Mavi Karanlığın Prensi: Ecevit





Bülent Ecevit, Türkiye’nin Mc Carthy kazanına düştüğü anti-komünist histerinin devlet politikası haline geldiği dönemin ürünüdür. Babası Adli Tıp Profesörü Fahri Ecevit, CHP milletvekiliydi. Fahri bey, Pertev Boratav, Niyazi Çıtakoğlu ve Niyazi Berkes’i Hatay’da komünist propagandası yapıyorlar iddiasıyla AÜDTCF Dekanlığı ve devletin diğer birimlerine ihbar eden kişidir. Robert Kolej’deki eğitiminden sonra petrol tröstü Rockfeller’in bursundan yararlanan Ecevit, tıpkı Demirel gibi ABD’nin rahle-i tedrisatından geçmiştir. Ecevit’in biyografisi ile ilgili bir kaynakta şu bilgiler yer alıyor: “Rockfeller Vakfı’nın yazarlara mahsus bursundan yararlanarak, başta Kennedy’ler, bir yığın devlet adamı yetiştiren muteber Harvard Üniversitesi’nde sosyal psikoloji, Ortadoğu ve Osmanlı tarihi üzerinde incelemeler yapmıştı. Hocaları arasında, Amerika’nın (….) dünyaca ünlü Dışişleri Bakanı Henry Kissinger’de vardı.”

Ünlü OSS ajanı, Amerikan imparatorluğunun anti- komünist şahini, Ecevit’in de içinde yer aldığı Bilderberg örgütü konferansçısı Dr. Kissinger’den öğrendiklerini siyasi yaşamda uygulayan Ecevit, restorasyon dönemlerinin kurt siyasetçisi İnönü’nün yanında stajını tamamladı. Ecevit’in İngilizce bilgisinden yararlanan İnönü, onu özel istihbarat işlerinde kullanıyordu: “Ecevit gayet yakından izlediği dış basını ve yabancı diplomatlarla yaptığı özel temaslarda topladığı izlenimleri İnönü’ye rapor ederdi. Dışişleri Bakanlığı’nın çoğunlukla ön yargılı kanalları dışında, bağımsız bir istihbarat kaynağı buluyordu İnönü böylece.” Doğrusu İnönü’nün bağımsız istihbarat anlayışına şaşırmamak mümkün değil. Dünya siyasetine Dulles biraderler, Kissinger gibi isimleri armağan etmiş, ABD Milli Güvenlik Konseyi’ni yönlendirme gücüne sahip dev petrol-finans tekeli Rockfeller bursu ile ABD’de eğitim görmüş Ecevit’in bağımsız istihbaratı, ABD’nin Ankara Büyükelçisi Parker Hart ile her görüşmesine prens Ecevit’i götüren İnönü’nün ver¬mek istediği mesaj oldukça anlaşılır. Paşa “yabancı devlet adamları ve gazetecilerle görüşmelerinde, İngilizcesi mükemmel Ecevit’i daima yanında bulundururdu. Ecevit bir çeşit siyasi yardımcısı, danışmanıydı Paşanın.” İnönü’nün istihbaratçısı Ecevit, Amerika ile bağlantıları güçlü bir siyasetçiydi. Gazetecilik yıllarından itibaren CIA kaynaklı kuruluşların özel burslarından yararlanmıştı. Ecevit, Rockfeller bursundan önce yine bir başka bursla ABD’ye gitmişti. USIS bursu ile…

ABD imparatorluğunun CIA bağlantılı propaganda kuruluşu olan USIS (U. S. Information Service), anti- komünist savaşın propaganda odağıdır. Örneğin, 1965 yılında USIS dünyaya 14.453.000 kitap dağıtmak için, milyonlarca dolar harcamıştır. ABD ve yabancı ülke aydınlarının USIS türü kuruluşların mali yardımlarına direnemediklerini belirten bir kaynakta şu bilgiler yer alıyor: “Bir çokları, masrafları Dışişleri Bakanlığı’nca karşılanan inceleme gezileri yapmanın ayıp ve tehlikeli bir şey olmadığını düşünmektedir, ama gezi sonunda getirdikleri sonuçlar, hiç değilse bu sonuçları ortaya koyuş biçimlerinde, parayı verenlerin hiç bir doğrudan baskısına gerek kalmadan, bir hayranlık ve sevgiyi yansıtıp dile getirmektedir. Büyük vakıflarda buna benzer bir rolü oynamakta ve parası kendilerince karşılanan çalışmaların büyük bir kısmı siyasal yönden gizli kalabildikçe, rollerini daha da ustalıkla oynamaktadırlar.” Aynı kaynakta önemli bir soru ile birlikte şu satırlarda yer alıyor: “Üniversiteyi, diplomasiyi, hükümeti, CIA’yı, vakıfları birbirinden ayıran sınır nereden geçmektedir acaba? İşgal altındaki Almanya’da yüksek komiser olarak bulunduktan sonra, John Mc Cloy, Ford Vakfının başkanı olmuştur. Bunun tersi olarak, John Foster Dulles ve Dean Rusk, Dışişleri Bakanı olmadan önce, Rockfeller Vakfı’nın Başkanı olmuşlardır. Başkan Kennedy ve Başkan Johnson’un milli güvenlik işlerinde özel yardımcı ve başka görevlerle birlikte, CIA ile irtibat kurmakla görevli olan Mc George Bundy, beyaz sarayı terkettiğinde, John Mc Cloy onu Ford Vakfı’nın uluslararası işler müdürü olmuştur.” Bu ilişkiler ağının belirleyiciliğinde Ecevit, bu bursla “Amerika’ya davet edilen ilk Türk gazetecisi” oluyordu. North Carolina’nın Winston Salem kentinde yayınlanan Winston-Salem Journal ve Winston-Salem Sentinelde üç ay özel şekilde çalışacak, ardından üç ay süreyle ABD’yi dolaşacaktı. 40’lı yılların anti-komünist histerisini yöneten özel parlamento komisyonunun başkanı Nihat Erim’in çıkardığı Halkçı adlı gazetedeki yazılarıyla dikkati çeken Ecevit’in, bu burstan yararlanması tesadüfi değildir. Her türlü sol düşüncenin kararlı düşmanı Merkez Bankası başkanlarından Namık Zeki Aral’ın damadı olan Ecevit, pek çok güven verici referansa sahiptir. Ecevit’in aldığı bursla ilgili olarak biyografisini yazan Kayhan Sağlamer şunları aktarıyor: “Tüm seyahat masrafları Amerikalılardan ayrıca 20 dolar yevmiye…. Toplasan, neredeyse 5.000 dolar eder. Ankara’da bir apartman dairesi fiyatı.”

Dünyanın tütün başkenti olarak’ nitelendirilen kentte, ünlü Winston ve Salem sigaraları üretilmektedir. Ecevit, Nihat Erim’in önerisi doğrultusunda Ulus Gazatesi’nden devşirme Halkçı’ya ABD’den yazılar gönderir, ismini gündemde tutarken, diğer yandan kültürünü geliştirmeyi de ihmal etmez. Sosyal psikoloji dalındaki kitapların hepsini bitirir. Özellikle; kütlelere nasıl hitap edilir, insanlar nasıl sürüklenir, nazari olarak iyice beller. USIS bursunun sorumlusu Mr. Carroll’un ilgisi ile Demokrat Partili Temsilciler Meclisi mahalli adayı Mr. Ray’ın İstanbullu bir Rum olan eşiyle de ilişkileri iyidir. Diğer yandan, kolejden arkadaşı, İstanbul liman müdürlerinden Nezih Neyzi ile ABD’de bir araya gelen Ecevit, pek sıla hasreti çekmemiştir. Mükerrem Hiç, Zeyyat Hatipoğlu gibi sağcı iktisat hocaları ile Harvard Üniversitesi’nde eğitim gören bu eski dost, Türkiye’nin ilk İşletme İktisadı Enstitüsü’nün kuruluşunda görev alacaktır. Ecevit bu çevre ile temasların yanında, Harvard Üniversitesi’nin Ortadoğu Enstitüsü’nde bölge sorunlarını derinlemesine incelemiş ve yurda dönmüştür. Milliyetçi Ecevit’in yurda dönüşünü biyografisinden hem de gayet ciddi yazılanlardan izleyelim: “Kaptan pilot Yunanistan üstüne geldiklerini anons ettiğinde…. Tarifsiz bir marş söyleme arzusu duydu. İstiklal Marşı, 10. Yıl Marşı, Dağ Başını Duman Almış, ne olursa olsun….”

CIA destekli eğitim programı ile tütün tekellerinin gazetelerinde staj gören Ecevit’in, milliyetçiliğinin kaynakları bu kadar değil elbette. 1955 yazının başında NATO üyesi ülkelerden 20 gazeteci, NATO’nun çağrılısı olarak Kanada’yı ziyaret etmek üzere toplanmıştı. Türkiye’yi tek başına, yayın hayatına yeniden başlayan Ulus’un 30 yaşındaki yazarı Bülent Ecevit temsil ediyordu. Ecevit 2 yıl önceki, Fransa, İtalya ve Portekiz’i kapsayan bir başka NATO davetine de katılmıştı. Ancak, o zaman yalnız değildi. Yanında 5 Türk gazetecisi daha vardı. NATO’nun gözde gazetecilerinden Ecevit’in, NATO ile ilgili yorumları, siyasi yaşamının özünü oluşturan anti-sol tutumunun bir yansıması gibidir. O ünlü gezide şunları söylemektedir: “Karşımızdaki komünizm tehlikesi, NATO üyelerinin hürriyetleri, müşterek mirasları ve medeniyetlerini de kökünden yıkmaya çalışmaktadır. Komünistler askeri istilaya ihtiyaç kalmaksızın da bu amaca erişebilmenin yollarını aramakta, yer yer ve zaman zaman bu yolları bulmaktadırlar. Hatta bir çok durumlarda bu türlü manevi istila, komünistlere, askeri istiladan daha kolay ve ucuza gelmektedir. Onun için Kuzey Atlantik topluluğu içinde en az askeri silahlanmaya olduğu kadar manevi silahlanmaya da lüzum vardır.” Komünizme karşı manevi silahlanma konusunda NATO’ya “siyaseten akıl” veren Ecevit, bu silahı mavi karanlık dalgasında bulmuştur.

Ecevit’in, Türkiye’deki hamisi, Amerikancı, anti- komünist Nihat Erim’dir. 1948’deki Bayındırlık Bakanlığı görevinde iken Amerikalılarla ilk karayolu antlaşmasını yapan Erim’in; “İngilizce bilenlere karşı müthiş bir zaafı vardı.” nitelemesi yapılan yıllar, ABD hegemonyasının kuruluş yıllarıdır. ABD dönüşü, Ecevit’i, Ulus Gazetesi’nde özel katibi yapan Erim, yükselen değerlerin farkındadır. Dış politika yazılarında Amerika’ya yakın, Sovyet ve komünist aleyhtarı Ecevit, Süveyş Kanalı’nı millileştiren Nasır’ın da düşmanıydı. 27 Ekim 1957 seçimleri yaklaştığında Rockfeller bursu ile ABD’de eğitim gören Ecevit, vakıf yöneticilerinden izin alarak Türkiye’ye dönmüş ve CHP Genel İdare Kurulu tarafından, CHP Ankara listesinden kontenjan adayı gösterilmiştir. ABD eğitimli prensler kuşağının öncüsü Ecevit, Demirel’den de önce Morrison yakıştırmasına uygun görülmüş bir siyasetçidir.

Sendikalar, Ecevit’in Çalışma Bakanı olduğu koalisyon hükümetleri döneminde, başta müteahhitliğini Morrison and Thalmayer’in yaptığı, Ereğli Demir-Çelik tesisleri olmak üzere, tüm Amerikan işyerlerinde işçi haklarına saygısızlık gösterildiğinden şikayetçidirler. Örneğin, Ereğli’de, iş kanunu hiçe sayılarak 300 işçinin işine son verilmiştir. Bunun üzerine, konu Çalışma Bakanı Ecevit’e götürülmüş, o da meclis kürsüsünde şunları söylemiştir: “Böylesine asılsız iddialara dayanılarak batılı dost ve müttefiklerimizin süratle kalkınabilmemiz için bize yaptıkları yardımlara karşı, Türk kamuoyunda şüphe ve tepki uyandırmaya çalışmada bazı çevreler fayda görüyor olabilir.”

Bu konuşma üzerine, Türkiye’de komünizmle mücadele cephesinin manevi mimarı Ecevit, Ankara SBF’de yapılan bir açıkoturumda, Morrison Ecevit sloganları eşliğinde yuhalanmıştır. Aynı meclis konuşmasında Ecevit, Morrison firmasının avukatı gibi konuşmakta ve şunları söylemektedir: “Türk işçisinin emeğinin sömürüldüğü yolundaki iddiaların da hakikatle hiç bir ilişiği olmadığı, müfettişlerin teftişleri ve müşahadelerimiz sonunda meydana çıkmıştır. Tersine, yapı işçilerine en yüksek ücretlerin verildiği yerin, Zonguldak Ereğli’si olduğu ve Zonguldak Ereğli’sinde en yüksek ücretleri de, itiraf etmek gerekir ki, Morrison firmasının vermekte olduğu görülmüştür.”

Bu görüşmeler sırasında, Ecevit’e en önemli destek (12 Eylül Anayasası’nı hazırlayan) Amerikancı, sol düşmanı Coşkun Kırca’dan gelmiştir. Olaylar üzerine, 5 Eylül 1962 tarihli Öncü Gazetesi’nde Yapı-İş Federasyonu Başkanı Tahir Öztürk’ün şu açıklaması yer almıştır: “Aylardır Türk basınında çıkan ve Morrison şirketinin işyerlerinde Türk işçisine yapılan hakaret, aşağı görme, bir itmiş gibi kulaklarından tutularak kapı dışarı atma olayları bugüne kadar cevaplandırılmamış. Şirket tarafından bugüne kadar tekzip edilmemiş, fakat sayın Çalışma Bakanı onların sözcüleri olarak meseleyi halledip, kotarmış bulunmaktadır.”

AID kredisi ile CIA’nın paravan şirketi Morrison’a ihale edilen Ereğli Demir-Çelik Tesisleri’nde yaşananlara Çalışma Bakanı Ecevit’in tepkisi halkçı niteliğinin sınıfsal özünü simgelemektedir. Bu işçi karşıtı tutumunu hemen her fırsatta ortaya koyan Ecevit, Singer grevinde işçiyi kanunsuz eyleme teşvik gerekçesiyle sendikacıların gözaltına alınmasını da savunmuştur. Bunun üzerine “Türk-İŞ Dergisi Yazı İşleri Müdürü ve Basın Müşaviri İlhami Soysal ile Araştırma Kurulu Direktörü Atilla Karaosmanoğlu, Ecevit’in gerçek yüzünün kamuoyunda teşhirini savunmuşlardı.” İlginçtir, bu teşhire karşı çıkan kişi Amerikan tarzı sendikacılığın önemli ismi Seyfi Demirsoy’dur. “Çıkarlarımıza” aykırı düşer gerekçesiyle teşhire karşı çıkan Demirsoy’da gözaltına alınan sendikacılar arasındadır.

İsmet Paşa’nın dünya üzerindeki ABD hegemonyasının gücünü kavradığı süreçte, özel istihbaratçı olarak yanından ayırmadığı Ecevit, yükselen değerlerin temsilcisidir. Özal’ın prensleri denilen ABD yetiştirmesi grubun ilk örneğidir. Rockfeller Vakfı’nın bursuyla ABD’de eğitilirken, İsmet Paşa tarafından milletvekili yapılan Ecevit, 60’lar Türkiye’sinde çalışma ilişkilerini düzenleyen bakanlığın başında düzenin sola karşı manevi cephesini kurmakla meşguldür. Ortanın Solu Programı ile TİP’in ve gençlik-işçi hareketlerinin düzen içi kanallara çekilmesi, Ecevit’in siyasi varlık nedenidir. Bu politikayı operasyonel bir kurgu içinde yürüten Ecevit, bir çok solcu aydın ve yazarı kişisel olarak da kuşatmıştır. Örnek olsun; Çetin Altan, Mehmet Kemal, Doğan Avcıoğlu, Sabahattin Selek, İlhami Soysal gibi solcu aydınların bir çeşit yazlık karargahı olan Bayramoğlu, Ecevit’in uğrak yeriydi. Bu konuda önemli bir kaynak şu bilgileri veriyor: “Uzun uzadıya tartışılırdı Bayramoğlu’nda. Solcu yazarlar gerek Ecevit’in telkinleri sonucu, gerekse inançları doğrultusunda olduğundan, herhangi bir girişimden önce açtıkları kampanya ile rakiplerini yıpratırlar, Genel Sekreter’e elverişli ortamı hazırlarlardı.”

Ecevit’in özünde sol ve işçi karşıtı siyasetlerini ilk sezinleyenler, sonradan Dev-Genç’e dönüşecek olan FKF’li gençler ile Türkiye Öğretmenler Sendikası üyesi öğretmenler oldular. TÖS Ankara kongresine gelen Ecevit, Amerika’nın yeni ortağı, işbirlikçi, devrim yobazı, politika hokkabazı denilerek kongreden kovulmuştur. Ertesi gün ise, Ecevit’in örgütlediği sosyal demokrasi dernekleri üyeleri FKF’lilere sopalar ve demir çubuklarla saldırmışlardır. Sosyal demokrasi dernekleri militanları, Ecevit’in kara ve kızıl yobazlarla mücadele sloganına göre örgütlenmiştir. İlk saldırılarını FKF üyesi devrimci gençlere yöneltmişlerdir. 1970 Kasım’ında Türkiye Milli Gençlik Teşkilatı toplantısına Dev-Genç’lilerin tepkisinden korktuğu için gitmeyen Ecevit, yerine Deniz Baykal’ı göndermiş, ancak o da yuhalanmaktan kurtulamamıştır.

Mavi karanlığın yaratıcısı, restorasyon politikalarının usta yönlendiricisi Ecevit, umut haline gelmesini devrimcilere karşı verdiği savaşıma borçludur. Bu savaşımın önemli aşamalarından biride, Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan, Hüseyin İnan’ın idamıdır. Bugüne kadar yeterince tartışılmayan bu konu, Rockfeller yetiştirmesi, Morrison Ecevit’in siyasi kişiliğini aydınlatmak açısından önemlidir: “Denizler hakkındaki idam kararı TBMM’de görüşülüp karara bağlandıktan sonra, İsmet İnönü başkanlığındaki CHP, Anayasa Mahkemesi’ne başvurmuş, Anayasa Mahkemesi ise kararı şekil yönünden bozmuştur. Bunun üzerine, ikinci görüşme yapılmış ve TBMM, Denizlerin asılmasını bir kez daha karara bağlamıştır. Bu arada İnönü, CHP başkanlığından istifa etmiş, yerine Bülent Ecevit vekalet etmeye başlamıştır. Ve CHP ikinci kez Anayasa Mahkemesi’ne başvurmaktan kaçınmış ve böylece karar kesinleşmiş, idamlar infaz edilmiştir.”

CHP’nin bu ani tavır değişikliğinin nedenleri karanlıktır. (!) Denizler, Türkiye’de yargılanarak öldürülen ilk Marksist-Leninistlerdir. TBMM tutanakları, Denizleri, Marksist-Leninist olarak nitelendiren milletvekillerinin konuşmaları ile doludur. CHP, meclisin kararı üzerine Anayasa Mahkemesi’ne müracaat etmiş, karar şeklen bozulmuştur. Yapılması gereken tekrar müracaat etmektir ve bu önemli bir yasal imkandır. Celal Kargılı ve arkadaşlarının tüm çabalarına rağmen, Ecevit bu başvurunun yapılmasını engellemiş ve idamların yolunu açmıştır. Ortanın solu programını yürürlüğe koyan Ecevit, bu programı devrimcilerin kanlı tasfiyesi üzerine bina etmiştir. Tekrar olsun, aynı kaynakta şu satırlar yer alıyor: “Anayasa Mahkemesin’e ilk başvuru sırasında ismet İnönü CHP Genel Başkanı’dır. Onun emriyle Anayasa Mahkemesi’ne başvurulmuştur. Görüşmeler sürerken, İnönü Genel başkanlıktan istifa etmiş ve kurultay hazırlıkları başlamıştır. Ortanın solu ve göbekçiler diye adlandırılan iki hizip çekişmektedir. Bülent Ecevit, ortanın solunun lideridir ve kazanacağına muhakkak gözüyle bakılmaktadır. İsmet İnönü’de, Ecevit’in zorlamasıyla genel başkanlıktan ayrılmıştır. Bazı bağımsız milletvekilleri, Ecevit’e idamlar konusunda ikinci başvurunun yapılıp yapılmayacağını sormuşlar ve olumsuz yanıt almışlardır.” Ecevit CHP’sinin bu tutum değişikliğinin hesabını bugüne kadar soran çıkmamıştır. Anti-komünist cephenin havuç politikalarını oluşturan Ecevit, Denizlerin tasfiyesi sonrası, Türkiye’de umut haline getirilmiştir. Ustaca yönettiği aydınların da desteği ile mavi karanlık dalgasının başlatıcısı olmuştur.

MSP-CHP koalisyonu günlerinde, Almancı kanadın simgelendiği yeni dengeler oluşur. Giderek güçlenen Alman emperyalizminin geleneksel İslamcı çizgilere yakın politikaları, MSP’de uygun bir siyasi odak bulmuştur. ABD’nin, Vietnam yaralarını sarmaya uğraştığı ve hegemonik güç kaybını telafi etmeye çalıştığı bu dönemde, onun da onayıyla Türkiye, Almanya’nın sorumluluk sahası içine alınmıştır. Ancak, bu yıllarda istenmeyen gelişme, giderek güçlenen ve sosyalist sistemle dostça ilişkiler geliştiren bağlantısızlar hareketinin yayılmasıdır. Kıbrıs Rum toplumunun lideri Başpiskopos Makarios, savunduğu bağlantısızlık siyaseti sonucu tüm 3. dünya ülkeleri arasında etkin bir yeralmayı başarmıştır. Enosis’çi Grivas çeteleri ise, batı militer sisteminin adadaki temsilcisi konumundadır. Grivasçılar, Makarios’a bağlı Kıbrıs Rum Adalet Bakanı’nı 28 Temmuz 1973’te kaçırırlar, bunun üzerine Makarios, 150 Grivas yanlısını tutuklatır. Atina ve Atina’daki faşist rejimin bağlı bulunduğu batı militer sistemi ile adalı Rumlar’ın bağlantısızlık yanlısı sivil çoğunluğu arasındaki gerilim tırmanmaya başlar. Batı militarizmine bağlı Ankara açısından, bağlantısızlık yerleşik ideolojik kalıplar bakımından kabul edilebilir değildir. Ortadoğu’da, 1973 savaşı ile derinleşen çelişkiler, AET, Japonya ve ABD rekabetinin petro-politik dayanakları, İsrail’in sarsılan konumu, Kıbrıs gibi bir uçak gemisini daha önemli hale getirmektedir. Kıbrıs’ın, Makarios’un çabalarıyla pekişecek olan bağımsız ve bağlantısız statüsü, batının petrol boyutu iyice belirgin hale gelen militer stratejileri ile çelişiyordu. Kıbrıs, sivil güçleri ve Makarios eliyle bağlantısızlık yolunda ciddi adımlar atan bir ülke konumundan bir an önce çıkarılmalıydı. Kıbrıs’ın onaylanabilir yeni statüsü, ancak batı militer stratejisi içinde yeri bulunabilecek bir düzen olabilirdi. Ecevit, militer ve stratejik kavramlara dayalı bu yeni statüyü Türkiye’ye ve Kıbrıs’a dayatan adam oldu.

Bağlantısız Kıbrıs, İsrail’in militarist gücünü kuşatan Arap Ortadoğu, sola açılan Türkiye denklemi hırsı yeteneklerinin de önünde Rockfeller adamı Ecevit’le çözülmeye çalışıldı. OSS, CIA artığı Bilderberg örgütü üyesi Dr. Kissinger, Ecevit’i uzun süre yönlendirmeyi başardı. Türkiye, Kıbrıs, Yunanistan eksenli bir barışçı yığınağın bağlantısızlık hareketine eklemlenmesi ve sosyalist sistemle dostluk arayışına girmesi dengeleri yerinden oynatırdı. Üstelik Grivas çetelerine karşı Makarios yanlısı sivil halk güçlerinin vereceği bir iç savaş, Doğu Akdeniz’deki ABD-Britanya eksenli hegemonyayı tartışılır hale getirirdi. Ortadoğu’ya yönelik uçak gemisi statüsündeki Kıbrıs’ta bağlantısızlara yönelmiş, prestiji yüksek, Sovyetler’le ilişkileri iyi olan Makarios önderliğinde, EOKA’nm tasfiyesi istenilir bir şey değildi. Bu noktada devreye Ecevit ve Türk ordusu sokuldu. Toplumdan, topluma diyalogun önü kapatılarak ve adada 1973 yılında, Makarios öncülüğünde geliştirilen siyasetlerin sonuçlan tasfiye edilerek işgal eylemine girişildi. Ecevit militarizmi, Kıbrıs’ı batı militer sisteminin stratejik kodlarına yeniden dahil ederken, Makarios’un bağlantısızlık siyaseti tasfiye edildi. Adadaki İngiliz ve Amerikan üsleri güçlendirildi. Kriz bahanesiyle ABD filoları Akdeniz’i bir Amerikan gölü haline getirdi. Diğer yandan, Türkiye’de biriken sol potansiyel, milliyetçi-militer bir dalga ile paramparça edildi. 12 Mart’ta Balyoz Harekatı ile devrimcilere uyguladığı Amerikan patentli terörün prestij kaybını, ordu Kıbrıs zaferi ile telafi etmiştir.

Kıbrıs’ta savaşan kontr-gerilla subaylarının gücü ve yetkileri artmıştır. 12 Eylül faşizminin konsey üyesi Nurettin Ersin bu gruptandır. Ayrıca, 50’li yıllardan itibaren bir kontr-gerilla üssü haline getirilen Kıbrıs’ta bu durum yeni üslerle kalıcı statüye dönüştürülmüştür. Özel savaş elemanlarının eğitiminde ada artık merkezdir. Denktaş’ın oğlu tarafından örgütlenen Bozkurtlar, Türk Mukavemet Teşkilatı ile ortak, kanlı operasyonlara girişmişlerdir. Milliyetçi cephelerin kuruluş dayanaklarını oluşturan şoven- militer dalga ile kontr-gerilla örgütlerini, iktidar denkleminde önemli bir güç haline getiren Kıbns Harekatı, İsrail’e de rahat bir nefes aldırmıştır.

Varlığını kapitalist enternasyonalin militer-strateji kodlarının işlerliğine bağlayan İsrail açısından, Kıbrıs’ın, batı stratejisinin gerektirdiği statükoya tabi kalması önemliydi. Diğer yandan, Makarios’un, Grivas’a yönelik haklı ve meşru iç askeri operasyonuna tahammül gösteremeyen ABD, binlerce Türk askerinin adaya hem de iki kez çıkarma yapmasını izlemekle yetinmiştir. Sola, işçi sınıfına, Amerikan değerlerine, devrimci gençliğe karşı sınanmış ve ABD açısından sicili temiz Ecevit’in Barış Harekatı makul sınırlar çerçevesinde kabul görmüştür. Ancak, sorun Almancı kanadı da bulunan bir hükümetin yarattığı denklemler ve azgınlaşan şovenizmin uluslararası dengelere etkileridir. Ecevit’in yarattığı bağımsız çıkış illüzyonunun tehlikeleri, Kıbrıs eksenli yeni bir uluslararası bunalım boyutlarına ulaştığında Ecevit’e dur denilmiştir. Kapitalist enternasyonal çağında sisteme bağlı milliyetçi ideoloji, misyonunu yerine getirirken, gerçek efendinin kim olduğu, ABD’nin askeri ambargosu ile bir kez daha hatırlatılmıştır. Henüz alt- emperyalist bir güç konumuna gelmemiş bir Türkiye’nin şoven-militer kaynaklı bir illüzyonlar zinciri içinde bölgede kalkışacağı maceraların kapitalist hiyerarşi içinde o gün olanaksızlığı ambargo ile ortaya konmuştur. Ecevit’in boşalttığı sol mevziler, bastırdığı devrimci dinamikler, yarattığı militarist dalga, tarihsel açıdan ortağı olduğu I. ve II. MC hükümetleri eliyle kanlı bir iç savaşa dönüştürülmüştür. ClA kaynaklı USIS burslu, anti-komünist soğuk savaşın plancısı Rockfeller Vakfı öğrencisi, Balyozcu Erim yetiştirmesi, İnönü’nün restorasyon prensi Ecevit, aynı zamanda masonik Bilderberg örgütü ile de ilişkilidir.

Bilderberg

Bilderberg grubu, Mayıs 1954’te kurulmuştur. O yıl yüze yakın bankacı, (öğretim üyesi, politikacı, uluslararası devlet görevlisi, diplomat ve işadamı Hollanda Prensi Bernhard’ın daveti üzerine, Hollanda’nın Oosterbeek kentinde bulunan Bilderberg otelinde bir araya gelirler. Konu; “Sovyet yayılmacılığına karşı batının birliğini kurmak” tır. Organizasyon o zamandan başlayarak Bilderberg grubu olarak tanınmış ve üyelerine Bilderberger denilmiştir. Bilderberg grubunun fikir babası İsrail kökenli bir Polonyalı’nın oğlu olan Joseph Retingerdir. İsveç farmasonluğunun yüksek dereceli üyesi olan Retinger (1887-1960), mondalizmin (dünyacılığın) öncüsü olmuştur. Mason örgütlerinin deşifre olması ve topladığı tepkiler, kapitalist enternasyonali bu tür masonik yapıda, ancak daha yaygın ve gizli ilişkilere sahip örgütler oluşturmaya itmiştir. Bilderberg grubunun başkanlığını 1976 yılına kadar Prens Bernhard de Lippe yürütmüştür. Ancak, gerçek patron David Rockfeller’dır. Trilaterale (üçlü komisyon) ile de bağları bulunan Bilderberg, ABD, Avrupa, Japonya eksenli kapitalist enternasyonalin en güçlü örgütlerindendir.

– Uluslararası finans sorunları.

– Gümrük engeli olmaksızın ürünlerin serbestçe dolaşımı.

Uluslararası ekonomik birlik gibi konularda çalışmalar yapan kuruluşun özünü ünlü finansçı Paul Warburg şöyle tanımlıyor: “Hoş olsun ya da olmasın, bir dünya hükümetine sahip olacağız, tek sorun bunun fetih yoluyla mı, yoksa mutabakat yoluyla mı kurulacağını bilmek?”

Trilaterale Commision Başkanı David Rockfeller ise, ABD Başkanı Eisenhower’e yaptığı bir çağrıda şunları söylüyordu: “…. ABD ile işbirliğine hazır yerli işadamlarına yardım artırılmalı ve böylece bu işadamlarının ilgili ülke ekonomisinin kilit noktalarını ele geçirmeleri, buna dayanarak politik etkinliklerinin artması sağlanmalıdır.” Ecevit’in burs aldığı Rockfeller Vakfı Başkanı, Demirel’in burs aldığı Eisenhower Vakfı Başkanı’na bunları yazmıştır. Masonik örgütler, Gladio, petrol tröstleri, finans oligarşisi, silah tekelleri ve onlara bağlı politikacı, diplomat, istihbaratçı, akademisyen topluluğu, Bilderberg eksenli bir Avrupa politikası yürütmekte, kapitalist enternasyonalin Avrupa odaklı, en güçlü örgütünü yaratmış bulunmaktadırlar. Türkiye’de ilk toplantısını 1959 yılında Yeşilköy’de yapan örgüt, 25-26-27 Nisan 1975’tede Çeşme’de toplanmıştır. Bülent Ecevit’in de katıldığı toplantıya diğer katılanların kimler olduğuna dair bir listeyi ileriki bölümlerde sunacağız. Bu toplantılarda not tutmak, dışarı ile telefon teması kurmak vs… şeyler yasaktır. Rockfeller Vakfının ve Bilderberg, Trilaterale Commision üyesi Dr. Kissinger’in milliyetçi öğrencisi Ecevit, bu topluluğun güzide toplantılarının konuğudur.

Tanzimattan akıp gelen kapitalist enternasyonal örgütleri ile iç içe olma geleneği, militarist siyasetlere bağlılık, iç savaş aygıtı konumundaki devletin bu varlığının kutsal sayılması, dış Türkler temasına bağlı fırsatçı yayılmacılık, sola düşmanlık, şeriatçı cephenin devletle ortaklığına alan sunma, Ecevit’in karakteristik siyasal özellikleridir.

Türkiye, 1965’ten sonra başlayan iç savaşa, bu özelliklerin taşıyıcısı Ecevit’in temsil ettiği düzen değişikliği parolası ile girmiştir. Ecevit içi boş bir kontr-gerilla söylemi ile kontr-gerillayı bir ilişkiler yumağı, kurumlar bütünlüğü, sermaye-devlet birliğinin vurucu gücü olarak algılamayı engellemiştir. Özel Harp Dairesi türünden bir devlet kuruluşuna dikkatleri çekerken, kontr-gerillayı belirleyen siyasetler demetini gözlerden uzak tutmuştur. Ecevit Bilderberg gibi Gladio ağları, polis örgütleri, istihbarat kurumları üzerinde tartışılmaz güce sahip örgüt toplantılarının gediklisi olmuştur.

Ecevit’in iktidarı döneminde Diyarbakır, Siirt gibi illerde başlatılan komando operasyonları belleklerdedir. Kürt sorunu konusunda Ecevit’in söylev ve demeçleri Türk devlet geleneğinin çizgileri konusunda oldukça geniş bir literatür oluşturmaktadır. Burada bir başka saptamada yarar vardır. Milli Eğitim Bakanlığı’nda çalışan Amerikalı uzmanlar ile AID’nin yürüttüğü ortak bir proje neticesinde, 1962 yılında bir öneriler demeti Türk hükümetine sunulur. Bu rapora göre toplumsal muhalefetin yükselişini durdurmanın ve Kürt sorunuyla mücadelenin en iyi yöntemlerinden biri, dinci bir partinin kurulması, geliştirilmesi ve etkin bir konuma getirilmesidir. Bu AID destekli devlet projesi, 1969’da yürürlüğe konmuş ve Milli Nizam Partisi kurulmuştur. 12 Mart’ta tarafsız görüntü vermek isteyen yönetim, TİP ile birlikte MNP’yide kapatmıştır. Sol güçlerce temsil edilen radikal-laik toplumsal muhalefet ezilmiştir. Orgeneral Muhsin Batur, Sunay-Tağmaç-Türün ekibinin sözcüsü Or. Gen. Turgut Sunalp İsviçre’ye Erbakan ile görüşmeye gönderilmiştir. Erbakan, askerlerin isteği üzerine Türkiye’ye dönmüş ve MSP’yi kurmuştur. Ecevit’in, AID önerisine dayalı, militarist güçlerin desteği ile kurulan, özel harpçi subaylardan Turgut Sunalp’in teşviki ile çalışmalarını başlatan MSP’yi güçlendirmesi önemlidir.

Vietnam-Ortadoğu sorunlarının sıkıştırdığı, iç politikası çalkantılı, Sovyetler ile yarışın zorlamaları ve bağlantısızlar hareketinin hegemonya alanını daralttığı ABD, bu dönemde Türkiye’yi, Almanya’nın sorumluluğuna vermiştir. Uygun dönemeçte, geleneksel İslami Alman siyasetleri ile ABD’nin yeni strateji arayışlarının kesişme noktasında, fikir babalığım AID’nin yaptığı MSP, sistemin Türkiye’deki sosyal ve siyasi dayanaklarını güçlendirmiştir. Kürt illerinde sopa politikasını uygulayan Ecevit’in, havuç politikasının yürütülmesini üstlenmiştir. Kürtleri, tarikat ilişkilerinin sarmalında gerici ilişkilere mahkum eden anlayışı devletleştiren Ecevit, İçişleri, Sanayi ve Adalet Bakanlığı gibi önemli bakanlıkları Türk-İslam sentezinin resmi ideolojisine uygun bir biçimde şeriatçılara teslim etmiştir. Kürt hareketliliği ekseninde gelişecek ve giderek sola açılacak bir siyasi dinamiği, İslamı kullanarak kontrol etme politikası geleneksel bir devlet politikası olarak Ecevit tarafından da uygulanmıştır. Martçı generallerin en önemli politik açılımlarından biri olan dinci partinin güçlendirilmesi olgusunda, Ecevit bu özel savaş siyasetini iktidara taşıma becerisini göstermiştir. Türk-islam sentezine dayalı ebed-müdded iktidar anlayışının iyi bir örneğini vermiştir. Diğer yandan, sola baraj oluşturma adına büyük bir propaganda savaşma başlamış ve bu açılıma ortanın solu parolasını uygun görmüştür. İşte kendi yazdıklarından ortanın solu: ‘Toplumu sosyal adalet içinde kalkındırıcı tedbirler alınmazsa, ezilen, yoksulluk çeken insanlarda birikecek isyan duyguları, kabarıp taşma noktasına varabilir. Sınaileşmeye başlamış toplumlarda bu tehlike daha da büyüktür. İste o zaman aşın sol akımlar, bu isyan duygusunu, yıkıcı ve yaygın bir sel haline getirebilir. Ortanın solu, bu sele karşı en sağlam duvar, en etkili settir.” Ortanın solu akımını toplumsal muhalefete karşı “en sağlam duvar” olarak niteleyen Ecevit’in, demagojik yaklaşımlarla örtmeye çalıştığı sol düşmanlığı, orta sol programın her satırında tekrar tekrar sırıtmaktadır.

CHP ve İş Bankası

Ortanın solu ile halka adalet dağıtma sözü veren CHP, İş Bankasının ortağıdır. Bu bankada, Atatürk’ün vasiyeti ile oldıJcça önemli oranda hissesi olan parti, Türkiyede tekelci sermayenin bizzat kendisidir. TSKB’nin kuruluşunda AID ile birlikte en önemli paya sahip banka, Türkiyedeki tüm yabancı sermayeli kuruluşlarla da bağlara sahiptir. General Electric, Univeler gibi firmalarla ortaklığı olan banka, cam sektöründe tekel konumundadır. İş Bankası’nın yine tekel konumuna sahip tekstil topluluğunda 8.000 işçi çalışmaktadır. Çimento, metal, gıda. kimya, otomotiv, metalurji alanlarında çeşitli şirketlere ortak olan İş Bankası, TSKB’nin yanısıra Arap-Türk Bankası’nın % 28’ine ortaktır. TSKBde payı % 38 olan banka, Dışbank ve Sınai Yatırım Bankası ile Türk sanayisini yıllarca yönlendirebilmiştir. Banka şubelerinde 21.000, cam topluluğunda 19.000, tekstil gurubunda 8.000 çalışanı olan İş Bankası anonimleşmiş sermayenin dev kuruluşlarının başında gelmektedir. Kar ve birikimi ön planda tutan, Türkiye’nin en büyük ve etkili kapitalist gücüne CHP’nin ortaklığı ne yazık ki tartışılmamıştır. % 28.8 oranındaki Atatürk hisselerini paylaşan CHP’nin finans-oligarşisi içindeki konumunu algılamak açısından şu verilere gözatmak yeterlidir: “Türk bankacılık sisteminde toplanan mevduatın % 20.6’sı İş Bankası’na aittir. Bankanın kredileri genel toplamın % 31.1 ‘dir. Tüm banka sisteminin karının % 6.6’sı İş Bankasınındır.”

Kuruluşunda İttihatçı kadro ve Avundukzadeler, Nemlizadeler gibi İttihatçı sermayedarların katkısı olan bankaya, Atatürk 250.000 lira ile ilk harcı koymuştur. Hint Müslümanlarının Anadolu mücadelesi için gönderdiği ve Mustafa Kemal’in şahsi hesabında tuttuğu para, bankanın temelini oluşturmuştur. Daha sonra Celal Bayar öncülüğünde gelişen banka, siyasi ve iktisadi yaşama damgasını vurmuştur. İttihatçı geleneğin, İttihadı Milli Bankası-İttihat ve Terakki bütünlüğü mirası, CHP-İş Bankası özdeşliğinde yansımıştır. ABD, Almanya, Fransa, İtalya’nın tekelleri ile sıkı ilişkilere sahip İş Bankası, sermayenin temerküzünde önemli rol oynamıştır. Örnek olsun; “1964 sonunda, banka özel bankaların tümünün rezervlerinin % 70’ini elinde tutuyordu.”

Finans-oligarşisinin bizatihi kendisi olan CHP, Ecevit’in orta sol programı ile umut olabilmiştir. Böyle asalak bir yapının ortağı olan partinin değişim, bağımsızlık vs… vurgularının kütlelerde umut yaratabilmesi, ayrıca incelenmeye değerdir. Kapitalist enternasyonalin bölgedeki en önemli örgütlerinden biri olan İş Bankası’nın ortağı CHP’den anti- tekel anti-faşist mücadelede beklentileri olan önemli bir çoğunluk olmuştur. Bugünkü Ecevit’siz CHP’nin, İş Bankası ortaklığı devam etmektedir.

Yükselen sol dalgayı bastırırken demagojik sol bir söyleme tutunan CHP’nin sınıfsal konumunu nesnel bir biçimde açıklayan Necdet Uğur şunları söylüyor: ” CHP’nin iş dünyası ile ilişkileri sağlıklı ve ön yargısızdır… CHP ileri teknoloji uygulayan bir sanayi kesiminin, çağdaş yöntemler uygulayan bir hizmetler kesiminin gelişmesini amaçlar.”

Kaynak: Suat Parlar, Osmanlı’dan Günümüze Gizli Devlet…

Doktor Olmak !..

Reçeteye Aspirin Yazma Yetkisi Bile Olmayan Adamcık Türk Tabipleri Birliği Kapatılsın Diyor. Al Sana Cevap…

Mesleğin doğuştan çekiciliği var.
Çocuğa sor, büyüyünce ne olacaksın?
“Doktor olacağım” der.
*
En gözde damat adayıdır.
Hemen herkes, kızını doktorla evlendirmek ister.
Kadınlarımız arasında “beni ne doktorlar istedi” diye başlayan atasözü bile vardır.
*
Şarkıdır.
Afrodizyaktır.
“Doktor civanım, seni istiyor canım.”
*
Küçük ilanların büyük vaatleridir.
“Doktordan satılık otomobil.”
“Doktordan satılık işyeri.”
Kullanılmışsa bile, doktorun kullanmış olması “kalite” göstergesidir.
“Doktora kiralık” ilanı da öyle.
Evini vereceksen doktora ver.
Temizdir en azından, eminsindir.
*
Meslek seçerken…
Kız verirken…
Kocaya varırken…
Otomobil alırken……
Ev kiralarken…
Doktor iyi.
Fikrini söylerse…
Şerefsiz doktor!
*
Asrın liderimiz mesela, safra kesesi ameliyatı yapabilir mi?
Böbrek nakli?
Pansuman bile yapamaz.
Bebeğin hastalansa, tedavi etmesi için Binali beye götürür müsün?
Var mı aramızda böyle bir gerizekalı?
*
Ama, çok sıradan bademcik ameliyatını yapabilen bir hekim, gayet güzel başbakanlık yapabilir.
Refik Saydam, hekimdi.
Sadi Irmak, hekimdi.
TBMM başkanı Mustafa Kalemli, hekimdi.
*
O halde… Reçeteye aspirin yazma yetkisi bile olmayan tiplerin hükümette en önemli makamlara gelmesini tehlikeli bulmuyorsun da, canını emanet ettiğin hekimlerin hükümetle alakalı fikir beyan etmesini mi sakıncalı buluyorsun?
*
Komada geliyorsun, bacağını kesiyor, damar çıkarıp, kalbine bağlıyor, gebermekten kurtuluyorsun. Geceyarısı ateşi kırka vuran evladını Azrail’in elinden alıyor. Kardeşinin hızara kaptırdığı parmağını yerine dikiyor. Beyin kanaması geçiren anneni hayata döndürüyor. Babanın katarakttan görmeyen gözünü gördürüyor. Eşinin kanserini erken yakalıyor. Sonra da sen çıkıp “hekimler devlet işlerinden benim anladığım kadar anlamaz, konuşmasınlar” diyorsun öyle mi?
*
Türk Tabipler Birliği başkanı olan profesör, İstanbul Üniversitesi rektörlüğü seçiminde en yüksek oyu aldı. Ezici çoğunlukla seçilen bu profesörün rektör olmasını engellediler. “Nuh’un cep telefonu vardı, gemisi nükleerdi, insansız hava aracı uçuruyordu” diyen arkadaşı, aynı İstanbul Üniversitesi’ne öğretim üyesi yaptılar.
Hükümetimizin Türk Tabipler Birliği konusunda mantıklı karar verdiğini düşünüyorsan, Nuh’un telefon numarasını versene bana?
*
Kafasında fesle dolaşan “tımarhanelik” herif, yandaş televizyonlara çıkıp devlet yönetimine dair her türlü fikrini söyleyebilecek, cumhurbaşkanı sarayında bilim adamı olarak ağırlanacak… Memleketin en önemli “psikiyatri” profesörlerinden biri olan Türk Tabipler Birliği başkanı fikrini söyleyemeyecek öyle mi?
*
Fikrini beğenmeyebilirsin.
Ben de senin fikrini beğenmiyorum.
Beğenmek zorunda mıyız?
*
Fikirse mesele… “Barutun kokusu düştü burnuma, dört bir yanı istiyorum dibinden patlatayım, adamlar gibi dağlara düşeyim, tutmak istiyorum Kürdistanımı, ya ölüm ya kurtuluş, artık savaş zamanıdır” diyen Şivan Perver’e “barış güvercini” muamelesi yapacaksınız, Akp mitinginde kürsüye çıkartacaksınız, düet yaptıracaksınız, çok duygulanıp ağlayacaksınız. Sonra da Türk Tabipler Birliği’ne “terörist seviciler” diyeceksiniz öyle mi?
*
“Yaşatmaya ant içmiş bir mesleğin mensupları olarak, hekimler olarak uyarıyoruz, her çatışma, her savaş, fiziksel ruhsal sosyal ve çevresel sağlık açısından onarılmaz sorunlara yol açar, büyük insani dramları beraberinde getirir” diyorlar.
Uyarmasınlar mı?
*
Onarılmaz sorunlara, insani dramlara yol açan bu çatışma ortamına “hatalı teşhisler” yüzünden sürüklenmedik mi?
Hekimlerimiz devlet işlerinden anlamadığı için mi oluyor bu işler?
*
Madem herkes hekimlerden daha iyi biliyor.
Bi teşhis ben koyayım bari.
Eğer, cehalet seviyesinde Avrupa şampiyonu olan bir ülke, sırf düşüncelerini söyledi diye hekimlerini hapse tıkmaya çalışıyorsa, o ülke hasta’dır.

Türk Tabipleri Birliği (kısaca TTB), Türkiye’deki tabipleri temsil eden bir meslek örgütüdür. Tabiplerin haklarını korumayı, tabiplik mesleğini temsil etmeyi ve ahlakını korumayı, tıp eğitimine katkıda bulunmayı ve Türkiye halk sağlığını geliştirip yaygınlaştırmayı amaç edinmiştir. Gelir kaynağı üye aidatı olup, 65 ilde tabip odası ve 101.000’e yakın üyesi vardır.

TTB Merkez Konseyi 1953 yılında İstanbul’da kurulmuş, daha sonra 1983 yılında Ankara’ya geçmiştir. Hâlen Ankara-Maltepe’deki binasında faaliyetlerini sürdürmektedir.
*
Çocukken ayağına karoser düşünce yaralanmış, eski bir arabada oynarken kolu çıkmış, kabakulak geçirmiş, aşılar vurulmuş, dişi ağrımış – çürümüş, lisede gözü az görmeye başlamış, bir gün aniden alerjik nefes darlığı çekince ölümden son dakikada kurtarılmış, komada kalacak denli ağır trafik kazası ve deviasyon ameliyatı geçirmiş, “Yoksa ölüyor muyum?” diye panikleyecek kadar kalbi sıkışmış, defalarca tansiyonu yükselmiş biri olarak yazıyorum. Zor günlerimde hep siz vardınız yanımda ve hep siz koştunuz imdadıma. Ağrılar, acılar, sancılar ve korkulardan hep siz kurtardınız beni. Her kim ki “tırnağının elifi kalksa” yine siz koşarsınız yardımına. Kovit 19 belası musallat olalı beri insanlığın başına, yine siz varsınız cephenin en önündeki savaşta. Bir kez daha anlıyor ve anlatıyorum ki derinlemesine, onca eğitim ve edilen yemin değilmiş boşuna. Hiç kimseyi – suçlu ve düşman bile olsa – kökenine, rengine, dili ve inancına bakmadan tedavi eden sizsiniz inadına. Benim ve kahir çoğunluğun gözbebeğisiniz, kim ne derse desin, boşuna. Ve eğer alınacak bir karar varsa, size sorulmadan verilemez asla. Çünkü siz Doktor ve Hemşireler ölüme meydan okuyacak kadar cesur, mikroplar ve virüslerle savaşacak denli yüreklisiniz, her şey ortada. Hariçten gazel okuyanlar mı, aldırmayın onlara; kurtarılmayı bekleyen İnsan çok daha.

Oniki Eylül Darbesi

12 Eylül Darbesi, resmî isimlendirmeleriyle 12 Eylül 1980 Harekâtı veya Bayrak Harekâtı, Türk Silahlı Kuvvetlerinin 12 Eylül 1980 günü emir-komuta zinciri içinde gerçekleştirdiği askerî darbe. 27 Mayıs 1960 darbesi ve 12 Mart 1971 muhtırasının ardından Türkiye Cumhuriyeti tarihinde silahlı kuvvetlerin yönetime karşı gerçekleştirdiği üçüncü ve son başarılı açık müdahalesidir. Bu müdahale ile Kenan Evren devlet başkanı oldu, Süleyman Demirel’in başbakan olduğu hükûmet görevden alındı, Türkiye Büyük Millet Meclisi lağvedildi, 1970 sonrasında değiştirilen 1961 Anayasası uygulamadan kaldırıldı ve Türkiye siyasetinin yeniden tasarlandığı bir askerî dönem başladı. Bu dönem yaklaşık dokuz yıl sürdü. 12 Eylül 1980 ardından partiler lağvedildi, parti liderleri önce askerî üslerde gözetim altında tutuldu, ardından yargılandı. Darbe sonrası; resmi rakamlara göre 650.000 kişi gözaltına alındı, 230.000 kişi askeri mahkemelerce yargılandı; cezaevlerinde ise işkence sonucu 171 olmak üzere, yaklaşık 300 kişi hayatını kaybetti, 50 kişi ise idam edildi.

2010 anayasa referandumunda, değişikliklerin kabul edilmesiyle 13 Eylül 2010 tarihinde çeşitli sivil toplum kuruluşları, sendikalar ve dernekler ile darbe mağduru kişiler 12 Eylül darbesini yapanlar hakkında suç duyurusunda bulundu. Bütün suç duyurularını toplayan Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı “Millî Güvenlik Konseyi (MGK) adı altında 12 Eylül 1980’de ülke yönetimine el koyan ve 24 Kasım 1983 yılına kadar bu statüsünü sürdüren askerî cunta yönetiminin hayatta kalan üyeleri, Kenan Evren, Nejat Tümer ve Tahsin Şahinkaya’nın işlediği (A) Nürnberg Şartı ile kabul edilmiş ve tüm devletlerin kendi kanunlarında yer almasa dahi suçun oluşumu halinde takip etmek zorunda oldukları uluslararası hukukun buyruk kuralı niteliğine sahip insanlığa karşı suçlar (B) 765 Sayılı Ceza Kanunu’nun 146, 147, 153, 174, 179, 180, 181. maddeleri kapsamında, insanlığa karşı suçlar ve resen takdir edilecek suçlar nedeniyle haklarında başsavcılık tarafından ceza dava açılması ve haklarında gerekli önlemlerin alınması istemi…” ile 7 Nisan 2011 yılında ilk soruşturmayı başlattı. 4 Nisan 2012 tarihinde ise darbenin yargılanmasına başlanmıştır. Davaların sonucunda, 2014 yılında; Kenan Evren ve Tahsin Şahinkaya mahkeme tarafından müebbet hapis cezası almıştır. Karar sonrası temyize gidilmiş, bu süreçte hem Evren hem Şahinkaya hayatını kaybetmiştir. Bunun üzerine, Yargıtay 16. Ceza Dairesi kamu davasını ortadan kaldırmış; sanıkların ölümünden dolayı davanın düşürülmesine karar vermiştir. Ayrıca Yargıtay; Evren ve Şahinkaya’nın rütbelerinin sökülmesine ve mal varlıklarına el konulmasına yer olmadığını hükmetmiştir.

Bazı insanlar için 12 Eylül 1980 darbesinin anlamı olmayabilir. Ama o günleri hatırlayanlar için 12 Eylül darbesi denilince akıllara aylarca süren gözaltılar, gözaltında kayıplar, akılalmaz işkence yöntemleri ve idamlar geliyor.

Aralık ayında çıplak bahçe hortumu ile yıkama, Coplama, Filistin askısı, Ters askı, Cinsel organa, Dile yüksek amperli Elektrik verme, Yine Cinsel organların sıkılması, Günler ve geceler boyu hiç bir yere tutunmadan ve yaslanmadan uykusuz ayakta saydırma, Ayak altları patlayacak şekilde falakaya yatırma, Kollarda Apse yapacak şekilde el falakası, Çok yüksek yakıcı ısı veren lambalar altında yumruklu, dayaklı sorgudan sonra soğuk su banyosu, Tabanca kabzaları ve namluları ile darp, Vucudun yaralı yerlerine tel sokulması ve çevrilmesi. Aşağılık hakaretler. Sıcak pis hücrelerde aç ve susuz, umutsuz!.. Hapishane falakaları bir başkadır 2 ayağa-10,80 cm lik gürgen sopayla vurulması, Koridorlarda allahını seven vursun, katli vacip cihat dayakları Farklı karşıt görüşten gardiyanların düşmanca saldırıları, yemeklere böcek, fare konulması, 15 günde 3 dakika banyo süresi, İnsanlık dışı lağam sulu hücrelere insanların doldurulması, susuz bırakılması, yemek duası için falakalara yatırılması. İşkenceli İdam cezaları, Tek Tip Elbise uygulamaları, Zorla Marş söyletilmesi, Havalandırmaların ve görüşlerin dakikalara düşürülmesi.

İşkence İnsanlık Suçudur.
Empati Yap, Sonra Tekrar Düşün, Ucuz Kahramanlıktan Kaçın!..

Cezaevi Gerçeğiyle Yüzleşme Araştırma ve Adalet Komisyonu raporundan akıllara durgunluk veren işkence yöntemleri:

FALAKA:
Yaygın ve sürekli uygulandı. Ayak tabanı, ellerin içi gibi vücudun kaslı bölümlerine kalas, cop, zincir, saz sapı, pik demir vb. vurularak gerçekleştirilirdi. Bu yöntem, ayak tabanlarını ve el ayalarını patlatır, kaba yerleri ezer, morartır, tırnakları sökerdi. El ayak gibi herhangi bir yeri kırar, sakat bırakırdı.

KÖPEK SALDIRTMA:
Tutuklu çırılçıplak soyulur, kurt köpeği üzerine saldırtılırdı. Köpeğin ilk kaptığı yer bacak arası olurdu.

ZİNCİR:
20-25 metre uzunluğundaki zincirin uçları iki tutuklunun boynuna bağlanır, tutuklular sırt sırta verdirilerek ters yönde hızla itilir. Tutuklu tek ayağından zincire bağlanır, bu zincir yüksek bir yere asılır, tutuklu bayılıncaya kadar askıda kalırdı.

GERME:
Tutuklunun bir bacağı merdiven kenarlığına bağlanır, diğer bacağı da açık bırakılan koğuşun gözetleme deliğine bağlanıp kapı kapatılır, tutuklunun bacakları koğuş kapısının eni kadar gerilir ve öyle kalırdı. Koşuşturulur, zincir tam gerilince, her iki tutuklu da sırtüstü yere düşerdi.

AYAKTAN ASMA/TEPE:
50-60 kişi havalandırmaya alınırdı. Gardiyan “tepe ol” komutu verince tüm tutuklular üst üste bindikten sonra, bir tutuklu da üst üste yatan tutukluların üstüne çıkar, istiklal Marşı’nın on kıtası okutulurdu.

KULE:
Havalandırmaya çıkan tutuklular altı kişilik daire oluştururlardı. Bunların üzerine 3-4 kat olacak biçiminde tutuklular çıkarıldıktan sonra, gardiyanın “yıkıl” komutuyla kule oluşturan tutuklular kendini yere bırakır ve böylece tutukluların değişik yerlerinde kırılma, incinme ve çıkık olurdu.

RANZA ALTI:
Gardiyanlar ellerinde kalaslarla koğuşa girip, “ranza altı ol” komutunu verince, koğuşta bulunan tutukluların hepsi ranzaların altına girerdi. Herhangi bir yerlerinin açıkta kalmaması gerekiyordu. Ranzaların altına tüm tutuklular sığmadığı için kiminin eli, kiminin kolu dışarıda kaldığından, gardiyanlar ellerindeki kalaslarla tutukluların dışarıda kalan kısımlarına vurmaya başlardı.

KANTAR:
Tutuklular havalandırmada çırılçıplak soyundurulup tek sıra halinde dizilirler, sıranın ön tarafında duran tutuklu sırt üstü yatırılırdı. İkinci tutuklu, yatan tutuklunun testis ve erkeklik organlarından tutarak yukarı kaldırır, tutuklunun kaç kilo geldiğini söylemesi istenirdi. Tüm tutuklular birbirini tartana kadar bu işlem devam ederdi.

KERVAN:
Havalandırmada, tutuklular tek sıra dizilir, her tutuklu önündeki tutuklunun sırtına bindirilir, bacakları, altındaki tutuklunun boynundan aşağıya sarkıtılır ve kulaklarından tutması istenirdi. Gardiyanın komutuyla tutuklular yürümeye başlar ve bu işlem tutuklular ayakta duramayacak duruma gelene kadar sürerdi.

SEHPA:
Tutuklu gece koğuştan alınıp, koğuş koridorunda gardiyan ve subaylardan mizansen olarak oluşturulan bir mahkemede sorgulanırdı. Mahkeme, tutukluyu idam cezasına çarptırır, ikinci katın merdiven kenarlığına bir ip geçirilip, ipin ucuna tutuklunun boyun kemiğini kırmayacak düzeyde kalın bezden bir ilmik takılır, tutuklunun boynu bu ilmiğe geçirilir ve temsili infaz gerçekleştirilirdi. Tutuklu tam boğulacağı sırada ip açılırdı.

COP SOKMA:
Gardiyanlar copu zeytinyağına batırır ve yağlı copu tutuklunun makatına zorla sokardı. Sonra bu copu kendisine ya da bir başka tutukluya yalatırlardı.

ÇEK-ÇEK:
Tutuklu çırılçıplak soyundurulur ve erkeklik organına bir ip takılırdı. Gardiyan ipin diğer ucunu alıp hızla koşar, tutuklu da zorunlu olarak gardiyanın peşinden koşar.

LAĞIM SUYUNA SOKMA:
Tecrit bölümünün alt katındaki bazı tuvaletlerin delikleri tıkanır. Hücrelerin pisliği ve lağım suları burada biriktirilir, diz boyu kadar oluşturulan pisliğin içine tutuklu atılır ve pislik yedirilirdi.

KİTAP OKUMA:
Koğuşta bir tutuklunun eline kitap verilir, tutukluya avazı çıktığı kadar yüksek sesle tek tek sözcükler okutulurken, diğer tutuklular bu sözcükleri tekrarlarlardı. Sabahtan akşama kadar yapılan bu işlem sırasında, tutuklular ayakta durmak zorundaydı.

MARŞ SÖYLETME:
Cezaevinde bulunan herkes elli’yi aşkın marşı ezberlemek zorundaydı. Bu marşlar tutukluların ses telleri tahriş oluncaya kadar söyletilirdi.

ÖL DEDİĞİMDE:
Tutuklu havalandırmanın orta yerine çıkarılır, hazır ol durumuna geçirilirdi. Gardiyanın “öl” komutuyla tutuklu kaskatı, eklemlerini kırmadan yere düşürülürdü. Bu işlem gardiyanın keyfine göre tekrarlanırdı.

SİGARA İÇİRME:
Bunun çok çeşitli yöntemleri vardı. En çok uygulananları şunlardı: Koğuşta kalan tutukluların eline beş adet sigara verilir, sigaraların tümü yakılarak devamlı ağzında tutulurdu. Gardiyanın “çek-bırak” komutuyla sigaralar bitinceye kadar içirilir, sigaralar-filtreleri dahil- tutuklulara yedirilirdi. Bu sırada koğuş pencereleri kapatılır, havasızlık ve dumanla boğulma ortamı yaratılırdı.

BANYO:
Tutuklular çırılçıplak soyundurulur ve tek sıra halinde banyoya götürülürdü. Banyoda sabun kullanılmazdı. Hortumla tazyikli su tutukluların üzerine fışkırtılırdı. Daha sonra tutuklular koridora çıkarılır, “Yat-sürün” komutuyla tutuklular yerlerde süründürülerek koğuşlarına götürülürdü.

SAYIM DÜZENİ:
Tutuklular günde en az beş kez sayılırdı. Her sayımdan önce, tutuklular sayım düzenine geçer, sayım talimi yaptırılır, yüksek sesle tekmil verilir, rahat-hazır ol ile, çöker kalkarlardı.

GECE NÖBETİ:
Geceleri her koğuşta mevcuda göre 2-7 kişiye kadar tutukluya sırayla nöbet tutturulurdu. Nöbet sırasında devriye gezen gardiyanlar, koğuşun mazgal deliğini açar, nöbetçi tutuklunun mazgaldan dışarı elini uzatmasını ister, tutuklunun ellerine cop veya kalasla istediği kadar vururdu.

LOKOMOTİF:
Tutuklular havalandırmaya çıkarılır, İki kişi çırılçıplak soyundurulur, bunlardan birisi domalıp iki eliyle diz kapaklarını tutar, diğeri de arkadan bunu kucaklardı. Gardiyanın “uygun adım marş” demesiyle her iki tutuklu havalandırmada dolaşırlar, diğer tutuklular zorunlu olarak bunları izlerdi.

PİSLİK YEDİRME:
Her havalandırmanın ortasında bir lağım çukuru vardı. Lağım suları ve insan pislikleri burada toplanırdı. Tutuklulara bu çukurdan avuç avuç pislik alıp yemeleri istenirdi.

İŞEME:
Havalandırmada bir tutuklunun yere yatması istenir, diğer tutuklulara, yerde yatan tutuklunun yüzüne işemesi istenirdi..

TECAVÜZ:
Cezaevinde görev yapan gardiyanlar, genç tutuklulara merdiven altlarında zorla tecavüz ederlerdi. Ayrıca iki tutuklu çırılçıplak soyundurularak birbirlerine tecavüz etmeleri istenirdi.

HASTANE:
Hastanede de cezaevindeki kurallar geçerliydi. Hasta, tuvalete götürülmez, yatakta da hazır ol vaziyetinde yatardı.

VEREM:
Veremlilerle, sağlam tutuklular birbirinden tecrit edilmez, aynı kapta yemek zorunda bırakılırdı. Aynı battaniyenin altında yatırılırlardı. Veremlilerin balgamları tahlil yapılacak bahanesiyle toplanır, karavanadaki yemeklere karıştırılır ve bu yemekler tüm tutuklulara yedirilirdi.

AYAKTA BEKLETME:
Bu yöntem cezaevinde her gün geçerliydi. Sabah saat 05’den akşam 17-19’a kadar tutukluların oturması yasaktı.

KONUŞMA YASAĞI:
Koğuş içindeki iki kişinin birbiriyle konuşması, tutuklunun gülmesi ve düşünür gibi görünmesi yasaktı. Böyle bir suçu işleyen tutuklulara yukarıdaki işkence yöntemleri uygulanırdı.

GECE BASKINI:
Nöbetçi subay ve gardiyanlar, gece geç saatte tutukluların koğuşuna girerek, uyku sırasında tutuklulara cop veya kalaslarla dayak atarlardı.

AVUKAT-ZİYARET DAYAĞI:
Avukat görüşmesine ve diğer görüşmelere gidip gelirken tutuklulara dayak atılırdı. Görüşlerde hiçbir şey konuşulmaması tembih edilirdi. Tutuklular avukatlarıyla savunma konusunda görüş alışverişinde bulunamazlardı.

MAHKEME DAYAĞI:
Tutuklular mahkemeye götürülürken cenaze arabasına bindirilirlerdi. Elleri arkadan kelepçeli olurdu. Cenaze arabasına binerken ve çıkarken gardiyanlar tarafından dövülürlerdi.

12 Eylül 1980…

Kenan Evren’in baş mimarı olduğu askeri darbe, kanlı ve karanlık bir sayfa olarak tarihe kazındı. Tank sesleriyle güne uyanan Türkiye için bir daha hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı.

İşkenceler, idamlar, faili meçhuller, sürgünler… Sansür ve yasaklar geldi ardından… Kitaplar, gazeteler, filmler, şarkılar yasaklandı.

Gülmek de yasaktı. Kenan Evren ve cunta yönetimi kendi notalarını yazıyordu.

Müzik Yapımcısı Cem Yılmaz, “Kenan Evren böyle bir şarkı siparişi veriyor. Alelacele bu yapılıyor. Ve denemesi de bunun Metris Cezaevi’nde başlıyor. Sabah 8’de başlıyor. Türkiyem Türkiyem Cennetim, dön çal çal arada işte askeri marşlar çal dön çal dön çal dön çal. Ben aylarca bu şarkıyı dinlemek zorunda kaldım” sözleriyle yaşadıklarını anlattı.

Türkiyem Şarkısı:

1980 darbesinde 650 bin kişi gözaltına alındı. 16 kişinin kaçarken, 74 kişinin çatışmada öldüğü açıklandı. 49 kişi idam edildi. 171 kişi işkence sonucu hayatını kaybetti. Bilinen işkence yöntemlerinin yanı sıra şarkılar ve marşlar da işkence aracı olarak kullanılıyordu. Bunlardan biri de Müşerref Akay’ın Türkiyem şarkısıydı.

DİSK Basın İş Başkanı Faruk Eren, “Koğuşun o mazgalının önüne kolonlar koyup 24 saat yüksek sesle müzik dinletiyorlardı. Artık öyle bir hale gelmişti ki tabi bunları kasetten çalıyorlardı. Kasedin sonu gelip arada bir boşluk olunca mesela o sesle uyumaya alıştık, o boşlukta uyanıyorduk” dedi.

12 Eylül’den önce Türkiye’de çok güçlü bir sol hareket vardı. Sendikalar çok güçlüydü. Mahalleler örgütlüydü. Bombalı saldırılar, suikastlar başladı. Solun bir kısmı silahlandı. 1977’de 1 Mayıs, 1978’de Kahramanmaraş katliamı yaşandı. Birçok ilde sıkıyönetim ilan edildi.

Müşerref Akay’ın Türkiyem şarkısı ise yıllar sonra müzik şirketi kuran Cem Yılmaz’ın karşısına çıktı.

Cem Yılmaz, “Bir gün bir arkadaş geldi dedi ki ben kapatacağım benim elimde 7-8 tane albüm var satın alır mısın dedi. Bir bakayım dedim alırım ondan sonra. A bir baktım Müşerref Akay Türkiyem. Ondan sonra haklarını aldım. Basmadım CD’yi” dedi.

Yılmaz, albümü neden aldığını ise şöyle anlatıyor: “Hop deme anlamında dur deme anlamında, ne yapıyorsun deme anlamında, ben engel oluyorum bak ben de bir bireyim bir gücüm anlamında.”

İstanbul’da gazeteler 300 gün çıkmadı. 39 ton gazete, dergi, kitap yakıldı. 40 tonu ise depolara kapatıldı. Sol literatüre ait kitaplar imha ediliyordu.

Gazeteci Turhan Günay, “Sol diye nitelediği bunlar espri değildir anlatılmıştır mesela adamın evine gelmiş Meydan Larousse’ları almış gitmiş içinde Rus lafı geçiyor diye polis” dedi.

Şarkılara Sansür:

Darbe sansürü de beraberinde getirdi. 927 film yasaklandı. TRT’de 208 şarkıya yasak geldi. Ruhi Su, Selda Bağcan, Zülfü Livaneli gibi pek çok sanatçı artık yasaklıydı. Cem Karaca 1978’de çıkardığı 1 Mayıs plağında komünizm propagandası yaptığı gerekçesiyle arananlar arasındaydı. Darbe olduğunda bir konser için gittiği Almanya’daydı. Sekiz yıl Türkiye’ye dönemedi.

Sanatçı, Derya Köroğlu, “Sanat dünyasına da herkesin dünyasına da yıldırım vurmuşçasına her şeyi dağıttı 12 Eylül. Yurtdışına kaçan çok insan oldu. Sanatçılardan da oldu. Yani benim sonradan yurtdışında konserlerde karşılaştığımız Melike Demirağ vardı. Şanar Yurdatapan vardı” sözleriyle 12 Eylül dönemini anlattı.

Yeni Türkü’nün 1979’da çıkan Buğdayın Türküsü albümü ise piyasadan çekildi. 12 Eylül’ün etkisi yıllarca hatta on yıllarca sürdü. Peki aradan geçen yıllarda ne değişti?

Faruk Eren, “12 Eylül hukuku vardı. Şu anda bir hukuk yok zaten. Son derece keyfi kararlar uygulanıyor. Hukuk artık hükümetin bir yandaşı halinde çalışıyor bence. Pardon yargı demem lazım. O yargıdan bir adalet çıkmıyor” dedi.

Darbenin üzerinden 39 yıl geçti. Türkiye’nin demokrasi sınavı ise hala devam ediyor.

“İşkence yaptıklarım hakkını helal etsin”

12 Eylül 1980 darbesinin ardından Mamak Cezaevi’nde askerliğini yapan Doğan Eşlik, kendisine zorla işkence yaptırdıkları gerekçesi ile darbeyi yapanlar ve Mamak Cezaevi’ndeki görevliler hakkında Ankara Cumhuriyet Savcılığı’na suç duyurusunda bulundu. Dilekçesinde, evlenip yuva sahibi olamamasına ve psikolojisinin bozulmasına darbecilerin sebep olduğunu vurgulayan Eşlik, ismini tek tek saydığı işkence mağdurlarından helallik istedi. Eşlik, “Bizi insanlıktan çıkarmışlardı, işkence ettiklerim ne olur haklarını helal etsin” diyor.

Mamak’ta yaptığı askerliğin ardından Eşlik’in psikolojisi bozuldu, maddi durumu iyi olmadığı için hastaneye gidemedi. “İşkence yaptığım birisi ile karşılaşırım bana hayatı zindan eder. Tekrar darbe olur aynı şeyler bu defa benim başıma gelir” düşüncesi ile hiç evlenmedi. Uzun yıllar birlikte yaşadığı annesini de kaybedince, tek başına yaşamaya başladı. Doğan Eşlik, şu anda psikolojik sorunlar ile karşı karşıya. Kendisine yardım eli uzatılmasını istiyor, zorla yaptığı işkencelerden dolayı pişman olduğunu belirtiyor.

20 AYIN İZİ 30 YILDA SİLİNMEDİ:

12 Eylül 1980 darbesinin ardından tutuklanan yüzlerce mahkûm, Mamak Askeri Cezaevi’ne konuldu. Cezaevindeki işkencelerin tesiri ile birçok kişinin hayatı karardı. Şimdiye kadar Mamak Cezaevi’nde yaşananları hep mağdurlar anlattı. İşkence yapanlar ise yıllarca sessizliğini korudu. İşkence yapanlardan Kamil Atliman, sessizliğini bozarak önemli itiraflarda bulundu. Askerliğini bitirdikten sonra senelerce psikolojik tedavi gördüğünü ifade etti, işkence yapması için kendisine dayak atıldığını söyledi. Atliman gibi Doğan Eşlik de 12 Eylül 1980 darbesinin ardından Mamak Cezaevi’nde askerlik yaptı. 1982 yılında girdiği Mamak Cezaevi A Blok’ta 20 ay görev yapan Doğan Eşlik, askerliğini bitirmesinin üzerinden 30 yıl geçmesine rağmen Mamak Cezaevi’ni ve yaşadıklarını unutamıyor.

Doğan Eşlik, darbe yıllarında askerlerin durumlarının da mahkûmlardan farklı olmadığını ifade ediyor. Komutanların, kendilerini kimse ile görüştürmediklerini dile getiren Eşlik, şöyle devam ediyor: “Beni Mamak’a ziyarete gelenlere ‘Burada böyle bir asker yok’ deyip geri göndermişlerdi. Mahkûmlardan farkımız binanın dışına çıkmaktı. Bizi hiç boş bırakmazlardı. ‘Sizi boş bırakırsak, mahkûm kaçırırsınız’ derlerdi. 20 aylık askerlik dönemimde ailemi görmeme bir defa izin verdiler. Bizim hayatımızda mahkûmlarınki gibiydi. Biz de dayak yiyorduk. Teneke barakalarda kalıyorduk. Üç saat ara ile nöbetler oluyordu. Beziyorduk, durumumuz hiç iyi değildi. Orası da bizim için bir cezaevi gibiydi. Ben o cezaevi psikolojisi ile yıllardır yaşıyorum zaten. Mesela, benim korkularımdan biri şuydu: ‘Ben, işkenceyi burada zor durumda kalan insanlara yapıyorum. İlahi tecelli, ben de buralara düşer miyim, endişesi ile evlilikte yapmadım. Evliliğimi engelleyen unsurlardan biri de budur. Çıktıktan sonra, oranın şartları bizim hayata bakışımızı etkiledi. Bir vurdumduymaz, boşvermişlik, sürekli korku, panik atak bende kalıcı oldu.”

“İZİNSİZ KİTAP OKUMAK YASAKTI”

Doğan Eşlik, Mamak’takilerin ayak ayaküstüne atmalarının, izinsiz kitap okumasının, konuşmasının, yatmasının, tuvalete gitmesinin yasak olduğunu söylüyor. Eşlik, gerçeği komutanlarının emirleri ile anladıklarını ifade ediyor: “Sana karşı çıkarlarsa ‘Uzat ulan’ elini diyeceksin ve eline vuracaksın. Falakaya yatıracaksın. Daha da karşı çıkarsa ismini sayım mangasına vereceksin. Farklı şekilde dayaklar atıyorduk. Bu şekilde askerliğe başladık. Bir girdabın içine girdik.”

“MAHKUMLARA İŞKENCE YAPMAK İÇİN DAYAK YERDİK”

Eşlik, mahkûmlara emredilen şekilde işkence yapılmadığı takdirde askerlere de dayak atıldığını anlatıyor: “Mesela, bir sayımda benim önüme gelen ve başını kafasını havaya kaldırmış mahkûm, bana elini uzattı. Sadaka istermiş gibi. Anlamadım ne yaptığını. Ben bu mahkûma vurmak zorundayım. Yavaş vurdum. Bunu gören üsteğmen Ahmet Kelek, beni yanına çağırdı. Sessizce, ‘Aynı görüşten misiniz lan, memleketlin mi lan niye yavaş vuruyorsun?’ diye sordu. ‘Hayır’ cevabını verince elimden copu aldı. ‘Sana nasıl vurulurmuş, göstereyim’ dedi. Ve aldığı süratle copla bana vurmaya başladı.”

İŞKENCE İÇİN ÖZEL EĞİTİM

Doğan Eşlik, kendilerine işkence için özel bir eğitim verildiğini belirtiyor. Bunun için, bazı komutanlarının görevlendirildiğini kaydeden Eşlik, “Komutanımız bize ‘Direk boyna vurmayın iz kalır. Buraya vurmayın bu olur. Şuralara vurun deniliyordu. Mahkûm cinsel organını tutsun, eğilsin. Siz, kalçalarına coplarlara vurun. Ellerine vurun, bacaklarının şuralarına vurun.’ şeklinde bir mahkûma nasıl işkence edileceğini öğretiyordu” diye konuşuyor.

“SİSTEMATİK BİR ŞEKİLDE İŞKENCE YAPARDIK”

Eşlik, cezaevinde Sayım Mangası, Havalandırma Mangası diye gruplar bulunduğunu anlatıyor. Bunlardan Sayım Mangası’nın her sayımda mahkûmların tamamına işkence uyguladığını belirten Eşlik, şöyle devam ediyor: ” ‘Ben her gün dayak yemedim’ diyen mahkûm yoktur. Bir mahkûm, iki defa sayımda, havalandırmayı çıkarıldığında, bir de bizim pozisyonumuzda nöbet tutan askerlerden dayak yerdi. Yani sistematik bir işkence yapılırdı mahkûma. Günde iki defa sayım vardı. Sayım Mangası, mahkûmların komple her yerini arardı. Bu esnada, canı isteyen asker herhangi bir gerekçeyle mahkûmu döverdi.”

“YAPTIĞIM İŞKENCELERDEN DOLAYI PİŞMANIM”

Doğan Eşlik, mahkûmlara yaptığı işkencelerden dolayı pişman olduğunu söylüyor. “Kendini insan olarak bilen birinin o haldeki insanlara vurması mümkün değil” diyen Eşlik, şöyle konuşuyor: “Bir kafese 5 kuş kapatılmış. Eline sopa verip ‘Bu insanları sürekli döv’ diyorlar. Buradaki insanlara sürekli işkence yapmak zorunda bırakılıyorduk. ‘Ayağını indir, bakma, gitme lan’ gibi gerekçelerle insanları dövüyorduk. Bizi insanlıklarından çıkarmışlardı. Ama sayıma girdiğimiz zaman, vurduk. Vurduğumuz, ettiğimiz kişiler hakkını helal etsin. Mesela Oğuzhan Müftüoğlu, Mehmet Ali Yılmaz, Halil İbrahim Arı, Şaban Değirmenci, Melih Değirmenci, Cem Öz, Levent Babacan, Recep Küçükizsiz, Galip Gök, Erdem Şenocak, Yılma Durak. Bu insanlara dayak attığım için pişmanım. ”

Doğan Eşlik, Mamak Askeri Cezaevi’nde yaşadıklarından dolayı sürekli, farklı davranışlar sergilemeye başladıklarını belirtiyor. Yaşadıkları ve şahit kaldığı olaylardan dolayı, sürekli korktuklarını ifade eden Eşlik, askerlerin de çok basit gerekçelerle komutanlar tarafından işkenceye maruz bırakıldığını anlatıyor: “Bir asker üzerinde, pusulayla mı yakalandı mesela, onun yüzünden tüm askerler işkenceye maruz kalıyorlardı. Onun için kimse kimseye güvenmiyordu. Psikolojimiz bozuldu. Komutanlar diyordu ki, ‘Mahkûmu döveceksin.’ Mahkûm da, ‘Biz, seni buluruz.’ diye tehdit ediyordu. Ve nitekim tutuklu Şaban Değirmenci, yıllar sonra, Antalya’da gezerken enseme dokundu. ‘Ne haber lan. Biz sizi buluruz dememiş miydik lan?’ dedi. O zaman çok korktum. Bir yere oturmamız için çağırdı. Pastaneye gittik. Biraz sohbet ettik. Bana, ‘Mamak yargılanacak. Sen de korkma, bizden sana bir zarar gelmez’ dedi.”

“AKLINI KAÇIRAN MAHKÛMLAR VARDI”

Doğan Eşlik, psikolojik işkencelerden dolayı aklını kaçıran mahkûmların bile olduğunu açıklıyor. Binbaşı Bahri Karadeniz’in eğitimli köpeklerle yaptığı işkencelerden mahkûmların çok korktuğunu belirten Eşlik, şöyle devam ediyor: “Bu binbaşı, mahkûmlar falakaya yatırılırken köpeklerle girerdi içeri. Eğitimli köpekleri, salardı mahkûmların üzerlerine. Köpekler tam ısıracakken geri çekerdi. Mahkûmlar böyle korkutuyorlardı.”

Eşlik, Mamak’ta bulunan hücrelerin insan haklarına aykırı bir şekilde dizayn edildiğini ve bu hücrelerin mahkûmlara en ağır işkenceleri yapmak için kullanıldığını belirtti. Dördüncü koğuşun altında eni boyu ve uzunluğu bir metreküp olan hücrelerin varlığından bahseden Eşlik, “Bu hücrelerin içinde küçük bir lazımlık vardı. Bir battaniye, beton, ışık yok. Buraya Dev Yol’cu bayanlardan çok atılan oluyordu. İnsan Hakları’ndan yetkililer, davaları takip için geldiklerinde Mamak’ı da gezerlerdi. Bunun haberini alan cezaevi yönetimi, bu hücrelerden bahsetmezdi. Amaç, burada ihlal yok izlenimi vermekti.” diyor.

“A BLOKTA KALANLARA FARKLI İŞKENCELER UYGULANIRDI”

Doğan Eşlik Mamak A Blok’ta kalan sağ ve solun önemli isimlerine de farklı işkencelerin uygulandığını şu sözlerle açıklıyor: “Bunlar farklı dayak yiyorlardı. Dev Yol’dan Sedat Göçmen, Oğuzhan Müftüoğlu, Nasuhi Mitap, Ali Afatlı, Bülent Forta, Haydar Yılmaz, Melih Pekdemir, ülkücülerden Muhsin Yazıcıoğlu, Haluk Kırcı, Adnan Madak, Cafer Yaylak, Ziya Karaçam, Recep Öztürk, Galip Kütük, Yılma Durak. Bu isimlere farklı işkenceler uygulanırdı. Yılma Durak, gördüğü işkenceden dolayı çenesi yamulmuştu. 3 ay hücrede kaldı. Demir parmaklıkların arkasından bizlere bakardı. Acırdık, içimiz yanardı. Ancak, elimizden bir şey gelmezdi. Halini bile sorsak, bize de aynı işkence yapılırdı.”

“PEHLİVANOĞLU VE ARMAĞAN’A YARDIM EDEN ASKERE HER GÜN İŞKENCE”

Eşlik, idam edilen Mustafa Pehlivanoğlu ve İsa Armağan’ın kaçmasına yardımcı olan Abdülkadir Böcü’ye yapılanları şöyle anlatıyor: “Abdülkadir Böcü’yü hücreyle atmışlardı. Böcü’yü her sayımda, her yemek alışlarında, her havalandırmada kafası bozulan herkes dövüyordu. Askerin, önünde. Amaç, göz dağı vermekti. Bir daha böyle firar edenlere yardım edilmesin, diye bunu yaparlardı O yüzden hata bizler hata yapmamak için elimizden geleni yapardık. Biz de biliyorduk ki en ufak hatamızda bizleri döveceklerdi.”

“MAHKUMLAR GİBİ BİTLENİRDİK”

Doğan Eşlik, erlerin yaşam koşulları ile ilgili de şu bilgileri veriyor: “Banyo yok. Koğuşlar düzensiz. Soğuk. Koğuşlarda diğer mahkûmların battaniyelerini alarak ısınıyorduk. Askerler de mahkumlar gibi bitleniyorlardı. Kendimize ait bir yatağımız olmadı. Dışarıda teneke barakalarda kalırdık.

“KOMUTANLARI VURURUZ DİYE SİLAHLARIMIZ ALINIRDI”

Eşlik, erlere işkence yapan komutanların, askerilerine güvenmediklerini ve silah vermediklerini anlatıyor: “Biz, ana davaların mahkûmlarını mahkemeye getirip götürürdük. Mahkûmları, mahkemeye getirip götürürken, eski M1 silahları verirlerdi bize. Bize sürekli işkence yapan Savaş Aytek, bizleri çok döverdi. Mahkemeye mahkûmları getirip götürürken onları vururuz diye silahları elimizden aldırırdı.”

“ASKERLER RÜTBELİLERİN HEDEF TAHTASI”

Eşlik, cezaevi komutanları hakkında “Sadist yapıları vardı.” tespitinde bulunuyor. Ruh hastası komutanların Mamak’ta toplandığını hatırlatan Eşlik, rütbelilerin askerleri hedef tahtası olarak kullandıklarını söylüyor: “Tek saçma sıkan silahlar vardı. O tüfeklerden her komutanın elinde vardı. Canı sıkıldığında onlarla askerlere sıkarlardı. Öldürmüyordu, ama yaralıyordu bu mermiler.”

“KEŞKE SAVAŞA GİRSEYDİM MAMAK’TA ASKERLİK YAPMASAYDIM”

Eşlik, geçen yıl avukatı Hasan İlter vasıtasıyla dava açtığını anlatıyor: “Gittim ifademi verdim. Durumumu anlattım. Açmaktaki, sebebim her Türk genci gibi askerlik yapmama darbecilerin mani olmasıydı. Farklı olağanüstü, bir şey ile karşılaştım. İnsanlığın sıfır olduğu, ayaklar altına alındığı, insanlarının rencide edildiği bir ortamda mahkum gibiydim. İşkence bize de yapıldı. Amaç neydi, bilmiyoruz. Bizim psikolojimizi, insani iradelerimizi kırıp, hayvan gibi mahkumları bize dövdürmekti amaçları. Normalde tutuklulara vurmayı hiçbir insan aklından geçirmez. Keşke cephelerde savaşsaydım da Mamak’da askerlik yapmasaydım.

“DARBECİLERİN YARGILANMASINA GEÇ BİLE KALINDI”

Eşlik, 12 Eylül 1980 darbesini yapan Kenan Evren ve Tahsin Şahinkaya hakkında dava açılmasına geç kalındığını belirtiyor. “Ben bu davanın açılmasından çok memnunum.” diyen Eşlik, şöyle devam ediyor: “Darbecilerin yargılanmasına bence çok geç kalındı. Herkes yaptığının bedelini ödemesi lazım. En azından ne amaçla bunları yaptılar çıksın anlatsınlar. Bir sürü insanların hayatı karartıldı. Neden yaptılar, amaçları neydi? Amaçlarına ulaştılar mı, vatan mı memleket mi kurtardılar? Ne oldu?”

Sonuç:

Biz, o zamanlar…

12 Eylül’e dair bir çok şey söyleyebiliriz ya da susabiliriz sonsuza dek. İkisi de mümkün ve ikisi de anlaşılabilir. Ama o günden sonra birçok şey hiç bir zaman eskisi gibi olmadı, bu kesin!
12 Eylül bize bir şey yapmadı diyebilirim yine de. Çünkü bir abimizin dediği gibi biz 12 Eylül’ün mağduru değil muhatabıydık.

Ama o zamanlara dair şunları söylemeliyim mutlaka!

Biz o zamanlar, yani 12 Eylül’e gelinceye kadar pek acayiptik. Gençtik, güzeldik ve “karnımız aşağıya dümdüz inerdi.”

Sabahlarımız Yurttan Sesler programının türküleri gibi gürül gürül, katıksız, duru ve neşeliydi. Gözümüzü budaktan esirgemezdik. Elmayı dalından yıldızı yerinden ha deyince koparırdık. Kudret ne ki, durur mu karşımızda! Hiç farkında değildik imkansızın.

Sevdiğimiz hiçbir şeyin ellerimizden kayıp gitmesine müsaade etmezdik, hiçbir zaman. Dostlukların kıymetini bilir, sarılır bırakmazdık, gitmesi mukadderse eğer bir parçamızın da onunla kopup gittiğini bilerek rahatlar, sevinirdik.

Az önce bir ahmakıslatana yakalanarak ıslanmış genç bir kız gibiydi gelecek güzel günlere olan inancımız. İçimizden gelen tüm sözleri sakınmadan mırıldanır, söyler ya da bağırırdık. Yeryüzü bütün kaleleriyle teslim alınmış gibi bizimdi ve onun parçası olduğumuz için pek güvenli ve pek keyifliydik.

Bir çavlanın ucundan akmaya devam eden ince bir ırmağın kenarında nergis, orkide ve zambak kokusuyla delirmiş bir derviş gibi tuhaf bir aşkın esiri olmuştuk çoktan. İnanç, bağlılık ve feda duygularıyla hemhal olmuştuk. İçimizde hiç eksilmeyen bir umut ve yaşam arzusuyla, büyüyorduk da bir yandan.

‘’Bütün dünya tutuştuğu anda ateş insanı yakmaz demenin bir anlamı olmadığına’’ inanmıştık.

Garip ama, o zamanlar yağmur yağardı. Şimdi diyeceksiniz ki e canım yağmur bu, şimdi de yağıyor. Hayır sözünü ettiğim şey başka. Bu yağmur başka türlü yağardı. Birincisi yağmurun sesi vardı. İnsanın içine işleyen ve ona masallar anlatan bir ses. Uzun bir yağmurdan sonra mesela iyi bir şiir okumuş gibi kalkardınız oturduğunuz yerden. İçinizden epey bir zaman çıkmazdı o ses.
Sonra, sıcak yağardı yağmur. Yaz kış fark etmez. O zamana kadar yağmurlar hep böyle mi yağardı bilmiyorum ama insanların içi ısınırdı yağmurdan. İşin en tuhafı da yağmur ıslatmazdı. Islatmayan yağmur olur mu, evet vardı! Öylece, akar giderdi. Ve sonra hiç yağmamış gibi aniden duruveren damlaların ardından güne yeniden ve zaten hep oradaymış gibi başlardık.

Öyle işte…

Kokular sonra… Başkaydı. Üzümleri koklarken sarhoş olurdunuz. Olgun bir şeftaliyi ısırdığınızda mesela sıcak bir çukulata kokardı burnunuzda. Erikler deseniz çocuklar gibi kokardı. Ha bir erik ha bir çocuk. Fark etmezdi. Arkadaşlarımız lavanta ve akşamhayır çiçeği gibi kokardı, kucakladığımızda ise gül!

O zamanlar biz çok uyumazdık. Uykuya giden zamana boşa geçmiş bir zaman gibi bakardık. Azıcık uyur zıpkın gibi kalkardık.

Gün boyu güneşin sıcaklığını ve sabahlara kadar hiç korkmadan kaybolduğumuz geceyi bir şurup gibi içerdik. Ay kovasından boşalmış su gibi akardı başımızdan aşağıya ve ayaklarımızın dibinde yıldız kırıntıları bırakarak.

Geceyarıları kıpırdadıkça uzayan ağaçların gölgesi gibi hayallerimiz vardı. Serin, ürkütücü ve sarhoş. Sabahlara kadar uzayan sohbet, şiir, aşk ve hayata dair bitmeyen keder, ümit ve isyana sarınmış ince bir tül gibiydi gövdelerimiz.

Onlar, beklenmedik bir ışığın çakışıyla eksildi ve silindi sanki.

Bir de, biz eskiden çok konuşurduk. Akan su gibi. Olur olmaz zamanlarda ve her yerde. Kaynağından kopup gelen bir iştahla. Gözesi açılmış bir ayazma gibi.
Refik Halit’in hikayesindeki eskicinin yad ellerde karşılaştığı küçük İstanbullu çocuk gibi.

Niye böyleydi bilmiyorum ama yemin edebilirim, ellerimiz karanfil, saçlarımız leylak ve gövdemiz ebruliydi. Yaşamayı aşkla sever ama ölmeye hazır gezerdik. Hiç uzak değildi bunlar birbirinden.
Ölüm ve hayat birbirine bu kadar yakın nasıl olabilirdi?

12 Eylül ölüm ve yaşamı birbirinden ayırdı. Çok ağır bedeller ödeterek yaptı bunu!
Bence en büyük numarası buydu.

Ölmek isteyenler bir kenara, hayatta kalanlar bir kenara.
Arkadaşlarım öldü ve çok gençtiler…
Ben hayatta kaldım ne yazık ki.

Georges Politzer

“Faşistler, Politzer’e iki seçenek sundular:
teslimiyet ya da onur…
yaşamak ya da ölmek…

Düşüncelerini değiştirip teslim olursa yaşayacaktı, yoksa öldürülecekti. Karısı ve direnişçi yoldaşı MAİ, Politzer’in tavrını aktarır:
Gestapo subayları birçok kez, hemen salıverileceğimizi söyleyerek, tüm ailemize mutlu bir yaşam sağlayacağı konusunda güvence vererek; bunun karşılığında, onun Fransız gençliğini değiştirme çalışmalarına katılmasını kabul etmesini istediler ve düşünmek için kendisine sekiz gün süre verdiler.

Çağrıldı ve tutumunu değiştirmediği öğrenilince, kendisine bir kaç gün sonra kurşuna dizileceği söylendi.

Kurşuna dizilmeden önce, benim hücremde yirmi dakika geçirmesine izin verildi; bir yücelik vardı halinde, yüzü hiç bu kadar aydınlık olmamıştı. Işıltılı bir sükûnet içindeydi ve her hareketi cellatlarını bile duygulandırıyordu. Partisi uğrunda ve Fransa uğrunda ölmekten, ne kadar mutluluk duyduğunu söyledi bana…

Politzer’in bu son anlarına tanıklık eden yoldaşı-eşi de daha sonra bir nazi toplama kampında katledildi.
Otuz dokuz yaşında faşistlerce katledilen politzer, ‘entellektüel bağımsızlık, boyun eğmemektir!’ ilkesini hayatıyla da savundu. Böyle olduğu içindir ki, hala hayatta ve hala öğretiyor ve hala gülümsüyor…”

Georges Politzer

23 Mayıs 1942 FRANSA

15 Temmuz Darbesi’nde Gerçekte Ne Oldu?

15 Temmuz Darbesi’nde gerçekte ne oldu?

Türkiye, 70 yıllık NATO’cu-gerici karşı devrim sürecinin sonunda İslamcı harekete teslim edildi. Siyasal İslamcı hareket ikili bir yapıyla, AKP ve Cemaat ortaklığıyla 2003’de iktidara geldi. AKP legal siyasal partiydi ve kendisini “muhafazakar demokrat” olarak tanımlayarak merkez sağ seçmenin de oylarını aldı. Gülen Cemaati ise illegal bir yapılanma olarak iktidarın gizli ama en operasyonel kanadıydı.

İşte iktidarı paylaşan İslamcı hareketin iki kanadından biri,15 Temmuz da dinci bir darbe girişiminde bulunarak devlete tek başına el koymaya kalkıştı. Yıkılan Cumhuriyet’ten geriye kalanları kimin sahipleneceği ve ele geçirilen devleti kimin yönetici konusunda ortaklar arasında ihtilaf çıkmıştı. Özetle ganimetin paylaşımı konusunda anlaşamamışlardı.

İlk hamle Cemaatten geldi. Cemaat, PKK ile Oslo’da yapılan gizli görüşmeler nedeniyle MİT Müsteşarı Hakan Fidan üzerinden AKP lideri ve dönemin başbakanı Tayyip Erdoğan’ı vurmaya kalkıştı. Bu hamleyi savuşturan Erdoğan yönetimi, Cemaatin eğitim alanındaki yapılanmasını tasfiye ederek, yaşam damarlarından birini kesmeye kalktı. Cemaatin buna yanıtı 17-25 Aralık 2013’de yapılan yolsuzluk operasyonuyla geldi.

Cemaat, Adliye ve Emniyet yapılanmasına dayalı olarak ve doğrudan Erdoğan’ı hedefleyen, sınırlı ama sert bir darbe girişiminde bulunmuştu. Amaç Erdoğan’sız bir AKP yaratmaktı. Böylece ele geçirdiği parti yönetimi üzerinden iktidara da el koyacaktı. Ancak, Erdoğan-AKP Hükümeti bu girişimi de bastırdı. Gel gelelim ahlaki bakımdan bu kavgayı fena halde kaybetti. Çünkü ortada gerçek yolsuzluk dosyaları ve yüz kızartıcı bir rüşvet çarkı vardı.

* * *

Türkiye bir darbe iklimine girmişti. Çünkü, 7 Haziran 2015 seçimlerini kaybeden AKP, iktidarı bırakmamış, ülke bir terör sarmalına sokulmuş ve 1 Kasım 2015’te iktidara yeniden el koymuştu. Yani, AKP yönetimi demokratik yollardan iktidarı bırakmayacağına ilişkin güçlü bir izlenim yaratmıştı. Böylece demokratik olmayan yolların meşruiyeti de hiç olmadığı kadar artmıştı.

AKP yönetimi açısından 17-25 Aralık bir dönüm noktası oldu. Erdoğan yönetimi, Cemaatin Adliye ve Polis yapılanmasına ağır darbeler indirdi. Ergenekon ve Balyoz gibi kumpas davaları çöktü. Erdoğan, iki cephede birden savaşamayacağını görmüştü.

Alanın daraldığını gören Fethullahçı Çete, kendisi için bir ölüm kalım kavgası olacak son bir hamle daha yaptı. Fethullahçı Terör Örgütü, 15 Temmuz 2016’da TSK’daki yapılanmasına dayalı kanlı bir darbe girişimi başlattı. AKP, daha kısa bir süre önce birlikte Cumaya gittiği eski yol arkadaşlarının saldırısına uğramıştı.

Darbeyi Cumhuriyetciler Bastırdı

Bu girişim de (15 Temmuz darbesi) yurtsever-cumhuriyetçi askerlerin direnişi ve halkın tepkisi sonucu başarısız oldu. Şimdi, Amerikancı-İslamcı bir darbe girişimi olan 15 Temmuz nedir, ne değildir maddeler halinde aşağıda sıralayalım:

1. Öncelikle tespit edilmesi gereken şudur; Darbeyi, AKP’nin ortağı olan İslamcı bir grup yaptı. Yani 15 Temmuz İslamcı bir darbeydi. Cumhuriyet, laiklik ve demokrasi karşıtıydı. Sadece Kemalistlerin darbeci olduğu şeklindeki gerici-liberal ezber de böylece yıkıldı.

2. Darbeci Fethullahçı Çetenin orduda, poliste, adliyede önünü açan, kritik mevkilere getiren ve bu terör örgütü ile ortak kumpaslar hazırlayan AKP yönetimiydi. Darbede görev alan generallerin yüzde 90’ı, 2013 Ağustos Yüksek Askeri Şurası’nda AKP iktidarı tarafından terfi ettirilen albaylardı. Üstelik sicilleri, mezuniyet notları, kıta görevleri yetersiz olduğu halde general yapılmışlardı.

3. AKP ve Cemaat, tam 11 yıl örtülü koalisyon ortaklığı yaptı. Bu iki dinci grup ülkeyi birlikte yönetti. Cumhuriyeti birlikte boğazlamaya çalıştılar. Aynı menzile (hedefe) farklı yollardan giden iki hareket olarak tanımladılar kendilerini. Bu ifade. Erdoğan ve diğer AKP yöneticilerine aittir.

4. Darbe, sıkça tekrarlandığı gibi, sokağa çıkan ve sayıları 8-10 bin kişiyi geçmeyen siviller tarafından değil, cumhuriyetçi ve yurtsever askerler / subaylar tarafından bastırıldı. Yüksek ateş yeteneğine sahip askerleri bir avuç silahsız sivilin durdurması mümkün değildir. Kaldı ki, gazete ve televizyonlarda yayınlanan tankların üzerine çıkmış yurttaş görüntüleri darbe bastırıldıktan sonra sokağa çıkan insanlardı ve o tanklar da darbeyi bastırmak üzere gelen zırhlı birliklere aitti. Ayrıca, darbecileri etkisizleştiren subayların çoğu Ergenekon kumpası mağduruydu.

5. AKP, darbenin bastırılmasını siyasal ve ahlaki bir fırsata çevirerek –Erdoğan ‘Allahın lütfu’ demişti- 20 Temmuz’da olağanüstü hal (OHAL) ilan etti ve kendi darbesini yaptı. Demokratik hak ve özgürlükler rafa kaldırıldı. Adım adım Cumhuriyetin kurumlarının tasfiyesine gidildi. Silahlı Kuvvetler’in omurgası dağıtıldı. Ordunun varlık nedeni, üzerinde yükseldiği aydınlanmacı-modernleşmeci felsefe değiştirildi.

6. Türkiye, fiilen başkanlık rejimine geçirildi. Ardından hileli bir referandumla her darbeden sonra yapıldığı gibi, yeni-fiili rejime uygun bir anayasa yapıldı. Yasanın açık hükmüne karşın, 16 Nisan 2017 tarihinde yapılan referandumda sahte oylar geçerli sayıldı (nerede atıldığı belli olmayan, mühürsüz 1,5 milyon oy kabul edildi) ve böylece totaliter (tek adam) rejimine geçişin sözde hukuksal zemini yaratıldı.

7. Yeni darbe anayasası ile Meclis’in yetkileri sembolik hale getirilerek, parlamenter demokrasiye son verildi. TBMM, 1908 Hürriyet Devrimi ile ikici kez açılan Meclis-i Mebusan’dan daha geriye savruldu. Meclis, yetkileri tırpanlanmış, hükümetin yerine geçen Cumhurbaşkanını ve atadığı bakanlarını denetleyemeyen sembolik bir kurum haline getirildi.

8. Eğitim ve kamu yönetimi dinselleştirdi. İmam hatip okulu anlayışı bütün eğitim sistemine hakim oldu. Liyakat sistemi kalktı. Dincilik, devlet kadrolarının belirlenmesinde temel tercih haline geldi.

9. Ülkeyi küçük bir şeriatçı azınlık teslim aldı. Laiklik kağıt üzerinde bile kalmadı. Anayasa mevcut haliyle de çiğnendi. Cumhuriyet’ten geriye kalan her şeyin tasfiyesine girişildi. Kamuoyu araştırmaları istikrarlı bir şekilde bütün bu uygulamaların % 8-12 gibi küçük bir azınlığın talepleri olduğunu ortaya koydu.

10. AKP, merkez ya da muhafazakar sağı da kapsayan dinci bir parti olmaktan çıktı ve dar bir İslamcı fraksiyon örgütü haline geldi. İslamcı bir oligarşi (zengin ve baskıcı/zorba bir azınlık) oluştu. AKP bu azınlığın partisi oldu.

11. Ayasofya’nın yeniden cami yapılması son hamle oldu.. Osmanlı hukuku Cumhuriyet hukukunun önüne geçirildi. Böylece Cumhuriyet’in hukuksal temeli imha edildi.

12. TSK dağıtıldı.. Bütün eksikliklerine karşın, köklü bir aydınlanmacı ve cumhuriyetçi geleneği olan askeri okullar kapatıldı. Harp Okulları Milli Savunma Üniversitesi adı verilen ve yönetiminin tamamını AKP iktidarının atadığı kişilerin oluşturduğu bir kuruma devredildi. Bütün eksikliklerine karşın laik kabuğunu koruyan Cumhuriyet, kurumsal bakımdan savunmasız kaldı. Cumhuriyeti ve onun değerlerini savunacak silahlı gücü kalmadı.

Merdan Yanardağ

Fehmi Altınbilek

7 Haziran 2015’de İstanbul’da vurulan; Üzerinden sahte kimlik çıkan, yaşamı boyu bir lağamfaresi gibi saklanarak yaşayan katil kontr-gerilla eskisi emekli asker Altınbilek’in adı, ilk kez Nisan 1970′de duyuldu. Öldürülen asteğmen Doktor Necdet Güçlü cinayetinde; kullanılan iki silahtan birinin sahibi, o dönemde yeni göreve başlayan Fehmi Altınbilek’e ait olduğu belirlenmişti. Altınbilek, daha sonra Devrim Tarihi’ne “Kızıldere Katliamı” olarak yazılan katliamın, baş katili olarak karşımıza çıktı. Mart 1972′de Mahir Çayan ile 9 yoldaşının katledildiği askeri operasyonun komutanıydı.

Ocak 1973′de, Tunceli’nin Vartinik köyü Mirik mezrasında, daha sonra İbrahim Kaypakkaya’nın da yaralı olarak yakalandığı operasyonu yönetti. Vartinik Mezrası’nda TİKKO lideri İbrahim Kaypakkaya ve yoldaşlarına karşı yapılan komando harekatını o yönetti. Çatışmada Ali Haydar Yıldız katledilmişti, Kaypakkaya ise çemberi yarmış ve yaralı olarak kaçmayı başarmıştı. Altınbilek bir ihbarla, Kaypakkaya’yı birkaç gün içinde ele geçirdi. Karda çıplak ayak kilometrelerce yol yürüterek, ayak parmaklarını donmasına neden oldu.

Kaypakkaya işkencede yaşamını yitirirken,hala işkence yapmaya devam eden yaratık, yine Altınbilek’tir. Operasyondaki “başarısı” nedeniyle Altınbilek’e takdirname verilir ve terfi ettirilir. Sonra tayin edildiği İstanbul’da, Tuzla bölgesinde çalışmış ve 1975’te Pendik Elka Fabrikası Grevini bastırmakta, cansiperane görev almıştı. Devrimcilerin elinden, hep kıl payı kurtuldu. Emekli albayın adı, Susurluk çetesiyle ve emekliliğinde Matild Manukyan’ın yakın korumalığını üstlenmesiyle anıldı. Cezalandırmayı, Kaypakkaya’nın genç yoldaşları üstlendi.

Filiz Yalçın’ dan…

“SOCAR” Bir Petrol Şirketinden Çok Çok Ötesi.

Bir Petrol Şirketinden Çok Çok Ötesi:”SOCAR”

Evet sevgili dostlar malumunuz Dünya’da borsalar çöküyor,altın fiyatları iniyor ama asıl çakılma petrol fiyatlarında.Petrol fiyatları tabiri yerindeyse dip yapmış durumda… Hal böyle olunca küresel petrol devleri de uzun zamandır en büyük zararlarını hanelerine yazıyorlar…Tabii şimdi küresel ölçekte petrol devlerinin durumu bu olunca gözlerimizi Türkiye’ye çevirmemek de imkansız bir hal alıyor…

Türkiye’de son yıllarda yaptığı yatırımlar 20 milyar dolara yaklaşan bir dev var:Azeri SOCAR firması…Peki SOCAR sadece bir küresel bir petrol devi ve Türkiye’de bir yatırımcı mı yoksa bunun çok daha ötesinde küresel çapta bir ilişkiler ağının merkezindeki bir dev mi?

Tarih yaprakları 1991’i gösterdiğinde SSCB’nin dağılması ile birlikte Azerbaycan da bağımsızlığına kavuşmuştur… Ebulfeyz Elçibey Azerbaycan’ın başındadır… Ama Azerbaycan’da bir dram yaşanmaktadır.Zira Azerbaycan’ın bir kısım toprağı Ermenistan tarafından işgal edilmiştir. Ebulfeyz Elçibey çok büyük bir Atatürk hayranıdır… Türkiye ile çok yakın hatta birleşmeye dahi yakın bakan fikirleri vardır… Dönemin Cumhurbaşkanı Demirel ile defalarca görüşür… Silah ve para istemektedir Ermenilere karşı işgal edilen topraklarını kurtarmak için… Ama işin ilginç yanı tuhaf bir şekilde Demirel, Elçibey’e hep mesafeli davranmakta yardım taleplerini ise her seferinde geri çevirmektedir. “Büyük Oyun” için ise sahne hazırlanmaya başlanmıştır ve 2 önemli gelişme daha yaşanmaktadır aynı günlerde… SSCB’nin yıkılması ile birlikte NATO işlevsiz kalarak tüm Dünya’da örgütlenme konseptinin temelini ve hücrelerinin karakteristiğini oluşturan “ANTİ KOMÜNİZM” konseptini reorganize etmek durumunda kalmıştır… Gladio artık “TARİKAT/CEMAAT” yapılanmaları üzerinden örgütlenecektir

Bu reorganize kapsamında GLADİO’nun Avrupa “Taşeronu” Opus Dei Tarikatı olurken, Türkiye merkezli, Orta Asya ve Kuzey Afrika “Taşeronu” olarak Gülen Cemaati seçilmiştir… Yine o zamanki adıyla “Hizmet Hareketi” (!) -ki bizce kime hizmet ettikleri de gayet açıktır- Azerbaycan’a para akıtmakta, hemen hemen hiç düzenli gazete olmayan ülkede herkesin kapısına Zaman bırakmaktadır…Okullar için de faaliyete geçilmiştir bile… Peki neden bu kadar önemlidir Azerbaycan? Zira o dönem Orta Asya’daki en büyük “PETROL DENİZİNİN” üzerinde oturmaktadır Azerbaycan ve ABD’nin bu denizi kimseye kaptırmaya niyeti yoktur…

Öte yandan tüm imkansızlıklara rağmen Albay Suret Hüseyinov komutasındaki Azerbaycan ordusu çarpışa çarpışa ilerlemektedir… Ülkenin işgal altındaki topraklarının %52’sini kurtaran Albay Suret Hüseyiov Azerbaycan’da adeta “Halk Kahramanı” haline gelmiştir. Gün geçtikçe daha da yıldızı parlayan Hüseyinov 33 yaşında ülkenin en önemli ve kilit siyasal aktörlerinden birisi haline gelmiştir.Ancak Hüseyinov ile Elçibey arasında da görüş ayrılıkları vardır…

Elçibey yazının başında da belirttiğim gibi “fazlaca” Türkiye yanlısı bir Azerbaycan kurgularken, Hüseyinov İran Türkleri,Suriye ve Irak Türkmenleri ile birleşip Kazakistan’a uzanan bir Turan Birliği peşindedir… Öte yandan Azerbeycan’da bulunan müthiş petrol rezervleri için küresel devler oyuna girmeye hazırlanmaktadırlar… Türkiye oyuna Alparslan Türkeş ve Tuğrul Türkeş’in katkıları, ünlü iş adamı Jak Kamhi’nin “arabuluculuğu” ile girecektir… “Büyük Masa” kurulmaktadır… Ama “Büyük Petrol” masasının açılabilmesi için Azerbaycan’da savaşın bitmesi gerek… Yani Elçibey ve Suret Hüseyinov’un kendi öz be öz vatan topraklarının işgaline karşı verdikleri kurtuluş savaşını bırakmak lazım… İşte tam da bu sebeple Demirel Elçibey üzerinde büyük bir baskı kurar ve savaşın bitmesini ister… İlk başta Elçibey sert biçimde karşı koyar bu talebe… Hüseyinov da kimseyi dinlemeyeceklerini ve sadece kendi topraklarını istediklerini,başkasının topraklarında gözü olmadığını söyleyerek harekata devam eder… Elinde “silah” olan ve adeta halk kahramanı olmuş olan Suret Hüseyinov’un devre dışı bırakılması gerekmektedir… Ama bunun öyle birden tasfiye ederek yapılabilmesi mümkün değildir… Hüseyinov Ermenistan güçlerine darbe darbe vurduğu günlerde kendisine babasının öldüğünü belirten haber ulaşır. Hüseyinov babasına çok düşkündür… Herkes onun bu cenaze için Gence’ye iki eli kanda olsa geleceğini bilmektedir ve plan da bunun üzerinde kurulmuştur…

Tam Hüseyinov’a “Baban öldü” haberi gelmeden bir süre önce SSCB döneminde Polit Büro’ya kadar yükselmiş, SSCB Başkanlığı için Gorbaçov ile yarışıp kaybetmiş ve daha sonra köşesine çekilmiş olan Haydar Aliyev’in telefonu Ankara’nın “Yüksek rakımlı” mevkilerinden aranır… Evet Aliyev artık denklemdedir ve Azerbaycan’ın kaderi bundan sonra tamamen değişecektir… Bu arada Hüseyinov babasının cenazesi için Gence’ye gitmiştir.Ancak daha fazla baskıya dayanamayan Elçibey, Hüseyinov üzerine 5000 asker gönderir… Hüseyinov’un yanında 300 adamı vardır… Hüseyinov’un üzerine asker gönderilmesini Elçibey’e telkin eden ise Haydar Aliyev’den başkası değildir… Ne tesadüftür ki Hüseyinov’un Gence’ye gelmesini sağlayan babasının ölümünün aslında bir “zehirlenme” olduğunu yıllar sonra Hüseyinov Türkiye’de öğrenip sabaha kadar ağlamıştır…Dedik ya tesadüf işte…

Hüseyinov kendisine “Teslim olun” çağrısı yapan 5000 kişilik asker grubuna karşı çıkar ve “Ben vatanım uğruna savaşıyorum ve gerekirse öleceğim.Siz savaşmıyorsanız eğer vatan hainisiniz siz bana teslim olun” der… 5000 asker Hüseyinov’un tarafına geçmiştir… Ancak bu esnada Demirel’in “telkini” ile Elçibey’in Meclis Başkanı yaptığı Aliyev oyun içinde oyun kurmaya başlamıştır… Eski polit büro üyesi usta bir satranç oyuncusu gibi hamleler yapmaktadır… Bir oldu bitti ile Hüseyinov’un büyük tepki göstereceğini bile bile barış görüşmelerine başlanılmasını sağlamıştır… Aynı Haydar Aliyev,üzerine taziyedeyken asker gönderilmesi ve kendisinden habersiz barış görüşmelerine başlayan Hüseyinov’a “ulaştırılır”… Aliyev,Hüseyinov’a Elçibey’i şikayet eder ve “Kendisini dinlemediğini” söyler… İşte film orada kopar…Aklında Bakü’yü kuşatma kararı olmayan Hüseyinov, Elçibey’in “Azerbaycan davasını sattığını ve kendisini tasfiye ettiğini” düşünerek Bakü üzerine harekete geçer…Aliyev’in yapması gereken artık son bir hamle kalmıştır. Aliyev,sıkışan ve kendisinin oyununa gelerek Hüseyinov’un isyanı ile panikleyen Elçibey’e tabii Demirel destekli olarak ülkeyi terk etmesini önerir…Can güvenliğini sağlama sözü verir…Elçibey çaresizdir… Aliyev sonrasında Hüseyinov ile görüşür ve aynen şöyle der: “Ülkede size karşı olan sevgiyi biliyorum…Ama ülkenin Cumhurbaşkanı olmanız için -President- yaşınız yeterli değil.(O zaman Azerbaycan için Cumhurbaşkanlığı yaşı 35,Hüseyinov 33 yaşında) Ben zaten 3 kalp krizi geçirmiş biriyim. Siz 35 yaşını doldurana kadar ben 2 yıl Cumhurbaşkanı olayım siz Başbakan olun.2 sene sonra ben köşeme çekileyim siz de Cumhurbaşkanı olun” İşte bu şekilde Haydar Aliyev Cumhurbaşkanı olurken,Hüseyinov Başbakan olmuştur. Ancak Aliyev’in hiç bir yere gitmeye niyeti yoktur… Hüseyinov’un 35 yaşını doldurmasına kısa süre kala Aliyev Hüseyinov’u kendisine suikast yapmakla suçlar… Hüseyinov ülkeden bir tır içinde kaçmak zorunda kalır.Kısa süre öncesine kadar bir halk kahramanı ve geleceğin Cumhurbaşkanı olmasına kesin gözüyle bakılan Hüseyinov artık bir “Kaçaktır”… Hüseyinov 7 sene Moskova’da kaçak yaşıyor ve en yakın arkadaşı kendisini 4 milyon dolara satıyor Aliyev’e…Azerbaycan’a getirilip 6 m2’lik bir hücreye atılıyor. Sonra ise Avrupa baskısı ile serbest kalıyor ana hale yurt dışında bazen de Türkiye’de ikamet ediyor… Ama Aliyev Hanedanı işte böyle kuruluyor…

Aliyev Hanedanını kurarken çok önemli bir aile ile ittifak yapıyor: Paşayev Ailesi… Azerbaycan’da bürokrasiden finansa bu ailenin olur vermediği hiç bir şey olmuyor, o günler de… Azerbaycan’da savaş sona erince bu Paşayev Ailesi’nin de desteği ile Yeltsin döneminde Rusya’da türeyen oligarkların da desteği de alan Aliyev kendi Hanedanı’nı kuruyor… Ve bu oligarkların hepsi ABD tarafından finanse ediliyor… İşte artık millietçi Elçibey ve Hüseyinov’dan “temizlenmiş”,bağımsızlık savaşından vazgeçirilerek savaşın bitirildiği Azerbaycan’da küresel “BÜYÜK PETROL MASASI” kurulabilecektir ve öyle de olur… Azerbaycan küresel güçler için “Dikensiz gül bahçesi” haline getirilmiştir. Ve “masa” kurulur, Azeri petrolü paylaşılır: “AZERİ” petrol şirketi SOCAR:%20, LUKOİL:%10, BP:%17.12,AMACO:%17.01 pay alır pastadan… Türkiye hissesine ise TPAO eli ile %1.75 “Sus payı” verilir…

Takvim yaprakları 1993’ü göstermektedir…

Bu şirketlere şöyle yakından bakalım:
AMACO: Rockefeller’in.
BP:İngiliz-Hollanda ortaklığı Rothschild kontrolünde.
LUKOİL:Kurucusu Vahit Alekperov Yeltsin döneminin Rockefeller’in Chase Manhattan Bank’ı tarafından finanse edilen oligarkı.

1998’e gelindiğinde ise bu şirketlerden BP ile AMACO birleşecektir! Yani Azeri petrolünün %44’ü fiilen ABD kontrolündedir…

Peki SOCAR’ın bu oyunun içerisinde “milli kalabilmesi” mümkün müdür? Tabii ki hayır… Aliyev ülkede küresel sermaye ile girift ilişkiler içerisindeki 3 aile ile büyük bir ağ kurmuştur… Bu aileler PAŞAYEV Ailesi, HEYDEROV Ailesi ve ABDULLAYEV Ailesi… İşte bugün İlham Aliyev’in eşi olup aynı zamanda devlet başkan yardımcılığına getirilen Mihriban Aliyeva, o ünlü PAŞAYEV Ailesi’nin başındaki isim Arif PAŞAYEV’in öz be öz kızıdır! HEYDEROV Ailesi’nin başında olan ve bugün İlham Aliyev’in Olağanüstü Haller Bakanı olarak neredeyse 6 bakanlığı birden yöneten Kemalettin HAYDEROV tüm “derin ilişkiler ağını” koordine ederken milyarlarca dolarlık servetin de sahibi olmuştur… Ve ALİYEV Hanedanı’nı ayaktatutan 3 sac ayağından ABDULLAYEV Ailesi… İşte bu aile her geçen gün güç kazanırken SOCAR’ın başında bu ailenin lideri Rognat Abdullayev bulunmaktadır..

Ve ABD, İngiltere ile yaşadığı nüfuz çatışmasının en önemli hamlesini SOCAR üzerinden oynayacaktır… Küresel satranç maçında SOCAR ABD için Türkiye üzerine süreceği “Vezirdir”…

Ama biz şimdi sizlerle Azerbaycan’daki bu önemli ailelere geri dönelim…Zira bu aileler çok önemli…

Bunlardan PAŞAYEV Ailesi küresel finans devleri ile ilişkileri ve bürokrasiye hakimiyetleri,HEYDAROV Ailesi Aliyev’in “derin” ilişkilerini koordine eden isim ve Azerbaycan içindeki istihbarattan gümrüğe tüm kritik noktalara hakim olan aile ve ABDULLAYEV Ailesi ise yazımızın asli konusu olan Azeri Petrolleri ile küresel petrol devleri arasındaki ilişkiyi kontrol eden ve petrolden telekomünikasyona çok geniş bir ağı kontrol altında bulunduran bir aileydi. Aslına bakılırsa bu 3’lü sac ayağı kurgulanırken ABDULLAYEV AİLESİ diğer 2 aileye göre en başta daha “zayıf” olan aileydi.Ancak gün geçtikçe ve konjonktür gereği petrol Azerbaycan için her geçen gün daha da hayati bir hal alıp rejimi ayakta tutan temel özne haline gelince bu ailenin etkinliği de giderek arttı. Peki neydi efendim bu ailenin önemi ?
Bu ailenin başında az önce de ifade ettiğimiz üzere Rovnaq Abdullayev bulunmakta. Abdullayev ise Azeri Petrollerinin “milli” şirketi SOCAR’ın en tepesindeki isim. Ama SOCAR eskiden sadece petrol ile ilgilenirken bugün teknoloji,doğalgaz,telekomünikasyon alanlarında da devasa yatırımları olan küresel bir şirkete dönüşmüş durumda. İşte bu küresel devasa gücü tek başına yöneten isim Rovnaq Abdullayev…
Abdullayev’in aldığı maaş da, yetkisinin nerede başlayıp nerede bittiği de asla bilinemedi… Çok sık medyada görünmeyen pek çok yönü bilinmeyen bir isim… Rovnaq Abdullayev öyle bir “AĞ” kuruyor ki SOCAR ile Aliyev Ailesi dışında kimseye hesap vermeyen “Devlet İçinde Devlet” haline geliyor… İsterseniz şöyle yakından bir bakalım Rovnaq Abdullayev’in kurduğu “AĞA” ve bu arada Abdullayev Ailesi’nin Aliyev Ailesi ile akrabalık ilişkileri olduğunu da buraya hani bir küçük bir “detay” olarak ekleyelim…

Şimdi efendim evet SOCAR’ın en tepesindeki isi Rovnaq Abdullayev… SOCAR’ı kurgularken bakın nasıl kurguluyor, hangi görevlere kimleri getiriyor… SOCAR’IN “PETROL” bölümü olan SOCAR PETROLEUM’un aşkanlığına akrabası Tuğrul Seyidov’u getiriyor. SOCAR’ın çok kritik ve devasa yatırımları olan PETKİM,ALFA ROJER,B-LONG ve AZEDER şirketleri yahut bu şirketler için merkezdeki kritik projeler Reşad Abdullayev’e bağlı… Reşad Abdullayev, Revnaq Abdullayev’in oğlu oluyor. SOCAR’IN Azerbaycan içindeki Petrol Rafineriisinin ve Gaz Sektörü departmanın başında Nüsret Aliyev var. Nüsret Aliyev aynı zamanda Rovnaq Aliyev’in dayısı oluyor. Şimdi aynı Nusret Aliyev’in bir de oğlu var: Anar Aliyev… Nerede görüyoruz bu ismi? Anar Aliyev yani Rovnaq Abdulleyev’in “dayıoğlu” SOCAR’a bağlı HARİTAGE GENERAL TRADİNG FZE şirketinin başında! Nasıl güzel mi?

Şimdi bu Anar Aliyev’in yani “dayıoğlunun” da bir kardeşi var: Bedel Aliyev… Bedel kardeşimizi dışarıda bırakmak olur mu? Olmaz tabii…
Diğer “dayıoğlu” Bedel Aliyev’i de SOCAR IT Departmanı Satınalma Müdürü olarak görüyoruz.Öyle “Satınalma” deyip geçmeyin bugün IT bölümüne yılda 250 milyon dolara yakın satın alma yapan bir şirket SOCAR, e dönen “rantı” siz düşünün.Yani “dayıoğlu” çok “Ballı” yerde… Şimdi bu “dayı oğulları” 3 kardeş efenim bir de sonuncusu var:Nihad Aliyev… Efendim kendisini yıllık milyarlarca dolarlık anlaşmalara imza atan SOCAR’ın Satış bölümünün “DİREKTÖRÜ” olarak bu departmanın başında görmekteyiz.

Şimdi efendim SOCAR için yapılan yatırımlar kadar bu yatırımlara sağlanan teknik teçhizat da çok büyük ve kritik önem taşımakta… Yüz milyonlarca dolarlık teçhizat bu yatırımlar ile birlikte sağlanmakta… SOCAR’ın “TEÇHİZAT DEPARTMANI” nın başındaki isim Mehman Akberov… Kimdir efendim bu önemli görevdeki isim olan Mehman Akberov? Kendisi Rovnaq Abdullayev’in “Bacanağı” olur! Nasıl dostlar güzel gidiyor mu?
Ha bu arada az önce yazdığımız SOCAR PETROLEUM’un başında olan Rovnaq Abdullayev’in yakını Tuğrul Seyidov ile SOCAR’a bağlı HARİTAGE GENERAL TRADİNG FZE’nin başına getirilen Rovnaq Abdulleyev ‘in “dayıoğlu” Anar Aliyev de kendi arasında ayrıca akraba! SOCAR’ın bir de devasa bir “DEMONTAJ” departmanı var küresel çapta işleyen. Bu departmanın başındaki isim ise Adem Aliyev… Adem Aliyev kim? Kendisi Ravnog Abdullayev’in “Kayınpederi” olurlar…

SOCAR’ın Azerbaycan’da bulunan ve çok kimsenin de bilmediği “Oksijen” ile ilgili çalışan kritik bir departmanı var… Oksijen temelli bazı çalışmalar yürütülüyor ve AR-GE çalışmaları yapılıyor bu departmana. O nedenle de SOCAR’ın inovatif yönü açısından stratejik öneme sahip bu departman. İşte bu departmanın başındaki isim Azad Aliyev…Kimdir Azad Aliyev? Azad Aliyev Rvnoq Aliyev’in bir diğer dayısı… Maşallah Abdullayev de dayı da dayı oğlu da bitmiyor… Bir de Resul Aliyev var SOCAR’ın üst düzey yöneticilerinden bir tanesi… İşte bu Resul Aliyev de Rvnoq Abdullayev’in diğer dayısı dediğimiz az önceki Azad Aliyev var ya.. Ha işte o Azad Aliyev’in oğlu oluyor kendisi…

Bitti mi? Yok efendim biter mi? Devam ediyoruz…
Ama önce sizlerle şöyle biraz geriye saralım takvim yapraklarını… Tarih yaprakları 1918’i gösterdiğinde Azerbaycan Cumhuriyeti ilan edilir,İçişleri Bakanı ise Behbud Han Cevahir’dir… Tam bir Türkçü olan Behbud Han Cevanşir, Ermeni çeteleri ile çok mücadele vermiştir ve heran Ermeni çetelerinin tehdidi altındadır. Ve korkulan olur; 18 Temmuz 1921 yılında Behbud Han Cevanşir Ermeni terörist Misak Torlakyan tarafından Pera Palas önünde şehit edilir. Ama CEVANŞİR Ailesi o günden bugüne Azerbaycan’ın en önemli ailesi olmaya devam eder… Şimdi “Arkadaş SOCAR’daki ilişkiler ağını anlatırken nereden çıkardın şimdi 1918’leri,şehit olan Behbud Han Cevanşir’i ve Cevanşir Ailesi’ni” derseniz hiç demeyin zira kazın ayağı öyle değil baya baya alakası var.

Nasıl mı? Anlatalım efendim… Şimdi bu Azerbaycan’ın önemli ailelerinden Cevanşir Ailesi ile SOCAR’ın tepesindeki isim Ravnoq Abdullayev akraba…

SOCAR’ın bir iştiraki var: EKOL… Küresel çapta mühendislik hizmetleri veren, elektrik santralleri bakımı ve yapımı ile uğraşan, atık su temizleyen, petrolün zararlı kimyasallardan ayrıştırılması gibi çok pahalı hizmetleri küresel çapta yürüten bir şirket bu EKOL. İşte bu EKOL’ün başındaki isim Ramil Aliyev… Ramil Aliyev kimdir efendim? Kendisi işte az önce bahsettiğimiz Cevanşir Ailesi’nin günümüz kuşağının temsilcilerinden olup Revnog Abdullayev’in de “Dayısının torunu” olmaktadır!

Nasıl iyi mi?

Şimdi bu EKOL’ün başındaki Ramil Aliyev’in bir de kardeşi var:Nail Aliyev… İşte o da SOCAR’ın Azerbaycan’daki petrol rafinerisinde “Baş Direktör” olarak karşımıza çıkmakta! Evet şimdi daha net alaşılıyor değil mi efendim Rovnag Abdullayev kurduğu “Ağ” ile nasıl bir güce ulaşmış ve adeta “devlet içerisinde devlet” haline gelmiş…

Tabii insan Orta Asya’nın en zengin petrol yataklarından birisinin %20’sini tek başına kontrol eden bir devasa yapıya bu şekilde hükmedince hali ile bu kadar güç kazanıyor…

Şimdi takvim yapraklarımızı bir kez daha geriye doğru sarıyoruz ve 2000’li yılların başına gidiyoruz…

Takvim yaprakları 29 Mayıs 2003’ü gösterdiğinde Bakü Havaalanı’na inen “Çok önemli” bir misafiri, bizzat Haydar Aliyev’in gönderdiği siyah Mercedes’ler bir konvoy eşliğinde ve yoğun güvenlik önlemleri içinde alarak oteline yerleştirdiler… Sadece birkaç saat sonrasında önce çok “stratejik” bir konferansa katılıp,sonrasında Azerbaycan Devlet Başkanı Haydar Aliyev ile görüşmeye geçen bu isim George SOROS’tan başkası değildir…

Yazımızın başında Azeri petrolleri için kurulan “KÜRESEL BÜYÜK MASAYI” yazmış ve o masada ABD’nin 1993 itibariyle nasıl “Aslan payını” aldığını belirtmiştik. 1998’deki AMACO-BP birleşmesi ile %34’ü ABD direkt kontrolüne alırken, kurucusunuı Rockefeller’in Chase Manhattan Bank’ının finanse ettiği LUKOİL ile bu pay %44’e ulaşmıştı… Ancak kaderin cilvesidir ki Azerbaycan bu kadar zenginlik içinde adeta varlık içinde yokluk çekmekteydi ve Azerbaycan’ın bu zor günlerinde “Melek kalpli” SOROS, milyardolarlık petrol denizi üzerinde oturan Azerbaycan’a gelmişti. Oysa SOROS belki kendisi Bakü’ye ilk kez geliyordu ama SOROS’un meşhur SOROS FONU tam 7 sene önce Azerbaycan’da faaliyete başlamıştı yani BP-ARAMCO BİRLEŞMESİ ile Azeri petrollerinin %34’ünün fiilen ABD kontrolüne geçtiği 1998’den hemen 2 sene önce…Tesadüf işte…

SOROS HaydarAliyev ile görüşmesinden önce ise “Hazar`ın petrol gelirleri: kazanan kim olacak?” başlıklı bir konferansı düzenleyerek baş konuşmacısı olmuştu yani Azerbaycan’da bulunmasının amacı belliydi. SOROS görüşmenin başında Azerbaycan’da kurulan Petrol Fonun’dan çok memnun olduğunu ve bu fonun gelirlerini daha efektif olarak kullanma noktasında yardım edebileceğini söylerken,İlham Aliyev ise “Sıkıntıda olduklarını” belirterek “direkt mali yardım” istiyordu…

Şimdi sıkı durun Haydar Aliyev ile George Soros arasındaki diyaloğu aynen aktaracağız…
George Soros: “Sayın Cumhurbaşkanı, ben bizim bazı alanlarda sizinle çok başarılı çalışmalara imza atacağımızı, işbirliği yapacağımızı seziyorum. Biz belli bir birikim edinmiş bulunuyoruz. Malumunuz, biz birçok ülkelerde çalışmalar yapıyoruz. Sanırım bu birikimden Azerbaycan`da da yararlanabiliriz. Fakat daha bir konuyu Sizinle açık konuşmak istiyorum. Bir iş adamı olarak size şunu da söyleyeyim ki, büyük miktarlarda kaynakların Azerbaycan`a harcanması konusunda ben biraz kararsızım. Ne de olsa Azerbaycan kendisi kazanıyor, çok yakında sizin gelirlerinz artacaktır, Azerbaycan`da geniş kapsamlı, büyük hacimli işler yapılabilir.
Bizim diğer ülkelerde programlarımız var. Biz ona “Adım adım” programı diyoruz. Bunlar esas itibariyle çocuk yuvaları ve küçük sınıftaki öğrenciler için öngörülmüş olan programlardır. Bizim başlıca amacımız ileride özgür düşünebilmeleri için küçük çocukların düşünce tarzını biçimlendirmek, onların kendine özgü düşünce tarzını daha da geliştirmektir. Bu amaçla biz tüm dünyada 100 milyon dolardan fazla para harcadık ve bu planın modelini hazırladık. Aynı model Azerbaycan`da da belli bir düzeyde beğeni görmektedir. Biz bu konuda Eğitim Bakanlığı ile çalışmalar yapıyoruz.”

Yani SOROS diyor ki, “Sizin paraya ihtiyacınız var benim ve temsil ettiğim güç odaklarının ocağına düştünüz. Ama öyle milli bir yapıya falan biz müsaade de etmeyiz,para da vermeyiz. Sizin “beyinlerinizi” ABD yanlısı şekilde dönüştürüp özgürleştirme adı altında ipotek altına alacağız” Ama Azarbaycan’ın acil paraya ihtiyacı var… Ve işte Haydar Aliyev’in SOROS’a şu cevabı ile “Balık oltaya” takılacaktır…

Haydar Aliyev: “Ben size katılıyorum. Fakat biz henüz çok büyük oranlarda gelir elde edemiyoruz. Siz bizim üç yıl zarfında ne kazandığımızı görüyorsunuz. şimdilik çok kazanamıyoruz, onun için siz bize 2005 yılına kadar yardım edin, belki ileride, gerekirse, biz size yardım ederiz. İleride biz o kredileri size geri ödeyebiliriz. Lütfen, işi böyle kuralım.”

George Soros: Sayın Cumhurbaşkanı, anlaştık.

Evet maalesef Azerbaycan Devleti SOROS ve SOROS’un hizmet ettiği küresel aktörlerin tabiri yerinde ise “Kucağına düşmüştür”
İlişkiler bu tarihten sonra hızla gelişecek ve ABD ile Azerbaycan arasında özellikle petrol konusunda işbirliği çok girift bir hal alacak bunun baş rol oyuncusu ise Ravnoq Abdullayev’in başında olduğu SOCAR olacaktır.

Şimdi sizleri 2018 yılına götürüyoruz…

Takvimler 24 Ocak 2108 tarihini gösterdiğinde DAVOS’ta Azerbaycan Devlet Başkanı İlham Aliyev ile Carlyl Group’un kurucu ortağı ve Eş Başkanı David Rubenstein ile “özel bir görüşme” yaptı. Yaklaşık 1 saat süren görüşme resmi Cumhurbaşkanlığı sayfasında 4 satır ile geçiştirildi.
Kimdi peki bu David Rubenstein? Dünya’yı yönetimindeki en etkin gizli yapılanmaların en önemlilerinden CFR’nin üst düzey “Protokol” üyelerinden birisi ve ABD’nin en önemli “Think-Thank “ kurumlarından birisi olan ve hem Pentagon hem CIA’ya yakınlığı ve bu kurumlar için hazırladığı raporlar ile ünlü olan Brooking Enstitüsü’nün Mütevelli Heyeti üyesi…

Ne görüşmüştü İlham Aliyev ile Rubenstein peki?

Azerbaycan Cumhurbaşkanlığı resmi sitesindeki ifadeleri aynen aktarıyoruz:
Azerbaycan Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı İlham Aliyev, Davos’ta Eş Kurucu ve ABD Carlyle Grubu Eş Başkanı David Rubenstein ile bir araya geldi. Azerbaycan Devlet Petrol Fonu ve Carlyle Grubu arasında mükemmel bir işbirliği yaptılar ve mevcut ilişkilerin genişletilmesinin önemini vurguladılar…

Evet açıklama bundan ibaretti.

Peki İlham Aliyev’in görüştüğü David Rubenstein’ın sahibi olduğu Cyrlye Group’un en önemli “Hissedarlarından” birisi kimdir dersiniz?
Tabii George SOROS! Dediğimiz gibi SOROS’un 2003’teki ziyareti ile iyice giriftleşen ilişkilerde SOCAR kilit bir role bürünmüştü.
Ama İlham Aliyev’in Cayrlye Group ile gerçekleşen bu görüşmesinden çok önce 2012 yılında SOCAR Washington’da temsilcilik açmış ve Amerikalı dostlarının etki alanına daha da fazla girmişti.

Bu arada SOCAR yatırım üzerine yatırım yapmakta giderek küresel bir dev haline gelmektedir.

Petrolden doğalgaza,doğalgazdan mühendislik hizmetlerine,mühendislik hizmetlerinden telekomünikasyona devasa bir güce kavuşmaya başlayan SOCAR’ın ve girift ilişkiler içerisinde bulunduğu KÜRESEL ŞİRKETLERİN Türkiye pazarına ilgi duymaması kaçınılmazdır… Ve tarih yaprakları 2006 yılını gösterdiğinde SOCAR’ın SOCAR TÜRKİYE A.Ş şirketini kurarak Türkiye pazarına girdiğini görürüz… ABD “derin ve girift” ilişkiler ile adeta dantel işler gibi işlediği SOCAR eli ile 2000’li yılların başından itibaren küresel çapta başlayan ve “derinden derine” devam eden İngiltere ile nüfuz savaşında Türkiye cephesinde satranç tahtasındaki ilk hamlesini yapmıştır…

Bundan sonra gerçek bir güç mücadelesi başlayacaktır…

Bundan sonra yaşanacaklarve ilişkiler ağının nelere varacağını düşünmeniz için küçük bir ipucu verelim… Azerbaycan’ın “Milli” şirketi SOCAR’ın Türkiye’de kurduğu SOCAR TÜRKİYE’nin hisselerinin %13’ü 14 Ağustos 2015 tarihinde küresel finans devi Goldman Sachs’a satılmıştır!
Ve o Golman Sachs ABD Merkez Bankası FED’in sahibi olan 8 Aile ve Firmadan birisidir! Buradan SOCAR “%100 Millidir” diyen çok bilen bazı arkadaşlara da ayrıca selam ederiz… Evet artık çok önemli bir küresel satranç mücadelesi başlamıştır ve “Masa” bir kez daha kurulur…Ancak bu kez “Masanın üzerinde kurulduğu sahne Türkiye olacaktır…

Mustafa Kemal Atatürk’ün Öldürülmesi.

“Hiç hafızam kalmadı. Değiştim Salih. Artık o eski adam değilim…”

Savaşlar kazan, ülkeyi kurtar, Cumhuriyet’i kur, milleti oluştur, devrimler yap…
Hiç yakışmayacak bir sonla fani dünyaya veda et.
Biliyorum, ölüm herkes için. Doğmak ve ölmek. Bunda bir tereddütüm yok.
Ancak Kemal Atatürk’ün hastalığı boyunca bedeninin yaşadığı eziyeti okudukça bazı bölümlerde gözyaşımı tutamadım, içim çok acıdı. Neden mi acıdı? Çünkü o, yaşadığı çaresizliğe bir çözüm bulamıyordu. Öyle ya bir ölüme çare yok. Ulu önder de bunun farkındaydı.
Tıp insanı olmadığım için 1937-38’lerde yanlıs tedavi mi uygulandı bilmem mumkun değil? Ancak gerçek olan şu: tıp tarihinin yeni yazilmaya başladığı yıllar, birçok hastalık, teşhis ve tedavinin araştırıldığı dönemler. Hatta hastaların bir denek olarak kullanıldığı senelerden bahsediyorum. Yine bilemiyorum Atatürk de bu isimlerden biri olabilir, olma ihtimali yüksek. Özellikle tedavi etsin diye yurtdışindan getirilen yabancı hekimler soru işaretleri ile dolu.
Ayrıca, Avrupa büyük savaşa doğru sürüklenirken varlığı kimi ülke liderleri için tehdit miydi? Ortadan kaldırılması mı gerekiyordu, sistematik uygulanan bir tükenmişlik miydi?

***

Mustafa Kemal Atatürk’ün zehirlendiği tartışması yeniden gündeme geldi.

Atatürk eğer, genç yaşta ölmeseydi, bugün Türkiye çok daha farklı bir ülke olurdu. 1923’ten, ölümüne kadar ne büyük yatırımlar yaptığı ortada. “Özelleştirme” ile sata sata bitiremediler.

İkinci dünya savaşına Atatürk’ün vasiyeti ile girmemeyi başarmış Türkiye, ikinci dünya savaşının ağır faturasını ödemiş bir Almanya’nın bugün çok gerisinde ise ülkemiz adı konmamış ne tür savaşlar gördü, haberimiz yok.

Atatürk’ün ölümünden çok değil iki ve üç yıl sonra, ABD ile yapılan anlaşmalar, bugün halen konuşulmuş değil. Burdan bir “İnönü” tartışması çıkar mı, bilemem! İnönü her insan gibi yanlışları ve eksikleri vardır. Atatürk’ün silah arkadaşıydı, ikinci adamdı, anılarına ve yaşadıklarına saygısızlık yapmaz gibi görünüyor.

ABD’nin kara kutusu kabul edilen David Roçkefeller, ölmeden önce çok önemli itiraflarda bulunmuştu. “Atatürk yüzünden planlarımızı yarım yüz yıl ertelemek zorunda kaldık” demişti. Bu adam önemli bir Yahudi’dir. ABD için, söyledikleri “kanun” hükmündedir.

İsrail’in Atatürk’ün ölümünden sonra kurulması ve Türkiye’nin ilk tanıyan ülkelerden olması, hiç sürpriz değil. Hal böyle iken, insanın aklına şu soru geliyor:

Mustafa Kemal Atatürk “Öldürüldü Mü?”

Dünyayı değiştiren bir insan ölüyor, ama otopsisi yapılmıyor. Üstelik bu otopsi çok istenmesine rağmen yapılmıyor. Atatürk’ün ölümünden sonra düzenlenen birinci raporda “ölüm sebebi karın içinde sıvı, asit toplanması” olarak gösterilirken, ikinci raporda ise “alkolle ilgili karaciğer iltihabı” neden olarak gösterilmektedir.

Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk’ün ölümü. Burdaki amaç da, ölümü veya öldürülmesiyle ilgili ortaya atılan bazı iddiaları ve bu iddiaları destekleyen verileri toparlayarak sizlere sunmak. “Kesinlikle böyle olmuştur!” diyemeyeceğim, yorumu sizlere bırakacağım. Tek yapmak istediğim, bu üstünde durulmayan ve geçiştirilen, hatta farklı zaman aralıklarıyla sürekli gündeme getirilmesine rağmen tekrar tekrar üstü örtülen bu hadiseyi biraz daha açık bir şekilde sizlere aktarmaktır. Ardından ne düşüneceğiniz ise size kalmıştır.

Burada yapılmak istenen Pozitif ve Negatif kaynaklardan bu hadiseyi incelemek ve parçaları birleştirerek sizlere sunmak olacaktır.

Tarih 10 Kasım 1938. Paşa ölüyor ve ülkede bu haber hızla yayılıyor, halk resmen gözleri kanarcasına ağlıyor. Gerçekten de herhalde binlerce yıldır şu topraklara gelen, en sevilen ve aynı zamanda en nefret edilen adamdır Atatürk. Seveni taparcasına seviyor, nefret edeniyse gördüğü yerde kellesini alma hayaliyle yaşıyor. Bu ölüm karşısında baygınlık geçiren, kederden hıçkıra hıçkıra sokaklarda ağlayan insanlar olduğu gibi, aynı kederi duymayıp sevinçten çatlayanlar da var elbet. Bir de bundan gurur duyanlar var tabii… Bu işi planlayarak yaptıklarını iddia eden kişiler var. Gelin öncesine ve sonrasına yavaş yavaş bakalım:

Ortada hem bir çelişki, hem de büyük bir yalan vardı. Bu yalan raporu, o dönem mecliste etkisi çok olan masonlar çıkarttırıyor.

Masonlar ne alaka, demeyin!

Atatürk’ün şahadetinde ve sonrasında, hep bunlar başroldeler.

Atatürk, mason localarına karşı büyük bir savaş veriyor. Yıl 1935. Atatürk, Mahmut Esat Bozkurt’a Masonların taksimat, teşkilat ve ahvalini bildirir bir kitap verir ve der ki;

“Bunu güzelce mütalaa et, bir takrirle Halk Partisi Gurup Başkanlığına ver, gurupta bunlara şiddetli bir hücum yap ve gurupça kapanmasına delalet et. Senin de bu işte büyük şeref payın olacaktır.”

Böylece Bozkurt, Paşa’nın istediğini yaptı, “Masonlara ölüm” naraları altında, mecliste locaları kapatma kararı çıktı.

Masonlar, Doktor Mim Kemal’i önlerine katarak Atatürk’ün makamına çıktılar; “Efendim biz zaten maiyet-i devletinizdeyiz, fakat siz meşrik-i azamımız olursanız biz pervane gibi etrafınızda dönüp dolaşırız” dediler.

Atatürk de karşılık olarak;

“Peki, bir şey soracağım, bana cevap veriniz de sonra… Siz Avrupa’da hangi locaya bağlısınız ve metbûnuzun ismi nedir?” diye sordu.

“Biz Cenova’ya tabiiyiz ve reisimiz de Barca Mison Cenaplarıdır.” dediler.

Bunun üzerine Atatürk öfkelenip; “Benim milletim bana kahraman sıfatını verdi, ben sizin gibi, bir çift Yahudi’ye uşak mı olacağım? Bu gece sabaha kadar Türkiye’deki bütün localarınızı kapatmadığınız takdirde yarın teşkil edeceğim divan-ı harbi örfi’ye hepinizi verir ve astırırım! Haydi defolun karşımdan!” diyerek onları kovdu.

Mustafa Kemal Atatürk, 10.10.1935 tarihinde Ankara’da Çankaya köşkünde Doktor Mim Kemal Öke”ye hitaben: “Mason cemiyetinin faaliyetini inkılâplarıma muarız gördüğüm için kapatılmasını elzem gördüm. Bu dakikadan itibaren bu cemiyeti ölmüş biliniz. Ve bir daha diriltmeye teşebbüs etmeyiniz.” demişti.

Yüksek dereceli bir mason olan Avram (İbrahim, Abraham) Benaroyas, Türkiye Mason Cemiyeti’nin kapandığını Moskova’da bir toplantı sırasındayken öğrendi ve şöyle dedi: “O sarı lider ortadan suret-i katiyetle kaldırılacaktır!” (“Halkın Sesi” gazetesi, Yunanistan, 1948.)

Bu konuda daha geniş ayrıntı ve bilgiye ulaşmak isteyenler; “Yusuf Ziya Koca-Atatürk Öldü mü, Öldürüldü mü?” Adlı kitabı okuyabilirler.

Atatürk öldükten sonra, İsmet Paşa’nın cumhurbaşkanlığı sırasında, “kanun-u mahsusla localar kapanmadı! Tekrar açmaya hakkımız var!” diyen Masonların müracaatı üzerine, tekrar localar açılıp faaliyete başladılar…

“Atatürkçü” bilinen Celal Bayar ise 1952’de, Ahmet Gürkan’ın teklif ettiği ve Masonların localarını kapatmak istediği kanun teklifini ret ederek bu suretle localarını kanunla pekiştirdi. Celal Bayar, kendisi de bir masondu.

Ceyhan Mumcu’nun 16.10.2005 tarihinde Mahiye Morgül’e anlatımından bir alıntı yapalım:

“Bir deniz tabip albayının Atatürk’ün ölümü hakkında yapmış olduğu bir doktora tezi var. Orada Atatürk’e yanlış tedavi uygulandığı anlatılmaktadır. Atatürk sanıldığı gibi siroz hastası değildi.

Atatürk’e sıtma tedavisi yapılmış, aşırı “Kinin” yüklenmiş ve karaciğeri bu yüzden iflas etmiş, siroza dönüşmüştü. Tedaviyi yapan doktor mason locası üstadı azamlarından Doktor Mim Kemal Öke’dir.

Durumu iyice fenalaştıktan sonra yine bir mason olan Celal Bayar, yurtdışından bir doktor getirtir. Yanlış tedavi yapıldığını, karaciğerin bu yüzden iflas ettiğini rapor eden bu yabancı doktordur. İstirahat için 2 ay kadar kaldığı Savarona’da nemli sıcaktan durumu daha da kötüleşmiş, son günlerinde Dolmabahçe Sarayı’na götürülmüştür.”

1962 yılında dönemin içişler bakanı Bekarta’nın talebi üzerine bir araştırma yapan Doktor Lebit Yurdoğlu şöyle diyor: “Sn. Hıfzı Oğuz Bekata. Bu konuyu derinlemesine araştırdığımda sorunun sadece geç teşhis olmadığını teşhisle uyumlu ilaçlar kullanılmadığını tespit ettim.

Atatürk’ün ilaçlarının alındığı eczanenin kayıtlarına baktığımda, o dönemlerde sıtma tedavisi için kullanılan Kinin ilacının 43 şişe kullanıldığını gördüm. Bu kadar Kinin kullanıldığında karaciğerinde onarılmaz yaralar açacağını her hekimin bilmesi gerektiği ama bunun sanki bilinçli kullanılmış olduğun izlenimi edindim.

Atatürk’ün tedavi amaçlı verildiği diğer ilaç ‘piremidon’dur. İnsanlar üzerinde toksin ‘zehirli’ etkisi olduğu kesinlik kazanmıştır. ‘Civalı diuretik’ olan ‘salyrgan’ isimli ilacın ise 3 Ağustos 1938 tarihinde yapılan konsültasyondan önce kullanımının tehlikeli olacağı bilindiği halde bu ilacın kullanılmasına devam edilmiştir. Eppinger, Bergman, Dr. Fissinger, hekimlik görevlerini bilinçli bir şeklide eksik yaptıkları kanısı bende hâkim olmuştur.”

İşin özü, Atatürk, zehirlendiğini anlamıştı artık. Afet İnan’a yazdığı mektupta aynen şöyle diyordu; “Afet, vaziyetim şudur; bence doktorların yanlış görüş ve hükümleri sebebiyle hastalık durmamış ilerlemiştir. Hükümet benim reyimi almaya lüzum görmeksizin Fissinger’i getirtti.”

İçişler Bakanı Kaya, İnönü’ye yazdığı yazıda şunları söylüyor: “Tahsis ettiğimiz doktorun görevini layıkı ile yaptığı kanısındayım. Her şey yolunda ve mecrasında seyir etmektedir. Sizleri Cumhurreisi olarak görmek arzusu hepimizde hâsıl olmuştur. Hürmetle ellerinizden öperim efendim.”

Ata’nın ölümünden sonra, Anadolu’da insanlar ağlamaktan adeta gözleri kör olurken, İsmet Paşa cenazeye katılmıyor. İşbaşına gelir gelmez, mason locaları açılıyor.

Atatürk’ün kovduğu ve “ben hayatta olduğum sürece Türkiye’ye gelemezler” dediği Rotheschild ve Rockefeller aileleri Türkiye’ye çörekleniyorlar. Sonra, İsrail kuruluyor. Atatürk düşmanlarıyla İsrail, ne kadar gurur duysa az!

“Atatürk, içkiden öldü!” yalan ve iftirasını yayanlar, bunun hesabını asla veremezler. Peygamberimizin zehirlenerek şehit edildiğini dahi bilmeyenler, Atatürk’ün zehirlenerek şehit edildiğini, nerden bilsinler!

Büyük Millet Meclisi’nde Atatürk’ün ölüm raporu gündeme geldiğinde, 1935 yılında locaları kapatılan, ancak Meclis’ten tam olarak arındırılamayan masonlar ortaya bir fikir atarlar: “Efendim, gençlerimize terbiye olur, onun alkol ve sigaradan öldüğünü duyuralım.” ve ortada doktor raporu varken ne hikmetse bu böyle kabul edilir. Bunun arkasından Rockefeller ve Rostchild’ın finanse ettiği Yeşilay icat edilir (resmi sitesinden bile tetkik edebilirsiniz), bu olaylar da tarihteki yerini böylece alır. Ayriyeten Atatürk öldüğü zaman İsmet Paşa onun cenazesine katılmaz, bununla da kalmaz, ölümünün ertesi günü, daha ceset soğumadan ülkenin başına geçer.

Atatürk’ün ölümünden sonra düzenlenen birinci raporda ölüm sebebi karın içinde asit toplanması olarak gösterilirken, ikinci raporda alkolle ilgili karaciğer iltihabı neden olarak gösterilmektedir. Yani raporlar arasında ciddi çelişkiler vardır. Evet, Atatürk alkol içen bir insandı; fakat bu demek değildir ki raporları keyfinize göre değiştirip, işinize gelen şekilde düzenleyebilesiniz…

Atatürk’ün öldükten sonra otopsisi ya da biyopsisi yapılmamıştır. Üstelik büyük bir kesim bunu talep etmişti: “Paşa normalde iyileşiyordu, ne oldu da birden bire öldü?” diye soruluyordu.

İşte bu noktalar akla “acaba saklanan bir gerçek mi vardır?” sorusunu getiriyor. Buradan yola çıkalım ve bu sır perdesini aralamaya çalışalım…Şimdi biraz daha geriye dönelim. Yıl 1935. Atatürk, Mahmut Esat Bozkurt’a Masonların taksimat, teşkilat ve ahvalini bildiren bir rapor verir ve der ki;

“Bunu güzelce mütalaa et, bir takrirle Halk Partisi Gurup Başkanlığına ver, gurupta bunlara şiddetli bir hücum yap ve gurupça kapanmasına delalet et. Senin de bu işte büyük şeref payın olacaktır.”

Böylece Bozkurt, Paşa’nın istediği şekilde bir konuşma yapar. Ardından Meclis’teki masonları bir telaş alır… Bunun üzerine Şükrü Kaya, Kazım Özalp, Mahzar Germen, alel acele Recep Peker’e yalvarıp yakarırlar. Fakat Atatürk’ün isteği karşısında kim sesini çıkarabilir?

Ertesi hafta Recep Peker gelir ve kürsüye çıkarak şu müjdeyi verir:

“Arkadaşlar; bugünden itibaren Türkiye’de Masonluk kalmamıştır ve bütün localar kapanmıştır.”

Salon “Kahrolsun Yahudi uşakları!” sesleriyle inler. Yıllardır masonlarla uğraşan ve hatta resmen II Abdülhamit zamanı ordusunun yarısından çoğu Mason olan bir devletten geriye kalanlar sanki üstlerinden bir yük kalkmış gibi sevinirler. Bizim dedelerimiz de bizden farklı değildir anlayacağınız. Tezahürat yapma ve bağırıp çağırma gibi huyları vardır. Mücadele döneminde nasıl gaza geldiklerini Nutuk’tan takip edebilirsiniz.

Her neyse, grup dağıldıktan sonra masonlar doktor Mim Kemal’i önlerine katarak Atatürk’ün makamına çıkarlar; “Efendim biz zaten maiyet-i devletinizdeyiz, fakat siz meşrik-i azamımız olursanız biz pervane gibi etrafınızda dönüp dolaşırız” derler.

Atatürk de karşılık olarak;

“Peki bir şey soracağım, bana cevap veriniz de sonra… Siz Avrupada hangi locaya bağlısınız ve metbûnuzun ismi nedir?” diye sorar. “Biz Cenova’ya tabiiyiz ve reisimiz de Barca Mison Cenaplarıdır.”

Atatürk bu cevabın üzerine öfkelenir ve;

“Benim milletim bana kahraman sıfatını verdi, ben sizin gibi, bir çift Yahudi’ye uşak mı olacağım? Bu gece sabaha kadar Türkiye’deki bütün localarınızı kapatacaksınız. Haydi defolun karşımdan!” diyerek onları makamından kovar.

Atatürk ne kadar barışsever bir insan olsa da, tepesi attığı zaman ne yapacağını kimse bilemez. Misal, eline tabancasını alıp Mecliste masanın üstüne çıkarak tehditler savurduğu da olmuştur. Karşısındaki insan daha ağzını açmadan ne söyleyeceğini bilen, en ufak bir kelimenin altındaki onlarca mana ve imaları saniyesinde çözebilen süperzeki bir devlet adamından bahsediyoruz burada.

Sonuçta bu durum İstanbul, İzmir ve Adana’daki diğer loca üyelerine de bildirilir ve sabah olmadan tüm localar kapanır. Nitekim kimse bizim Sarı Paşa’yı karşısına almak istemedi tabii… Fakat kimse de öylece her şeyi oturup kabullenmez değil mi? Gizliden gizliye işine gücüne devam eder.

Mason locaları kapatılmıştır kapatılmasına ama, İsmet Paşa’nın cumhurbaşkanlığı sırasında, “kanun-u mahsusla localar kapanmadı! Tekrar açmaya hakkımız var!”diyen Masonların müracaatı üzerine tekrar localar açılıp faaliyete başladılar… Hatırladınız değil mi? İsmet Paşa dediğimiz, hani Atatürk ölür ölmez koltuğuna çöken İsmet Paşa. Ayrıntılara dikkat edelim.

Ve 1952’de ise Atatürkçü geçinen ve onunla iftihar eden Celal Bayar da, Ahmet Gürkan’ın teklif ettiği ve Masonların localarını kapatmak istediği kanun teklifini ret ederek bu suretle localarını kanunla pekiştirdi.
Mason Localarının Kapatılışına Tepkiler

Geçmişe dönelim. Locaların kapatılması üzerine yüksek dereceli bir mason olan Avram (İbrahim, Abraham) Benaroyas, Türkiye Mason Cemiyeti’nin kapandığını Moskova’da bir toplantı sırasındayken öğrenir ve şunları söyler;

“Cemiyetimize zarar veren ve engelleyenlerin cezası ölüm olmalıdır!”

Tabii ki bu haber hemen Gazetelere verilecek veya Atatürk’e telefonla “Bana bak, seni öldürürüz he” denilecek bir haber değildir.

Mustafa Kemal Atatürk, 10.10.1935 tarihinde Ankara’da Çankaya köşkünde doktor Mim Kemal Öke”ye hitaben: “Mason cemiyetinin faaliyetini inkılaplarıma muarız gördüğüm için kapatılmasını elzem gördüm. Bu dakikadan itibaren bu cemiyeti ölmüş biliniz. Ve bir daha diriltmeye teşebbüs etmeyiniz.” demiştir…

Avram Benaroyas ise Atatürk’ün ölümünden sonra şu açıklamaları yapmıştır:

“O zannetti ki; bütün muhalif ve muarızlarını tasfiye ve bertaraf ettiği gibi masonları da tasfiyeye tabi tutmaya muvaffak olacaktır. Fakat asla! Türkiye’deki mason cemiyetinin Kemal Atatürk tarafından kapatılarak faaliyetinin durdurulduğunu Moskova’da tarihi bir yerde yoldaşlar arasında yapılan bir toplantıda işittiğim zaman, beynimden okla vurulmuş gibi sersemledim. Heyecandan şaşırmış bir halde, oradakilere şaşkınlık içinde haykırdım:

“O sarı lider ortadan suret-i katiyetle ortadan kaldırılacaktır!” -Laiki Foni “Halkın Sesi” gazetesi, Yunanistan, 1948.

Bu itiraflar General Cevat Rıfat Atilhan tarafından çevrilmiş, “Atatürk”ün Ölümündeki Sır Perdesi” alt başlığı ile gazeteci Ogün Deli tarafından kaleme alınan “Agoni” isimli derlemede de aktarılmıştır. Ayrıca bu konuda daha geniş ayrıntı ve bilgiye ulaşmak isteyenler; “Yusuf Ziya Koca-Atatürk Öldü mü, Öldürüldü mü?” Adlı kitabı okuyabilirler.

Evet. Atatürk, Türkiye’deki mason derneklerini kapatıyor ve dünya masonları bunun üzerine Moskova”da gerçekleştirdikleri bir toplantıda, “O sarı lider, suret-i katiyetle ortadan kaldırılacaktır!” diyorlar, sonra da bunu gayet açık açık gazete ve dergilerde yayınlıyorlar. Peki bu iş sadece lafla mı kalıyor? sonrasında ne oluyor? Sonrasını zamanın kıdemli mason üstadlarından olan Avram Benaroyas’ın kaleminden okumaya devam edelim:

“Atatürk’ün ani bir dönüşle mason cemiyetini kapatması bizi pek derin bir düşünceye sevk etmişti. İlk anlarda Kemal Atatürk’ü silahla ortadan kaldırmayı düşündük. Çünkü o, felsefemizin Türkiye’de yerleşme imkânlarını ortadan kaldırmıştı. Ancak doktorlarımız Atatürk’ün ölümünün ani oluşunu tehlikeli gördüklerinden, Kremlin’in istediği ‘esrarangiz ve kendine göre esrar arz edecek ölüm’ kararına uyduk.

Mason biraderler cemiyetimiz kapatıldıktan sonra hiçbir şey olmamış gibi O’nun her hareketi’ni alkışladılar. Zamanla O’nun etrafında bir çember vücuda getirdiler ki; Sarı Lider, kendiliğinden bu çemberin içine girip hayatını bize teslim etti. O zannetti ki; bütün muhalif ve muarızlarını tasfiye ve bertaraf ettiği gibi masonları da tasfiyeye tabi tutmaya muvaffak olacaktır. Fakat asla! Bu sebeple kendisinin de ortadan kaldırılması son derece elzemdi.”

Görüldüğü üzere localarını kapattığı için Atatürk’ü “ortadan kaldırma” kararı alan mason-komünist ittifakı, silahla öldürme riskini başarı şansı çok az olduğu için tercih etmemiş ve şu kararı almış: “Onun ölümü esrarengiz olacaktır!”

Ayrıca, Ceyhan Mumcu’nun 16.10.2005 tarihinde Mahiye Morgül’e anlatımından bir alıntı yapayım:

“Bir deniz tabip albayının Atatürk’ün ölümü hakkında yapmış olduğu bir doktora tezi var. Orada Atatürk’e yanlış tedavi uygulandığı anlatılmaktadır. Atatürk sanıldığı gibi siroz hastası değildi. Atatürk’e sıtma tedavisi yapılmış, aşırı “Kinin” yüklenmiş ve karaciğeri bu yüzden iflas etmiş, siroza dönüşmüştü. Tedaviyi yapan doktor mason locası üstadı azamlarından doktor Mim Kemal Öke’dir. Durumu iyice fenalaştıktan sonra yine bir mason olan Celal Bayar, yurtdışından bir doktor getirtir. Yanlış tedavi yapıldığını, karaciğerin bu yüzden iflas ettiğini rapor eden bu yabancı doktordur. İstirahat için 2 ay kadar kaldığı Savarona’da nemli sıcaktan durumu daha da kötüleşmiş, son günlerinde Dolmabahçe Sarayı’na götürülmüştür.”
Atatürk’e Uygulanan Tedavilerdeki Tutarsızlıklar

Türkiye’deki önemli masonlardan Mustafa Hakkı Nalçacı, Moskova’ya davet edilir. Avram Banaroyas ve Türkiye’deki masonların ikinci lideri olan Nalçacı, Kremlin yetkilileri ile toplantıdayken, yapılan konuşmaları Yunan gazeteci Apostolos Grasoz, ünlü Sovyet despotu Laurenti Beria ile birlikte yan odadan takip etmektedirler. Dolayısıyla bunlar “daha sonra” gazetelere ve dergilere eklenecek olan konuşmalardır.

Benorayas, 1 Ağustos 1948 tarihli Halkın Sesi (Laiki Foni) adlı Yunan gazetesinde bunları yazarken, Yunan gazeteci Apostolos Grazos da, Halk Cephesi (Laiki Metopo) gazetesinde 15 Eylül 1949 tarihlerinde yazdığı seri yazıda şu görüşleri dile getirmiştir:

“Filistin Siyon kolonilerini meydana getirmek için “Osmanlı İmparatorluğu”nu parçaladık. Bundan sonra yapılması elzem olan üç vazife daha vardı. Bunları seri olarak tatbik etmek icap ediyordu ki; Doktor Abrayava ve Fischenger cidden bu işte fedakarâne çalıştılar. 1937 ortalarında, ismini açıklayamayacağım bir doktor, bazı şöhretlere dayanarak Atatürk’e ilk darbeyi sinir organlarını zaafa düşürmek suretiyle indirdi. Böylelikle gösterdiği tedavi usülü Atatürk’ün sinir organlarını felce uğrattı.

Atatürk’de zaman zaman burun kanamaları, baş dönmeleri, istifralar, karşısındaki arkadaşı tanımamazlıklar kendini gösterdi. Bazı Avrupalı tıp dahileri, siroz mütehassısları, Sarı Lider’in hastalığı ile meşgul olmak istediklerini Türk hariciyesine bildirmişlerse de; Türkiye’deki mukaddes üçgenimiz, meydana getirdikleri muhkem mevki ve selahiyetlerini cemiyetimize muhalif olanlara, Sarı Lider’in tedavisinde vazife vermemekle bize pek ala ispat ettiler.”

Tabii ki bu iddialar yıllar sonra ortaya atıldı dolayısıyla kesin gerçekmiş gibi ele almak zorunda değiliz. Yine de biz kaldığımız yerden devam edelim.

Bu kişiler Atatürk’e ilk darbeyi 1937 yılı ortalarında indirdiklerini söylemekteler, Aralık 1937’de Yalova’da Atatürk’ü resmen muayene eden de Prof. Dr. Nihat Reşat Belger’dir ve ilk teşhisi “karaciğer üç parmak kadar büyümüş ve sertleşmiştir” diyerek koymuştur.

Oysa, Benaroyas’ın söylediği aylarda Atatürk kaşıntıdan muzdariptir. Atatürk’ün doktorları, incelemelerden sonra bu kaşıntıların karınca ısırması sonucu olduğunu söylemişlerdi. Atatürk, “Karınca yatak odama kadar girer mi?” diye sorup duruyordu. Köşkte et yiyen cinsten küçük kırmızı karıncaların varlığı söylentisi hızla yayılmıştı. Ben 94 doğumluyum, benim kuşağımda olanlar bilirler, ilkokulda bize 10 Kasım günü için Atatürk ile alakalı belgeseller izletilirdi. O belgesellerde de Atatürk’ün karıncalarla başının dertte olduğu, ve hatta miğdesinde karıncalar bulunduğu, karıncalar yüzünden öldüğü bize anlatılır ve izletilirdi.

Atatürk’ün İstanbul ve Yalova’da olduğu bir sırada Cumhurbaşkanlığı Özel Kalem Müdürü Süreyya Anderiman, Sağlık Bakanlığı Müsteşarı Dr. Asım Arar’a telefon ederek “Köşkü karıncalar bastı, Atatürk kaşıntıdan şikayetçi, bir çare bulun.” dedi.

Doktor ve diğer sıhhi personelden oluşan 8 kişilik karınca arama ekibinin çalışmalarını Dr. Nuri Refet Korur, “evet kırmızı renkte küçük karıncalar gördük”diye açıklamıştı.

İlgili mütehassıslar da; bu tip karıncaların Çin’den Avrupa’ya geldiğini ve etle beslendiklerini söylemişlerdi. Karınca hikayesini bilen Atatürk, Dr. Velger’in karaciğerle ilgili teşhisini ve kaşıntının sebebinin bu olduğunu duyunca şaşırmış, ve hatta şüphelenmişti. Bu şüphelerini de manevi kızı Afet İnan’a anlatmıştı. Atatürk’ün hatıraları ve anlattıklarıyla alakalı kayıtlar alan çok önemli insanlardan biridir Afet Inan. “Atatürk’den Hatıralar” adlı kitabını okumanızı tavsiye ederim.

Nitekim Atatürk’ü yavaş yavaş öldürme planı hızla işliyor, zaten Atatürk”ün hastalığının teşhisi ile ilgili farklılıklar daha sonra da Atatürk’ün ölüm raporlarına bile yansıyordu. Atatürk’ün fenni rapora geçen hastalığı “Alkole bağlı siroz” olarak tanımlandı. Oysa aynı rapora imza atan doktorlardan Prof. Dr. Neşet Ömer İrdelp, daha sonra “bunu kati olarak kestirmek mümkün değil” diyerek “hipertrofik siroz” tanısına yöneliyordu. Yani alkole dayanmayan (sıtma) siroz.

Çelişkiler bununla da sınırlı değil. Mesela 30 Temmuz 1938 Cumartesi günü Prof. Dr. Neşet Ömer İrdelp, Atatürk’ün kalbinin kuvvetli olduğunu düşünürken, 4 gün sonra aynı kalbe kuvvetlendirici iğne yapılmasına karar veriyordu. Bir devlet başkanına sanki karşında deneme tahtası varmış gibi işine geldiği gibi tedavi uygulanabilir mi?

Elbette bu durumdan şüphelenen birçok kişi vardı. Dr. Asım Arar, Dünya Gazetesi’ndeki mülakatında Atatürk’ün hastalığı ile ilgili olarak “karaciğer kifayetsizliği”nden şüphelendiğini ve bu şüphesini “söylenmesi icap eden” kişilere söylediğini, bu kişilerinse, böyle bir ihtimalin mevcut olmadığını söylediklerini, bunu üzerine kendisinin daha ileri gidemediğini söylüyordu.

Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri Hasan Rıza Soyak da, Dr. Arar’ın söylediği türden birinin Atatürk’ün çevresinde bulunabileceğine inanmanın kendisi için güç olduğunu söylüyordu. Yani bir hain olmamalıydı. Bunun üzerine yurtdışından da hekimler getirtip kontrol ettirmek icap etti. 31 Temmuz 1938 günü Viyana’dan gelen Prof. Dr. Eppinger, Atatürk’e çiğyemiş kürü uygulayarak bol bol kavun karpuz yedirmiş, ertesi gün Almanya’dan getirilen Prof. Dr. Bergman da, Atatürk’e rendelenmiş elma yedirtmişti.

Fakat daha sonra bu iki doktor bir araya gelerek damar tıkanıklığını düşünerek Atatürk’e Salygran şırıngası uygulamaya karar vermişlerdir. Aynı gün yapılan konsültasyonda, Paris’ten getirilen Prof. Dr. Fissinger ise yukarıdaki doktorlardan farklı olarak afyon mürekkepleri ile şibih kalevilerin (alkoloid) verilmesini uygun görüyordu. Her gelen doktor farklı bir teşhis koyuyor ve farklı bir tedavi yöntemi uyguluyordu yani.

İşin özü, Atatürk anlamıştı artık. Afet İnan’a yazdığı mektupta aynen şöyle diyordu;

“Afet, vaziyetim şudur; bence doktorların yanlış görüş ve hükümleri sebebiyle hastalık durmamış ilerlemiştir.. Hükümet benim reyimi almaya lüzum görmeksizin Fissinger’i getirtti.”
Bu Durum Görmezden Mi Gelindi?

Atatürk’ü sürekli tedavi eden doktorlar şunlardır: Prof. Dr. Neşet Ömer İrdelp ve Prof.Dr. Nihad Reşad Belger.

Gerektiğinde bu doktorların danıştıkları, Danışman Hekim olarak görev yapmış olanlar ise şunlardır: Prof.Dr. Akil Muhtar Özden, Prof.Dr. Süreyya Hidayet Sertel, Prof.Dr. Mim Kemal Öke, Prof.Dr. Samuel Abrevaya Marmaralı, Dr. Mehmet Kamil Ber ve Prof. Dr. Mustafa Hayrullah Diker.

Dönemin Sağlık Bakanı Dr. İ.Refik Saydam, Sağlık Bakanlığı Müsteşarı ise Prof. Dr. Asım Arar idi. Bunların dışında, Paris’ten Prof. Dr. N. Fissinger (3 defa), Berlin’den Prof. Dr. Von Bergman, Viyana’dan Prof. Dr. H. Epinger isimli üç yabancı doktor da Atatürk’ün tedavisinde görev almışlardı.

Şimdi size yukarıda bahsettiğimiz Prof. Dr. Bergman ve Prof. Dr. Epinger’in Atatürk’e verdikleri Salyrgan adlı ilacın içeriğini kısaca anlatayım:

Salyrgan(civalı ilaç)’ın, Atatürk’ün tedavisinde “ajan tedavi ilacı” olarak kullanıldığı, aslında Mustafa Kemal Atatürk’ün bu ilaçla ağır ağır zehirlendiği ortaya çıkmıştır, ve bu devlet sırrı falan değildir. Araştıran herkes bunu görebilir. Öte yandan Atatürk’ün daha evvel sıtma geçirdiği bilinmesine rağmen karaciğer ve dalağı yıpratan Kinin ve Atebrin gibi ilaçlar bol miktarda kullanılarak ölümü çabuklaştırılmıştır. Tıp eğitimi almış onlarca doktorun bu hataya düşmesi mümkün müdür? Sadece 1937 yılında İstanbul Eczanesi’nden Atatürk için 43(sonra gene 4 adet) kutu kinin ilacının alınmış olması buna iyi bir örnektir. Şimdi şunları bir sormamız gerekmez mi?

Atatürk’ün tedavisi için doktor seçimini kim yapmıştır?
Purinol adlı ilaç Atatürk’ün tedavisinde ne kadar kullanılmıştır? Bu ilacı imal eden Hakkı Bey, (Ruhsat tarihinde soyadı kanunu daha çıkmamıştı.) Mustafa Hakkı Nalçacı denen kimse midir?
Burun kanamalarından dolayı Atatürk’ü tedavi eden Dr. Naki Yıldırım yerine Numune Hastanesi Kulak Burun Boğaz Uzmanı Prof. Dr. Meyer’e görev verilmesine neden ihtiyaç duyulmuştur?
1938 Şubat ayında doktorların gelmesini uygun bulmayan Atatürk’e rağmen Prof. Dr. Frank, ve Prof. Dr. Epinger hangi gerekçe ve kimlerin tavsiyesi ile niçin getirilerek destursuz Atatürk’ün vücudu onlara emanet edilmiştir?
Müsteşar Dr. Arar’ın yaptığı ilk teşhisi bildirdiği ve bunu kâle almayan yetkililer kimlerdir?
Atatürk’e kaşıntıların sebebini karınca ısırığı olarak teşhis eden ve Çankaya Köşkü’ne ziyaretçi olarak 1937 sonlarında gelen doktor kimdir?
Ölüm anında Atatürk’ün ağzına su verdiği ölüm raporunda belirtilen Dr. Kamil Berk, ölüm raporunu niçin imzalamamıştır?
Atatürk, Dr. Nihat Reşed Belger’e daha önce kendisini muayene eden Prof. Neşet Ömer İrdelp’in koyduğu teşhisi kontrol ettirme ihtiyacı neden hissetmiştir?
Dr. Fissenger’in yazdığı reçeteleri, bu kadar absürt sayıda fazla ilacı hangi eczacı yapmıştır? Bu eczacı Mustafa Hakkı Nalçacı mıdır?
Bahsi geçen yabancı doktorlar getirilmeseydi, Salyrgan şırıngasını Türk doktorlar uygularlar mıydı?
Sürekli doktorların bilgisi dışında Paris’ten getirilen ilaçların sorumluluğu kime aittir? (Paris’ten gelen ilacı bünye kabul etmemiş, Paşa daha da fenalaşmıştır. 24 Ağustos 1938’deki bu tedavi işin dönüm noktasıdır. Atatürk, o tedaviden sonrasını “tamamiyle başka şahsiyet olmuştum. Çok tuhaf” diye Prof.Dr. İrdelp’e anlatıyor)
Paris”te ilaç alınan 54 Reu Faubourrg Sainet Honere adresindeki firmanın Dr.Fissenger ile olan bağlantıları nedir?
Özel Kalem Müdürü göreviyle Atatürk’ü ‘’Köşkü karıncaların bastığı’’na inandırmaya çalışan Süreyya Anderiman kimdir?
Atatürk”ün ölümün üzerine düzenlenen iki rapordan ilkinde teşhis “karında toplanan sıvı/asit” olarak belirtilirken, ikinci raporda “alkolle ilişkili karaciğer iltihabı” denmesinin sebebi nedir?
Atatürk’ün tedavisi ile ilgili notları olduğunu söyleyerek, bir gün hatıra yazacağını söyleyen Dr. Ömer İrdelp, bahsettiği hatırayı niçin yazmaktan vazgeçmiştir?
Atatürk’e biyopsi ve otopsi yaptırmama kararını devlet niçin vermiş, niçin bu kadar uzun süredir bünyesiyle oynanan bu devlet reisinin ölümünü gözardı etmişlerdir? Yoksa bu duruma üzülenler sadece halk mıdır?
Atatürk’ün sıhhi hayatına ilişkin bilgiler Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı’nda nasıl kayıp olmuştur? (Bakanlık, 1976 yılında bilgi isteyen profesörlere gerekli belgeleri “bulamadıkları” iddiasıyla destek vermemiştir.)
1948 ve 1949 yılında Avram Benorayas ve Yunan gazeteci Apostolos Grazos’un Yunan gazetelerinde yer alan iddiaları üzerine Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti herhangi bir araştırma ve girişimde bulunmuş mudur? Yoksa, haberi dahi olmamış mıdır? Bu ne sorumsuzluktur?

Son olarak, bu olaylar sadece 1938 veya 1940’larda gündeme gelmemiştir. Elbette bu sürekli üstü örtülen konu araştırılmıştır. Mesela, Başbakan Bülent Ecevit’in doktoru Mücahit Pehlivan, “Atatürk zehirlendi” diyerek kabrin açılmasını ve Mustafa Kemal’in naaşına DNA testi yapılmasını önermiştir.

İlk belge, İçişleri Bakanı Şükrü Kaya’nın 30 Haziran 1938’de, yani Atatürk’ün ölümünden 4–5 ay önce İsmet İnönü’ye gönderdiği yazıdır. İnönü ve Atatürk küskünlüğünü eminim hepiniz biliyorsunuzdur. Hatta öyle ki İsmet, Atatürk’ün hastalığı boyunca onu ziyaret etmemiş, hatta Atatürk öldükten sonra cenazesine bile uğramamıştır. Kaç senelik “arkadaşını”, ölümünde bile uğurlamayıp bir çelenk göndermekle yetinmiştir. Malumunuz ülke yönetimini ele aldıktan sonra da 12 sene kadar Anıtkabir’i bir türlü inşa ettiremeyip, Atatürk’ün naaşını müzede beklettirmiştir…

İsmet Paşa’nın 1935’den sonra yaptıklarını say say bitiremeyiz. Atatürk’ün kendi eliyle yazıp, ortaokul ve liselerde okutulmasını özellikle istediği “Medeni Bilgiler” adlı Türk Tarihi kitabını, İsmet İnönü, Atatürk’ün ölümünün ardından yasaklamıştır. Bununla beraber diğer ülkelerle yapılan anlaşmalar sonucu Türkiye’nin eğitim sistemine ve Türk vatandaşlarının okulda neleri ne kadar öğrenebileceklerine diğer büyük ülkelerin karar vermesine izin verilmiştir. Bir yandan halkı bilinçlensin, bilgilensin diye yıllarını veren Atatürk, bir yandan ülkedeki Tarih bilincini İngiltere’ye emanet eden İsmet Paşa. Bu devlet ne Marshall’lar, ne süt tozları, ne tereyağı yardımları gördü… Bilen bilir.

Her neyse. Kaya, İnönü’ye yazdığı yazıda “Tahsis ettiğimiz doktorun görevini layıkı ile yaptığı kanısındayım” diyor.

Asıl ilginç olan ise, Kaya’nın Atatürk’ün tedavisiyle ilgili normal bir bilgilendirme metniymiş gibi görünen yazısı birkaç cümle sonra farklı bir boyut alıyor:

“Her şey yolunda ve mecrasında seyir etmektedir. Sizleri Cumhurreisi olarak görmek arzusu hepimizde hasıl olmuştur. Hürmetle ellerinizden öperim efendim.”

Görüldüğü üzere, daha Atatürk hayatta iken, onun gidip İsmet’in gelmesi fikri Masonlar arasında kabul görmeye başlamış bile. Kaldı ki Celal Bayar da ayni ağız birliği içerisindedir. Bu da sanırım Atatürk ölür ölmez, hemen ertesi günü, yasaya aykırı olmasına rağmen nasıl İsmet Paşa’nın koltuğa oturduğunu anlamamızda bize ışık tutuyor.

Mektuba göre Atatürk, doktorlardan kuşkulandığı için yabancı doktorları kendinden uzaklaştırıyor ve “Beni Türk doktorlarına emanet edin” talimatı veriyor. Az önce bahsi geçen belgenin tamamı şu şekildedir :

İkinci belge ise Atatürk’ün zehirlendiği tartışmalarının, 20 yıl sonra devletin zirvesindeki bazı isimlerin başını ağrıtacak ve ölüm tehditlerine bile sebep olacak şekilde yeniden gündeme geldiğini gösteriyor. CHP Genel Sekreteri Kasım Gülek, 26 Şubat 1959 tarihindeki yazısında daha sonra İçişleri Bakanlığı da yapacak olan Hıfzı Oğuz Bekata’yı nazik bir şekilde uyarıyor;

“Hıfzı Oğuz kardeşim. Seninle dost masalarında konuştuğumuz konuları bir başkaları ile paylaşman son derece beni üzmüştür. Elimden geldiği oranda sana destek olmaya çalışıyorum. Taleplerin zaman zaman çizgiyi aşmış da olsa sana destek olmak adına sineme çekip taleplerini karşılamaya çalışıyorum. Bahse konu zehirlenme raporunun bir örneğini birilerine verdiğini ifade etmişsin. Bu konu seni de beni de aşar, altından kalkamayız. Sen de altında kalırsın ben de. Birileri de altında kalır.

Geçmişte yapılan hataları telafi etmemizin ihtimali dahi olmadığını iyi bilmektesin. Gençtik, konuya sonradan vakıf olduk, alet olduk. Geri dönülmez bir yola girdik.Bunun vicdan azabını her daim hissettiğimi bilmektesin. Konuştuğumuz gibi meseleyi kendi aramızda halledelim. Düzenli olarak miktar hesabına yatmaya devam edecek. Birbirimizi üzmeyelim. O raporun aslını lütfen teslim et. İşin içerisinde kimler olduğunu iyi biliyorsun. MAH’ta (Mit’den önceki istihbarat) hala çok iyi adamları var. İşini bitirirler. Bunu tehdit olarak algılamayın. Sevgiler, saygılar sunarım.
26.2.1959. Kasım Gülek.”
Evrakın aslı

Diğer bir ilginç olay ise: 11 Kasım’dan sonra Cumhurbaşkanlığı Kütüphanesi’nde Atatürk’le ilgili ne kadar belge varsa kaybolmasıdır. Nedense bununla da kalmayıp daha sonra Atatürk’ün günlüğünde adı geçen yakın arkadaşlarının evine belli zamanlarda hırsız giriyor ve sadece Atatürk’le ilgili belgeler çalınıyor. Atatürk’ün kütüphanecisine kadar bütün görevlendirdiği kadro değiştiriliyor… Bunları hangi zihniyet yaptırıyor? bunu düşünmek lazım.

Bir dönem “derin devlet” olarak anılan Encümen-i Daniş’in başkanlığını da yürüten Hıfzı Oğuz Bekata, Kasım Gülek’in “nazikçe” uyarılarına rağmen Atatürk’ün ölümünün arkasındaki sırrı araştırmaya devam etti. Bekata’nın İçişleri Bakanı olduğu 1962 yılında, CHP Genel Sekreter Yardımcısı Doktor Lebit Yurdoğlu’ndan destek istediği, Yurdoğlu’nun elde ettiği bulguları bir mektupla ilettiği görülüyor. Doktor Yurdoğlu, Bekata’ya yazdığı yazıda Atatürk’ün kesinlikle öldürüldüğüne dikkat çekiyor. Yurdoğlu, tespitlerini şu şekilde sıralıyor:
Belgenin aslı

Lebit Yurdoğlu’ndan Hıfzı Oğuz Bekata’ya gönderilen 18 Ekim 1962 tarihli mektup şu şekilde:

“Sn. Hıfzı Oğuz Bekata. Bu konuyu derinlemesine araştırdığımda sorunun sadece geç teşhis olmadığını, teşhisle uyumlu ilaçlar kullanılmadığını tesbit ettim. Atatürk’ün ilaçlarının alındığı eczanenin kayıtlarına baktığımda, o dönemlerde sıtma tedavisi için kullanılan Kinin ilacının 43 şişe kullanıldığını gördüm. Bu kadar Kinin kullanıldığında karaciğerinde onarılmaz yaralar açacağını her hekimin bilmesi gerekir. Ama ben bunun sanki bilinçli kullanılmış olduğu izlenimi edindim.

Atatürk’e tedavi amaçlı verilen diğer ilaç “piremidon”dur. İnsanlar üzerinde toksin (zehirli) etkisi olduğu kesinlik kazanmıştır. “Civalı diuretik” olan “Salyrgan” isimli ilacın ise, 3 Ağustos 1938 tarihinde yapılan konsültasyondan önce kullanımının tehlikeli olacağı bilindiği halde bu ilacın kullanılmasına devam edilmiştir. Eppinger, Bergman, Dr. Fissinger, ve Dr. Neşet Irdelp’in, hekimlik görevlerini bilinçli bir şeklide eksik yaptıkları kanısı bende hakim olmuştur.
Hürmet ve muhabbetlerimle.

CHP Genel Sekreter Yardımcısı İzmir Milletvekili, Dr. Lebit Yurdoğlu”

Peki Bu Masonlara Ne Oldu?

İşin özü bu… 40 küsür kinin verilen bir insan, cıva ya da fare zehri içmiş olmanın vereceği zararın fazlasını bile görür. Neyse. Doktorlar ile alakalı detayları Lazer Yayınları arasında çıkan “Agoni”den öğrenebilirsiniz. Ayrıca daha ayrıntılı bilgi için “Atatürk Zehirlendi, Atatürk’ü Kimler Zehirledi? Atatürk’ü Kimler Öldürdü?” başlıklarıyla yayımlanmış bazı kitapları alıp okuyabilirsiniz…

Adamlar, “Mason derneklerini kapattığı için Atatürk’ü biz öldürdük. Önce vurmayı düşündük, sonra başaramamaktan korktuk, onun çevresini kuşattık, güvenini sağladık, sonra da hedefimize ulaştık” diyor. Böyle bir iddia ortaya atıyor. Tabii, herkes her şeyi iddia edebilir. Bugün birisi, gelip de size “Ben geçmiş yaşamımda Kleopatra’ydım!” da diyebilir. İddiaların ciddiliği ve destekli olup olmamasıdır asıl konu. Tarih incelendiğinde ise bu iddiaların arkası boş görünmüyor. Eğer anlatılanlar hakikatse, bu demektir ki Gazi Paşa, devletin içerisindeki hainlerin eliyle öldürülmüş, ve bunun hesabını sorabilen olmamış

Ya sonra? Mason dernekleri tekrar “İnönü”nün emri ve Celal Bayar’ın desteği ile faaliyete geçtiler mi? Geçtiler. Hatta Halkevlerine devredilen mallarını da geri aldılar mı? aldılar. Peki, burada bitti mi? Hayır, bitmedi, bitecek gibi de görünmüyor.

Atatürk’ün bedenini ortadan kaldıranlar, oklarını onun ilkeleri ve felsefesine, onun çok sevdiği milletine ve milletinin değerlerine çevirdiler. Üzülerek ifade ederim ki, bu bahiste de başarılı olmaktalar. Atatürk’ün kendi yazdığı “Medeni Bilgiler” adlı tarih kitabının, “Bu kitap ortaokul ve liselerde okutulsun, milletimiz tarihini öğrensin.”dediği, elleriyle yazdığı bu kitabı, daha sonra eğitimden çıkaran ve Marshall yardımı ile beraber Amerika gibi ülkelerle yapılan anlaşmalardan sebep, resmen Türk milletini, tarihinin sadece Osmanlı’dan ibaret olduğunu düşünmeye iten İsmet İnönü’nün absürt kabullerinin ardından, Atatürkçü geçinerek Atatürk’e en büyük zararları veren Menderes’in ülkeye verdiği zararlar, gözden kaçacak türden değil. Şu açıktır ki bu ülkenin gündemi hiç boş tutulmamıştır.

Önce Türk-Yunan kavgası çıkarılmış, Kıbrıs ve Kore olayları yaşanmış, gündem boş kalacakken Sağcı Solcu kavgaları başlamış, darbeler olmuş, o da bitince Türk-Kürt kavgası başlatılmış, şimdiyse Yobaz-Laik kutuplaşması çıkmıştır. Bizim halkımız birbirine düşmeye o kadar meraklıdır ki, düşürecek birileri elbet bulunuyor. Neyse, biz konumuza dönelim:

Görüldüğü üzere özellikle İsmet İnönü’nün Atatürk’ü tarihten silme çabaları, tabiri caizse kıskançlığı, bu konularla bağlantılı olması, “acaba suikast için masonlarla anlaşma mı yaptı?” sorusunu akıllara getiriyor. Tabii ki Atatürk gibi birinin yanında, tabiri caizse Büyük İskender olsa, gene de göze çarpmaz. Bütün övgüler Atatürk’e yağarken, “Tek Adam” hep o olurken, en yakın arkadaşları bile onu kıskanmaya başlayacaktır. Atatürk’ün eskiden arkadaşı olup da, zaman geçince ona suikast düzenlettiren kişileri hatırlayınız. Bu ülke ne İstiklal Mahkemeleri gördü… Nitekim Celal Bayar’ın 102 yıl, İsmet İnönü’nün ise 97 yıl yaşadığı şu dünya’da Atatürk 60 yaşını bile göremeden öyle veya böyle öldü.

Ancak, Onlarca sene öncesinin bu çirkin politikalarını bırakıp da, günümüze bakarsak eğer; suçluların hala hayatta olduğunu, bu görevlerin başka ellere geçmeye devam ettiğini göreceksiniz. Masonların, insanları en çok güvendikleri şey ile, milli veya dini duyguları ile kandırıp kontrol ettiğini de göreceksiniz.

Lütfen, “Atatürk”ten, milli devletten, Lozan’dan vazgeçin” diyen ve “Şehitlik ve gazilik kavramları kaldırılsın.” diyenlerle, “Türkiye mozaiktir, millet değil, halklardır” diyenlere dikkatle bakınız… Bütün devlet kurumlarında işlerinin hazır olduğunu, hepsinin karnı tok, sırtı pek olduğunu, resmen gelecek kaygılarının sıfır olduğunu ve hatta pek çoğunun yüksek dereceli masonlar, veya o masonlara hizmet eden tarafta yer alan yandaşlar olduklarını göreceksiniz… Masonlar derken ille de Yahudi olmaları gerektiğini kast etmiyorum. Çünkü halkımız genellikle neyi savunduğunu, neye inandığını merak etmeyen bir halktır. FETÖ olayları bile bunun çok basit örneğidir.

Şunu da belirtmeliyim; her şeyi Amerika ve İngilizlere bağlayanlar var ya hani…

“Fetö’yü de Amerika ayarladı!” diyenler var ya; Sözüm onlara:

O bahsettiğiniz ülkeler son 100 yıl içinde sadece bir kişiye yenildiler! İster göğüs göğüse savaştan bahsedelim, ister medeniyet savaşından. Farketmez… Masonluktan ve Emperyalizmden, Siyonizmden mi bahsedeceğiz? bunlar da tarihte sadece bir kişiye kaybettiler ve o kişi Mustafa Kemal Atatürk! Şimdi de tek amaçları bu kişiyi herkese unutturmak… Bilhassa kendi milletine. Cumhuriyet, bilim ve laiklik düşmanlığı yapanlara bir bakarsanız her şeyi daha kolay anlayacaksınız. Dindar geçinip de insanları dinden soğutan, milliyetçi geçinip de milletini birbirine kırdıran, “Türk” ismini kullanmaktan bile çekinen, milli kimliği yok edip “biz müslümanız daha ne olsun” diyenlere bir bakınız… Ben daha ne diyeyim!

Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra bütün müslüman ülkeler resmen İngiliz Sömürgesi haline getirildi, hepsi kuklaya çevrildi; fakat bir ülke hariç: Türkiye!

Film Gibi Bir Müslüman Kardeşler ve Suriye Hikayesi

Savaş Suriye kentlerinde büyük bir yıkıma yol açtı.

Nisan 1986’da Suriye’de yolcu otobüslerine ve Lazkiye-Halep seferini yapan yolcu trenine bombalı saldırılar düzenlenir. Türkiye’de gazeteler saldırılarda onlarca kişinin öldüğünü duyurur. Suriye televizyonuna göre saldırıyı düzenleyen 5 kişi, 9 Mayısta Halep’te El Faruk otelinde yakalanır. Sanıklardan ikisi Türkiye vatandaşıdır: Hatay’ın Suriye sınırındaki Bohşin köyünde yaşayan amcaoğulları Mustafa ve Mehmet Albayrak. Suriye televizyonuna göre sanıklar Irak’tan aldıkları patlayıcıları, Türkiye üzerinden sokarak saldırıları gerçekleştirdiklerini itiraf etmiştir.

Olay çok geçmeden dünya basınına yansır. New York Times gazetesi Suriye basınına dayanarak saldırıların arkasındaki örgütün Müslüman Kardeşler olduğunu duyurur. Üstelik sanıklardan üçü, binlerce kişinin Hafız Esad liderliğindeki Baas rejimi güçlerinde öldürüldüğü 1982 ayaklanmasının merkezi Hama’dandır. O günlerde New York Times çarpıcı bir iddiada bulunur; buna göre Müslüman Kardeşlerin Hatay’da bir “operasyon merkezi” bulunmaktadır. Şam alelacele İçişleri Bakanlığı’ndan Tuğgeneral Garib’i istişarelerde bulunması için Ankara’ya gönderir. Ancak olaylar dinmez. 16 Mayısta bu sefer sanık iki Türk’ün yaşadığı Suriye sınırındaki Bohşin köyünde, Suriye tarafından gelen birinin bombalı eylem yaptığı haberi basına yansır. Saldırıda ölen ya da yaralanan olmazken, Hatay Valisi Suriye’deki saldırıların 2 Türk sanığının akrabası olan ve aynı soyadı taşıyan köyün muhtarı Hasan Albayrak’ı “ihmal” nedeniyle görevden alır.

Son derece karmaşık ve çarpıcı olaylar yumağı Türkiye meclisinin gündemine girer. Hatay Milletvekili Murat Sökmenoğlu’nun Suriye’de yakalanan ve “kasıtlı terörist imajı verilen” iki vatandaşa dair verdiği soru önergesine İçişleri Bakanı Yıldırım Akbulut, aylar sonra Ekim 1986’da cevap verir: “Adı geçenlerin 12 Eylül öncesi ve sonrası dönemlerde herhangi bir ideolojik faaliyetlerine rastlanılmamış olup ülkemizde terör örgütleri ile de herhangi bir ilişkileri tespit edilememiştir.” Konu Ankara açısından kapanmıştır. Bombalı saldırılardan bir yıl sonra, Ağustos 1987’de Suriye saldırganların idam edildiğini duyurur, ama idam edilenler içinde Albayrakların ismi geçmez. Şam da meselenin üstünü örter.

Kanıtlanamayan ciddi iddialar

Ocak 1993’te “derin” noktalardan haber almasıyla bilinen İkibin’e Doğru dergisi, Suriye’nin PKK’ya verdiği desteğe karşılık Türk istihbarat ve güvenlik birimlerinin de Müslüman Kardeşler’e arka çıktığını yazar. Dergiye konuşan ve Lübnan’da bulunmuş bir “devrimcinin” ağzından aktaralım: “PKK faktörünün gelişmesiyle, Türkiye’nin bu örgüte ilgisi arttı. Hatay’ın Reyhanlı ve Yayladağı sınır kapıları bu örgüte açıldı. 1986’da Suriye’de iki yolcu otobüsünde patlayan ve onlarca insanın ölmesine yol açan bombalama olayını, Müslüman Kardeşler üyesi iki Türk kardeşin, MİT’in bilgisi dâhilinde gerçekleştirdiği ortaya çıktı… Türkiye sınırına yaklaşan Müslüman Kardeşler telsizle durumu bildiriyorlar. Sınırdaki Türk devriyelerine dost birliklerin geldiği ve ateş açılmaması uyarısı yapılıyor. Müslüman Kardeşleri sınırda Türk yetkililer karşılıyor ve askeri eğitime gelenleri Hatay, Kayseri, Konya ve Amasya’daki birliklere yolluyorlar.”

Bu uzun alıntıda 3 önemli nokta var: 1) 2011 sonrası Suriye’ye yönelik olarak Müslüman Kardeşleri merkeze alan ve Suriye’de rejimi devirmek için muhalefeti silahlandıran dış politikanın bir benzeri 1980’lerde uygulanmış. Bir farkla: direksiyonda AKP değil, ordu var. 2) 1986 yılı, “laiklikten” taviz vermediği iddia edilen “Kemalist” ordunun, aslında tam gaz Türk-İslam sentezini pompaladığı döneme denk düşüyor. Dolayısıyla o dönem Ortadoğu’daki köktendinci hareketlerden biri olan Suriye Müslüman Kardeşlerine verilen destek, Türk generalleri çok da rahatsız etmemiş. 3) İkibin’e Doğru dergisi Suriye destekli PKK’nın silahlı eylemlerine başladığı 1984’ten sonra, Türkiye’nin Müslüman Kardeşleri Şam’a karşı kullanmaya başladığının altını çiziyor. Ancak bulgular 1982 Hama Ayaklanması sırasında ve hatta öncesinde de Türkiye’nin Müslüman Kardeşlere en azından göz yumduğu yönünde. Abdullah Öcalan’ın ise 1978’de PKK’yı kurduktan bir sene sonra Suriye’ye geçerek karargahını orada kurduğu ve Türkiye’deki silahlı saldırıları oradan yönettiği biliniyor.

Dönelim tekrar Hatay’ın Bohşin köyünden Suriye’ye gidip bombalı saldırılar yapmakla suçlanan Albayraklar’a. 1993’teki İkibin’e Doğru Dergisindeki haberden sonra Albayraklarla ilgili tek satır bilgi bulamadım. Suriye hapishanelerinin kötü koşulları ve beraber tutuklandıkları Arapların idam edildiği göz önüne alındığında, muhtemelen öldüler diye düşünebilirsiniz. Gerçekten de Albayraklardan 2009’a kadar ses seda çıkmıyor. Beşar Esad’ın “kardeşim Esad” olduğu 2009 yılında, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Beşar Esad’a bir mektup yazıyor. Herkesin unuttuğu Albayraklar’ı, devlet unutmuyor, geri istiyor. Ve sıkı durun, 23 yıl sonra Mehmet ve Mustafa Albayrak Mayıs 2009’da Türkiye’ye dönüyor. Dışişleri Bakanı Davutoğlu Albayrakları köylerinde ziyaret ederek, “bir yanlış anlaşılma” sonucunda 23 yıl tutuklu kaldıklarını söylüyor. Size inandırıcı geldi mi?

Türkiye’deki akademik çalışmalara göre Ankara ile Şam arasındaki sorunların nedeni, 1980’lerden itibaren Suriye’nin PKK’ya verdiği destektir. Akıllara getirilmeyen soruysa şudur: 1984’te Eruh baskınıyla Suriye destekli PKK’nın silahlı eylemlere başlamasından iki yıl önce, 1982 Hama ayaklanmasında Ankara nasıl bir politika izlemiştir? Buna dair en çarpıcı doküman, ABD Savunma İstihbarat Ajansı’nın Hama Ayaklanması’ndan hemen sonra hazırladığı Mayıs 1982 tarihli rapor. Rapora göre Hama Ayaklanmasına katılan ve sayısı 300-400 kadar olan Müslüman Kardeşler militanı yoğunlukla Irak’tan ve “daha küçük ölçüde Türkiye’den” Suriye’ye sızmış. Ayrıca raporda “Ankara’daki (Müslüman) Kardeşler kaynaklarından” ayaklanmaya dair bilgi de yer alıyor. Daha çarpıcı olansa raporda yayınlanan, Müslüman Kardeşlerin Suriye’ye hangi yollardan sızdıklarını gösteren harita. Bu haritaya göre militanlar, Türkiye üzerinden 3 koldan Suriye’ye sızmışlar: Kilis, Reyhanlı, Yayladağı. Yani 1982 Hama Ayaklanması ve 2011 sonrası Suriye iç savaşında Türkiye sınırından aynı yollar kullanılmış.

12 Eylül darbesinden hemen önce, 2 Haziran 1980’de hazırlanan Genelkurmay “İç Tehditler” raporu Suriye’yi “Kürt faaliyetlerine” destek olmakla suçluyordu. Ancak rapora göre “Suriye’deki Alevi Baas iktidarı, Sünni Arapların kurduğu Müslüman Kardeşler örgütünün faaliyetleri nedeniyle zor duruma düşmüştü.” Suriye’ye yönelik 2011 sonrasına hâkim olan mezhepçi bakış açısını, 1980’deki Genelkurmay raporunda da aynen bulmak çarpıcı. Belli ki askerler Esad iktidarının bu zor durumdan çıkamayacağını düşünüp, harekete geçmişler. Ankara’daki müesses nizamın, Müslüman Kardeşlerin Türkiye üzerinden yürüttükleri faaliyetlere göz yumdukları kesin. Ancak bugün hala cevabını aradığımız soru; 1980’lerin başından itibaren Türkiye’nin Suriye Müslüman Kardeşlerine göz yummanın da ötesine geçerek destek verip vermediği. Eğer verdiyse bunun ne şekilde gerçekleştiği.

1980’lerde Şam’ı ziyaret eden Türk gazeteciler, görüştükleri Suriyeli devlet adamlarına sürekli Şam’ın PKK’ya neden destek verdiğini sorar. Karşılığındaysa Suriyelilerden, Ankara’nın Müslüman Kardeşlere yönelik müsamahalı tavrına yönelik şikâyetleri dinlerler. Bunu doğrular şekilde Soner Yalçın “Erbakan” kitabında ANAP’lı bir bakanın ağzından Türkiye-Müslüman Kardeşler ilişkisine dair çarpıcı bir tanıklık aktarıyor: “[Hafız] Esad’a karşı, İhvan’ı CIA-Mossad-MİT destekledi. Esad’ın çok şikâyetleri oldu. Özelikle MİT 1981 yılında olaya çok girdi. Öyle ki Esad her başına geleni Türkiye’den bilmeye başladı. Kaç kez Türkiye’yi uyardı. Gerçi sonradan PKK’yı destekleyerek Türkiye’den intikamını aldı.” Bu ifadeye göre Türkiye’nin Müslüman Kardeşler’e desteği, Suriye-PKK ilişkisine bir misilleme değil. Tam tersi söz konusu. Gerçi Öcalan’ın 1979 yazında Suriye’ye gittiği tarihten itibaren Suriye İstihbaratıyla kurduğu yakın ilişkiler; PKK, ASALA, Filistinli bazı örgütler ile Şam arasındaki temaslar düşünüldüğünde denklem daha da karmaşık bir hal alıyor.

Yumurta mı tavuktan çıkar, tavuk mu yumurtadan çıkar? Suriye mi önce PKK’ya destek verdi, yoksa Türkiye’mi Müslüman Kardeşler’e? Cevabını vermek zor. Cevabı kolay olmayan bir soru da Ankara-Müslüman Kardeşler denkleminde, eğer yer aldılarsa, Tel Aviv ve Washington’un ne şekilde müdahil olduğu. 1979 sonrası Camp David düzenine Ortadoğu’da en çok karşı çıkan ülkeydi Suriye. Dahası Suriye Müslüman Kardeşleri, Afganistan savaşında ABD desteğiyle önemli rol oynadı. İsrail ve ABD’nin bu denkleme bir yerinden girmiş olması şaşırtıcı olmaz.
Ve 30 yıl sonra aynı tuzak

1980’lerden itibaren Yalova, İskenderun, Mersin’de Müslüman Kardeşler’in, Türkiye istihbarat ve güvenlik birimlerinin gözetiminde kaldıkları ve eğitim gördükleri basına yansıdı. Deneyimli gazeteci Saygı Öztürk 20 Ekim 1992’de Hürriyet gazetesinde manşetten duyurduğu haberde, 1987’de Müslüman Kardeşlerin MİT’e, Öcalan’ı Suriye’de öldürmeyi teklif ettiğini yazıyordu.

Türkiye’nin ciddi bir devlet yapılanması olduğunu varsayarak, 1980’lerden itibaren Müslüman Kardeşler üzerinden Şam’a karşı yürütülen politikaların Ankara’nın başına ne dertler açtığının, bir yerlerde birileri tarafından bilinmesi gerek diye akıl yürütebiliriz. Bir akademisyen olarak tamamen açık kaynaklardan edindiğim bilgiler; 1980’lerden itibaren oynanan trajedinin, 2011 sonrasında misliyle ölçek büyültülerek tekrar sahneye konduğunu gösteriyor. Beş benzemez köktendinci gruplardan fetih birlikleri oluşturmak, Osmanlı padişahlarının isimlerini silahlı gruplara vermek, sergerdelerden milli ordu kurduğunu iddia etmek… Ancak bu sefer, 1980’lerde perdeye konan oyundan çok daha vahim sonuçlarla karşı karşıya Türkiye: Milyonlarca mülteci, Suriye’de korkunç bir yıkım, Türkiye tarihinin en büyük terör saldırıları, Türkiye’nin ulusal güvenliğini yıllar boyunca tehlikeli şekilde etkileyecek siyasi ve askeri yapıların sınırımızın hemen güneyinde ortaya çıkması…

NOT: Bu yazı çok daha geniş ve kapsamlı bir akademik makale olarak İngilizce dilinde Uluslararası İlişkiler dergisinin 62. Sayısında yayımlanmıştır.

Behlül Özkan

Doç. Dr. Behlül Özkan, Marmara Üniversitesi Uluslararası İlişkiler bölümü öğretim üyesidir.
Türkiye dış politikası, Soğuk Savaş ve siyasal İslam üzerine çalışmaktadır.

Kuru Kafa ve Kemikler Cemiyeti

1832 yılında William Huntington Russell ve Alphonso Taft tarafından Yale Üniversitesi’nde Society of Skull and Bones ismi ile kurulan, gizli yapısı ile üye profilinin yüksek seviyesi sebebiyle o yıllardan beri sayısız komplo teorisine karıştırılmış olan öğrenci topluluğudur.

Skull and Bones’a üye olabilmenin doğal şartları erkek olmak, beyaz olmak ve protestan bir aileden gelmekti. Son yıllarda kız öğrencilerin de üye yapıldığı söylenir, fakat bu henüz kesinleşmiş bir bilgi değildir. Topluluğun üye listesi, üniversite yönetimi de dahil olmak üzere, tüm halka açılabilecek yerlerden gizli tutulur.

Skull and Bones’a üye olabilmek için, Yale Üniversitesi’nde son sınıf lisans öğrencisi olmak gerekir. Pledge adı verilen adaylar, üçüncü sınıftayken Skull and Bones üyeleri tarafından belirlenir ve aday oldukları, bir sene boyunca izlenecekleri ve uygun görülürlerse bir sene sonra üyeliğe kabul edilecekleri kendilerine söylenir. Uygun görülen adaylar ise bu bir senelik izlemenin ardından, son sınıfta iken üyeliğe alınırlar.

Üye olmayanların giremediği ve herhangi bir pencere bulunmayan binalarına, 1960’lı yıllarda iki Yale öğrencisi, ormanda buldukları bir gizli geçit vasıtasıyla gizlice ve şans eseri girmeyi başarmışlar ve gördüklerini anlatmışlardı. Tamamiyle ezoterik bir yapıya sahip olduğunu söyledikleri binada, çeşitli mabetler ve ritüelik malzemeler yer aldığını; üst katta bulunan büyükçe bir mezar resminde ise yan yana duran üç kurukafanın yanında bir taç, bir asa ve bir kalem bulunduğunu öne sürmüşlerdi. Altında yazan yazıda ise Almanca olarak; “Kim Kral, Kim Prens, Kim Dilenci? Ölüm Karşısında Hepsi Eşit” ibaresi, topluluğun ezoterik ve felsefi yapısını tüm dünyanın gözleri önüne sermiş, topluluğa yönelik yapılan sert eleştiriler, bunun ardından, büyük ölçüde kesilmişti.

Alman Illuminati topluluğunun, ABD ayağı olarak kurulduğu öne sürülen Skull and Bones için yapılan bu eleştiri çok doğru kabul edilmemelidir. Zira, Illuminati, ciddi ve yaş ile meslek ortalaması yüksek seyreden bir topluluk iken, Skull and Bones bir öğrenci topluluğu, kulübüdür. Ancak, bugün topluluk hakkında öğrenebilenler itibarıyla şu söylenebilir ki, Skull and Bones, Masonik ve Illüminist görüşlerden oldukça etkilenerek kurulmuş ve çalışmalarını bu doğrultuda sürdürmüş bir topluluktur.Bu her iki kurumun da gizli ve ezoterik yapıları göz önüne alınır ve üye olmayanların her ne kadar öğrenseler de tam sırlara vakıf olamayacakları düşünülürse, Skull and Bones üyelerinin bu toplulukların da içinde bulundukları veya en azından destek aldıklarını söylemek şaşırtıcı olmayacaktır.