen de yanımdaymışsın; benim için fark etmez… Buranın ücretini ödemek gibi bir şey… Seryojka olsa, ona da gelirdim… Oğlun olsa, ona da gelirim… Ama hiçbiriniz olmasanız, daha memnun olurdum tabii… Kafa ütülediniz artık! Bu güzellik bendeyken, elimi sallasam ellisi gelir… Herkes yanımda olmaya can atar…

Vasili öfkeden boğulurcasına:

– Bak sen! diye haykırarak kadının gırtlağına sarıldı. Demek böyle ha?..

Sarsalamaya başladı. Fakat Malva; yüzü kızardığı, gözleri kanla dolduğu halde, kendini korumak için en küçük bir harekette bulunmadı. Sadece, her iki elini de, boğazını sıkmakta olan elin üzerine koymuş, dik dik Vasili’nin yüzüne bakıyordu.

Vasili kudurmuş gibi:

– Demek içinde sakladığın buydu… diye hırıldıyordu. Belli de etmiyordun hiç; seni alçak!. O kucaklamalar… O okşayışlar… Hepsi numaraydı demek… Ben sana gösteririm!

Kadını yere yatırarak gülle gibi yumruğuyla boynuna boynuna vurmaya başladı. Yumruğu bu esnek et yığını üzerinde inip kalktıkça tuhaf bir zevk duyuyordu.

Sonra:

– Nasıl… Oldu mu şimdi, yılan? diye horozlanarak Malva’yı bir yana fırlattı.

Kadın sessiz, sakin, sırtüstü yuvarlandı. Kıpkırmızı olmuş, saçı başı dağılmıştı. Ama yine de güzeldi. Yeşil gözleri, kirpiklerinin arasından soğuk bir nefretle ışıldıyordu. Ne var ki, yaptığı işten memnun, göğsü hırstan körük gibi inip kalkan Vasili, bu bakışları fark etmedi. Neden sonra ona gururla şöyle bir göz attığında, Malva’nın gülümsediğini gördü. Kadının dolgun dudakları titriyor, gözleri alev alev yanıyor, yanaklarında gamzecikler beliriyordu.

Vasili, onu elinden tutup kabaca kaldırırken:

– Ne oluyorsun, şeytan karı! diye bağırdı.

Malva:

– Vasili!.. diye fısıldadı. Beni sen mi dövdün?

Bu sözden bir şey anlamayan Vasili:

– Ben dövdüm tabii; kim dövecek! diye karşılık verdi.

Kadına bakıyor, ne yapması gerektiğini kestiremiyordu. Bir yumruk daha vurmalı mıydı? Fakat öfkesi geçmişti artık. Eli kalkmadı.

Malva yeniden:

– Demek beni seviyorsun? diye fısıldadı.

Sesinin tonu Vasili’nin kanını kaynatmıştı. Asık bir yüzle:

– Evet, dedi. Bilmen çok gerekliydi de!
– Oysa beni artık sevmediğini sanıyordum… Oğlu geldi, beni başından savar artık diyordum…

Bu sözlerle birlikte, tuhaf, ayartıcı bir kahkaha attı.

Vasili de elinde olmaksızın gülümsedi:

– Ahmak! dedi. Oğlum keyfimin kahyası mı benim?

Hem utanmış, hem de acımaya başlamıştı kadına. Fakat Malva’nın az önce söyledikleri yeniden aklıma gelince, sert bir sesle:

– Oğlumla ilgisi yok bu işin… diye sözlerini sürdürdü. Dayak yediysen, suç kendinde. Niye kızdırdın beni?

Malva:

– Mahsustan yaptım, denedim seni… diyerek omzunu adamın göğsüne dayadı.
– Denemiş! Neyi denedin? Öğrendin işte öğreneceğini.

Malva gözlerini kırpıştırarak, inandırıcı bir tavırla:

– Olsun! dedi. Kızmadım ki… Dövdüysen, sevdiğin için dövdün! Benden bunun karşılığını alacaksın…

Erkeğin gözlerinin içine baktı; sesini yavaşlatarak, bir daha:

– Oh, öyle bir alacaksın ki!.. diye fısıldadı.

Bu sözlerin tatlı bir vaat olduğunu anlayan Vasili’nin yüregi çarpmaya başlamıştı. Gülümseyerek:

– Nasıl alacakmışım? diye sordu. Görelim bakalım!..

Malva sakin sakin:

– Göreceksin… dedi.

Fakat onun da dudakları titriyordu.

Vasili:

– Ah sevgilim! diye bağırarak Malva’yı tutkuyla kucakladı. Biliyor musun, dövdükten sonra daha çok sevmeye başladım seni! Vallahi!.. Şimdi daha çok benimsin…

Üzerlerinde martılar uçuşuyordu. denizden esen tatlı bir meltem, dalgaların serpintisini ayaklarına kadar getiriyor, denizin yorulmak bilmez gülüşü durmadan çınlıyordu…

Vasili, soluğunu serbestçe bırakırken:

– Eh, işte insan oğlunun işleri! dedi. (Vücuduna yaslanan kadını dalgın dalgın okşuyordu.) Dünya böyle kurulmuş bir kere. Günah olan şey tatlı oluyor. Sen anlamazsın bunu… Kimi zaman hayatın anlamını düşünürüm de, aklımı oynatacak gibi olurum!.. Özellikle de geceleyin olur bu… Öyle zamanlarda gözüme uyku girmez… Karşında deniz, üstünde gökyüzü; dört bir yanın da öylesine karanlıktır ki, tüylerin ürperir… Ve sen burada, yapayalnızsındır! Kendini o kadar küçük, o kadar küçük bulursun ki… Yeryüzü, altında sallanmaya başlar; sense onun üzerinde yapayalnızsındır. O anda yanımda sen bari olsan… İki kişi ne de olsa başkadır…

Malva gözlerini yummuş, Vasili’nin dizlerinde yatıyor; konuşmuyordu. Vasili, güneşin ve rüzgârın yağızlaştırdığı kaba saba, fakat sevimli yüzünü kadının üzerine eğmişti. Kocaman, rengi atmış sakalı Malva’nın boynuna sürünüyordu. Malva kımıldamadan yatıyor, sadece göğsünün uyumla inip kalktığı görülüyordu. Vasili’nin bakışları kâh denizin üzerinde dolaşıyor, kâh yanıbaşındaki bu göğüse takılıyordu. Sonra ağır ağır, ağzını şapırdata şapırdata, bol yağlı bir pirinç lapası yiyormuşcasına, Malva’nın dudaklarını öpmeye başladı.

Böylece üç saat geçti. Güneş denizin üzerinde batmaya başladığı zaman adam sıkıntılı bir sesle:

– Eh, ben gidip çay kaynatayım bari… dedi. Konuğumuz az sonra uyanır!

Malva uykulu bir kedi gibi tembel tembel yana çekildi. Vasili istemeye istemeye kalkıp barakaya yollandı. Kadın, kirpiklerini azıcık aralayarak adamın arkasından baktı, ağır bir yükten kurtulmuşçasına rahat bir soluk aldı.

Sonra üçü birden ateşin çevresinde çay içmeye oturdular. Deniz, gün batımının renkleriyle bezenmişti. Yeşilimtrak dalgalar erguvan rengi bir pırıltıya bürünmüştü.

Vasili, beyaz bir fincandan çayını yudumlarken, oğluna köye ilişkin sorular soruyor; ya da kendi anılarından söz ediyordu. Malva söze karışmadan, onların ağır aksak sürüp giden konuşmalarını dinliyordu.

– Nasıl, köylüler geçinip gidiyor değil mi?
– Eh, şöyle böyle…
– Köylü kısmının istediği nedir ki? Bir kulübe, bol bol ekmek, bayramdan bayrama da bir bardak votka… Ama bunu bile bulamazsın… Evimde karnım doysaydı, kalkıp buralara gelir miydim? Köyde efendi de sensin, bey de; herkes eşittir. Ama burada bir uşak parçasından başka nesin?..

– Ama burada da karnın daha çok doyar; iş de daha kolaydır…
– Sen neden söz ediyorsun?.. Bazen öyle zamanlar olur ki, kemiklerin sızım sızım sızıldar. Üstelik burada el kapısındasın; oradaysa kendine çalışırsın.

Yakov sakin sakin karşı çıkıyordu:

– Ama burada daha çok kazanç var.

Vasili içinden oğlunu haklı buluyordu. Köy hayatı buradakinden bin kat zordu. Fakat nedense Yakov’un bunu bilmesini istemiyordu.

Sert bir sesle karşılık verdi:

– Sen burada kaç para kazanıldığını hesapladın mı? Kardeşcağızım, köyde…

Malva gülümseyerek söze karıştı:

– Çukurda gibisindir… Karanlık, dar bir çukurda… Hele kadınların hayatı, gözyaşından ibarettir.

Vasili kaşlarını çatarak Malva’ya baktı:

– Kadınların hayatı her yerde aynıdır… Işık her yerde aynı ışıktır, güneş bir tanedir!

Malva heyecanlanarak:

– Haydi ordan, haltetmişsin sen! diye sesini yükseltti. Köylü karısı istese de istemese de kocaya varmak zorundadır. Ha kocalı karı olmuşsun, ha yatıp ölmüşsün, ne fark eder? Ekin biç, yün eğir, hayvan güt, çocuk doğur… Peki sana kalan nedir? Kocanın dayağıyla küfürü…

Vasili:

– Dayak her zaman atılmaz, diye Malva’nın sözünü kesecek oldu.

Malva ona kulak asmadan sözlerini sürdürüyordu:

– Ama burada kimse karışamaz bana. Martı gibi, gönlümün dilediği yere uçarım! Kimse yolumu kesemez… Kimse el süremez bana!..

Vasili gülerek, anlamlı anlamlı:

– Ya sürerlerse? diye sordu.

Kadın sessizce:

– O zaman bunun karşılığını alırlar! dedi.

Gözlerinin parlaklığı ansızın sönüvermişti.

Vasili babacan bir tavırla gülerek:

– Al işte, dedi. Canlısın ama güçsüzsün! Konuşmaktan başka bir şey bilmezsin. Kadın kısmı, köyde hayatın bir parçasıdır… Buralardaysa fingirdemek için yaşar…

Bir süre sustuktan sonra:

– Yani günaha girmek için, diye ekledi.

Vasili’yle Malva’nın konuşmaları kesildiğinde Yakov düşünceli düşünceli içini çekerek:

– Bu denizin sonu yok galiba… dedi.

Üçü birden, sessizce, karşılarında uzanan sonsuzluğa baktılar.

Yakov kolunu uzatarak:

– Ah, bütün bu su toprak olsaydı! diye sesini yükseltti. Ekilip sürülebilseydi!

Vasili, oğlunun istekle kızaran yüzüne bakarak:

– Bak sen! diye keyifli keyifli güldü.

Oğlunun toprağı sevdiğini görmek hoşuna gitmişti. Bu sevginin belki de serbest çalışma hayatının çekiciliğini bastırarak Yakov’u kısa bir süre sonra, ısrarla köye çağıracağını düşünüyordu. Kendisiyse yine burada, Malva’yla kalacak; her şey eskisi gibi sürüp gidecekti…

– Yakov, çok iyi dedin bunu! Köylü kısmı böyle olmalı! Köylü kısmının gücü, topraktadır. Toprakla kaynaştıkça yüzüne kan gelir. Ama bir kere ondan koptu mu, yıkılır gider artık. Topraksız köylü köksüz ağaç gibidir. Bir süre daha işe yarar ama, az sonra çürüyüp gider! Ormandaki güzelliğinden eser kalmaz. Yassılır, kirtiş kirtiş olur; bütün çalımını kaybeder!.. Çok güzel bir söz söyledin Yakov!

Deniz, güneşi bağrına çekiyor, dalgaların şıpırtılı şarkısıyla selamlayarak karşılıyordu onu. Güneşin veda ışıklarıyla bezenen dalgalar, şaşılacak bir renk cümbüşü içindeydiler. Işığın bu tanrısal kaynağı, uyumlu renklerini denize saçarak onunla vedalaşıyor; kendisini gözleriyle izleyen üç insandan uzaklaşarak, şafağın sevinçli parıltısıyla uykulu toprakları uyandırmaya gidiyordu.

Vasili, Malva’ya:

– Hey Allahım! dedi. Güneşin batışını seyrederken ruhum eriyor sanki!

Malva bir şey söylemedi. Yakov’un, denizin enginliklerinde dolaşan mavi gözlerinde bir gülümseme ışıldıyordu. Üçü birden, düşünceli bir tavırla, günün son dakikalarının söndüğü noktaya uzun uzun baktılar. Önlerindeki ateş küllenmeye başlamıştı. Arkalarında gece, gökyüzüne gölgelerini yayarak ilerliyordu. Sarı kumsal karardı; martılar görünmez oldu; her yanı sessiz, yumuşak, düşsel bir karanlık kapladı… Kumsala çarpıp duran yorulmak bilmez dalgalar bile gündüzkü kadar sevinçli, gür bir sesle şıpırdamıyorlardı şimdi…

Malva:

– Niye oturuyorum ben? dedi. Gideyim artık.

Vasili utandı; şaşırdı; oğluna baktı. Sonra tedirgin bir sesle:

– Acelen ne? diye mırıldandı. Bekle, birazdan ay doğar…
– Aydan bana ne? Karanlıkta da korkmadan giderim. Geceleyin ilk gidişim değil ki buradan!…

Yakov babasına kaçamak bir bakış fırlattı; yüzündeki alaycı gülümsemeyi gizlemek için gözlerini kırpıştırdı. Sonra bakışlarını Malva’ya çevirince kadının da kendisine bakmakta olduğunu görüp bir tuhaf oldu.

Vasili, tedirgin, sıkkın:

– Ne yapalım! dedi. Git!

Kadın kalktı, vedalaştı, kıyı boyunca ağır ağır yürümeye başladı. Ayaklarının dibinde yuvarlanan dalgalar, onunla oynaşıyorlardı sanki. Gökyüzünün altın çiçekleri yıldızlar, titrek titrek ışıldamaya başladılar. Malva’nın parlak bluzu, onun ardı sıra bakan Vasili’yle Yakov’dan uzaklaştıkça karanlığa karışıyordu.

Sonra kadının gür, tiz bir sesle söylediği şarkıyı işittiler:

Sevgilim! Koş gel, durma!

Ah, sarayım seni kollarımla…

Vasili’ye, Malva orada durup bekliyormuş gibi geldi. “Hınzır karı! Mahsustan yapıyor; beni kızdırmak istiyor!” diye düşünerek hırsla tükürdü.

Yakov gülümseyerek:

– Vay anam! Ne güzel söylüyor! dedi.

Kadın, karanlıkta gri bir leke gibi kalmıştı. Sesi denizin üzerinde yükseliyordu:

Bir çift beyaz kuğu olan

Memelerimi hırpala…

Yakov:

– Vay anam! diye inledi; bütün vücuduyla bu ayartıcı sözlerin geldiği yöne doğru uzandı.

Vasili sert bir sesle:

– Demek köydeki işlerin üstesinden gelemedin? dedi.

Yakov, babasına şaşkın şaşkın baktı; doğrulup eskisi gibi oturdu.

Malva’nın ateşli şarkısı, dalgaların gürültüsünde gitgide boğularak parça parça hâlâ kulaklarına kadar ulaşıyordu:

Ah… İnsan bu karanlıkta

Nasıl uyur yalnız başına!..

Vasili kumların üzerinde debelenerek kederli bir sesle:

– Ne kadar sıcak! diye bağırdı. Gece olduğu halde… Hâlâ sıcak! Lânet olası memleket!

Yakov ona doğru döndü; söyleyecek söz ararcasına:

– Kumlar sabahtan kızıyor da… dedi.

Babası:

– Ne o? Yoksa benimle eğleniyor musun? diye tersledi.

Yakov saf saf:

– Ben mi? diye sordu. Yoo… Eğlenecek ne var?
– Neyse… Boş ver…

Sustular.

Dalgaların gürültüsü arasından; iç çekmelere, tatlı, okşayıcı çağrıya benzeyen sesler geldi kulaklarına.

İki hafta sonra yine bir pazar günüydü. Vasili Legostev yine barakasının yanındaki kumlara uzanmış, gözleri denizde, Malva’yı bekliyordu. Deniz yine güneş ışınlarını yansıtarak gülüyor, kıyıya akın akın hücum eden dalgalar yine yelelerinin köpüğünü kumsala bırakıyor ve yeniden denize yuvarlanarak onun bağrında eriyorlardı. Her şey on dört gün önceki gibiydi yine. Sadece Vasili, metresini her zaman sakin bir güvenle beklerken, bugün içi içine sığmıyordu. Geçen pazar gelmemişti. Bugün mutlaka gelmeliydi! Geleceğinden kuşkusu yoktu ama, bir an önce görmek istiyordu onu. Yakov engel olamayacaktı bugün. Evvelsi gün öteki ırgatlarla birlikte ağ almaya geldiğinde, pazar günü mintan satın almak için kente ineceğini söylemişti. Aylığı on beş rubleye bir balıkçı takımına kapılanmış, üç gündür balığa çıkıyor, şimdi de çalımından yanına yaklaşılmıyordu. O da öteki ırgatlar gibi salamura balık kokuyor, kir pas içinde yüzüyor, üstü başı dökülüyordu. Oğlu aklına gelince Vasili içini çekti:

– Biraz karnı doyunca… şımarmaya başlayacak… belki de köye dönmek istemeyecektir… O zaman gitmek bana düşecek… diye düşündü.

Denizde martılardan başka bir şey görünmüyordu. Uzakta, gökle denizi ayıran kumsalın ince kıyı çizgisi görülüyordu. Fakat güneş ışınları denize neredeyse dik olarak düştükleri halde, ne gelen vardı ne giden. Malva bu saatte çoktan gelmiş olurdu.

Havada iki martı kapıştı. Öylesine dövüşüyorlardı ki, tüyleri savrulmaya başladı. Dalgaların engin deniz üstündeki güneş ışınlarıyla birleşen neşeli ve sonsuz şarkısı, martıların kızgın çığlıklarıyla parçalanıyordu. Birbirlerini gagalayan martılar, acıyla ve öfkeyle keskin çığlıklar kopararak denize yuvarlanıyor, sonra peşpeşe yeniden havalanıyorlardı… Öteki martılar -koca bir sürü- bu kavgaya aldırış etmeden; kıpır kıpır oynayan, saydam, yeşilimtrak suyun üzerinde taklalar atarak hırsla balık avlıyorlardı.

Deniz bomboştu. O tanıdık, siyah nokta görünürde yoktu hâlâ…

Vasili yüksek sesle:

– Demek gelmiyorsun? dedi. Cehennemin dibine kadar yolun var! Ne sandın yani?..

Kıyıya doğru horgörüyle tükürdü.

Deniz gülüyordu.

Yemek hazırlamak için kalkıp barakaya doğru yürüdü. Fakat canının bir şey istemediğini hissederek eski yerine döndü; yeniden oraya uzandı.

– Seryojka bari gelseydi! diye geçirdi içinden.

Sonra sadece Seryojka’yı düşünmeye zorladı kendini: Zehir gibi bir adam. Alay etmediği şey yoktur. Herkesi yumruğuyla sindirmiştir. Güçlü kuvvetli, okumuş, görmüş geçirmiş… Fakat ayyaş. Onunla birlikteyken can sıkıntısı nedir bilmez insan… Kadınlar Seryojka için deli divane olur. Bir yerde görünmeye görsün, hepsi peşine takılır. Sadece Malva yüz vermez ona… Gelmiyor işte. Melûn karı! Dayak attığıma mı kızdı yoksa? Onun için sanki yeni bir şey mi bu? Kimbilir ne dayaklar yemiştir hayatında!.. Birazdan bunun hesabını sorarım ona…

Vasili böylece bir oğlunu, bir Seryojka’yı, en çok da Malva’yı düşünerek kumların üzerinde yuvarlanıyor; bekleyip duruyordu. Tedirginliği yavaş yavaş karanlık bir kuşkuya dönüşmeye başlamıştı ama, düşünmek istemiyordu şimdi bunu. Böylece, içindeki kuşkuyu bastırmaya çalışarak, arada bir kalkıp kumsalda gezinerek, sonra yeniden uzanarak akşamı etti. Deniz kararmaya başladığında o hâlâ gözlerini uzaklara dikmiş; sandalın görünmesini bekliyordu.

Malva o gün de gelmedi.

Vasili yatağa uzandığında, kendisini buraya mıhlayan, kıyıya çıkmasına izin vermeyen işine acı acı sövdü. Uykuya dalarken de ikide bir sıçrayıp uyanıyordu. Uykusunun arasında, uzaklarda bir yerlerde kürek şıpırtıları duyar gibi oluyordu. Kalkıp ellerini gözlerine siper ederek karanlık, bulanık denize bakıyordu. Kıyıda, dalyanın olduğu yerde, iki ateş sönük sönük parlıyor, denizin üzerinde başkaca bir şey görünmüyordu.

En sonunda:

– Alacağın olsun kaltak! diye homurdanarak derin bir uykuya daldı.

Dalyanda bakın neler olup bitmişti o gün:

Yakov uyandığında, güneş ortalığı kızdırmamıştı daha. Serin, canlandırıcı bir meltem esiyordu denizden. Delikanlı, deniz suyuyla elini yüzünü yıkamak için barakadan çıkıp kıyıya doğru yürürken Malva’yı gördü. Kadın, kıyıya çekilen büyücek bir sandalın kıç tarafına oturmuş, çıplak ayaklarını bordadan sarkıtmış, ıslak saçlarını tarıyordu.

Yakov durdu; ilgiyle ona bakmaya başladı.

Malva’nın düğmeleri iliklenmemiş basma bluzu omzunun birinden sarkıyor; bu beyaz ve nefis yuvarlaklığı göz önüne seriyordu.

Dalgalar sandalın kıçına çarptıkça, Malva, denizin üzerinde kah yükseliyor; kah çıplak ayakları suya değecekmişçesine, alçalıyordu.

Yakov:

– Ne o, yıkandın mı yoksa? diye seslendi.

Kadın ona bir göz atarak:

– Yıkandım… dedi. Niye erken kalktın?
– Sen daha erken kalkmışsın ya…
– Sen bana ne bakıyorsun?

Yakov sustu.

Malva:

– Benim gibi yaşarsan, feleğini şaşarsın! dedi.

Yakov gülümseyerek:

– Yapma… dedi. Vallahi korktum senden!

Sonra çömelerek yıkanmaya başladı. Serin suyu avuç avuç yüzüne çarptıkça, ördek gibi gurultular çıkarıyordu. Kalkıp mintanının eteğiyle kurulanırken, Malva’ya:

– Niçin durmadan beni korkutmaya çalışıyorsun? diye sordu.
– Sen de niye yiyecekmiş gibi bakıyorsun bana?

Yakov ona, dalyandaki öteki kadınlara baktığından daha çok baktığını sanmıyordu. Fakat ansızın:

– İştahımı kabartıyorsun da ondan!.. deyiverdi.
– Hınzırlıkların babanın kulağına giderse, o senin iştahını iyi kabartır!

Kurnaz, ateşli bakışlarını delikanlının yüzüne dikmişti.

Yakov gülerek sandala tırmandı. Kadının hangi hınzırlıklardan söz ettiğini anlamamıştı ama, böyle konuştuğuna göre herhalde vardı bir bildiği. Bu düşünce onu keyiflendirmişti.

Sandalın bordasına, Malva’nın yanına doğru giderken:

– Ne olmuş? dedi. Babam seni satın almadı ya!

Kadının yanına oturdu; bakışlarını onun çıplak omuzunda, yarı açık göğsünde, deniz kokusu fışkıran sağlam, taptaze bedeninde gezdirdi. Sonra birdenbire, coşkuyla:

– Ne kadar da beyazsın! diye bağırdı.

Malva onun yüzüne bakmadan ve açık saçık yerlerini kapatmak gereğini duymadan:

– Sana yaramaz! diye kestirip attı.

Yakov içini çekti.

Sabah güneşinin aydınlattığı uçsuz bucaksız bir deniz uzanıyordu karşılarında. Rüzgârın okşayıcı soluğunun doğurduğu küçük, oynak dalgacıklar sandalın bordasını usul usul dövüyordu. Burun, denizin atlastan göğsü üzerinde bir yara izi gibi uzayıp gidiyordu. Uzaktaki sırık, ince bir çizgi gibi, gökyüzünün yumuşak ve mavi bağrını deliyor; üzerindeki bez parçasının, rüzgârda dalgalandığı görülüyordu.

Malva, Yakov’un yüzüne bakmadan:

– Anladın mı aslanım! dedi. İştah uyandırıcıyımdır ama, sana yaramaz… Üstelik ne kimsenin malıyım, ne de senin babanın kölesi. Ben kendim için yaşarım… Bana askıntı olup durma, çünkü seninle Vasili arasında hır çıkmasını istemem… Ne türlü olursa olsun, tartışmadan da, hır gürden de hoşlanmam… Anladın mı?

Yakov:

– Ne yaptım ki ben? diye şaşkınlığını belirtti. Sana dokunduğum mu var?
– Sen bana dokunamazsın!

Yakov’u öylesine hiçe sayan bir tavırla söylemişti ki bunu, delikanlının hem erkeklik, hem de insanlık onuru incindi. Kışkırtıcı, neredeyse kötücül bir duygu kapladı benliğini. Bakışları alevlendi; kadına yaklaşarak:

– Öyle mi? diye sesini yükseltti. Demek dokunamam sana?
– Dokunamazsın!
– Bak helee!.. Peki ya dokunursam?
– Dokun da görelim!
– Ne yaparsın?
– Ensene yumruğu yediğin gibi, kendini tepetaklak denizde bulursun.
– Hadi, vursana!
– Hadi, dokunsana!

Yakov ateş saçan gözleriyle Malva’yı tepeden tırnağa süzdü; ansızın güçlü pençeleriyle onu yanlamasına kavrayarak göğsünü ve sırtını ezercesine sıktı. Bu sımsıcak, hayat dolu vücudun dokunuşu, delikanlıyı alev alev tutuşturdu. Heyecandan boğulacak gibi oldu.

– Hadi! Vursana… Vursana… Ne duruyorsun?

Malva delikanlının tir tir titreyen ellerinden kurtulmaya çalışarak, sakin bir tavırla:

– Yakov, bırak! dedi.
– Hani enseme vuracaktın?
– Bırak dedim! Yoksa kötü olacak!
– Hadi ordan… Korkutamazsın beni! Şuna bak… Nasıl da çilek gibi kızardı!..

Kadına yaklaştı ve kalın dudaklarını onun pembeleşen yanağına bastırdı.

Malva kıvrak bir kahkaha atarak Yakov’un ellerini sıkıca kavradı, bütün gücüyle ileriye doğru abandı. Kucak kucağa, kocaman bir yığın halinde denize yuvarlandılar, bir köpük ve su serpintisi içinde kayboldular. Sonra dalgalanan suyun üzerinde Yakov’un sırılsıklam başı göründü. Yüzünden korku okunuyordu. Arkasından da Malva çıktı. Yakov, kollarıyla deli gibi çırpınarak çevresindeki suyu dövüyor, ulur gibi sesler çıkarıyordu. Malva kahkahalar atarak onun çevresinde yüzüyor; suratına avuç avuç tuzlu su serpiyor; savurup durduğu kocaman kollarından korunmak için arada bir suya dalıyordu.

Yakov hırıltıyla soluyarak:

– Şeytan diye bağırdı. Boğuluyorum! Yeter!.. Vallahi… Boğuluyorum… Su… Acı… Ah, sen… Boğuluyorum!..

Fakat Malva onu zaten bırakmış, bir erkek gibi kulaçlar atarak kıyıya doğru yüzüyordu. Sonra kendini ustaca bir hareketle yukarı çekti, sandala tırmanıp eski yerine oturdu, acemi acemi yüzüp gelen Yakov’a gülerek bakmaya başladı. Islak elbisesi vücuduna yapışmış, dizlerinden omuzlarına kadar bütün çizgilerini açığa çıkarmıştı. Gelip sandala tutunan Yakov, gülerek onu seyreden bu neredeyse çıplak kadına, tutkudan parlayan gözlerle bakakaldı.

Malva hâlâ gülerken, diz çöktü, bir eliyle sandalın bordasına tutunup öteki elini Yakov’a uzattı.

– Hadi bakalım ayı balığı, tırman! dedi.

Yakov kadının elini kavrayarak canlı bir sesle:

– Hadi… Kurtul da görelim şimdi!.. diye bağırdı. Sana bir banyo yaptırayım da aklın başına gelsin!.

Omuzlarına kadar çıkan suda ayakta durarak onu kendine doğru çekmeye başladı. Başının üzerinden geçen dalgalar sandala, oradan da Malva’nın yüzüne çarpıyordu. Kadın, gözlerini kırpıştırarak bir kahkaha attı; ansızın keskin bir çığlıkla kendini suya fırlatıverdi. Düşerken, ağırlığıyla Yakov’un ayaklarını da çelmişti.

Birbirlerine su püskürterek, keskin çığlıklar atarak, hırıltıyla soluyarak, dalarak, iki kocaman balık gibi yeniden oynaşmaya başladılar.

Güneş onlara gülerek bakıyor, dalyandaki barakaların camları da gün ışıklarını yansıtarak onlarla birlikte gülüyorlardı. Ellerini şiddetle çarptıkları sudan şarıltılar yükseliyor; bu insan gürültüsünün ürküttüğü martılar, denizin uzaklarından kopup gelen dalgaların arasında başları bir görünüp bir kaybolan Malva’yla Yakov’un üzerinde çığlıklar kopararak uçuşuyorlardı…

Sonunda yorularak, epeyce de su yutarak kıyıya çıktılar; dinlenmek için güneşe oturdular.

Yakov, ağzındaki suları küçük küçük tükürürken;

– Vay anasını! diye yüzünü buruşturdu. Şu su ne kötü şey be! Hem, ne kadar da çok!

Malva saçlarının suyunu sıkarken:

– Dünyada kötüden bol ne var? diye güldü. Mesela delikanlılar! Aman Allahım, ne kadar da çokturlar…

Koyu renkli saçları uzun değildi ama, hem sık, hem de kıvır kıvırdı.

Yakov dirseğiyle kadının böğrünü dürterek:

– Sen ihtiyarları bile yoldan çıkarırsın! diye sırnaştı.
– İhtiyarın kimisi, delikanlıya taş çıkartır…
– Bak hele! Sen bu ağızları nerden öğrendin?
– Köydeki kızlar, hiç de fena delikanlı olmadığımı söylerlerdi sık sık.
– Kızlar ne anlar; sen bana sor…
– Sen nesin? Kız değil misin?

Kadın, Yakov’a dik dik baktı; oğlanın kıs kıs güldüğünü görünce ansızın ciddileşti, içtenlikle:

– Çocuğum olmadan önce, kızdım! dedi. Tamam mı?

Yakov:

– Eksiğiyle tamam! diyerek kahkahayı bastı.

Malva öfkeyle:

– Aptal! dedi; sırtını dönüverdi.

Yakov ürkmüştü. Dudaklarını kemirerek sustu.

Islak giysilerinin kuruması için güneşin altında dönüp durarak yarım saat kadar konuşmadılar.

Eğri damlı, uzun ve pis barakalarda yaşayan ırgatlar uyanmaya başlamıştı. Uzaktan hepsi birbirine benziyordu bu insanların. Hepsi paçavralar içinde ve yalınayaktılar. Hırıltılı sesleri kıyıya kadar ulaşıyor, birisi boş bir fıçının dibine vuruyor, kocaman bir davulun gümbürtüsünü andıran boğuk sesler işitiliyordu. İki kadın cırlak cırlak sövüşüyor, bir köpek uluyordu.

Yakov:

– Uyanıyorlar, dedi. Oysa ben erkenden kente gidecektim bugün… Gelip burada seninle oynaştım…

Malva yarı şaka, yarı ciddi:

– Benden adama iyilik gelmez, dedi.

Yakov şaşkın şaşkın gülümseyerek:

– Niçin hep ürkütüyorsun beni? diye sordu.
– Babandan dayağı yediğin zaman görürsün…

Babasının öne sürülerek gözünün korkutulmak istenişi Yakov’un tepesini attırmıştı.

– Babam bana ne yapabilir? Ha, ne yapabilir? diye kabaca karşı çıktı. Babammış!… Ben de bebek değilim artık… Çalıma bak sen… Burada bunlar sökmez artık… Kör değiliz… Görüyoruz… Kendisi pek mi sofu? Gönlünün dilediği gibi yaşıyor… Bana da kimse karışamaz.

Malva, Yakov’un yüzüne alaylı alaylı bakarak:

– Sana kimse karışamaz öyle mi? Peki, ne yapabileceğini sanıyorsun sen? diye sordu.

Delikanlı, ağır bir yük kaldırıyormuşçasına avurtlarını şişirip göğsünü kabartarak:

– Ben mi? dedi. Ben ha? Ben çok şey yapabilirim! Dünyanın girdisini çıktısını anladım artık; köydeki o aptallık günlerine geçmiş ola!..

Malva alayla:

– Ne kadar da hızlısın! diye bağırdı.
– Ne sandın? Seni babamın elinden alayım da gör!
– Yok canım!.. Öyle mi?..
– Var mısın bahse?
– Öyle mi canım?..

Yakov’un tepesi attı:

– Bana bak! dedi. Benimle eğlenme!.. Yoksa… Karışmam bak!

Malva istifini bozmadan:

– Ne yaparsın? diye sordu.
– Hiç!

Sırtını kadına döndü; kabadayı bir delikanlı tavrıyla sustu.

– Amma da hırladın ha? Kahyanın siyah finosunu gördün değil mi? Hık demiş, senin burnundan düşmüş! Uzaktan bir havlıyor, bir havlıyor; sanırsın ısıracak!.. Ama yanına yaklaştın mı, kuyruğunu kısıp kaçıveriyor!

Yakov hırsla:

– Güzel, çok güzel! diye bağırdı. Bekle bakalım! Göreceksin! Ne adam olduğumu göstereceğim sana!

Kadın gülerek delikanlının yüzüne bakıyordu.

Uzun boylu, zayıf, tunç renkli; kızıl saçları darmadağınık bir adam, salına salına onlara doğru yaklaşıyordu.

Pantolonunun üstüne salıverdiği al basmadan mintanı, sırtından neredeyse boynuna kadar yırtılmıştı. Yenlerini, kollarından aşağı sarkmasınlar diye, omuzlarına kadar sıvamıştı. Pantolonu paramparça, ayakları çıplaktı. Baştan aşağı çillerle kaplı yüzünde iri, mavi gözleri küstahça parlıyor; yassı ve kalkık burnu, görünüşüne yaman bir kopuk havası veriyordu. Yanlarına gelince, durdu. Bedeni, giysilerindeki binlerce delikten güneş ışınlarını yansıtıyordu. Burnunu gürültüyle çekip Malva’yla Yakov’u anlamlı anlamlı süzdü; yüzünü gülünçleştirerek:

– Seryojka dün azıcık kafayı çekti; bugün Seryojka meteliksiz kaldı… dedi. Yirmi kapik ödünç versenize! Nasıl olsa ödemeyeceğim…

Yakov bu ağız kalabalığı karşısında candan bir kahkaha attı. Malva, karşısındaki yoksulluk anıtını tepeden tırnağa süzerek gülümsedi:

– Şeytanlar! Verin işte! İster misiniz, yirmi kapiğe nikahınızı kıyıvereyim?

Yakov gülerek:

– Çok matrak herifsin! dedi. Papazlığın da mı var yoksa?
– Sersem! Ugliça’da bir papazın yanında çalıştım… Sen yirmi kapikten haber ver!

Yakov:

– Ben evlenmek istemiyorum! diye karşı koyacak oldu.
– Fark etmez! Sökül paraları! (Seryojka kurumuş dudaklarını diliyle yalayarak üsteliyordu.) Kraliçesine sulandığını babana söylemem…

– Senin yalanına pek inanır da…

Seryojka ciddi bir tavırla:

– İnanır, inanır! dedi. Seni de öyle bir pataklar ki, feleğini şaşarsın!

Yakov:

– Korkum yok! diye gülümsedi.

Seryojka gözlerini kıstı, sakince:

– Öyleyse ben pataklarım! dedi.

Yakov yirmi kapik vermeyi hiç istemiyordu. Fakat Seryojka’yla hırlaşmaktansa onun isteğini yerine getirmenin daha iyi olacağını önceden anlatmışlardı ona. Çok bir şey istemezdi. Ama isteği yerine getirilmezse, ya çalışırken yok yere bir maraza çıkarır ya da durup dururken döverdi adamı. Bu öğütleri anımsayan Yakov içini çekti, istemeye istemeye elini cebine soktu.

Seryojka:

– Ha şöyle aslanım! diyerek kuma, onların yanına çöktü. Beni dinlersen, hiçbir zaman zarar etmezsin. Sonra Malva’ya dönerek sözlerini sürdürdü. Ne zaman varıyorsun bana? Elini çabuk tut, sabrım kalmadı…

Malva:

– Dökülüyorsun… diye karşılık verdi. Önce yırtıklarını onar da, sonra konuşalım.

Seryojka üstündeki paçavraları gözden geçirip üzüntüyle başını salladı.

– Sen en iyisi, etekliğini ver bana.

Malva:

– Bak hele! diyerek gülmeye başladı.
– Ciddi söylüyorum; yok mu eski bir tane?

Malva:

– Param olsa, gidip kafayı çekerim…

Elinde dört tane beş kapiklik tutan Yakov:

– Vay anasını! diyerek güldü.
– Ne olmuş? Papaz derdi ki; insan, bedenini değil, ruhunu düşünmelidir. Ruhum votka istiyor, pantolon değil. Ver parayı! Ha şöyle! Şimdi gidip kafayı çekeceğim… Babana da yine her şeyi söyleyeceğim.

Yakov elini sallayarak:

– Söylersen söyle! dedi, Malva’nın omzunu dürterek kabadayıca göz kırptı.

Seryojka bunu fark etmişti. Yere bir tükrük atarak vaadini bir kez daha tekrarladı:

– Seni pataklamayı da unutmayacağım… İlk fırsatta güzel bir sopa çekeceğim sana!

Yakov kaygıyla:

– Peki ama, niçin? diye sordu.
– Onu ben bilirim. (Sonra Malva’ya dönerek sorusunu tekrarladı.) Söyle bakalım, ne zaman varıyorsun bana?

Kadın, ciddi bir tavırla:

– Ne yapacağımızı, nasıl yaşayacağımızı anlat, o zaman düşüneyim, dedi.

Seryojka gözlerini kırpıştırdı; denize baktı, dudaklarını yalayarak düşüncesini belirtti:

– Hiçbir şey yapmayacağız, gezeceğiz!
– Peki ama, ne yiyip ne içeceğiz?

Seryojka elini sallayarak:

– Öf, tıpkı anam gibi konuşuyorsun be! dedi. Ne olacak? Nasıl olacak? Falan, filan… Ne olacağını, nasıl olacağını sanki ben biliyor muyum? Gidip kafayı çekeyim bari!…

Kalktı, yürüyüp gitti. Malva’nın yüzünde tuhaf bir gülümseme dolaşıyor; Yakov düşmanca bakışlarla izliyordu onun gidişini.

Seryojka epeyce uzaklaştıktan sonra, kadına:

– Kabadayıya bak sen! dedi. Köyde olsa, çoktan hesabını görürlerdi böyle çakalların… Şöyle gü-zeel bir sopa yese, nasıl yola gelir bak… Ama burada öyle adam yok ki…

Malva ona bakarak, dişlerinin arasından:

– Seni domuz eniği seni! diye tısladı. Sen kim, onun değerini anlamak kim!..
– Anlamayacak ne varmış? Bini bir para etmez böylelerinin! Üstelik de it sürüsü kadar çokturlar!

Malva alaycı bir sesle:

– Öyle mi sanıyorsun! diye bağırdı. Kendin için konuşsan neyse ne… Ona gelince… O her yeri görmüş, dünyanın altını üstüne getirmiş bir adamdır be.. Kimseden de korkusu yoktur…

Yakov şişinerek:

– Benim de kimseden korkum yok!.. dedi.

Malva bir şey söylemedi. Birbiri arkasına kıyıya koşan, kocaman sandalı kımıldatıp duran dalgaların oyununu izlemeye koyuldu. Direk, sağa sola sallanıyor; sandalın kıçı yükselip alçalarak şiddetli, kederli bir sesle suya çarpıyordu. Sandal kıyıdan kopup uzaklaşmak, engin ve özgür denize açılmak istiyor; onu kıyıya bağlayan halata öfkeleniyordu sanki.

Sonra Yakov’a:

– Niye hâlâ gitmiyorsun? diye sordu.

Yakov:

– Nereye gideyim? diye karşılık verdi.
– Kente gidecektin ya…
– Gitmeyeceğim!
– Öyleyse babanın yanına git.
– Ya sen?
– Ne olmuş?
– Sen gelmeyecek misin?
– Hayır…
– Öyleyse ben de gitmem.

Malva soğukkanlılıkla:

– Bütün gün benim yanımda mı sürtüp duracaksın? diye sordu.

Yakov sert bir sesle:

– Sana ihtiyacım yok… dedi, kalkıp uzaklaştı.

Fakat yanılıyordu bunu söylerken. Kadından ayrılınca canı sıkılmaya başlamıştı. Malva’yla konuştuktan sonra tuhaf bir duygu belirmişti içinde. Babasını düşününce, bulanık bir öfke, belli belirsiz bir hoşnutsuzluk duyuyordu şimdi. Dün böyle bir şey yoktu. Bugün de Malva’yla karşılaşıncaya kadar böyle bir şey sezinlememişti… Babası orada, denizin uzaklarında, gözle ancak görülebilen o kumsal çizgisindeydi ama; yine de Yakov’a engel oluyordu sanki… Sonra Malva, babasından korkuyormuş gibi geldi ona. Korkmasa, Yakov’a başka türlü davranırdı belki.

Dalyanın oralarda, insanlara bakarak başıboş dolaşıp duruyordu. Seryojka, bir barakanın gölgesinde, bir fıçının üstüne oturmuş; balalaykasını tıngırdatıp yüzünü gülünç hallere sokarak şarkı söylüyordu:

Aman po-liis efendi!
Yardım ediniz bana…
Karakola gitmezsek,
Düşeceğim çamura…

Kendisi gibi yirmi, yirmi beş tane adem baba kuşatmıştı çevresini. Hepsinden de burada herkese, her şeye sinmiş olan salamura balık ve güherçile kokusu yükseliyordu. Çirkin, kir pas içinde dört kadın, kumların üzerine oturmuş; büyük, teneke bir çaydanlıktan çay içiyorlardı. Sabahın köründe kafayı tütsülemiş bir ırgat, ayağa dikilmeye çabaladıkça yuvarlanıyor; kumların üzerinde debelenip duruyordu. Bir yerlerden cırlak bir kadın ağlamasıyla akordu bozuk bir akordeon sesi geliyor, her yanda balık pulları parıldıyordu.

Yakov öğle üzeri boş fıçılar yığını arasında kendine gölgelik bir yer bularak akşama kadar yatıp uyudu. Uyanıp yeniden dalyanda dolaşmaya başladığında, onu bir yerlere çeken belli belirsiz bir duygu vardı içinde.

İki saat sonra, maden ocağının ötesindeki genç söğütlerin altında buldu Malva’yı. Kadın, elinde parça parça olmuş bir kitap tutarak uzanmış, gülümseyerek Yakov’a bakıyordu.

Delikanlı, onun yanına otururken:

– Bak hele, nerelere gelmişsin! dedi.

Malva güvenle sordu:

– Çok mu aradın beni?

Yakov:

– Ben seni mi arıyordum sanki! diye bağırdı ve ansızın, gerçekten de onu aradığını anlayıverdi. Bu işe akıl erdiremeyip şaşkın şaşkın başını salladı.

Kadın:

– Okumuşluğun var mı? diye sordu.
– Okumuşluğum mu?… Eh, şöyle böyle… Herhalde unutmuşumdur…
– Benimki de şöyle böyle… Okula gittin mi hiç?
– Bucak okuluna gitmiştim.
– Ben kendi kendime öğrendim.
– Yok canım?
– Vallahi… Astrahan’da bir avukatın ahçısıydım. Oğlu bana okumayı öğretti.

Yakov:

– Yani kendi kendine öğrenmedin… diye düşüncesini belirtti.

Malva ona bakarak, yeniden:

Kitap okumayı sever misin? diye sordu.

– Ben mi? Yoo… Niye seveyim?
– Ben severim. Bu kitabı kahyanın karısından ödünç aldım…
– Ne kitabıymış?
– Ermiş Aleksey’in hikayeleri…

Sonra zengin ve soylu bir ailenin çocuğuyken, Aleksey’in baba ocağından ve mutluluktan nasıl kaçtığını, dilenci olduğunu, paçavralar içinde yeniden evine dönüp avluda köpeklerin arasında nasıl yaşadığını ve kim olduğunu bildirmeden nasıl ölüp gittiğini Yakov’a anlatıp:

– Niçin böyle davrandı dersin? diye sordu:

Yakov umursamazlıkla:

– Kim bilir? diye karşılık verdi.

Rüzgârın ve dalgaların yığdığı kum tepeleri arasındaydılar. Dalyanın boğuk, karanlık uğultusu işitiliyordu uzaktan. Güneş batmak üzereydi. Pembe ışınları, kumların üzerinde yansıyordu. Usul usul esen bir deniz meltemi, cılız söğüt ağaçlarıyla zavallı yapraklarını kıpırdatıyordu. Malva bir şeylere kulak kabartmışçasına, susuyordu.

Yakov:

– Bugün oraya niçin gitmedin… buruna? diye sordu.

Malva:

– Sana ne? dedi.

Yakov alev alev yanan gözleriyle kadına kaçamak bakışlar fırlatıyor, dilinin ucuna geliveren şeyi nasıl edip de söyleyebileceğini düşünüyordu.

Malva:

– Yalnızken ve dört bir yanımı sessizlik kapladığında, hep ağlamak isterim… Ya da şarkı söylemek… Fakat iyi şarkılar bilmem; ağlamaya da utanırım… diye mırıldandı.

Yakov onun yumuşak, okşayıcı sesini dinliyordu. Fakat kadının söylediklerinden bir şey anlamıyor, sadece arzusu daha çok kabarıyordu.

Malva’ya sokuldu; yüzüne bakmadan, boğuk bir sesle:

– Ne var biliyor musun… Dinle, ne diyeceğim bak… Ben… Genç bir adamım… diye söze başladı.

Malva başını salladı, güvenle sözcüklerin üstüne basa basa:

– Hem de aptalsın, ap-taal! dedi.

Yakov üzüntüyle:

– Peki, kabul! diye bağırdı. Ama bunun akılla ilgisi yok ki! Aptalsam aptalım! Kabul! Ama sana ne diyeceğim bak… İster misin, benimle…
– İstemem!..
– Neyi?
– Hiçbir şeyi!

Yakov elini korka korka Malva’nın omzuna koyarak:

– Sersemlik etme, dedi. Düşün ki…

Malva delikanlının elini itti; sert bir sesle:

– Çek arabanı Yakov! dedi. Defol git başımdan!

Oğlan kalktı; çevresine bakındı.

– Pekâlâ, öyle olsun… Vız gelir bana… Senin gibileri burda çok… Kendini bir şey mi sanıyorsun?..

Malva ayağa kalkıp üstünü başını silkelerken, sakin bir tavırla:

– Sen daha çok toysun, dedi.

Yan yana, dalyana doğru yürüdüler. Ayakları kuma gömülüyor, ağır ağır ilerleyebiliyorlardı.

Yakov kadının gönlünü yapmak isteğiyle aklına ne gelirse söylüyor; Malva ise yüzünde alaycı bir gülümseme, iğneleyici karşılıklar veriyordu.

Barakalara yaklaştıklarında delikanlı ansızın durdu; Malva’yı kucaklayarak:

– Beni çıldırtmak mı istiyorsun yoksa? dedi. Niçin böyle davranıyorsun? Dinle beni, bu işin sonu kötüye varacak yoksa!..

Malva:

– Bırak beni diyorum! diye bağırdı; delikanlının elinden kurtulup uzaklaştı.

O sırada bir barakanın köşesinden Serjojka çıkıverdi; darmadağınık kızıl saçlarla kaplı başını sallayarak; kötü kötü:

– Geziyorsunuz demek! Çok güzel! dedi.

Malva nefretle:

– Hepinizin canı cehenneme! diye bağırdı.

Yakov, Seryojka’nın karşısına dikilmiş, asık bir yüzle serseriyi süzüyordu. Aralarında on adımlık bir uzaklık vardı.

Seryojka da gözlerini Yakov’un gözlerine dikmişti. Toslaşmaya hazırlanan iki koç gibi bir süre böylece birbirlerini süzdükten sonra sessizce ayrı ayrı yönlere çekip gittiler.

Deniz, batan güneşin ışıkları altında durgun ve güzeldi. Dalyandan boğuk bir uğultu yükseliyor; sarhoş ve isterik bir kadın sesi birtakım saçmasapan sözlerle, bu gürültüyü delip geçiyordu:

… Ta-agarga, matagarga,

Benimsin Mataniçka!

Sarr-hoş, dayak yemiş,

Üstü başı madara!

Bu kırkayak gibi iğrenç sözler, havası güherçile ve çürümüş balık kokusuyla baygınlaşan dalyanı baştan aşağı dolaşıyor, dalgaların şarkısını zedeliyordu.

Şafağın tatlı parıltısı içinde sedef gibi beyaz bulutları yansıtan engin deniz, sakin sakin uyukluyordu. Uyku sersemi balıkçılar burunun üzerinde bir sandalı donatmaya çabalıyorlardı.

Kumların üzerinden sürüklenerek getirilen boz renkli bir ağ yığını, yumak halinde sandalın dibine yerleştirildi.

Seryojka, her zamanki gibi başı açık, yarı çıplak, kıç tarafta dikilmiş, hırıltılı ve uykulu sesiyle balıkçıları gayrete getiriyordu. gömleğinin parçalarıyla kızıl saçlarının perçemleri rüzgârla oynaşıyordu.

Birisi:

– Vasili! Yeşil kürekler nerede? diye bağırdı.

Vasili, yüzünden düşen bin parça, çevirme ağlarını sandala yerleştiriyordu. Mahmurluktan kurtulmak isteyen Seryojka dudaklarını yalıyor, Vasili’nin asık suratına bakıyordu. Sonunda:

– Votkan var mı? diye sordu.

Vasili boğuk bir sesle:

– Var, dedi.
– Öyleyse açılmayayım ben… Burada, çekme takımında kalayım.

Burunun ucundan:

– Tamam! diye bağırıldı.

Seryojka sandaldan inerken:

– Palamar çöz! Açıl! komutunu verdi. Siz gidin… Ben burada kalıyorum. Hey, geniş çevirin ha, dolaştırmayın sakın! Daha düzgün, daha düzgün! Düğümlenmesin!..

Sandalı suya ittiler. Balıkçılar bordadan tırmanarak kürekleri kavradılar; suya daldırmak üzere uçlarını havaya kaldırdılar.

– Bir!

Küreklerin hep birlikte suya gömülmesiyle, sandalın ileriye, artık aydınlanan denizin engin bağrına doğru atılması bir oldu.

Dümenci:

– İki! komutunu verince, kürekler dev bir kaplumbağanın pençeleri gibi bordanın üzerinde yükseldiler…
– Bir!.. Ki!..

Kıyıda, çekme takımında beş kişi kalmıştı: Seryojka, Vasili, üç kişi daha. Adamlardan biri kumsala çökerken:

– Ben biraz daha kestireyim.. dedi.

Öteki iki kişi de onu izlediler. Paçavralar içindeki üç vücudun meydana getirdiği canlı bir topak, kumsalın üstünde kıvrılıp kaldı.

Vasili, Seryojka’yla birlikte barakaya giderken:

– Pazar günü niye gelmedin? diye sordu.
– Gelemezdim…
– Sarhoş muydun?

Seryojka, istifini bozmadan:

– Hayır, dedi. Senin oğlanla analığının peşindeydim.

Vasili çarpık bir gülümsemeyle:

– Amma da iş! dedi. Bebek mi onlar? Senin koruyuculuğuna ne ihtiyaçları var?
– Daha da beter… Oğlan aptal, öteki de ermiş…

Gözleri nefretle parlayan Vasili:

– Malva ermiş ha? dedi. Ne zamandan beri?
– Kardeş, vücuda uymayan bambaşka bir ruh var onda…
– Onun aşağılık bir ruhu var.

Seryojka, Vasili’ye yan yan bakıp horgörüyle homurdandı:

– Aşağılık bir ruhu varmış! Sizi gidi toprak solcanları sizi! Bi boka aklınız ermez… Kadının kalçasıyla göbeği yerindeyse mesele yok, gerisi umurunuzda değildir… İnsan, karakter demektir oysa… Karaktersiz kadın tuzsuz ekmek gibidir. Telsiz balalaykadan zevk alabilir misin, köpek!.

Vasili alaylı alaylı:

– Anlaşılan dün çok çekmişsin! dedi.

Yakov’la Malva’yı nerede, ne durumda gördüğünü Seryojka’ya sormak için meraktan çatlıyor, ama utancı engel oluyordu buna.

Barakaya girdiklerinde, Vasili bir bardak votka doldurdu Seryojka’ya. Kafayı çekip sarhoş olunca hikayeyi kendiliğinden anlatacağını umuyordu. Oysa votkayı bir dikişte içip bitiren Seryojka gürültüyle yutkunup iyice ayıldı. Sonra kapının önüne yan gelip oturdu, esneyip gerinmeye başladı.

– İçince ateş yutmuş gibi oluyor insan!..

Seryojka’nın votkayı bir yudumda yuvarlayışına şaşıp kalan Vasili:

– Sen de öyle bir içiyorsun ki birader! diye bağırdı.

Serseri, kızıl saçlarıyla kaplı başını sallayıp ıslak bıyıklarını avuçlarıyla sıvazladı, tumturaklı bir sesle:

– Öyleyimdir… dedi. Öyleyimdir kardeş! Hedefe her zaman kestirmeden giderim. Sağa sola sapmadan yuvarlanıp gideceksin, gerisine kulak asma! Düşeceğin yerin önemi yoktur! Dünyanın dışına çıkacak değilsin nasıl olsa…

Vasili, asıl amacına sezdirmeden yaklaşmak için:

– Kafkasya’ya gitmek istiyordun hani? diye sordu.
– Canım ne zaman isterse, o zaman gideceğim. Aklıma esti mi, dosdoğru, burnumun doğrultusuna çekip giderim! Ya istediğime kavuşurum ya da kafam kırılır… Her şey bu kadar basit işte!

– Öyle ya… Kafanla yaşamıyorsun ki zaten…

Seryojka, Vasili’ye yan yan bakarak, alayla:

– Sevsinler senin kafacığını! dedi. Bucakta kaç kamçı yedin bakayım?

Vasili, sesini çıkarmadan Seryojka’ya baktı.

– Hükümet sizi dövüp serseme çevirmekle çok iyi ediyor… Gülerim halinize! Ne işe yarar şu senin kafan? Ha? Hangi yaraya merhem olur? Sen ne düşünebilirsin ki? Hiçbir şey! (Serseri, böbürlene böbürlene konuşuyordu.) Ama ben, aklıma esti mi çekip giderim! Tamam mı hemşerim! Herhalde senden çok daha ötelere varırım.

Vasili:

– Ona ne şüphe! diye gülümsedi. Sibirya’ya kadar yolun var…

Seryojka candan bir kahkaha attı.

Vasili, umduğunun tersine, onun sarhoş olmadığını gördükçe çileden çıkıyordu. Bir bardak votka daha vermeye de kıyamıyordu. Seryojka ayıkken ağzından laf alınmazdı… Neyse ki serseri kendiliğinden imdada yetişti:

– Bakıyorum Malva’yı sormuyorsun?

Vasili aldırmaz görünerek:

– Soracak ne var? dedi ve içi bir önseziyle titredi.
– Pazar günü burada değildi… Bugünlerde neler yaptığını bir sorsana… Seni moruk seni!.. Kıskançlıktan çatlıyorsun değil mi?

Vasili, umursamıyormuş gibi elini salladı:

– Öylesi çok! dedi.

Seryojka ağzını çarpıtarak:

– Öylesi çok! diye Vasili’yi taklit etti. Eşek hoşaftan ne anlar… Sizi gidi kart ayılar sizi…

Vasili alay ediyor görünerek:

– Ne diye övüp duruyorsun onu? dedi. Bizi başgöz etmeye mi niyetlisin yoksa. Eğer öyleyse, biz çoktan başgöz olmuşuz!..

Seryojka Vasili’yi süzerek sustu. Sonra elini onun omzuna koydu; düşünceli bir tavırla:

– Seninle yatıp kalktığını biliyorum, dedi. Engel olmak istemedim buna, gereği yoktu… Fakat şimdi şu senin Yakov asılıp duruyor Malva’ya. Adamakıllı patakla o oğlanı! Anladın mı? Yoksa ben pataklayacağım… İyi bir köylüsün sen… Hayvanın tekisin… Sana engel olmadım, bunu unutma…

Vasili boğuk bir sesle:

– Bak hele! Yoksa sen de mi onun peşindesin? diye sordu.
– Bana bak; eğer onun peşinde olsam, hepinizi yolumun üstünden silip süpürürdüm; tamam mı!.. Ama, onu alıp da ne yapacağım?

Vasili kuşkuyla:

– Öyleyse bu işe ne karışıyorsun? diye sordu.

Seryojka, bu basit soru karşısında şaşırıp kalmıştı.

Gözlerini iri iri açtı, Vasili’ye bakıp güldü:

– Niye mi karışıyorum? Bilmem… Yiğit bir kadın… Dobra dobra… Hoşuma gidiyor işte… Belki de… Acıyorum ona… Ne bileyim…

Vasili onu kuşkuyla dinliyor, fakat Seryojka’nın içtenlikle konuştuğunu da seziyordu.

– El değmemiş kız olsa da acısan, neyse ne… Acıyacak ne var onda!

Seryojka susuyor, denizin uzaklarında geniş bir ay çizerek burnunu kıyıya çeviren sandala bakıyordu. gözlerini iri iri açmış, yüzünü çocukça bir saflık bürümüştü.

Vasili bunu görüp yumuşadı.

– Çok iyi bir kadın olduğunda haklısın… Fakat daldan dala konar!.. Yakov ha? Ben ona haddini bildiririm! İt oğlu ite bak!

Seryojka:

– Hoşlanmıyorum o çocuktan… diye düşüncesini belirtti.

Vasili sakalını sıvazlayarak dişlerinin arasından:

– Malva’ya sırnaşıyor mu gerçekten? diye sordu.

Seryojka kesinlikle:

– Kara kedi gibi aranıza girecek; söylemedi deme! diye karşılık verdi.

Doğan günün ışıkları denizin enginliklerinde pembe bir yelpaze gibi alevlendi. Dalgaların gürültüsüne karışan zayıf bir ses kopup geldi sandaldan:

– Çekiiin!..

Seryojka:

– Hey! Davranın çocuklar! Halat başına! diye bağırdı.

Az sonra hepsi de kendi yerlerini almışlardı. Denizden esnek bir halat uzanıyordu kıyıya. Balıkçılar bunu omuzlarındaki kayışlara dolayarak ıkına sıkına kıyıya doğru çekmeye başladılar.

Ağın öteki ucunu da dalgaların üzerinde kayarak yaklaşan sandal kıyıya doğru sürüklüyordu.

Görkemli, parlak bir güneş yükseliyordu denizin üstünde.

Vasili, Seryojka’ya:

– Yakov’u görürsen söyle, yarın buraya gelsin, dedi.

Seryojka:

– Olur, diye karşılık verdi.

Sandal kıyıya yanaştı. Çevirmedekiler de kıyıya atlayarak ağın kendi taraflarına düşen ucuna asılmaya başladılar. İki grup yavaş yavaş birbirine yaklaşıyor; şamandıralar suyun üzerinde sıçrayarak düzgün bir yarım daire görünümü alıyorlardı.

Aynı gün, akşamın ilerlemiş saatlerinde, dalyandaki ırgatlar akşam yemeklerini yerken, Malva yorgun ve düşünceli, ters çevrilmiş ıskarta bir kayığın üzerine oturmuş, karanlıklar içindeki denizi seyrediyordu. Orada, uzakta bir alev parıltısı vardı. Malva, Vasili’nin yaktığı ateş olduğunu biliyordu bunun. Ateş, denizin karanlık enginliklerinde yolunu şaşırmış yapayalnız bir yolcu gibi, bir alev alev tutuşuyor, bir gücünü yitirmişçesine sönükleşiyordu. Dalgaların dinmek bilmez uğultusu içinde, ölgün ölgün titreyen bu sonsuzluklara gömülü noktacığa bakmak Malva’yı hüzünlendiriyordu.

Arkadan Seryojka’nın sesi geldi:

– Ne yapıyorsun burada?

Malva başını çevirmeden:

– Sana ne? diye sordu.
– Merak…

Adam sustu. Kadına bakarak bir sigara sardı, ateşledi ve o da kayığın arka tarafına oturdu. Sonra dostça:

– Tuhaf kadınsın, dedi. Kimi zaman herkesten kaçarsın, kimi zaman da önüne gelene tav olursun…

Kadın kayıtsızca sordu:

– Sana mı tav oldum?
– Bana değil, Yakov’a.
– Kıskanıyor musun yoksa?

Seryojka elini Malva’nın omzuna vurarak:

– Hım… dedi. Soracağım şeye dürüstçe karşılık verir misin?

Kadın sırtını dönmüş oturuyordu. Seryojka yüzünü göremiyordu onun. Bu soru üzerine, kısaca:

– Sor, dedi.
– Vasili’yi bıraktın mı? Ha?

Malva biraz sustuktan sonra:

– Bilmiyorum, dedi. Hem, sana ne bundan?
– İşte öyle…
– Ona kızgınım.
– Niye?
– Beni dövdü.
– Nee?.. O ha? Sen de buna göz yumdun demek? Vay canına!

Seryojka şaşıp kalmıştı. Kadının yüzünü yandan gözlüyor, alaylı alaylı cık cık yapıp duruyordu.

Malva içtenlikle:

– İstesem, dövdürmezdim kendimi, dedi.
– Niye dövdürdün öyleyse?
– Dövsün istedim.

Seryojka sigarasının dumanlarını kadının üstüne doğru alaylı alaylı üfledi.

– Demek adamakıllı tutkunsun o hırboya? İşe bak! Senin bu gibi şeylere kapılacağını hiç sanmazdım…

Malva, dumanları eliyle uzaklaştırırken, yine kayıtsızlıkla:

– Hiçbirinizi sevmiyorum, dedi.
– Yalan söylüyorsun!

Malva öyle bir tavırla:

– Niye yalan söyleyeyim? diye sordu ki; Seryojka gerçekten de onun yalan söylemesi için bir sebep bulunmadığını anladı.

Ciddi bir tavırla:

– Eğer sevmiyorsan, ne diye seni dövmesine izin veriyorsun? dedi.
– Sanki ben biliyor muyum bunu. Hem, söyler misin, ne diye askıntı olup duruyorsun bana?

Seryojka:

– Allah Allah!.. diyerek başını salladı.

İkisi de uzun süre sustular.

Gece yaklaşıyordu. Bulutlar gökyüzünde ağır ağır kımıldıyor, gölgeleri denize düşüyordu. Dalgaların dinmek bilmez uğultusu sürüp gidiyordu.

Burundaki ateş sönmüştü. Fakat Malva hâlâ oraya bakıyordu. Seryojka da Malva’ya dikmişti gözlerini.

Bir ara:

– Baksana! dedi. Ne istediğini biliyor musun sen?

Malva içini çekerek:

– Ah bir bilsem! diye mırıldandı.

Seryojka, kararlı bir sesle:

– Bilmiyorsun demek… dedi. İşte bu çok kötü! Ben her zaman ne istediğimi bilirim! (Sonra sesini yumuşatarak…) Ama çoğu kez canım hiç bir şey istemez… diye sözlerini sürdürdü.

Malva düşünceler içinde:

– Her zaman bir şeyler isterim ben… dedi. Ama ne istediğimi bilmem… Kimi zaman bir sandala atlayıp denize açılmak gelir içimden! Uzaklara, uzaklara gitmek… İnsanların yüzünü bir daha hiç görmemek… Kimi zaman da karşıma ilk çıkan adamı baştan çıkarmak, kul köle etmek isterim. Sonra da eğlenirim onunla. Kimi zaman herkese, en çok da kendime karşı bir acıma duygusu uyanır içimde. Kimi zaman da bütün dünyayı yok etmek, sonra da korkunç bir ölümle ölmek isterim… Hüzün ve sevinç duyguları yüreğimde çarpışıp durur… Ama insanlar kütük gibidirler hep.

Seryojka:

– İnsanlar iğrençtir, diyerek Malva’ya katıldı. Bakıyorum ne kedisin, ne balıksın, ne de kuş… Ama yine de öteki kadınlarda olmayan bir şey var sende…

Malva:

– İyi ki öyle! diye güldü.

Soldaki kum tepelerinin ardından, kocaman, yumuşak bir ay çıkarak, denizi gümüş renkli ışınlarıyla aydınlattı. Sonra parlak gökkubbenin üzerinde usul usul kayarak yıldızların ışıltısını sönükleştirdi; kendi düşsel aydınlığıyla kucakladı onları.

Malva gülerek:

– Biliyor musun, ara sıra ne geliyor aklıma? dedi. Geceleyin şu barakalardan birini tutuştursak, amma da şenlik olur ha!

Seryojka hayran hayran:

– Bak hele! diye bağırdı. (Sonra elini kadının omzuna vurarak.) Ne diyeceğim bak… dedi. İyi bir oyun oynamak için, ister misin bir akıl vereyim sana?

Malva ilgiyle:

– Ne aklıymış? diye sordu.
– Yakov nasıl? Kızıştı mı iyice?

Kadın gülerek:

– Yanıp tutuşuyor! diye karşılık verdi.
– Babasıyla kapıştırsana onu! Hey anam! Ne matrak olur be!.. Ayılar gibi birbirlerine girerler… Biraz moruğu kışkırt, biraz da ötekini… Sonra onları başbaşa bırakır; kenara çekiliriz! Ne dersin, ha?

Malva dönüp adama baktı. Seryojka’nın ayışığında daha az pütürlü görünen yüzü; saf, azıcık da hınzır bir gülümsemeyle aydınlanmıştı. Bu tunçlaşmış çehrede hiçbir kötülük duygusundan iz yoktu.

Kadın yine de kuşkuyla sordu:

– Niçin sevmiyorsun onları?
– Ben mi?.. Vasili’yle hiçbir alıp vereceğim yok. İyi bir köylüdür o. Fakat Yakov haytanın biri. Biliyor musun, aslında köylü milletinden hiç hoşlanmam ben! Canları cehenneme! Bir dokunsan bin ah işitirsin! Yalan! Gerçekte karınları tok, sırtları pektir!.. Onlar için her şey yapan bir belediyeleri var, toprakları, hayvanları var… Bir zamanlar bir belediye doktorunun arabacısıydım, her Allahın günü köylülerle birlikteydim… Sonra yıllarca oradan oraya sürtüp durdum. Köyün birine gidip azıcık ekmek iste de göreyim; kıçına tekmeyi yapıştırıverirler. Üstelik soruların da ardı arkası gelmez: Kimsin? Nesin? Pasaportun nerde? vb. vb… Onlardan yediğim dayağın haddi hesabı yok… Gözünün yaşına bakmaz, at hırsızı diye yapışırlar yakana… Tıkarlar içeri… Hem toprakları var, hem de geçinemiyoruz diye sızlanırlar. Bir de beni düşün… Neyim var şu yeryüzünde?..

Seryojka’yı ilgiyle dinleyen Malva:

– Sen köylü değil misin yoksa? diye sözünü kesti onun.

Seryojka bir çeşit gururla:

– Kentliyim ben! dedi. Ugliç kentindenim.

Malva düşünceli düşünceli:

– Ben de Pavliça’danım, diye mırıldandı.
– Beni hiç kimse korumaz! Ama köylüler öyle mi ya?.. Pekâlâ yaşayıp gidiyor şeytanlar! Belediyeleri var, her şeyleri var…

Malva:

– Bu belediye dediğin şey nedir? diye sordu.
– Ne midir? Şeytan bilir onun ne olduğunu! Köylüleri yöneten bir kuruluş işte… Canı cehenneme!.. Biz kendi işimize gelelim şimdi. Şunları dalaştırsana! Ha, ne dersin? Nasıl olsa bir kötülük çıkmaz; dövüştükleriyle kalırlar!.. Vasili seni dövmüştü ya; bırak oğlu senin öcünü alsın ondan.

Malva:

– Öyle mi dersin? diye güldü. Fena fikir değil hani…
– Bir düşün… Senin yüzünden insanlar kıran kırana birbirlerine girecekler! Bunu seyretmek hoş olmaz mı? Senin bir çift sözün üzerine!.. Dilini bir iki kez döndürüvereceksin, olup bitecek!..

Seryojka kadının bu işteki rolünü ballandıra ballandıra, uzun uzun anlattı. Hem işin alayındaydı, hem de ciddiydi. Sonunda:

– Ah, güzel bir kadın olmalıymışım ben!.. Dünyayı birbirine katardım vallahi!.. diye bağırarak sözlerini tamamladı; başını avuçları içine alıp sıktı, gözlerini kısıp sustu.

Ayrıldıklarında ay tam tepedeydi. Onlar gidince gecenin güzelliği daha bir belirdi. Şimdi ayın gümüş renkli ışıklarıyla kaplı sonsuz ve görkemli deniz, bir de yıldızlarla dolu parlak gökyüzü kalmıştı. Denizle gökyüzünün dışında; kum tepeleri, bodur bir söğüt fundalığı ve kaba saba yontulmuş kocaman tabutlar gibi kumsalın üstünde yatan iki tane de uzun ve kirli baraka vardı. Fakat bütün bunlar, denizin eşsiz güzelliği karşısında zavallı, değersiz şeyler olarak kalıyor; yıldızlar onlara bakarak soğuk soğuk parlıyorlardı.

Babayla oğul karşı karşıya oturmuş, votka içiyorlardı. Votkayı oğlan getirmişti. Hem babasıyla otururken sıkılmamak, hem de onu yumuşatmak için yapmıştı bunu. Seryojka, Yekov’u fitlemiş; babasının ondan ötürü Malva’ya içerlediğini, kadını öldüresiye dövmekle tehdit ettiğini, Malva’nın Yakov’a bu yüzden yaklaşamadığını söylemişti. Sonra alay etmiş:

– Yaptığın numaraları baban çok fena ödetecek sana! demişti. Kulaklarını çekip bir arşın boyu uzatacak! İyisi mi hiç görünme gözüne!

Bu hiç sevmediği kızıl saçlı adamın alayları Yakov’un içinde babasına karşı derin bir nefret uyandırmıştı. Malva da ona kimi zaman ayartıcı, kimi zaman hüzünlü gözlerle bakarak delikanlıyı çileden çıkarıyordu…

İşte böylece Yakov, yolunu tıkayan bir kaya parçası gibi görmeye başlamıştı babasını. Öyle bir kaya parçası ki, ne üzerinden atlayabilirsin, ne de çevresinden dolanıp geçebilirsin.

Fakat şimdi, babasından hiç de korkmadığını hissediyor; onun asık suratına ve kötü kötü bakan gözlerine, kendine güvenen bir tavırla, sanki “Haydi, elini sür de göreyim!” dercesine bakıyordu.

İkinci bardakları da yuvarladıkları halde, balıkçılık üzerine birkaç önemsiz söz dışında, dişe dokunur bir şey konuşmamışlardı daha. İçlerinde birbirlerine karşı damla damla bir kin birikiyor, ikisi de az sonra bunun patlak vereceğini hissediyorlardı.

Rüzgâr barakanın hasırlarını hışırdatıyor; ağaç kabukları birbirine çarpıp tıkırdıyor; sırığın ucundaki paçavra, bir şeyler fısıldıyordu sanki. Hepsi ürkek seslerdi bunların. Kararsız ve belli belirsiz bir şeyler isteyen uzak bir fısıltıyı andırıyorlardı.

Vasili asık bir yüzle:

– Seryojka içiyor mu hep? diye sordu.

Oğul, bardakları yeniden doldururken:

– İçiyor, diye karşılık verdi. Her akşam sarhoş.
– Mahvolacak… İşte başıboş hayatın sonu!.. Senin olacağın da işte bu…

Yakov kısaca:

– Ben öyle olmayacağım! diye karşılık verdi.

Vasili kaşlarını çatarak:

– Olmayacaksın demek! dedi. Ben ne dediğimi bilirim… Kaç zamandır buradasın? Üç ayı geçti, neredeyse dönme zamanın geldi, değil mi? Kaç para biriktirebildin bakalım?

Bardağındaki votkayı hırsla bir dikişte yuvarladı ve sakalını öyle sert bir hareketle sıvazladı ki, başı ileri geri sallandı.

Yakov çok yerinde olarak:

– Bu kadar kısa zamanda kaç para kazandım ki, biriktireyim? diye karşılık verdi.
– Öyleyse ne diye sürtüp duruyorsun?.. Çekip gitsene köye!

Yakov sessizce gülümsedi.

Oğlunun susması karşısında çileden çıkan Vasili, gözdağı verircesine:

– Ağzını eğip bükme! diye bağırdı. Karşında baban konuşuyor! Sırıtacak ne var? Bana bak! Sen çok erken azmaya başladın! Ben adamın ağzına gem takmayı bilirim ama…

Yakov bardağını votkayla doldurup içti. Bu gereksiz sataşmalara içerliyor, fakat babasını büsbütün kızdırmamak için dilinin ucuna gelen sözleri tutmaya çalışıyordu. Onun öfkeyle parlayan bakışlarından biraz da ürkmüştü.

Oğlunun yalnız kendi bardağını doldurup yuvarladığını gören Vasili büsbütün çileden çıktı.

– Baban sana eve git diyor, sen buna sırıtarak karşılık veriyorsun ha? Bu cumartesi hesabını kesecek, dosdoğru köyün yolunu tutacaksın! Anladın mı?

Yakov sertçe:

– Gitmeyeceğim! dedi ve başını öfkeyle dikeltti.

Vasili:

– Bak hele sen! diye haykırdı, elleriyle fıçıya abanarak doğruldu. Ulan sen benim sözlerimi işitiyor musun, işitmiyor musun? Sen babana nasıl çemkirirsin, köpek!.. Çektiğim sopaları unuttun mu yoksa? Ha, unuttun mu?

Dudakları titriyor, yüzü seğiriyordu. Şakaklarındaki damarlar kabarmıştı.

Yakov babasına bakmadan, hafif bir sesle:

– Ben hiçbir şeyi unutmadım, dedi. Sen her şeyi hatırlıyor musun acaba?
– Sen bana akıl öğretemezsin! Senin beynini patlatırım!

Yakov babasının havaya kalkan elinden sakındı, dişlerini sıkarak:

– Dokunma bana… dedi. Burası köy değil…
– Sus! Ben her yerde senin babanım!..

Yakov ağır ağır yerinden kalkarken, gülümseyerek:

– Bucaktaki gibi beni kamçılayamazsın burada, dedi. Burası bucak değil…

Vasili’nin gözleri kan çanağına dönmüştü. Yumruklarını sıkmış, boynunu ileriye uzatmış, votka kokan nefesiyle kızgın kızgın soluyarak oğlunun karşısına dikilmişti. Yakov geriye sıçradı, kendisine vurmaya hazırlanan babasının her hareketini dikkatle izlemeye başladı. Sakin görünmesine rağmen, sucuk gibi terliyordu… Masa diye kullanılan fıçı vardı aralarında.

Vasili, sıçramaya hazırlanan bir kedi gibi sırtını kamburlaştırarak:

– Demek kamçılayamam ha? diye hırıldadı.
– Burada herkes eşit… İkimiz de işçiyiz…
– Nee?
– Ne olmuş? Niye saldırıyorsun üzerime? Anlamadığımı mı sanıyorsun? Önce sen başladın…

Vasili böğürdü ve kolunu birdenbire öyle bir savurdu ki Yakov kendini koruyamadı. Yumruğu başına yemişti. Sendeledi, bir yumruk daha savurmaya hazırlanan babasının öfkeden canavarlaşmış suratına bakarak dişlerini gıcırdattı. Yumruklarını sıkarak:

– Dur, yoksa kötü olacak! diye bağırdı.
– Göstereceğim sana!
– Bırak beni diyorum!
– Babana?.. Babana karşı geliyorsun ha?..

Baraka dar geliyordu. Çuvallar, yere devrilen fıçının altındaki kütük ayaklarına dolaşıyordu.

Yakov sapsarı, ter içinde, işlerini sıkmış, gözleri kurt gibi parlayarak, kendini yumruklarıyla savuna savuna babasının önünde ağır ağır geriliyordu. Gözünü kan bürüyen Vasili, körlemesine yumruk sallıyordu. Ansızın tuhaf bir öfke nöbetine tutulmuş, azgın bir domuza dönmüştü.

Yakov sakin, fakat korkutucu bir tavırla:

– Dur! Yeter artık! Dur! dedi.

Vasili hırıldaya hırıldaya saldırıyor, fakat savurduğu yumruklar oğlunun yumruklarına çarpıyordu sadece.

Kendisinin daha çevik olduğunu anlayan Yakov:

– Hele hele… Vay anasını… diyerek babasını kışkırtıyordu.
– Bekle… Dur…

Yakov yana sıçradı, denize doğru koşmaya başladı.

Vasili de başını öne eğip kollarını ileri doğru uzatarak onun peşi sıra atıldı. Fakat ayağı bir yere takıldı, yüzükoyun kuma yuvarlandı. Ellerini yere bastırdı, çabucak dizlerinin üstüne doğrulup oturdu. Adamakıllı bitkin düşmüştü. Güçsüzlüğünü kavramanın ve onur kırıklığının acısıyla kederli kederli uludu…

Boynunu Yakov’a uzattı, titreyen dudaklarından köpükler saçarak:

– Lanet olsun sana! diye hırıldadı.

Yakov sandala dayanmış, acıyan başını eliyle ovuşturuyor; keskin gözlerle babasına bakıyordu. Gömleğinin yenlerinden biri yırtılmış, sarkıyordu. Yakası da paralanmıştı. Terli, beyaz göğsü, yağlanmış gibi, güneşin altında parıl parıl parlıyordu. Babasına karşı içinde bir hoşgörü duygusu uyanmıştı şimdi. Kendini ondan daha güçlü buluyordu. Adam perperişan, zavallı bir durumda kuma oturmuş, yumruklarını sallayarak oğlunu tehdit ediyordu. Bunu gören Yakov, güçlülerin güçsüzler karşısındaki o aşağılayıcı, küçümser tavrıyla gülümsedi.

– Lanet olsun sana! Yüz bin kere lanet olsun!..

Vasili’nin gırtlağından öylesine şiddetli bir lanet haykırışı kopmuştu ki, Yakov ister istemez ürktü; denizin uzaklarına, dalyana baktı. Bir an için, bu zavallı haykırış oralardan duyulurmuş gibi geldi ona.

Fakat dalgalardan, güneşten başka bir şey yoktu görünürde. Yakov o zaman bir tükrük fırlatarak:

– Bağır!.. dedi. Zararı kime? Kendine… Madem iş buraya vardı, bak ne diyeceğim sana…

Vasili:

– Sus!.. diye haykırdı. Defol karşımdan, defol!..

Yakov, babasının davranışlarını gözden kaçırmaksızın sözlerini sürdürdü:

– Köye gitmeyeceğim… Kışı burada geçireceğim… Burası benim için çok daha iyi. Aptal değilim, anlıyorum bunu. Burada hayat çok daha kolay… Köyde olsak, köle gibi kullanırdın beni; ama artık geçmiş ola!

İşaret parmağını sallayarak babasına gözdağı verdi, güldü. Yeniden gözü dönen Vasili sıçrayıp doğruldu, eline bir kürek geçirerek Yakov’a doğru koştu. Hırıltılı bir sesle:

– Babana! Babana ha? Öldüreceğim seni!.. diye bağırıyordu.

Fakat o gözü öfkeden dünyayı görmez bir halde sandalın yanına vardığında, Yakov uzaklardaydı. Gömleğinin yırtık yeni havada sallana sallana koşuyordu.

Vasili küreği Yakov’un arkasından fırlattı, tutturamadı. Yeniden bitkin düşerek yüzükoyun yuvarlandı; sandalın bordasını tırnaklarıyla kazıya kazıya oğluna baktı. Öteki, uzaktan bağırıyordu:

– Utan, utan! Saçın sakalın ağardı, hâlâ bir kadın için kuduruyorsun… Allah seni ıslah etsin! Beni köye dönecek sanma… Sen git oraya… Burada yapacak işin kalmadı…

Vasili, oğlunun bağırışını da bastıran bir sesle uludu:

– Yakov! Sus Yakov! Öldüreceğim seni!.. Defol! Defol!

Delikanlı döndü; ağır ağır uzaklaşıp gitti.

Vasili bomboş, anlamsız gözlerle oğlunun arkasından baktı. Yakov, uzaklaştıkça kısalıyor; ayakları kuma gömülüyordu sanki… Önce beline kadar, sonra omuzlarına kadar gömüldü… En sonra da başı kum tepeciğinin ardında görünmez oldu. Yok olup gitti… Fakat az sonra, kaybolduğu yerin biraz ötesinde, yeniden ortaya çıktı bu baş. Sonra omuzlar, sonra bütün vücut göründü… Yakov biraz daha ufalmıştı şimdi… Babasına doğru döndü, bağırarak bir şeyler söyledi. Vasili bu bağırışa:

– Lanet olsun sana! Lanet olsun, lanet olsun! diye haykırarak karşılık verdi.

Öteki, elini salladı; yeniden yola koyularak bir başka kum tepesi ardında gözden kayboldu.

Vasili uzun süre, sandala yaslanmaktan sırtı sızlayıncaya kadar oğlunun arkasından baktı. Sonra bitkin bir halde ayağa kalktı, kemiklerinin sızıltısından bir an için sendeledi. Kuşağı, koltuk altlarına kadar çıkmıştı. Parmaklarını güçlükle kımıldatarak onu çözdü, gözlerine kadar yaklaştırıp baktı, sonra yere fırlattı. Barakaya doğru yürürken kumun üzerinde bir oyuğa raslayarak durdu, burasının düştüğü yer olduğunu anımsadı, düşmeseydim yakalardım onu diye düşündü.

Baraka darmadağınıktı. Gözleriyle araştırdığı votka şişesini çuvalların arasında buldu, eğilip aldı. Mantar, şişenin ağzına sıkıca yerleşmişti. Vasili onu ağır ağır çıkardı, şişeyi kafasına dikmek istedi. Fakat cam, titreyen dişlerine çarpıyor; votka, ağzının kıyılarından sakalına ve göğsüne dökülüyordu.

Başı uğulduyor, yüreği sıkışıyor, sırtı sızım sızım sızlıyordu.

Yüksek bir sesle:

– İşim bitmiş benim, yaşlanmışım! diyerek barakanın girişindeki kumların üstüne çöktü.

Deniz uzayıp gidiyordu karşısında. Dalgalar her zamanki gibi gürültüyle gülüp oynaşıyorlardı. Vasili uzun uzun suya baktı; oğlunun özlemle söylediği sözler geldi aklına.

“- Ah, bütün bu su toprak olsaydı! Ekilip sürülebilseydi!”

Köylünün içi acıyla burkuldu. göğsünü şiddetle oğuşturdu; çevresine baktı, derin bir ah çekti. Başı öne düşmüş, sırtı sanki ağır bir yük altındaymışçasına kamburlaşmıştı. Gelip bir şey tıkanmıştı boğazına; boğulacak gibi oluyordu. Öksürmeye başladı, gökyüzüne bakarak istavroz çıkardı. Benliğini kaplayan zalim bir düşünce, onu ağırlığı altında eziyordu sanki.

… On beş yıldır kahrını çeken namuslu, çilekeş karısını bir sürtük uğruna yüzüstü bırakmıştı. Tanrı da oğlunun isyanıyla cezalandırıyordu onu işte! Evet, Tanrı büyüktü!

Oğlu ona hakaret etmiş, babalık onurunu ayaklar altına almıştı… Hem de ne için? Aşağılık bir orospu uğruna!.. Böyle bir oğul, yaşamasa daha iyiydi. Peki, ya onun, ihtiyar bir adamın, çoluğunu çocuğunu unutarak bir orospuyla düşüp kalkması günah değil miydi?..

İşte Tanrı’nın kutsal öfkesine uğramış; öz oğlunun eliyle bulmuştu cezasını… Tanrı büyüktü!..

Vasili iki büklüm oturmuş, istavroz çıkarıyor; kirpiklerinde birikerek görmesine engel olan gözyaşlarını akıtmak için sık sık gözlerini kırpıştırıyordu.

Güneş denize doğru alçalıyordu. Günün kızıl ışıkları gökyüzünde yavaş yavaş sönmeye başlamıştı. Uzaklardan gelen ılık bir meltem, köylünün yaşlar içindeki yüzünü okşuyordu. Vasili derin bir pişmanlık içinde, uyuyup kalıncaya kadar orada öylece oturdu.

Yakov babasıyla kavgalarının ertesi günü, dalyandan otuz mil ötede mersin balığı avlamak için, bir grup ırgatla birlikte, gemi yedeğindeki bir mavnayla denize açılmıştı. Beş gün sonra, bir yelkenliyle, tek başına geri dönüyordu. Yiyecek getirmesi için yollamışlardı onu. Dalyana öğleden sonra ırgatların dinlenme saatinde vardı. Hava korkunç sıcaktı. Yakov seke seke barakalara doğru yürürken, çizmelerini giymediği için sövüp sayıyordu kendine. Kızgın kum ayaklarını yakıyor, balık pullarından ve kemiklerinden de sakınması gerekiyordu. Sandala dönmeye üşeniyordu. Bir an önce bir şeyler yiyip Malva’yı görmek için sabırsızlanıyordu. Denizde geçirdiği sıkıcı günler arasında sık sık Malva’yı düşünmüştü. Babasıyla görüşüp görüşmediklerini, neler konuştuklarını merak ediyordu şimdi… Adam Malva’yı dövmüş müydü acaba? Dövmüş olsaydı keşke! Biraz yola gelirdi hiç değilse! Çok oynak, çok başına buyruktu çünkü…

Dalyan sessiz ve tenhaydı. Barakaların pencereleri açıktı. Barakalar, bu kocaman tahta sandıklar da sıcaktan bunalıyor gibiydiler. Kahyanın, barakaların arasında gizlenmiş gibi duran yazıhanesinde bir çocuk, avazı çıktığı kadar bağırıyor; fıçıların oradan fısır fısır birtakım sesler geliyordu.

Yakov cesaretle o yana doğru yürüdü. Malva’nın sesini duyar gibi olmuştu çünkü. Fakat fıçıların yanına varıp da aradaki boşluğa bakınca hemen geri çekildi, kaşlarını çatarak durdu.

Fıçıların gölgesinde, kızıl saçlı Seryojka, ellerini ensesinde kenetlemiş, sırtüstü yatıyordu. Bir yanında Vasili, öte yanında Malva oturmuştu.

Yakov: Babamın ne işi var burada? diye düşündü. Yoksa kadına daha yakın olmak için kendini buraya mı aldırttı? Şeytan herif! Anam bir bilse bunları!.. Gitmeli mi yanlarına? Yoksa burada mı kalmalı?

Seryojka:

– Demek böyle! dedi. Elveda demeye geldin ha? Eh, ne yapalım! Git, toprağını eşele bakalım…

Yakov sevinçle gözlerini kırpıştırdı.

Sonra babasının sesi geldi kulağına:

– Evet, gidiyorum artık…

Delikanlı o zaman cesaretle ilerleyerek:

– Merhaba! dedi.

Babası ona şöyle bir bakıp öte yana döndü. Malva kaşını bile oynatmadı. Sadece Seryojka, ayağını oynattı, gür bir sesle:

– Aşık Yakov da uzak ülkelerden döndü işte! dedi.

Sonra her zamanki sesiyle:

– Koyun postu yüzer gibi, bu oğlanın derisini yüzüp davul yapmalı! diye ekledi.

Malva sessizce gülümsedi.

Yakov otururken:

– Çok sıcak, dedi.

Vasili, oğluna yeniden göz atarak:

– Ben de seni bekliyordum Yakov, diye söze başladı.

Babasının sesi her zamankinden daha yumuşakmış gibi geldi Yakov’a. Yüzünde de alışılmadık, bambaşka bir ifade vardı.

Yakov:

– Yiyecek almaya geldim… dedi. Sonra Seryojka’dan bir sarımlık tütün istedi.

Seryojka kımıldamadan:

– Aptallara verecek tütünüm yok benim, dedi.

Parmağıyla kumları karıştıran Vasili, dokunaklı bir sesle:

– Yakov, ben eve dönüyorum… diye mırıldandı.

Oğlu saf saf babasının yüzüne bakarak:

– Ya, öyle mi? diye sordu.
– Ya sen… Sen burada mı kalıyorsun?
– Evet, ben kalıyorum… İkimiz birden evde ne yapalım?
– İyi ya… Bir diyeceğim yok… Nasıl istersen… Bebek değilsin ki… Yalnız bir şeyi… aklından çıkarma… Şunun şurasında az bir ömrüm kaldı benim… Yaşamasına biraz daha yaşarım belki… Fakat nasıl çalışacağımı bilemiyorum… Topraktan soğudum galiba… Diyeceğim şu: Orada bir anan olduğunu aklından çıkarma…

Güçlükle konuştuğu belli oluyor, sözleri dişlerinin arasında takılıp kalıyordu sanki. Sakalını sıvazlarken elleri tir tir titriyordu.

Malva gözlerini Vasili’ye dikmişti. Seryojka gözlerinden birini kırpıştırıyor, ötekisiyle dik dik Yakov’a bakıyordu. Yakov sevinçten uçacak gibiydi. Fakat bunun anlaşılmasından çekiniyor, gözleri ayaklarında susuyordu.

– Ananı unutma sakın… Onun tek oğlu olduğunu aklından çıkarma…

Yakov ezilip büzülerek:

– Niye söylüyorsun bunu? dedi. Ben de biliyorum.

Babası, oğluna kuşkuyla bakarak:

– Biliyorsan ne âlâ!.. diye sözlerini sürdürdü. Ben de unutmayasın diye söylüyorum işte…

Vasili içini çekti. Birkaç dakika dördü de sustu. Sonra Malva söze başladı.

– Birazdan işbaşı çanı çalacaktır.

Vasili ayağa kalkarak:

– Eh, ben gideyim artık!.. dedi.

Ötekiler de kalktılar.

– Allahaısmarladık Seryojka… Volga taraflarına yolun düşerse, belki uğrarsın ha?.. Simbirsk kasabasında Mazlo köyü dersin; Nikolo Lıykovski bucağına bağlı…

Seryojka:

– Pekâlâ! diyerek onun elini sıktı ve kızıl tüylerle kaplı, damar damar pençesinin içinde bu eli bir süre tuttu, Vasili’nin asık ve kederli yüzüne gülümseyerek baktı.

Vasili:

– Nikolo Lıykovski büyük bir bucaktır… diye açıklamada bulundu. Adını duymayan yoktur. Bizim köy onun dört verst ötesinde…
– Tabii, tabii… Kısmet olur, çıkıp gelirim bakarsın…
– Allahaısmarladık!
– Güle güle, iyi adam!

Vasili, kadının yüzüne bakmadan, boğuk bir sesle:

– Allahaısmarladık Malva! dedi.

Malva gömleğinin yeniyle, hiç acele etmeden dudaklarını sildi; sonra beyaz ellerini adamın omuzlarına koydu; ciddi bir tavırla ve sessizce, onun yanaklarıyla dudaklarını üçer kere öptü.

Vasili bozularak anlaşılmaz bir şeyler mırıldandı. Yakov yüzündeki gülümsemeyi gizlemek için başını öne eğdi. Seryojka tembel tembel esneyerek gökyüzüne baktı ve:

– Sıcaktan bunalacaksın, dedi.
– Zararı yok… Eh, allahaısmarladık Yakov!
– Güle güle!

Karşı karşıya duruyor, ne yapacaklarını bilemiyorlardı. Bir anda ve tekdüze bir biçimde havada çınlayan “Allahaısmarladık” sözü, Yakov’un yüreğinde babasına karşı sıcak bir duygu uyandırmıştı. Fakat bunu nasıl belirteceğini bilemiyordu. Onu Malva’nın yaptığı gibi kucaklamalı mı, yoksa Seryojka gibi elini mi sıkmalıydı sadece? Oğlunun kararsızlığı Vasili’yi incitiyor, biraz da utanca benzer bir şey duyuyordu onun karşısında. Burundaki olay ve Malva’nın deminki öpücükleri uyandırmıştı bu duyguyu.

Sonunda:

– Eh, ananı unutma!.. dedi.

Yakov tatlı bir gülümsemeyle:

– Unutur muyum hiç! diye bağırdı. Sen gönlünü ferah tut… Çocuk değilim ben…

Vasili başını sallayarak:

– Eh, böyle işte!.. dedi. Hadi, sağlıcakla kalın; beni de kemlikle anmayın… Seryojka, tencereyi yeşil sandalın kıç altına, kuma gömdüm.

Yakov hemen:

– Tencereden ona ne? diye sordu:

Vasili:

– Yerime o geçti şimdi… Voli bekçisi oldu! diye karşılık verdi.

Yakov, Seryojka’ya baktı, Malva’ya göz attı ve bakışlarındaki sevinç parıltısını gizlemek için başını öne eğdi.

– Hoşça kalın kardeşler, ben gidiyorum artık!

Vasili onları selamlayıp yola koyuldu. Malva da arkasından yürüdü:

– Seni geçireyim biraz…

Seryojka yeniden kuma uzandı, Malva’nın arkasından gitmek isteyen Yakov’un ayağını yakaladı.

– Hop dedik! Nereye?

Yakov kurtulmaya çalışarak:

– Bırak beni! diye homurdandı.

Seryojka onun öteki ayağını da yakaladı.

– Otur bakalım aşağı…
– Off! Şakanın sırası mı?
– Şaka etmiyorum… Otur aşağı!

Yakov dişlerini sıkarak durdu.

– Ne istiyorsun?
– Bekle! Kes sesini! Düşünüyorum şimdi, sonra söylerim.

Delikanlıya sert, korkutucu bir bakış fırlatınca, Yakov sesini kesti…

Malva’yla Vasili bir süre sessizce yürüdüler. Kadın ikide bir, yandan adamın yüzüne bakıyor; gözlerinde tuhaf ışıltılar dolaşıyordu. Vasili ise yüzünden düşen bin parça, susuyordu. Ayakları kuma gömülüyor, ağır ağır ilerliyorlardı bu yüzden.

– Vasili!
– Ne var?

Kadına bir an bakıp başını hemen öte yana çevirdi.

Malva sakin, pürüzsüz bir sesle:

– Biliyor musun, dedi; Yakov’la seni, ben düşürdüm birbirinize… Hem de bile bile… Belki de kavgasız gürültüsüz yaşayıp giderdiniz burada…

Vasili bir süre karşılık vermedi; sonra:

– Niçin yaptın bunu? diye sordu.
– Bilmem… Yaptım işte!

Gülümseyerek omuzlarını silkti.

Adam öfkeyle:

– İyi halt ettin! dedi. Senden de bu beklenir!

Malva ses çıkarmadı.

– Mahvedeceksin oğlanı! Canına okuyacaksın! Tüh! Cadısın sen, cadı, Tanrı’dan korkmuyorsun… Utanmak nedir bilmiyorsun… Nedir bu yaptıkların?

Kadın:

– Ne yapmalıyım dersin? diye sordu.

Sesinde ne bir kaygı, ne bir keder belirtisi vardı.

Vasili kızıp köpürerek:

– Ne mi yapmalısın? Şu sorduğun şeye bak!.. diye bağırdı.

Kadını bir yumrukta yere sermek, göğsünü ve suratını çizmelerinin altında çiğneyip ezmek için şiddetli bir istek duydu. Yumruklarını sıkarak geriye baktı.

Orada, fıçıların yanında, Yakov’la seryojka’nın görüntüleri kımıldıyordu. İkisi de onlardan yana bakıyorlardı.

– Defol git! Bir yerini kıracağım yoksa!..

Malva’nın yüzüne eğilmiş, neredeyse fısıltı denebilecek bir sesle sövüyordu. Gözleri kan çanağına dönmüştü. Sakalı tir tir titriyordu. Kadının başörtüsünün altından taşan saçlarını kavramamak için, ellerini güçlükle zaptedebiliyordu.

Malva kılını bile kıpırdatmadan, yeşil gözleriyle, sakin sakin ona bakıyordu.

– Öldürsem yeridir seni!.. Bekle… Bir gün belanı bulacaksın nasıl olsa…

Kadın gülümsedi. Bir süre sustu. Sonra derin derin içini çekerek umursamaz bir tavırla:

– Eh, yeter artık, hadi sağlıcakla kal! dedi ve birdenbire geriye dönerek yürüyüp gitti. Vasili onun arkasından homurdanıyor, dişlerini gıcırdatıyordu. Malva, Vasili’nin kum üzerindeki açık ve derin ayak izlerine basmaya çalışarak dalyana doğru ilerliyor; ayaklarıyla bu izleri siliyordu. Böylece ağır ağır, fıçıların yanına kadar geldi.

Seryojka:

– Uğurladın mı onu? diye sordu.

Malva başını evet anlamında sallayarak Seryojka’nın yanına oturdu. Yakov, sadece kendisinin işittiği bir şeyler mırıldanıyormuşçasına dudaklarını kımıldatarak Malva’ya bakıp tatlı tatlı gülümsedi.

Seryojka, bir şarkının sözleriyle tekrarladı sorusunu:

– Onu uğurlarken için yandı mı?

Malva başıyla denizi işaret edip bir başka soruyla karşılık verdi:

– Ne zaman gidiyorsun oraya, buruna?
– Akşamüstü.
– Ben de geleceğim…
– Çok güzel! Buna sevindim işte…

Yakov kararlı bir tavırla:

– Ben de geleceğim! dedi.

Seryojka gözlerini kırpıştırarak:

– Seni çağıran var mı? diye sordu.

Ölgün bir çan sesi havayı titreterek ırgatlara iş başını duyurdu. Çabuk çabuk, birbiri arkasına havada dağılan bu sesler, dalgaların neşeli hışırtısı içinde kayboldular. Yakov küstah bir tavırla Malva’ya bakarak:

– Beni o çağırıyor! dedi.

Malva şaşırarak:

– Ben mi? diye sordu. Seninle ne alıp vereceğim var benim?

Seryojka ayağa kalktı, sert bir sesle:

– Açık konuşalım Yakov! dedi. Eğer ona asılacak olursan, dayaktan gebertirim seni! Hele parmağının ucunu bile dokundurmaya kalkarsan, kendini sinek gibi ölmüş bil! Bir vuruşta toz ederim seni! Mesele benim için bu kadar basit!

Yüzü, görünüşü ve Yakov’un gırtlağına doğru uzanan damar damar elleri, Seryojka’nın hiç de şaka etmediğini gösteriyordu.

Yakov bir adım gerileyerek ezik bir sesle:

– Dur bakalım! Bir de ona soralım!.. diyecek oldu.

Seryojka:

– Kes sesini ulan! diye karşılık verdi. Kuzu eti yemek senin gibi itlere mi kaldı? Yalayasın diye bir parça kemik verirlerse, kuyruğunu kısıp teşekkür et! Anladın mı? Salak!

Yakov, Malva’ya baktı. Kadın, yeşil gözlerinde alaycı, küçümseyici bir gülümsemeyle Yakov’u süzdü ve Seryojka’ya öyle yaltaklanarak sokuldu ki, delikanlı ter içinde kaldı. Onu orada bırakarak, yan yana uzaklaştılar. Yakov, kahkahalarını işitti az sonra. Sağ ayağını hırsla yere vurdu, hızlı hızlı soluyarak öylece kalakaldı.

Uzaklarda, sarı ve ölgün kum tepeciklerinin ötesinde; küçük, karanlık bir insan görüntüsü kımıldıyordu. Sağında neşeli, güçlü bir deniz güneşin altında parıl parıl yanıyor; solundaysa, ufkun sonuna kadar, tekdüze, hüzün verici bir çöl uzayıp gidiyordu. Yakov bu yalnız adama baktı, baktı, sonra onur kırıklığı ve şaşkınlık yaşlarıyla buğulanan gözlerini kırpıştırdı, elleriyle hızlı hızlı göğsünü oğuşturdu.

Dalyanda çalışma kızışmıştı.

Malva’nın göğüsten gelen, ayartıcı sesi çınladı:

– Kim aldı benim bıçağımı?..

Dalgalar gürüldüyor, güneş parlıyor, deniz gülüyordu…

1897

Bozkırda

Canımız ölesiye sıkkın, kurtlar gibi aç ve bütün dünyaya öfkeli, Perekop’tan çıktık. Bütün bir gün bir şey çalabilmek ya da kazanabilmek için elimizden geleni yapmış, fakat sonunda ikisini de başaramayacağımıza aklımız kesince daha ileriye gitmeye karar vermiştik. Ama nereye? Daha ileriye olsun da…

Çoktandır yürüdüğümüz bu hayat yolunda ne pahasına olursa olsun daha ileriye gitmeye hazırdık. Her birimizin ayrı ayrı, sessizce verdiği bu karar, aç gözlerimizdeki keskin parıltılardan açıkça okunuyordu.

Üç kişiydik. Kerson’da, Dinyeper kıyısında bir meyhanede tanışmıştık kısa bir süre önce.

Birinci arkadaş, demiryolu taburunun askerlerindendi. Sonradan -söylediğine göre- yol ustası olmuş. Kızıl saçlı, iri yarı bir adamdı. Külrengi gözlerinin soğuk bir bakışı vardı. Almanca biliyordu. Hapishane yaşayışı üzerine geniş bilgi sahibiydi.

Bizim gibiler geçmişlerinden söz etmeyi pek sevmezler. Her zaman az çok bir nedeni vardır bunun. Bu yüzden birbirimize inanıyor, hiç değilse inanmış görünüyorduk. Çünkü aslında kendimize de inandığımız yoktu pek.

İnce dudakları her zaman kuşkuyla büzülmüş, ufak tefek, kuru bir adam olan ikinci arkadaş, Moskova Üniversitesi’nin eski öğrencilerinden olduğunu söyleyince, ben ve asker gerçek sanmıştık bunu. Aslında, bir zamanlar, öğrenci mi, polis hafiyesi mi, yoksa hırsız mı olduğu umurumuzda değildi. Tanıştığımızda bizimle aynı tabakadan olduğunu bilmemiz yetiyordu. Açtı. Kentlerde polisin, köylerde müjiklerin özel ilgisinden tedirgin oluyor; kovalanmış, aç bir canavar gibi hem onlardan, hem ötekilerden nefret ediyor; herkese, her şeye karşı evrensel bir kin besliyordu. Aynı yolun yolcusuyduk yani.

Üçüncü bendim. Küçük yaşlardan beri çok alçakgönüllüyümdür. Erdemlerimden söz etmeyeceğim bu yüzden. Safdil görünmemek için de eksiklerime değinmeyeceğim. Yalnız, kişiliğim üzerine bir yargıya varabilmemiz bakımından şu kadarını söyleyeyim: Kendimi ötekilerden daha iyi buluyordum. Bugün de aynı kanıdayım.

Böylece Perekop’tan çıktık; bir çobana raslarız umuduyla ilerlemeye başladık. Onlardan her zaman ekmek istenebilir. Bu konuda yolcuları geri çevirdikleri pek görülmemiştir.

Askerle ben yan yana yürüyorduk. “Öğrenci” arkamızdan geliyordu. Zamanında ceket olduğu belli bir şey sarkıyordu omuzlarından. Sıfır numara traşlı, sivri, fırlak kafasına geniş bir şapka artığı geçirmişti. Renk renk yamalarla kaplı boz renkli bir pantolon bacaklarını sıkı sıkı sarıyordu. Yolda bulduğu bir çizme koncunu elbisesinin astarından kopardığı parçalarla çıplak ayaklarına bağlamıştı. Sandal adını verdiği bu şeylerle dünyanın tozunu kaldırarak sessizce yürüyor; yeşilimsi küçük gözleri kıvılcımlar saçıyordu.

Al basmadan bir gömlek vardı askerin sırtında. Kerson’dan “elceğiziyle” aldığını söylüyordu bunu. Gömleğin üstüne de kalın, pamuklu bir yelek geçirmişti. Ordu yönetmenliğince “sağ kaşının üstüne kabadayıca yıkılmış” rengi belirsiz bir asker kasketi vardı başında. Bacaklarında geniş bir Ukrayna şalvarı sallanıyordu. Yalınayaktı.

Ben de onlar gibi giyimli ve yalınayaktım.

Bozkır, dört bir yana göz alabildiğine uzayıp gidiyor; mavi, kızgın ve bulutsuz gökkubbenin altında engin genişlikte, yuvarlak, kara bir tabak gibi yatıyordu. Onu geniş bir çizgiyle kesen boz renkli, tozlu yol, ayaklarımızı yakıyordu. Arada bir, kısa ve sivri sapları, tuhaf bir biçimde, askerin çoktandır ustura değmemiş yüzünü andıran yeni biçilmiş ekin tarlalarına raslıyorduk. Asker kısıkça, kalın bir sesle şarkı söyleyerek gidiyordu:

“Ve senin kutsal pazarını ilahilerle kutluyoruz…”

Ordudayken kışla kilisesinde zangoç gibi bir şeymiş. Sayısız ilahiler, manzumeler biliyor; nedense, canımız konuşmak istemediği zamanlarda bu bilgisini hep kötüye kullanıyordu.

Karşımızda, ufukta, kıyıları yumuşak çizgili, mordan pembeye kadar renk renk birtakım görüntüler belirdi.

“Öğrenci”:

– Bunlar Kırım dağları olmalı, dedi.
– Dağlar! (Asker bağırdı.) Dostum, sen dağları görmekte acele ettin. Onlar bulut… Baksana, görmüyor musun?.. Sanki sütlaç…

Bulutların sütlaç olmalarındaki güzelliği düşündüm.

Asker:

– Kör şeytan! diye küfür sallayarak tükürdü. Bir tek canlı varlığa olsun raslayabilseydik! İn cin top oynuyor… Bu gidişle kışın ayıların yaptığı gibi kendi pençelerimizi emmek zorunda kalacağız…

“Öğrenci” üst perdeden:

– İnsanların bulunduğu yerlerden geçmemiz gerektiğini söylemiştim, dedi.

Asker öfkelendi:

– Söylemiştim!.. Sadece söylemek için bilgi edinmişsin zaten. İnsanların bulunduğu yer hani? Şeytan bilir nerde?

“Öğrenci” dudaklarını büzerek sustu. Güneş batıyor; bulutlar çeşit çeşit, sözle anlatılamaz renklerebürünüyordu. Bir toprak ve tuz kokusu geldi burnumuza.

Bu kuru, lezzetli koku, iştahımızı büsbütün kamçıladı. Midemiz kemiriliyordu. Tuhaf, tatsız bir duyguydu bu. Sanki vücudumuzun özsuları çekiliyor, buharlaşıyor; kaslarımız gevşeyip pörsüyordu. Ağzımız, boğazımız kupkuru kesilmişti. Güçlükle yutkunuyorduk. Başımız dönüyor, gözlerimizin önünde kara lekeler uçuşuyordu. Bu lekeler kimi zaman üstünde dumanlar tüten bir et parçası ya da bir somun oluveriyor; hayal gücümüz “geçmişin bu dilsiz görüntülerini” kendilerine özgü kokularla donatıyor, işte o zaman midelerimiz bir bıçakla oyuluyordu sanki.

Yine de duygularımızı birbirimize ileterek, bir yerde bir koyun sürüsü görürüz ya da Ermeni pazarına yemiş götüren bir Tatar arabasının keskin gıcırtısını işitiriz umuduyla gözlerimizi dört açmış, kulaklarımız kirişte, yürüyorduk.

Fakat bozkır bomboş uzayıp gidiyordu. Bir gün önce üçümüz bir buçuk iki kiloluk bir çavdar somunuyla beş tane karpuz yemiştik. Fakat kırk verst yol almıştık bunun üstüne. Giderimiz gelirimize uygun değildi yani ve Perekop’un pazar yerinde uyumaya çekilmişken, midelerimiz kazınarak uyanmıştık.

“Öğrenci” pek yerinde olarak, geceleyin uyuyacağımıza bir şeyler… yapmamızı önermişti. Fakat düzenli bir toplumda mülkiyet hakkını zedeleyecek tasarılardan yüksek sesle söz etmek yakışık almayacağı için bunu geçelim. Doğruluktan ayrılmak istemem; kabalık işime gelmez. Yaşadığımız şu yüksek uygarlık günlerinde insan ruhlarının gitgide yumuşadığını bilenlerdenim. Komşusunun boğazına düpedüz onu boğmak amacıyla sarılan bir kimse bile, elden geldiğince kurallara uyarak, incelikle yapmaya çalışıyor bunu. İnsan ahlakındaki bu ilerlemeyi kendi boğazımın geçirdiği bir deneyden biliyorum. Sevinerek belirteyim ki, dünyamızda her şey gelişmekte, yetkinleşmekte. Hapishanelerin, meyhanelerin, genelevlerin yıldan yıla çoğalması bunu yeterince kanıtlamıyor mu?

Kuruyan tükrüklerimizi yutarak, midelerimizdeki sancıyı dostça konuşmalarla bastırmaya çalışarak, ıssız bozkırda, batan günün kızılımtrak ışıkları içinde yürüyorduk. Güneş, renk renk bezediği yumuşak bulutlara usulca giriyor; arkamızdan ve yanlardan göğe doğru yükselen mavimsi bir sis, asık yüzlü ufukları daraltıyordu.

Asker yol üstünden bir ağaç parçası alarak:

– Kardeşçikler, ateş yakmak için çalı çırpı toplayın, dedi. Geceyi bozkırda geçirmek zorunda kalacağız; çiğ düşer! Hayvan tersi, dal parçası, ne bulursanız alın.

Yolun iki yanına dağıldık. Kuru ot ve yanabilecek ne varsa toplamaya koyulduk. Yere her eğilişimizde yüzükoyun kapaklanıvermek, kara ve yağlı toprağı yemek, yemek, tıka basa yemek, sonra oracıkta uyuyakalmak için dayanılmaz bir istek uyanıyordu içimizde. Varsın sonsuz bir uyku olsundu bu; umurumuzda değildi. Yemek, çiğnemek, sıcak ve koyu bir yiyeceğin ağzımızdan geçerek kuruyup darlaşmış yemek borularımızdan aktığını, bir şeyler emmek tutkusuyla kızışan midelerimize indiğini hissetmekten başka bir şey istediğimiz yoktu.

Asker:

– Hiç değlise kök mök bulabilseydik… diye içini çekti. Birtakım yenilebilir kökler vardır…

Fakat sürülmüş kara toprakta hiçbir kök yoktu. Güney gecesi hızla bastırıyordu. Daha güneşin son ışıkları sönmeden, koyu mavi gökyüzünde yıldızlar parlamaya başlamıştı bile. Çevremizde gölgeler yoğunlaşıyor, bozkırın sonsuz uzaklığı gitgide daralıyordu…

“Öğrenci” usulca:

– Kardeşçikler, diye fısıldadı; orada, solda bir adam yatıyor…

Asker kuşkuyla:

– Ne adamı? diye homurdandı. Adamın orada ne işi var?
– Ne bileyim, git de sor. Bozkıra yerleştiğine göre muhakkak ekmeği de vardır.

Yolun solunda, yüz yüz elli metre ötede yükselen karanlık tümseğin, bir insan olduğunu ancak “öğrenci”nin yeşil, keskin gözleri seçebilirdi. Asker baktı, kararlı bir tükürük fırlatarak:

– Oraya gidiyoruz! dedi.

Sürülmüş tarladaki toprak keseklerini çabuk çabuk geçerek karaltıya doğru yaklaşmaya başladık. İçimizde beliren yiyecek ümidi, açlığımızı büsbütün keskinleştiriyordu. Oldukça yaklaştığımız halde tümsekte bir kıpırdanma yoktu.

Asker bozuk bir sesle, hepimizin aklından geçen şeyi söyledi:

– Belki de insan değildir.

Fakat tam bu sırada kuşkularımız dağıldı. Karaltının kımıldadığını, yükseldiğini gördük. Bir insandı bu. Dizlerinin üstünde duruyordu şimdi. Kolunu bize doğru uzattı; boğuk, titrek bir sesle bağırdı:

– Yaklaşma, yakarım!

Puslu havada kısa, kuru bir şakırtı işitildi.

Zınk diye durduk. Bu düşmanca karşılamadan ötürü sersemlemiştik. Birkaç dakika sustuk.

Asker hınçla:

– Al-çak herif! diye homurdandı.

“Öğrenci” düşünceli düşünceli:

– Hım… dedi. Silah taşıdığına göre kulağı kesiklerden olmalı.

Asker:

– Hey! diye bağırdı.

Bir şeye karar verdiği belliydi.

Adam kımıldamadan öylece duruyor, ses etmiyordu.

– Hey, oradaki! Sana dokunmayacağız… Varsa ekmek ver bize… Haydi, kardeş… İsa aşkına!.. Allah belanı versin, alçak namussuz!..

Bu son sözleri bıyıkları arasından söylemişti.

Adam hâlâ susuyordu.

Asker sesinde bir hırçınlık ve ümitsizlik titremesiyle yeniden söze başladı:

– İşittin mi? Ekmek istiyoruz! Yanına gelmeyeceğiz… Sen oradan fırlat…

Adam kısaca:

– Olur, dedi.

“Benim sevgili kardeşlerim” diye başlayan, en kutsal, en temiz duygularla dolu bir söylev, bizi bu boğuk ve kısa “Olur!” sözcüğü kadar coşturamaz, duygulandıramazdı.

Asker tatlı tatlı gülümseyerek:

– Bizden korkma iyi adam, diye söze girişti…

Adam en azından yirmi adım ötemizde olduğu için bu gülümsemeyi görmüyordu.

– Bizler zararsız kimseleriz! Rusya’dan Kuban’a gidiyoruz… Yolda paramızı düşürdük… Azığımız da tükendi… İşte, iki gündür kursağımıza bir şey girmedi…

İyi adam, kolunu sallayarak:

– Tut! diye seslendi.

Havada kara bir toprak göründü, az ötemize, tarlaya düştü. “Öğrenci” onun peşinden atıldı.

– Şunu da tut! Hepsi bu kadar…

“Öğrenci” bu ilginç sadakaları toplayıp getirdiğinde, bir buçuk kilo kadar bayat buğday ekmeğine sahip olduğumuzu gördük. Ekmek kuru ve pisti. Bayat somun, tazesinden daha doyurucudur. Nemi azdır çünkü.

– Al sana… Al sana… Al sana…

Asker büyük bir özenle paylarımızı dağıtıyordu.

– Dur, olmadı… Bilgin! Seninkinden bir lokma daha koparayım, onunki az oldu…

“Öğrenci”, ekmeğinden on beş yirmi gramlık bir parçanın eksilmesine sessizce katlandı. Ben lokmamı ağzıma attım; taşı bile öğütmeye hazır olan çenemin sıtmalı bir çabuklukla hareket etmesine engel olarak, ağır ağır çiğnemeye koyuldum. Lokmalar gırtlağımdan aşağı indikçe büyük bir zevk duyuyor; bu zevki uzatmak için, ağır ağır, sindire sindire çiğniyordum her parçayı. Sıcacık lokmalar anlatılmaz bir zevkle birbiri arkasına mideme iniyor, hemen o anda kan ve ilik oluyordu sanki. Midem doldukça yüreğim de tuhaf, sessiz, canlandırıcı bir sevinçle ısınıyordu. Ümitsiz açlık günlerini, arkadaşlarımı unutmuş; kendimi bütün benliğimle yaşadığım dakikaların zevkine kaptırmıştım.

Fakat avucumdaki son ekmek kırıntısını da ağzıma atınca ölesiye aç olduğumu hissettim.

Karşıma oturup eliyle midesini oğuşturan asker:

– O namussuzda yağ ya da et var… diye homurdandı.

“Öğrenci”:

– Hiç kuşku yok, dedi. Ekmeğe et kokusu sinmişti… Sonra mutlaka ekmeği de vardır. Tabanca olmasaydı…

Bu son sözü sessizce eklemişti.

– Kimdir acaba? Neyin nesi?
– Bizlerden olmalı…

Asker:

– Köpeğin biri! diye kestirip attı.

Birbirimize değecek kadar yakın oturmuş, silahlı velinimetimizin bulunduğu yere bakıyorduk.

Orada ne bir ses, ne de bir kıpırtı vardı.

Gece karanlık güçlerini çevremize yığıyordu. Bozkır bir ölüm sessizliğine gömülmüştü. Birbirimizin soluğunu işitiyorduk. Bir tarla faresinin kederli ıslığı duyuluyordu arada bir… Yıldızlar, gökyüzünün bu canlı çiçekleri başımızın üstünde parlıyordu. Biz açtık.

Bu olağanüstü sayılabilecek gecede yanımdaki arkadaşlardan ne iyi, ne de kötü olmadığımı övünçle söylemeliyim. Onlara kalkıp adamın üstüne gitmeyi öneren ben oldum. Dokunmayacaktık ona; sadece nesi var, nesi yok yiyecektik. Ateş ederse, varsın etsindi. Vursa vursa birimizi vururdu. Sonra tabancı kurşunuyla kolay kolay ölmezdi adam.

Asker ayağa fırlayarak:

– Gidiyoruz, dedi.

“Öğrenci” daha ağırdan aldı.

Koşarcasına ilerlemeye başladık, “Öğrenci” arkamızdan geliyordu.

Asker ona:

– Hey arkadaş! diye azarlayan bir sesle bağırdı.

Karşıdan boğuk bir homurtu ve keskin bir mekanizma şakırtısı geldi. Bir ateş parladı, kuru bir patlama işitildi.

Asker sevinçle:

– Iska! diye bağırarak bir sıçrayışta adamın yanına vardı. Şeytan herif! Şimdi gösteririm sana!…

“Öğrenci” çıkına atıldı.

“Şeytan herif”se demin diz çökmüşken şimdi sırtüstü yuvarlanmış, kollarını açmış, hırıldıyordu…

Ona bir tekme savurmaya hazırlanan asker bu durum karşısında şaşırarak:

– Bu da nesi? diye bağırdı. Herif kendi kendini mi vurdu yoksa? Hey! Ne oldun? Kurşun kendine mi değdi?

“Öğrenci”nin sesi sevinçle çınladı:

– Et var, çörek var, ekmek var… Her şey var kardeşcikler!

Asker:

– Hıh, canın cehenneme, geber… diye bağırdı. Yemek başına!

Ben adamın elinden tabancayı aldım. Hırıltıyı kesmişti. Kıpırdamadan yatıyordu şimdi. Bir fişek daha vardı namluda.

Yeniden yemeğe oturduk. Sessizce yedik, yedik… Adam çıt çıkarmadan, öylece yatıyordu. Onunla ilgilendiğimiz yoktu.

Ansızın hırıltılı, titrek bir ses yükseldi:

– Aziz kardeşcikler! Bunu gerçekten de ekmek için yaptınız, öyle mi?..

Tüylerimiz ürpererek baktık. “Öğrenci”nin lokması boğazında kalmıştı. İki büklüm olup öksürmeye başladı.

Asker, ağzı yemekle doluyken sövüp saymaya koyuldu:

– Köpek soylu! Kuru kütük gibi ikiye ayırmalı seni! Derini mi yüzeceğiz sandın? Ne işimize yarar? Mundar! Domuz suratlı! Şuna bak! Eline silah almış, insanlara ateş ediyor! Melun!

Söverken bir yandan da atıştırdığı için sözlerinin etkisi azalıyordu.

“Öğrenci” uğursuz bir sesle:

– Bekle, yemeğimiz bitsin de seninle öyle hesaplaşacağız, diye homurdandı.

O zaman gecenin karanlığında ürkütücü, ulumaya benzer hıçkırıklar yükseldi.

– Kardeşçikler… Bilir miydim?… Korkumdan ateş ettim… Afon’dan Smolensk’e gidiyordum… Tanrım… Sıtmam tuttu… Güneş battı mı vay halime!.. Afon’dan sıtma yüzünden ayrıldım… Marangozluk yapıyordum orada… Ben maragozum… Karım bekliyor… İki küçük kızım… Üç dört yıl var, hiç birini görmedim… Kardeşçikler… Hepsini yiyin…

“Öğrenci”:

– Kaygılanma, yiyeceğiz… dedi.
– Tanrım! Sizin zararsız, iyi insanlar olduğunuzu bilsem… ateş eder miydim? Kardeşçikler… Allahın bozkırı… Gece… Haksız mıyım?

Bunları söylerken bir yandan da ağlıyordu. Titrek, ürkek bir sesle uluyordu daha doğrusu.

Asker horgörüyle:

– Şuna bak, zırlıyor! dedi.

“Öğrenci”:

– Yanında para olmalı, diye aklından geçeni belirtti.

Asker göz kırptı, ona bakıp güldü:

– Kavrayışlı adamsın… Neyse, haydi ateş yakıp uyuyalım artık.

“Öğrenci”:

– Ne olacak? diye sordu.
– Canı cehenneme! Ne yapalım, yakalım mı adamı?

“Öğrenci” sivri kafasını sallayarak:

– Fena olmazdı! dedi.

Marangozu iniltileriyle başbaşa bırakıp topladığımız çalı çırpıyı almaya gittik. Taşıyıp getirdik, tutuşturduk, sonra sessizce ateşin başına oturduk. Yalımlar gecenin karanlığında usul usul tütüyor, bulunduğumuz küçük yeri aydınlatabiliyordu sadece. Bir öğünlük daha yiyeceğimiz vardı, ama gözlerimiz kapanmaya başlamıştı.

Marangoz:

– Kardeşçikler, diye seslendi.

Üç adım ötemizde yatıyor, sanırım zaman zaman bir şeyler mırıldanıyordu.

Asker:

– Ne var? dedi.
– Oraya… ateşin yanına gelebilir miyim? Ölümüm yaklaştı… Kemiklerim kırılıyor… Tanrım! Evime ulaşamayacak mıyım?..

“Öğrenci”:

– Sürün gel… diye kararını bildirdi.

Marangoz kolunu ya da bacağını yitirmekten korkuyormuşçasına ağır ağır sürünerek ateşe yaklaştı. Uzun boylu, iskelet gibi zayıf bir adamdı. Tir tir titriyor; çektiği acı, iri, bulanık gözlerinden açıkça okunuyordu. Yüzü kasılmıştı. Bu kemikli yüz, ateşin aydınlığında bile balmumu gibi sapsarıydı. Uzun, kuru ellerini ateşe uzattı; eklem yerlerinden uyuşuk uyuşuk, ağır ağır bükülen kemikli parmaklarını çıtlatmaya başladı. Öyle ki ister istemez içi bulanıyor, bakmak istemiyordu insan.

Asker asık bir yüzle:

– Bu durumda ne diye yayan gidiyorsun? dedi. Paran çok mu değerli, ha?
– Denizden gitme demişlerdi… Kırım’dan git, hava alırsın. Ama yürüyemez oldum… Öleceğim kardeşçikler! Bozkırda bir başıma öleceğim… Kurtlara kuşlara yem olacağım… Kimse ne olduğumu bilmeyecek… Karım… kızlarım boş yere bekleyecek… Yazmıştım onlara… Kemiklerimi bozkır yağmuru yıkayacak… Tanrım, Tanrım!

Yaralı bir kurt gibi kederle uluyordu.

Askerin tepesi attı; ayağa fırlayarak:

– Ee, yettin artık şeytan! diye bağırdı. Ne zırlıyorsun? Seni mi dinleyeceğiz? Gebereceksen geber! Ama kes sesini!.

Ben:

– Yatalım, dedim. Sen de ateşin yanında kalmak istiyorsan, ulumayı kes… Yettin artık…

Asker vahşi bir sesle:

– İşittin mi? dedi. Öyleyse söyleneni yap. Bize bir lokma ekmek fırlattın, sonra da kurşun attın diye çevrende pervane olacağımızı mı sanıyorsun? Pis şeytan! Bizim yerimizde başkaları olsaydı… Neyse!

Sustu, sırtüstü toprağa uzandı.

“Öğrenci” daha önce yatmıştı. Marangoz korka korka ateşin yanında tor top oldu, gözlerini alevlere dikip sustu. Dişlerinin çatırtısını işitiyordum. “Öğrenci” de kıvrılmış, solumda yatıyordu. Yatar yatmaz uyumuş olmalı. Asker, ellerini ensesinde kenetlemiş, göğe bakarken:

– Ne gece, değil mi? dedi. Gökyüzü değil de yorgan sanki. Dostum, bu başıboş hayatı seviyorum ben. Soğukla, açlıkla başbaşasın; ama özgürsün… Karışanın görüşenin yok… İstersen kendi kafanı dişleyip kopar, kimse ne yapıyorsun demez. Çok açlık çektim şu günlerde. Aklımdan çok kötü şeyler geçti… Ama şimdi yatmış, gökyüzüne bakıyorum… Yıldızlar göz kırpıyor bana… “Lakutin” diyorlar; “dünyayı dolaş, kimseye kulak asma… Her şey daha iyi olacak…” Hey! Marangoz! Ya sen, senden ne haber? Bana kızma, gönlünü ferah tut… Ekmeğini yediysek ne olmuş yani… Senin ekmeğin vardı, bizim yoktu, biz de seninkini yedik… Hani sen de az vahşilerden değilsin ha! Gözünü kırpmadan ateş ediyorsun… Kurşunun insana zarar verdiğini bilmiyor musun yoksa? Az önce çok kızmıştım. Yere yuvarlanmasaydın, yaptığın densizlikten ötürü iyi bir kötek atacaktım sana! Neyse, ekmek için de kaygılanma. Yarın Perekop’tan alırsın… Parasız adama benzemiyorsun… Sıtmaya tutulalı çok oldu mu? Ha?

Askerin kalın sesiyle hasta marangozun titrek sesi uzun süre uğuldayıp durdu kulaklarımda. Gece gitgide karararak yeryüzüne abanıyor; ciğerlerim taze, serin bir havayla doluyordu.

Ateşten ölçülü bir aydınlık, canlandırıcı bir ısı yayılıyor; gözlerim kapanıyordu…

………..

– Kalk! Canlan, gidiyoruz!

Gözlerimi korkuyla açtım, kolumu sıkıca kavrayan askerin de yardımıyla hızla sıçrayıp doğruldum.

– Haydi, sallanma! Yürü!

Yüzü sert ve kaygılıydı. Çevreme bakındım. Henüz doğmakta olan güneşin pembe ışınları marangozun mosmor, kıpırtısız yüzüne vuruyordu. Ağzı aralıktı. Yuvalarından fırlamış gözlerinin camsı bakışlarında büyük bir korku okunuyordu. Ceketinin önü parçalanmıştı. Yatışında bir iğretilik vardı. “Öğrenci” görünürlerde yoktu.

– Ne o, bakakaldın! Haydi diyorum!

Dokunaklı bir sesle bunu söylerken bir yandan da kolumu çekiyordu.

Sabah serinliğinde titreyerek:

– Ölmüş mü? diye sordum.

Asker:

– Hiç kuşkun olmasın, diye karşılık verdi. Seni boğsalar sen de ölürsün!..
– Ne? diye bağırdım. Boğmuşlar mı? Yoksa “Öğrenci” mi?
– Başka kim olacak? Sen mi boğdun? Yoksa ben mi? İşte… Okumuş adam… Sen herifin işini bitir, sonra da bizi ölüyle başbaşa bırakıp tabanları yağla… Eğer bunu bilsem, dün öldürürdüm bu “öğrenci”yi. Bir vuruşta öldürürdüm. Şakağına yumruğu indirdiğim gibi, dünyadan bir alçak eksilirdi! Yaptığı işi anlıyorsun, değil mi? Şimdi öylesine yürümeliyiz ki, hiçbir insan gözü bizi bozkırda görmesin. Anladın mı? Bugün marangozu bulacak, boğularak soyulduğunu göreceklerdir. Sonra bizim gibileri sıkıştırmaya başlarlar… Nereden geliyorsun? Geceyi nerede geçirdin? Bizde onun bir şeyi yok gerçi… Fakat dur hele… Tabancası koynunda. Şu işe bak!

– At onu! diye askere akıl verdim.

Düşünceli düşünceli:

– Atmak mı? dedi. Fakat değerli bir şey… Belki de yakalayamazlar bizi… Yok, atmayacağım… Bunu marangozdan aldığımızı kim bilecek? Atmayacağım… Üç ruble eder. Kurşunu da var… Eh! Şu kurşunu sevgili dostumuzun kulağına öyle bir keyifle boşaltırdım ki! Köpek! Kaç para götürdü acaba, ha? Melun!..

Ben:

– Marangozun kızları ne olacak şimdi?.. dedim.
– Kızlar mı? Hangi kızlar? Ha, bunun kızları mı? Hiç kaygılanma… Büyüyecekler ve bize varmayacaklar… Onları bırak şimdi… Kardeş, haydi gidiyoruz… Nerden gidelim?
– Bilmem… Hepsi bir…
– Hepsinin bir olduğunu ben de biliyorum… Sağdan gidelim. Deniz o yanda olmalı.

Yola koyulduk.

Bir ara geriye baktım. Uzakta, bozkırda bir tümsek yükseliyor; üzerine gün ışıkları vuruyordu.

– Ne bakıyorsun? Hortladı mı yoksa? Korkma, yetişemez bize… Okumuşlar becerikli olur, işini sağlama bağlamıştır… Hıh, arkadaşa bak! İyi ekti bizi! Eh, kardeş (başını kederle salladı) insanlar bozuluyor, yıldan yıla bozuluyor!..

Issız bozkır, sabah güneşiyle pırıl pırıl, dört bir yana uzayıp gidiyor, ufukta gökyüzünün saydam, okşayıcı aydınlığıyla birleşiyordu. Bu özgür toprağın üzerinde, mavi gökkubbeyle örtülü bu engin genişlikte, haksız bir şey olabileceğini düşünemezdi insan.

Arkadaşım bir sigara sararken:

– Karnım da bir acıktı ki kardeş! dedi.
– Bugün ne yiyeceğiz, nerede, nasıl?

Bilmece!..

………….

Bana hastanede bu hikayeyi anlatan koğuş arkadaşım:

İşte böyleyken böyle, dedi. Sonradan çok dost olduk bu askerle. Birlikte Kars’a kadar gittik. Görmüş geçirmiş, yaman bir delikanlıydı. Tam bir serseriydi. Saygı duyardım ona. Birlikte ta… Küçük Asya’ya kadar gittik. Orada yitirdik birbirimizi…

Ben:

– Marangozu arada bir düşündüğünüz oluyor mu? diye sordum.
– Gördüğünüz gibi, dedi. Anlattım işte…
– Şey… Yani bir şey hissediyor musunuz?
– Ne hissedebilirim? Siz nasıl benim başıma gelen şeyden sorumlu değilseniz, ben de onun başına gelenden sorumlu değilim. Hiç kimse hiçbir şeyden sorumlu değil, çünkü hepimiz aynıyız, hayvanız.” 1896

Rusçadan Çeviren: Ataol Behramoğlu
Hümanizma ruhunu anlama ve duymada ilk aşama, insan varlığının en somut anlatımı olan sanat yapıtlarının benimsenmesidir. Sanat dalları içinde edebiyat, bu anlatımın düşünce öğeleri en zengin olanıdır. Bunun içindir ki bir ulusun, diğer ulusların edebiyatlarını kendi dilinde, daha doğrusu kendi düşüncesinde yinelemesi; zekâ ve anlama gücünü o yapıtlar oranında artırması, canlandırması ve yeniden yaratması demektir. İşte çeviri etkinliğini, biz, bu bakımdan önemli ve uygarlık davamız için etkili saymaktayız. Zekâsının her yüzünü bu türlü yapıtların her türlüsüne döndürebilmiş uluslarda düşüncenin en silinmez aracı olan yazı ve onun mimarisi demek olan edebiyatın, bütün kitlenin ruhuna kadar işleyen ve sinen bir etkisi vardır. Bu etkinin birey ve toplum üzerinde aynı olması, zamanda ve mekânda bütün sınırları delip aşacak bir sağlamlık ve yaygınlığı gösterir. Hangi ulusun kitaplığı bu yönde zenginse o ulus, uygarlık dünyasında daha yüksek bir düşünce düzeyinde demektir. Bu bakımdan çeviri etkinliğini sistemli ve dikkatli bir biçimde yönetmek, onun genişlemesine, ilerlemesine hizmet etmektir. Bu yolda bilgi ve emeklerini esirgemeyen Türk aydınlarına şükran duyuyorum. Onların çabalarıyla beş yıl içinde, hiç değilse, devlet eliyle yüz ciltlik, özel girişimlerin çabası ve yine devletin yardımıyla, onun dört beş katı büyük olmak üzere zengin bir çeviri kitaplığımız olacaktır. Özellikle Türk dilinin bu emeklerden elde edeceği büyük yararı düşünüp de şimdiden çeviri etkinliğine yakın ilgi ve sevgi duymamak, hiçbir Türk okurunun elinde değildir.

23 Haziran 1941.
Milli Eğitim Bakanı
Hasan Âli Yücel