Suat Derviş (Baraner)

Suat Derviş 23 Temmuz 1972’de hayatını kaybetti. (1903, İstanbul / Ö. 23 Temmuz 1972, İstanbul)

‘Suat Derviş hayatının hangi döneminde solcu olmuştu? Galiba hep öyleydi!…’

Suat Derviş, Sabahattin Ali, Nâzım Hikmet, Ahmet Hamdi Tanpınar, Attila İlhan, Orhan Kemal gibi isimleri bir dergi çatısı altında toplamış güçlü bir kadındı. Birçokları ağzını açmaktan, kalemini oynatmaktan korkarken ömrünün sonuna kadar faşizmin karşısında durmuş güçlü bir kadın. Nâzım Hikmet’e “Ağlasa da gizliyor gözlerinin yaşını; / Bir kere eğemedim bu kadının başını” mısralarını yazdıracak kadar güçlü bir kadın.

Yazar, gazeteci ve kadın hakları savunucusu. Gerçek adı Hatice Saadet Baraner olan Suat Derviş; tıp profesörü İsmail Derviş Bey’in kızıdır. Bir süre yazar Reşat Fuat Baraner’le evli kalmıştı. Varlıklı bir ailenin kızı olan ve özel eğitim gören Suat Derviş, bir süre Almanya’da Berlin Konservatuarı ile Edebiyat Fakültesi’nde okudu.

Doğduğun da Hatice Suat adını koyarlar. Hatice, erken doğan kız, Suat ise mutluluk anlamına gelir. Kızlarına Suat adını koymalarının nedeni ikinci çocuklarının erkek olmasını istemelerindendir muhtemelen. Suat Derviş, doğduğu günden hayatının son gününe kadar ‘Suat’ diye çağrılmasına rağmen, resmi evraklarda adı hep Hatice Saadet olarak geçer.

Kendisiyle yapılan bir söyleşide bu olayı şu şekilde açıklar:

“Annemle babam bana Suat adını takmak istediklerinde oldukça ters bir adam olan imam, ‘Hâşâ! Erkek adıdır olmaz!’ diye karşı çıkmıştı. Çaresiz, kayda, aşağı yukarı aynı anlama gelen Saadet adı geçildi, ama ailem ve dostlarım, bana hep ‘Suat’ diye hitap ettiler!”

Suat Derviş, kimi yerde 1902, kimi yerde 1903 ya da 1905 olarak aktarılan ve kardeşi Ruhi’nin eşi Neriman Dervişoğlu’na göre ise kesinlikle 1901 olan doğum tarihinin belirsizliğini de yanlış kayıt tutan bu ters ve suratsız hocaya yükler. Fakat bu durum kendisinden kaynaklanıyor da olabilir zira kendisi de zaman zaman çelişkili bilgiler vermiştir.

Her şeye rağmen güzel bir ailenin güzel kızı olarak hayata “merhaba” der minik Suat.

1932 yılında İstanbul’a döndükten sonra gazetecilik yapmaya başlayarak “Son Posta”, “Vatan”, “Cumhuriyet”, “Gece Postası” gazeteleri ile kendi çıkardığı on beş günlük “Yeni Edebiyat” (1940-41) adlı sanat-edebiyat ve fikir dergisinde ürünlerini yayımladı. Edebiyata “İstanbul” dergisinde çıkan “Hezeyan” başlıklı bir mensur şiiriyle başlamıştı. Alman gazetelerinde de fıkra, makale ve öyküler yazıp yayımladı. Bizde gazetelerde kadın sayfası düzenleyen (İkdam, 1926) ilk kadın yazardır. Avrupa’ya muhabir olarak giden ilk kadın gazetecidir.

Montrö Konferansı’nda ile Lozan Konferansı’nda gazeteci olarak bulundu.  

Yeni Edebiyat” dergisinde roman eleştirileri yazan Suat Derviş; aslında röportajları ve romanlarıyla tanındı. “Resimli Ay” dergisinde Nâzım Hikmet ve Sabahattin Ali’yle birlikte çalışan yazar, 1937 yılında Sovyetler Birliği’ne giderek, sosyalist yeni düzenle ilgili röportajlar yazdı. Eşi Reşat Fuat Baraner’le birlikte çıkardığı “Yeni Edebiyat” dergisi, toplumcu-gerçekçi sanat-edebiyat anlayışının yer bulduğu ilk yayın organıydı. 1944 tutuklamaları sırasında eşi R. Fuat Baraner’i sakladığı ve yasadışı gizli Türkiye Komünist Partisi’ne üye olduğu gerekçesiyle yargılanarak bir yıl hapis cezasına mahkûm edildi. Eşi Baraner’in siyasi faaliyetlerinden dolayı tutuklanmasına kadar on yıl (1953-63) Fransa’da yaşadı. Fransa’dayken başka dillerde çıkardığı romanlarını Türkiye’ye döndükten sonra Türkçe olarak yayımladı.

Devrimci Kadınlar Birliği’nin kurucuları arasında aldı. Yönetim tarafından sürekli gözetim altında tutuldu.

Suat Derviş, romanlarında sıklıkla ölüm ve hayat, insanın ne için yaşadığı gibi konuları işledi. Katı ideolojik bir yaklaşımı olmadı. Roman kahramanlarının çoğu, toplumsal bir sınıfın temsilcileri olmakla birlikte, yaşadıkları çelişkilerin sorunsallaştırdığı bireylerdir. Yazar Fatmagül Berktay, Suat Derviş’in; “kişiliği ve yazarlığıyla, edebiyat tarihimiz ve sosyalist geleneğimiz kadar, kadınların tarihi açısından da önemli” olduğunu söyledi. Suat Derviş, yayımlanan ilk eseri olan ve on beş yaşındayken yazdığı Kara Kitap’tan başlayarak, romanlarında kentsoylu düzenini derinlemesine ele alarak eleştirdi. Kadının aşağılanması onun ilk romanlarında aile içi bir sorun olarak ortaya konulurken Fosforlu Cevriye adlı eserinde alaycılığı, bir köşeye atılmışlığı ve hafifliği onurla, temiz yüreklilikle, bağlılık ve özgürlük tutkusuyla birleştirdi. Kimi eserlerinde, toplumda sınıfını bulamamışlığın (lümpen, arabesk) toplumsal ve psikolojik nedenlerini ortaya koyarken, onların arasındaki dayanışmayı zenginlerin ahlaka aykırı davranışlarıyla karşılaştırdı. “Ankara Mahpusu” adlı romanı ilk olarak 1957 yılında Paris’te Fransızca olarak yayımlandı.

Marksismi, feminizmi savunmuş, Cumhuriyet Türkiye’sinde başlattığı ilklerle öncü bir kadın gazeteci ve yazar olarak öne çıkmıştır. Osmanlı aristokrasisine bağlı bir ailenin çok iyi eğitim görmüş kızı olmasına rağmen, herzaman işçi sınıfının yanında yer almıştır,

“Dünyayı değiştirme işinin sadece ‘erkek’ işi olduğunu savunanlara, Reşat Nuri Baraner’in karısı olarak tanıtıldığında hiddetle ayağa fırlayıp ‘Ben yazar Suat Derviş’im! Kimsenin karısı olarak anılmak istemem!’ diyecek kadar özgür ve çağının ilerisindeki cesur kadın…” “Suat Derviş hayatının hangi döneminde solcu olmuştu? Galiba hep öyleydi!” Liz Behmoaras’ın, Suat Derviş’i anlatan biyografik kitabından.

Başını eğmeyen kadın” demişti Nâzım Hikmet onun için…

“Suat Derviş’in henüz toplumculukla tanışmadığı yıllarda yazdığı bu romanda yazarın ileride yazacağı romanları duyuran bir yan var: Roman bir “tez”i eksen almakla birlikte, açık ya da örtülü bir aşk ilişkisi içinde tanıdığımız kahramanlar alabildiğine canlı. Kahramanların romanın tezini mutlak biçimde desteklemelerine engel olan öznellikleri onları canlı kılıyor, romanı da klasik “tezli” romanlardan ayırıyor.” (Behçet Çelik)

“Suat Derviş, kişisel özelliği olan ‘baş eğmezliğini’ Fosforlu Cevriye’de romanlaştırdı. İnsan onurunun en kötü koşullarda bile güvenilir kalan yanını gösterdi. Bu roman, onu tanımak için biri olanak.” (Sennur Sezer)

Kara Kitap (1920), Ne Bir Ses Ne Bir Nefes (1923), Hiçbiri (1923), Ahmet Ferdi (1923), Behire’nin Talipleri (1923), Fatma’nın Günahı (1924), Ben mi? (1924), Buhran Gecesi (1924), Gönül Gibi (1928), Emine (1934), Hiç (1939), Çılgın Gibi (1945), Fosforlu Cevriye (1968), Ankara Mahpusu (1968), Aksaray’dan Bir Perihan (Y.Dizisi, 1962, 1997).

Oğuz Aral

Dünya tarihinde en fazla satan üçüncü mizah dergisi, Gırgır dergisinin kurucusudur. Yazar, karikatürist, pandomimci ve çizgi film yapımcısı. 

Oğuz Aral (1936 Silivri – 26 Temmuz 2004, Bodrum)

Oğuz Aral, İstanbul Silivri’de 1936 yılında doğmuştur. Davutpaşa Lisesi’nini ardından girdiği İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisi ‘nin üçüncü sınıfından ayrılmıştır. 1950’den sonra çeşitli dergi ve gazetelerde karikatür çizmiştir.

Anadolu’nun çeşitli yerlerinde pandomim gösterileri sergileyen Aral, Koca Yusuf (1966), Direkler Arası (1967), Bu Şehri İstanbul (1968), Ağustos Böceği ile Karınca (1971) adında çizgi filmleriyle de Türk çizgi film sektöründe önemli bir yere sahiptir.

Gırgır mizah dergisinin kurucusu ve yöneticisi olan Aral, Gırgır dergisinin tirajını 500 bin adedin üzerine çıkararak, dünyanın üçüncü büyük güldürü dergisi durumuna getirmiştir. Gırgır dergisinin Kasım 1989’da Simavi ailesi tarafından Ertuğrul Akbay’a satılmasından sonra Aral, Avni dergisini çıkarmaya başladı.

Avanak Avni tiplemesinin yaratıcısı Oğuz Aral’ dır

Hayk Mammer, Köstebek Hüsnü, Utanmaz Adam ve Vites Mahmut gibi tiplemeleriyle de tanınıyordu.

Güncel, halkın anlayabileceği, basit bir karikatür anlayışına önem veren Aral, kendi mizahi görüşünde ve doğrultusunda birçok karikatürist yetiştirmiştir.

Karikatürleri ve ‘Huysuz İhtiyar’ başlığı altında yazıları ölümüne kadar Hürriyet gazetesinde yayınlanan Aral’ın, tiyatro, müzik ve sinema konularında da çalışmaları var.

26 Temmuz 2004’te Muğla’nın Bodrum ilçesinde kalp krizi sonucu öldü.

Ölümünün 1. yıl dönümünde anısına (26 Temmuz 2005) başta Oğuz Aral’ın karikatür sanatında öğrencisi Bahadır Baruter’in katkılarıyla İstanbul Cihangir parkına heykeli dikildi. Heykel 2007 yılında benzin dökülüp ateşe verilmiş olmasına rağmen tekrar onarıldı. Ancak Şubat 2008’de gerçekleştirilen ikinci saldırı sonucu heykel parçalara ayrılmıştır. Heykelin yapımcısı Bahadır Baruter ancak parkın güvenliğinin sağlanması halinde parçalanan heykelin yerine yenisinin yapılmasının planlanabileceğini söylemiştir.

Oğuz Aral, karikatürist Tekin Aral’ın ağabeyidir. İki evlilik yapmıştır: Sevil Aral ve Tolga Tiğin.

Oğuz Aral, 1936 yılında, Silivri’de dünyaya geldi. Kendisi gibi sanatçı olan kardeşleri karikatürist Tekin Aral ve yazar İnci Aral’la beraber büyüdü. Davutpaşa Lisesi’nden mezun olduktan sonra, İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisi’ne başladı fakat eğitimini yarıda bıraktı.

İlk karikatürünü 1950 yılında, 14 yaşındayken yayınlatan Aral, o tarihten sonra çeşitli dergi ve gazetelerde karikatür çizmeye başladı. 17 yaşına geldiğinde dönemin en büyük ve en uzun süreli yayın yapan mizah dergisi olan Akbaba’da profesyonel olarak çalışmaya başlamıştı.

İlk sevliliğini Sevil hanım ile yapan Oğuz Aral, ikinci ve son evliliğini Tolga Tiğin ile yaptı, çiftin beraberliği Oğuz Aral’ın vefatına kadar devam etti.

Gırgır dergisini çıkartmadan önce uzun süre pandomim (sessiz tiyatro) gösterileri yapan Aral, ülkenin pek çok yerinde turnelere çıktı. Trt’de yayınlanan çizgi filmler de hazırlayan usta sanatçı ayrıca Türkiye’nin ilk canlı karikatür stüdyosunu kurdu ve burada reklam filmleri yaptı.

Kardeşi Tekin Aral ile birlikte çıkarttıkları Gırgır dergisi, zaman zaman 1.000.000’a ulaşan haftalık tirajı ile dünyanın en çok satan üçüncü mizah dergisi oldu. Siyasi, ekonomik, sosyo-politik eleştiriler içeren ve halkın üzerinde büyük bir etkisi olan Gırgır’ın yönetimi 1989 yılında Aral’ın elinden zorla alındı. Hasan Kaçan, Latif Demir, Mehmet Çağçağ, Metin Üstündağ, Gani Müjde gibi onlarca ünlü karikatürist ve yazar, Oğuz Aral’ın yönetimindeki Gırgır dergisinde yetişti.

1990 yılında, Gırgır’ın zorla elinden alınmasını takiben Avni dergisini kurdu. Sevilen karakteri Avanak Avni’nin adıyla kurulan bu dergi, 1996 yılına kadar yayın hayatını sürdürdü. Derginin kapanmasının ardından Hürriyet Gazetesi’ne geçen Aral, vefatına kadar karikatür ve yazılarını bu gazetede yayınladı.
Çalışma hayatındaki titizliği ile bilinen ünlü karikatürist, beğenmediği işleri tekrar çizdirir, çalışanlarına karşı tatlı-sert bir tutum içinde davranırdı. Çalıştığı dergilere yollanan amatör karikatürleri tek tek inceler, yayınlanmaya uygun bulduklarına mutlaka telif hakkını öderdi.

Titiz ve ısrarlı çalışmaları, uzun iş saatleri, çay, kahve, sigara ve rakıya olan aşırı düşkünlüğü, zaten yaşı ilerlemiş olan Aral’ın sağlık durumunu gittikçe kötüleştirmekteydi. Bozulan sağlık durumunu düzeltmek için pek çok ameliyat geçirdi; fakat günlük alışkanlıklarından da vazgeçmedi. Bodrum’da tatil yaparken rahatsızlanan Aral, 26 Temmuz 2004 tarihinde vefat etti.

Lakabı olan “Huysuz İhtiyar”‘ı kendisi koymuş olan Oğuz Aral’ın “gereksiz taramalardan kaçın” sözü, yetiştirdiği her usta tarafından kendi öğrencilerine aktarılmaktadır. Yetiştirdiği mizahçılar ve çalışma arkadaşları tarafından 2005 yılında Cihangir Parkı’na dikilen heykeli, daha sonra iki defa saldırıya uğramış, her seferinde tekrar yapılarak yerine konulmuştur. En son 2008 şubatında gerçekleşen üçüncü saldırıdan sonra heykel onarılamayacak duruma gelmiş, yerine yenisinin konulmasına karar verilmiştir.

Ünlü Karikatür Tipleri; Avanak Avni, Vites Mahmut, Utanmaz Adam, Mayk Hammer.

Çıkarttığı Mizah Dergileri; Gırgır, Avni

Yönetmenliğini Yaptığı Tiyatro Oyunları; Bir Garip Orhan Veli (1981), Huysuz İhtiyar (2001), Keşanlı Ali Destanı (1994).

Yarattığı Çizgifilmler; Koca Yusuf, Direkler Arası, Ağustos Böceği ile Karınca.

Monika Ertl, Che’nin İntikamını Alan Kadın

Che Ernesto Guevara 9 Ekim 1967 yılında Bolivya ordusu tarafından yakalanılarak infaz edilmişti. Öldürüldükten sonra Che’nin elleri kesilmişti ve bu olaydan doğrudan sorumlu olan kişi ise Bolivya ordusunda görevli olan Roberto Quintanilla Pereira’ydı. O dönem bir çok kişi bunun intikamını almak istiyordu. Bunu yapan kişi ise Monice Ertl oldu.

Bolivya halkına yaşamını adayan, Alman devrimci Monika Ertl ölümü göze alarak, Che ve İnti’nin intikamının alınacağı günün yaklaştığını aslında yazdığı şiirle ilan etmiş oluyordu. Artık beklemenin bir anlamı yoktu. Halk düşmanları kendilerini hiçbir yerde güvende hissetmemeliydi. Bunun tüm dünyaya bir kez daha ilan edilmesi gerekiyordu. Çok sevdiği Inti Peredo’nun sevecen gözleri aklına geldi. Bolivya toplama kamplarında katledilen, işkenceden geçirilen, tecavüze uğrayan, yoldaşlarını düşündü. Ve o an, Che’nin Bolivya dağlarında katledildikten sonra, ispat olsun diye kesilen elleri aklına geldi. Che’nin cansız bedenine yapılan saygısızlık öfkesini daha da artırdı…
Bütün bunlar gözlerinin önünde bir film şeridi gibi akarken, üç kurşun yedikten sonra ağır yaralı olarak geri düşen Quintanilla’nın uğursuz silüyetini gördü.
‘Quintanilla,Quintanilla sen ne kadar aciz birisin, sen de çok iyi biliyorsun ki, Inti asla ölmedi… Sana Çhe’nin, Inti’nin… ve Bolivya için toprağa düşen tüm devrimcilerin selamını getirdim… Ya özgürlük, ya ölüm!… Diye çınlayan sesler Bolivya halkına sonsuz bir umut veriyordu…

Almanya, Hamburg’da, 1 Nisan 1971 sabah 09.40. Derin gök mavisi gözleriyle güzel ve zarif bir kadın Bolivya konsolosluğuna girer ve hizmet için sabırla bekler. Kabul edilmeyi beklerken, ofisi süsleyen tablolara kayıtsızca bakar. Şık koyu renk yünlü bir takım elbise giyen Bolivya konsolosu Roberto Quintanilla, ofisine girer ve günler öncesinden röportaj talep eden, Avustralyalı olduğunu iddia eden, bu kadının güzelliğinden etkilenerek onu selamlar.

Kısacık bir an için, her ikisi yüz yüze gelir. İntikam, bu çok çekici kadının yüzünde somutlaşır. Güzel hayat dolu kadın, doğrudan gözlerinin içine bakar ve konuşmaksızın bir silah çeker, üç el ateş eder. Ne direnme, ne karşı koyma, ne de mücadele olur. Vuruş hedefe ulaşır. Kaçarken bir peruk, çantasını, Colt Cobra 38 Special (silah; ç.n) ve “Ya zafer ya ölüm – ELN” yazılı bir kâğıt parçasını ardında bırakır.

Kim bu cesur kadın ve neden “Toto” Quintanilla öldürüldü?

Guevarist milisler içinde kendine, Quechua ve Aymara dilinde, kız- kız arkadaş,- sevgili ya da yerli genç kız, (şimdi Bolivya’da bir hakaret kabul edilen) anlamlarına gelen “İmilla” denilen bir kadın vardı. Gerçek adı: Mónica (Monika) Ertl. Doğuştan Alman, dünya sol’u tarafından en nefret edilen kişi Roberto Quintanilla Pereira’yı öldürmek amacıyla, kaybın (Che’nin) yaşandığı Bolivya’dan yedi bin millik bir yolculuk yapar.

O, o tarihten itibaren, dünyanın en çok aranan kadını olur. Amerika genelinde gazetelerin ana sayfalarını tekeline alır. Onun nedenleri ve kökenleri nelerdir?

Biz Monica’nın, evrensel tarihinin en kanlı ve en büyük silahlı çatışması, İkinci Dünya Savaşı sona erdiğinde Nazi rejiminin üyelerinin Güney Amerika’ya kaçışını kolaylaştıran “farelerin yolu” olarak bilinen yoldan Hans Ertl -babası- ile Bolivya’ya gelişi olan 3 Mart 1950 tarihine gidelim. Monica’nın hikayesi Jürgen Schreiber araştırması sayesinde büyük geçişlerle anlatılabilir. Pek çok duygu ve karakter içeren bu sürükleyici tarihi, sizlere sadece bir fırça darbesiyle sunuyorum.

Hans Ertl (Almanya, 1908 – Bolivia, 2000) dağcı, sualtı yenilikçi teknikler kâşifi, yazar, kâşif, hayalleri gerçekleştirici, çiftçi, ideoloji dönüştürücü, film yapımcısı, antropolog ve amatör etnograftır. Nazileri öven yönetmen Leni Reifenstal başkanlığında, 1936 Berlin Olimpiyat Oyunları Katılımcılarının Atletik Becerileri, Vücut Estetiği ve Majesteleri filimlerini çektiğinde, Sosyalist Alman İşçi Partisi liderlerini tasvir ederek çok çabuk şöhret elde eder. Ancak, her ne kadar Führer’in resmi ressamı Heinrich Hoffman’ın savunma filosu olsa da, “Adolf Hitler’in fotoğrafçısı” olarak, tarihte tanınmama gibi talihsizliğe düşer. Bazı kaynaklar Hans’ın, Afrika-Tobruk yoluyla yapacakları yolculuklarında, “Çöl Tilkisi” lakaplı Erwin Rommel’in, ünlü Mareşal alayının eylem alanlarını belgelemek için atandığını ileri sürerler.

İlginç bir bilgi; Hans, Nazi partisi üyesi değil, fakat savaştan nefret etmesine rağmen Aryan zarafeti ve eski kahramanlıklarının sembolü olarak, Alman ordusu için Hugo Boss tarafından tasarlanan ceketi gururla taşır. Kendisine “Nazi” denmesinden nefret eder, onların ve Yahudilerin aleyhinde herhangi bir davranışı olmaz. *Schutzstaffel’in başka bir kurbanı olması ironik. İkinci Dünya Savaşı’nın bitişinde Üçüncü Reich çökünce liderler, çalışanlar ve Nazi rejiminin ortakları, koşulsuz ABD desteği ve kendi hükümetlerinin onayı ile iki Amerika kıtası da dâhil olmak üzere çeşitli ülkelere sığınarak Avrupa adaletinden kaçarlar. Çok huzurlu bir insan ve hiç düşmanı olmadığı söylenir, ailesiyle birlikte ayrılıncaya kadar, statüsü için ikincil derecede görevlerde bir süre çalışarak Almanya’da kalmayı tercih eder. İlk önce Şili’ye gider ve diğer projelerden önce, Robinson belgeselinin yapıldığı (1950) “büyüleyici kayıp cennet”, Juan Fernandez takımadalarında kalır.

Uzun bir yolculuktan sonra, Ertl 1950 yılında Santa Cruz (Bolivya) şehir merkezine 100 kilometre uzaklıkta olan Chiquitania’ya yerleşir. Brezilya-Bolivya arasında yoğun ve karmaşık bitki örtüsüne sahip, XV yüzyılda fethedilen, müreffeh ve bakir topraklara yerleşmek için oraya kadar gelir. 3.000 hektarlık bir mülkiyet edinir, yerli malzeme ve kendi elleriyle inşa ettiği, “La Dolorida” adlı çiftliği, onun son günlerine kadar evi olur.

Bilim adamları ve kaşifler tarafından dağın serserisi, diye bilinen adıyla, karısı ve kızlarıyla yeni bir hayata başladığında Bolivya’nın büyülü çevresini, her şeyi algılayan objektifiyle yakalar ve vizyon çözmeye hevesiyle ezici doğası gereği omuzunda geçmişiyle dolaşır. En büyük çocuğunun adı Mónica idi, sürgüne çıktığı zaman 15 yaşındaydı ve onun hikâyesi burada başlıyordu…

Mónica, çocukluğunu Almanya’da Nazizm’in kargaşa ortamında geçirir. Bolivya’ya göç ettiği zaman babasının sanatını öğrenir ve bu onun daha sonra Bolivyalı belgesel yapımcısı Jorge Ruiz ile çalışmasına yol açar. Hans Bolivya’da birkaç film yapar (Paititi ve Hito Hito) ve fotoğraf tutkusunu Mónica’ya aşılar. Elbette, onun, yedinci sanatın tarihinde, belgesel film yapımcıları arasında kadınların öncüsü olduğunu kolaylıkla iddia edebiliriz.

Mónica, ırkçı ve çok kapalı bir çevrede büyür, bu çevrede babası ve onun severek “Klaus Amca (El tío Klaus)” demeye alışık olduğu başka bir uğursuz karakter sivrilir. Bir Alman işadamı (1913-1991), (Klaus Barbie takma adı) ve Fransa – Lyon’da eski Gestapo şefi, daha çok “Lyon Kasabı” olarak bilinir.

Klaus Barbie, Ertl ailesi ile ilgilenmeden önce soyadını “Altmann” olarak değiştirir. Bu adam La Paz’daki şahsiyetlerin dar çevresinde yeterince güven kazanır ve onu bu çevreye tanıtan Monica’nın babası olur, hatta bir Alman Yahudi vatandaşı olarak Bolivya’da ilk işini bulur, Güney Amerika diktatörlüklerine danışmanlık yaptığı söylenir.

Tarihin bu ünlü kadın kahramanı, La Paz’da diğer bir Alman ile evlenir ve kuzey Şili’deki bakır madenlerinde yaşar; ancak on yıl sonra evliliği başarısız olur ve o ulvi amaçları destekleyen aktif bir politikacıya dönüşür. O, yaşlı işkenceci Nazi kurtları ile çevrili uç bir dünyada yaşardı. Rahatsız edici herhangi bir gösterge ona tuhaf gelmezdi. Ancak, Bolivya ormanlarında Arjantinli gerilla Ernesto Che Guevara’nın öldürülmesinin (Ekim 1967), onun idealleri ve onun son hamlesi için bir anlamı vardır. Mónica – kız kardeşi Beatrice göre – “Che’ye bir Tanrı gibi tapıyordu.”

Bunu takiben, baba-kız ilişkisi, birleşimi nedeniyle zora girer: bu fanatizm yıkıcı bir ruha bağlı; gayretli, mücadeleci, idealist, tutumu üreten muhtemelen tetikleyici faktörler. Babası için çok büyük sürpriz olur ve hiç istemeksizin onu çiflikten dışarı atar. Belki de bu meydan okuma, Güney Amerika’da solcuların dolaylı destekçisi ve işbirlikçisi olmak için 60′lı yıllar onda belli bir ideolojik başkalaşım üretmişti.

“Mónica onun en sevdiği kızıydı. Babam bize karşı çok soğuktu ve o, sevdiği tek kişi gibi görünüyordu. Babam bir tecavüz sonucu dünyaya geldi. Büyükannem ona asla sevgi göstermedi ve onu sonsuza kadar damgaladı.” Beatriz (burada) BBC News için verdiği bir röportajda bunları söyler. Altmışlı yılların sonlarında Che Guevara‘nın ölümüyle her şey değişir. Mónica kökleri ile bağını koparır ve sosyal eşitsizlik nedeniyle kahramanının hayattayken yaptığı gibi, doğrudan milislere katılmak için Ñancahuazú** gerilla koluna iştirak ederek ciddi bir dönüş yapar.

Mónica, Bolivya tepelerinde bir mülteci kampında “devrimci Imilla’ya” dönüşmek için objektife tutkulu o kız olmayı terk eder. Üyelerinin çoğunun yeryüzünden yok edildikleri gibi, onun acısı, ELN için önemli bir faaliyete dönüşen adalet talebi uğruna güce dönüşür. Kampta kaldığı dört yıl boyunca, babasına sadece yılda bir kez yazar; “Beni merak etmeyin… Ben iyiyim”. Maalesef, onu bir daha hiç göremez; ölü ya da diri.

Böylece, 1971 yılında Atlantik’i geçerek memleketi Almanya’ya döner ve Hamburg’da, Bolivya konsolosu Albay Roberto Quintanilla Pereira’yı şahsen öldürür, Guevara’ya yapılan son hakaretten doğrudan sorumlu olması nedeniyle: Higuera’da kurşuna dizildikten sonra, ellerinin kesilmesi. Bu saygısızlık (desecration; ç-n) ile kendi ölüm fermanını onaylar. Ve olaydan sonra, sadık “İmilla” kendine yüksek riskli önemli bir görev önerir: Che Guevara’nın intikamını almaya yemin eder.

O, bu amacını gerçekleştirdikten sonra, ülkelere ve denizlere genişleyen bir av başlar. Mónica, bazı güvenilir kaynaklara göre onun hain “amcası” Klaus Barbie’nin ileri sürdüğü, bir pusuda, 1973 yılında toprağa düşer, sadece ölüsü bulunur.

Onun ölümünden sonra, Hans Erlt Bolivya’da belgesel filimler çekerek yaşamaya devam eder, İspanya ve Bolivya’da bulunan bazı kurumların yardımıyla bir müzeye dönüştürülen kendi çiftliğinde 92 yaşında (2000 yılında) ölür. Son yıllarındaki sadık arkadaşı eski Alman askeri ceket ile birlikte buraya gömülür. Mezarı iki çam ağacı ve memleketi Bavyera toprağı arasında durur, onu hazırlamayı bizzat kendisi üstlenir ve kızı Heidi isteklerini gerçekleştirir.

Hans, Reuters’e verdiği bir röportajda şöyle der: “Ülkeme geri dönmek istemiyorum. İstiyorum, hatta ölü, benim olan bu toprakta olmak.”

La Paz bölgesindeki bir mezarlıkta, Mónica Ertl’ın kalıntılarının “sembolik olarak” dinlendiği söylenir. Aslında, hiçbir zaman onu babasına teslim etmediler. Onun talepleri, olaydan sonra yetkililer tarafından göz ardı edilir. Bunlar (böylesi özel kişiler; ç-n) Bolivya ülkesinin bilinmeyen bir yerine bırakılırlar. Bunlar, haçsız, isimsiz, rahibin kutsaması olmaksızın, toplu bir mezara defnedilirler.

Bu kadının hayatının bir kısmı, o yıllarda ki faşist sağın söylemiyle, “komünizmin” ve böylece Avrupa’da “terörün” kol gezdiği, bir dönemde geçti. Birileri için onun adı görevini gerçekleştiren cesur bir kadın, başkaları için gerilla, katil, belki de terörist olarak bellek bahçelerinde takılı kadı. Bence bu, kendi zamanının ütopyaları için savaşan bir devrimin kadınsı tarafıdır ve bunun ışığında gözlerimiz bizi bir kez daha şu ifade üzerinde düşünmeye zorluyor:

“Bir kadının değerini asla küçümsemeyin.”


*Schutzstaffel: Nazi partisinin özel polis gücü.
**Ñancahuazú: Bolivya güneydoğusunda yer alan bir dağ nehri.

Fikri Sönmez (Terzi Fikri)

Fatsa’nın devrimci belediye başkanı Fikri Sönmez, 1938 yılının yaz mevsiminde, Gürcü bir ailenin ilk erkek çocuğu olarak dünyaya gelir. Gürcüce adı ‘Golomanidzeler’ olan bir sülaleden gelen Fikri Sönmez, 7 yaşında Fatsa Dumlupınar İlkokulu’nu bitirdikten sonra, Fatsa’nın en iyi terzisi Nazım Usta’nın yanına çırak olarak girer ve kalfa olana kadar çalışdı.

60’lı yılların ortalarında TİP’e üye oldu ve partide aktif olarak görev aldı. Dev-Genç saflarında 6. Filo’ya karşı düzenlenen gösterilere katıldı. 1970 ortalarında sol içinde ortaya çıkan yeni saflaşmalarda Mahir Çayan’ın görüşlerine katılarak THKP-C tarafında yer aldı. 1971-1972 yıllarında Mahir Çayan ve arkadaşlarının Maltepe Askeri Cezaevi’nden kaçışlarından sonra, Karadeniz Bölgesi’ne geçmelerinde ve bu bölgedeki ilişkilerinde ve eylemlerinde yardımcı olduğu gerekçesiyle THKP-C Davası’nın diğer sanıklarıyla birlikte 2 yıl kadar tutuklu olarak yargılandı ve 1974 affıyla tahliye oldu. Giresun, Ordu, Samsun bölgelerinde aktif faaliyet yürüttüğü sırada Devrimci Yol üyesiydi.

Fikri Sönmez (1938, Fatsa – 4 Mayıs 1985, Amasya), Ordu’nun Fatsa ilçesinin belediye başkanlarından. Fatsa’da sosyalist bir yönetim kurduğu gerekçesiyle, 12 Eylül askeri darbesine giden süreçte yapılan bir askeri operasyonla görevinden alınmış, 4 Mayıs 1985 günü cezaevinde geçirdiği kalp krizi sonucu yaşamını yitirdi.

1978 yılından itibaren sol gruplar Fatsa’da etkinliklerini artırdı. 1979 yılında belediye başkanı Nazmiye Komitoğlu’nun vefatı nedeniyle yapılan ara seçimde Sönmez, bağımsız belediye başkan adayı oldu ve 14 Ekim 1979’da seçimi kazandı. Seçildikten sonra Fatsa’yı özelliklerine göre 11 bölgeye ayırarak halk komitelerini oluşturdu ve iki ayda bir yapılan halk toplantılarıyla halkın belediye yönetimine katkıda bulunmasını sağladı. Bu komitelerin üyeleri bu toplantılarda belediye çalışmalarını denetler, gerekirse komite üyelerini görevlerinden alırlardı.

Komitelerde belediye faaliyetlerinden başka içki, kumar sorunları, kadına şiddet gibi diğer konular da ele alınmaya başlandı ve bu sorunların geriletilmesinde önemli mesafe kat edildi. Bu komitelerin gerçekleştirdiği önemli çalışmalardan biri de “Çamura Son” kampanyası idi. Bu ve benzeri projelerle bölge halkı belediye çalışmalarına ortak edildi ve halkta sosyal sorumluluk duygusu gelişti. Kampanyanın ardından bir de Fatsa Halk Şenliği düzenlendi. İlçe kısa bir süre içinde sosyalist solun simgesi olurken sağcı basın organları ve politikacılar tarafından da eleştirilere hedef oldu.

11 Temmuz 1980’de ilçeye “nokta operasyonu” diye tabir edilen bir askeri operasyon düzenlendi. Operasyondan önce Fatsa AP, CHP ve MSP ilçe başkanlarının yaptıkları “Fatsa’da komünist işgal yoktur. Fatsa’da ateş ile barut yok, böylesine huzurlu bir yerde olay çıkartmayı istemek niye?” açıklamaları bile operasyonu durdurmaya yetmedi. 11 Temmuz günü gözaltına alınan Fikri Sönmez, cezaevinde işkence gördü ve 4 Mayıs 1985 günü cezaevinde geçirdiği kalp krizi sonucu yaşamını yitirdi.

Sönmez’in çalışmaları, bir sosyalist yerel yönetim deneyimi olarak görüldü ve yerli ve yabancı birçok araştırmaya da konu oldu.

Terzi Fikri ve Yoldaşlarının Bıraktıkları:

Günlerden 4 Mayıs… Fikri Sönmez’in, nam-ı diğer Terzi Fikri’nin işkenceler neticesinde kalbinin bu yükü daha fazla kaldıramadığı 4 Mayıs 1985’in 29. yıldönümü. Aradan geçen 29 yıla rağmen Fatsa’da adı dilden düşürülmeyen, halk arasında efsaneleşen, sol geleneğin baş tacı Fikri Sönmez, pratiğin cisim bulmuş hali.

Ordu-Fatsa’nın Kabakdağı köyünde 1938’de dünyaya gelir. Ailesinin maddi durumu iyi olmadığı için küçük yaşlarda çalışmaya başlayan Fikri Sönmez, ailesi ta-rafından bir terzinin yanına çırak olarak verilir. Daha sonra yaşamını terzilik yaparak kazanır. Bu nedenle “Terzi Fikri” diye anılır. Aslında “terzi” ön adını, bu adla onu hakir göstermeye çalışan milliyetçi-statü-kocu-muhafazakar sermaye yalakçıları kullanır ilk. Ancak, Fikri Sönmez terziliğinden gocunmak şöyle dursun, gurur duyar. Onlara cevaben;

“…açıklamak isterim ki, ben otuz yıla yakın geçimi-mi terzilik mesleğimle sağlamaktayım. Bana terzi olarak hitap edilmesi beni küçültmez, aksine yücel-tir. Ben adı geçen (Tercüman) gazetenin yöneticileri gibi ülkemde Amerikan emperyalizminin borazan-lığını yapıp da onlara kiralanmadım. Bu gazetenin terzilik mesleğini ve terzileri küçük görmesi, şah-sımda ülkemde tüm sanatkarlara, alın teri ve göz nuru döken milyonlarca emekçiye bir hakarettir…” demiştir.

1960’lı yılların ortalarında Türkiye İşçi Partisi’ne (TİP) üye olur. Böylece emek-sermaye çelişkisinde emek-ten-emekçiden yana belirler safını. Bu yıllarda özellik-le Karedeniz bölgesinde emekçilerin hak mücadelesi-nin neferi olmuştur. 1972 yılında ‘düzenin adamları’ onu halkın çıkarlarını savunmakla suçlayarak yargılar. 20 ay tutuklu kaldıktan sonra tahliye edilir.

1979 yılında Fatsa belediye başkanının hayatını kay-betmesi üzerine yeni belediye başkanı için seçim kararı alınır. O dönemlerde Karadeniz bölgesinde ol-dukça etkin olan solun desteğini alan Fikri Sönmez, belediye başkanlığı seçimlerinde bağımsız olarak adaylığını açıklar. Onun kazanacağını anlayan faşist-ler iki kez suikast düzenlerler. Bunlardan birinde de onu bacağından yaralarlar. Ancak tüm bu baskılardan yılacak, halkıyla beraber çıktığı yoldan dönecek ka-rakterde değildir O. Fatsa halkının %60 gibi büyük bir kısmının oyunu alarak Belediye Başkanı seçilir. Bun-dan sonra 8 ay sürecek belediye başkanlığı dönemi başlar. Bu kısacık zaman diliminde ‘halk için halkla beraber yaptıkları’ faşistlerin, feodal ağababalarının, halkın kanını emen karaborsacıların, fırsat düşkünü tefecilerin, kapitalist sömürgenlerin ve onların kukla-ları durumundaki şarlatan devlet görevlilerinin korku-lu rüyası olmuştur.

Terzi Fikri’nin yoldaşlarıyla birlikte ilk yaptığı, 11 ma-helleden oluşan Fatsa’da, mahallelerin büyüklüğüne göre 5-7 kişi arasında değişen komiteleri kurarak, halkın yönetime doğrudan katılımı ve belediye icraat-larının denetlebilirliğini sağlamak olmuştur. Farklı ide-olojik grupları da temsil eden komite üyelerinin her biri, halkın yönetime yansıması anlayışıyla dıştalan-mamış, bilakis kucaklanmıştır. Belediye Meclisi’nin komiteler ile yaptığı tüm toplantılar mahalle hopar-lörlerinden isteyen herkesin duyabileceği şekilde yansıtılmış, tam anlamıyla şeffaf yönetimin ne oldu-ğu gösterilmiştir. O yıllarda 19.000 kişilik bir nüfusa sahip olan Fatsa’da ilçe sorunlarının konuşulduğu ve bu sorunların çözüme kavuşturulduğu toplantılara halktan 3500 kişilik aktif katılımlar sağlanarak toplum yönetime katılmış, belediye gerçek anlamda çözüm merkezi haline getirilmiştir.

Fikri Sönmez, yoldaşları ve tüm Fatsalılar halkın kendini nasıl yönetebileceğini;

‘Çamura Son’ kampanyası ile devletin ayırabileceği imkanlarla 4-5 yıl sürmesi planlanan yol yapımı işini, imece ile 5 günde bitirerek,

Karaborsacılık ve tefecilikle etkin bir şekilde müca-dele ederek,

Kültür sanat faaliyetleri kapsamında düzenlenen Fat-sa Şenlikleri’ne, tüm mahalle ve köylerden şenlik sü-resince 30 bin kişinin katılımını sağlayarak,

Türkiye’nin ilk çoçuk korosunu kurup, bu koronun Anadolu’nun her yerinde konser vermesini sağlayarak,

Ataerkil aile yapısını o dönemlerde tartışmaya açabi-lecek fikri olgunluğa erişerek,

Toplumun düşünen, tartışan sorgulayan ve üreten bir yapıya kavuşmasını sağlayarak göstermiştir.

O, arkadaşları ve tüm Fatsa halkı daha güzel bir dünyanın hayal değil, gerçek olduğunu yaşatarak göstermişlerdir.

İşte, halkın kendine yetebileceğini, tüm dünyanın Fatsa’dan hareketle yardımlaşma ve dayanışma ruhu içerisinde mutlu yarınlara yol alabileceğini gösteren bu güzel insanlar, egemen güçler tarafından düş-man ilan edilmiştir. Emperyalist güçlerin taşeronlu-ğunu yapan faşist devlet 12 Eylül’ün provasını, 12 Temmuz’da Fatsa’da yaptı. Aynı dönemde Çorum’da 50 kişiyi öldüren devlet iradesinin, huzura-umuda-dayanışmaya ve örgütlülüğe tehammülü yoktu. Devlet için tehlike büyüktü! Düşünen, sorgulayan, hakkını arayan, “biz de varız!” diyen toplum, belli çıkar grup-larının yuvalandığı devletin baş düşmanıydı. Bundan dolayı dönemin başbakanı Süleyman Demirel, kendi-sine Çorum olayları sorulduğunda; ‘Çorum’u bırakın Fatsa’ya bakın’ diyerek hedef göstermiştir Fatsa’daki halk iktidarını.

Ve geldiler… Tankları, tüfekleri, apoletleri ile geldiler. Dersim’de, Maraş’ta, Çorum’da yaptıklarını yapma-ya geldiler. Karşılarında halk vardı. Tüm benliğiyle inanmış bir halk… 19.000 nüfuslu Fatsa’da 10.000 kişi sorgudan geçti. 15-35 yaş arası herkes gözal-tına alındı. Yargılama kisvesi altında kurdukları çadır tiyatrolarında 1500 kişi yargılandı. 200 kişiye idam istendi. Fikri Sönmez mahkemede, ‘NE YAPTIYSAM HALKIMLA BERABER HALKIM İÇİN YAPTIM’ diyerek tüm suçlamaları reddetdi. Terzi Fikri’yi vatan hainliği ile suçlayanlara onun biçtiği söz, cuk oturmuştur ka-lıplarına. Şöyle demiştir Terzi Fikri cevaben;

“Beton duvarlara, demir parmaklıklara mecbur edildiğim için hiç ama hiç üzüntü duymuyorum. vatansever olduğumu bugün söylediğim gibi, yir-mibeş seneden bu yana her yerde söyledim. bunun için kavgalara girdim. İşkence gördüm, zindanlara atıldım. eğer bir ülkede vatan, İsviçre bankaların-da gizli hesap defterleri ve Amerikan Doları olarak görülüyor ve bu insanlar da yönetimi ellerinde bu-lunduruyorlarsa vatan için darağaçlarını omuzla-yanları elbette “vatan haini” ilan edeceklerdir.”

1980’de tutuklandıktan sonra sistematik olarak yapı-lan işkenceler sonucu sağlığı bozulan devrimci halk adamı Terzi Fikri, 1985 yılında kalp krizinden hayatını kaybetmiştir. Halkına inanan, göz mesafesi ile yerin-den, halkla beraber hakça bir yönetimin mümkün ol-duğunu ispat eden Fikri Sönmez ve yoldaşları daima umutla, özlemle ve inançla anılacaklardır.

Fikri Sönmez’in kişiliğinde vucut bulmuş devrimci ruhu öldüremediler, öldüremeyecekler… Onun naza-rında eşit, sınıfsız, sömürüsüz bir toplum için müca-dele verirken hayatını kaybetmiş tüm yoldaşlar şöyle seslenir Hızır Paşalara;

Ekilir ekin geliriz

Ezilir un geliriz

Bir gider bin geliriz

Beni vurmak kurtuluş mu

Pir Sultan Abdal

Dr. Hikmet Kıvılcımlı

Babası Priştine’de Posta Telgraf Müdürü Hüseyin Bey, annesi Münire Hanım’dır. 17 yaşında gönüllü olarak Türk Kurtuluş Savaşı’na katıldı, Yörük Ali Efe çetesinde Kuvâ-yi Milliye gönüllüsü oldu, Köyceğiz Kuvâ-yi Milliye Askerî Kumandanlığı görevinde bulundu. Liseyi Vefa Lisesi’nde okuduktan sonra sınavla İstanbul Tıp Fakültesi’ne girdi. Öğrencilik süresince direniş faaliyetlerini sürdürdü, Kurtuluş, Aydınlık gibi TKP yayınları yoluyla giderek komünist fikirlerle tanıştı ve 1920’lerin başında Türkiye Komünist Partisi (TKP) üyesi oldu. 1925’te TKP’nin Beşiktaş Akaretler’de gerçekleştirdiği 2. kongrede TKP Merkez Komitesi’ne seçildi. Merkez Komite içerisinde gençlik sorumlusu olarak görev aldı. Aynı yıl Aydınlık gazetesinde ilk yazıları yayımlanmaya başladı. 1925’ten hayatının sonuna kadar kadar sürekli kovuşturmalara, işkencelere maruz kaldı ve toplam 22,5 yıl hapis yattı.

1925 yılında Kürt ayaklanmaları ile çıkan Takrir-i Sükûn Kanunu’ndan sonra İstiklal Mahkemesi’nde yargılandı ve 10 yıl kürek cezası aldı. 1 yıl hapis yattıktan sonra çıkan afla serbest kaldı.

1927 yılında Vedat Nedim Tör ve Şevket Süreyya Aydemir’in partiden ayrılması ve Parti arşivini polise teslim etmesi ile diğer parti üyeleriyle birlikte tutuklandı. 3 ay tutuklu kaldı.

1929 yılında İsmail Bilen’in (Laz İsmail) İzmir Davası’ndaki provokasyonu nedeniyle 4,5 yıl yeni bir mahkûmiyet aldı.

1938 yılında Nâzım Hikmet’le birlikte yargılandığı Donanma Davası’nda 15 yıl hapis cezasına çarptırıldı, 12 yıl yattıktan sonra tahliye oldu. 1954 yılında legal Vatan Partisi’ni kurdu. 1965 yılında Tarihsel Maddecilik Yayınları’nı kurdu ve yönetti, Marx, Engels ve Lenin’in eserlerinden birçok çeviriler yaptı ve yayımladı, Das Kapital’in bir bölümünü çevirdi. 1967’de İşsizlik ve Pahalılıkla Savaş Derneği’ni (İPSD) kurdu.

İktisattan antropolojiye, Marksist düşüncenin tarihsel ve kuramsal gelişiminin açıklanmasına ve Türkiye’de bir işçi sınıfı devriminin strateji ve taktik sorunlarına kadar çeşitli konularda çok sayıda telif eseri ve Aydınlık, Türk Solu, (kendisinin kurduğu) Sosyalist, Ant gibi dergilerde makaleleri yayımlandı. En önemli eserleri olan Tarih Tezi kitabını 1965, Yol: TKP’nin Eleştirel Tarihi kitabını da 1932 yılında yayımladı. 1971 yılında ağır hasta olduğundan yoldaşları tarafından tedavi için yurt dışına çıkarıldı. 11 Ekim 1971’de Belgrad’da öldü.

Türkiye komünist hareketinin en çok hapis yatan, en çok eser veren düşünce ve eylem adamlarından Hikmet Kıvılcımlı, Osmanlı imparatorluğu Makedonyası’nın Priştine kasabasında 1902 yılında dünyaya geldi. babası, priştine’nin posta-telgraf müdürü Hüseyin bey, annesi Münire hanım’dır.

Balkan savaşından sonra; ailesinin ana tarafıyla birlikte, jandarma subayı dayısının yanına, kuşadasına göç etti. İlk ve orta öğrenimini kuşadası’nda yaptı. Lise öğrenimine muğla idadisi’nde başladı. Öğrenimini tamamlamadan okuldan ayrılarak, 1919’da kuvva-yı milliye hareketine katıldı. Yörük Ali Efe çetesine girdi. aydın cephesinde ve çine köprüsünde işgalci yunan kuvvetleriyle yapılan çatışmalara katıldı. Daha sonra Köyceğiz Kuvva-yı Milliye askeri komutanlığı’na atanarak cephe gerisinde hizmet gördü. ilk yazılarını, Muğla’da çıkan kuvva-yı milliye’nin yayın organı “Menteşe” gazetesinde yayınladı.

Kurtuluş savaşı’ndan sonra istanbul’a gelerek vefa lisesi’ne yazıldı. Dokuzuncu sınıftan sınavla haydarpaşa’daki istanbul tıp fakültesi’ne geçti. tıbbiyeyi askeri öğrenci olarak okudu.

Tıp öğrenciliği sırasında, kurtuluş ve aydınlık dergileri aracılığıyla sosyalizmle temasa geçerek devrimci faaliyete atıldı. Aydınlıkta takma adla yazılar yazdı.

1 Ocak 1925 tarihinde istanbul beşiktaş akaretler semtinde toplanan TKP’nin 2. kongresi’ne Aydınlık Grubu’ndan delege olarak katıldı. merkez komite üyeliğine seçildi. İcra komitesi’nde gençlik kolu başkanlığı görevini üstlendi. Aydınlık’ın “Özel Gençlik” sayısını çıkardı. Hareketin öteki yayın organları “Vazife” ve “Orak Çekiç”te yazıları görüldü.

Şubat 1925’de Şeyh Sait önderliğindeki Kürt ayaklanması dolayısıyla çıkarılan “takrir-i sükun” yasasına dayanılarak, mensubu olduğu hareketin yayın organlarının kapatılmasıyla başlayan geniş tutuklamada, çoğu kendisi gibi tıbbiye öğrencisi olan arkadaşlarıyla birlikte yakalandı. Ankara İstiklal Mahkemesi’nce 10 yıl kürek cezasına çarptırıldı ve askeri tıbbiyelik hakkı elinden alındı. Ertesi yıl çıkarılan afla tahliye oldu.

Kendisinin katılmadığı, 1926 mayıs’ında viyana’da yapılan TKP konferansı’nda alınan kararlara göre yeniden düzenlenen icra komitesi’nde tekrar “Türkiye Genç Komünistler Federasyonu Reisi” sıfatı verildi. yeraltında “Alev” ve “Bolşevik” dergilerini çıkardı.

1927 Tevkifatı’nda tekrar yakalandı. 3 Ay hapse mahkum oldu.

Tahliyesinden sonra; genel sekreter vedat Nedim Tör’ün ihanetiyle yapılan 1927 tevkifatı’ndan ağır bir yara alan parti’yi yeniden toparlayıp faaliyete geçiren merkez komite ve icra komitesi’nde görev aldı. 1928’de “Kıvılcım” dergisini çıkardı. Vedat Nedim’in provokasyonunun nispeten dışında kalan İzmir ve çevresi ağırlıklı gösterdikleri faaliyet 1929 mayısı’nda geniş bir tevkifatla sonuçlandı. Merkez Komite’den Hüsamettin (Özdoğu) ve Laz İsmail (Marat)’le birlikte İstanbul’da yakalandı. İstanbul Emniyet Müdürlüğü 1.Şube Komünist masası polislerince yapılan ilk soruşturmada ağır işkencelere karşı direnerek ne partide taşıdığı sıfatlarını ne de partili olduğunu kabul etti. Merkez komitesi üyesi arkadaşlarından Laz İsmail (Marat)’in kendisiyle ilgili suç atımlarını yüzleştirmede reddetti. 25 haziran 1929 tarihinde İzmir ağır ceza mahkemesi’nde 34 Komünist Partiliyle birlikte “taklib-i hükümet” ve “ameleden adamları mevkii iktidara getirmek istemek” suçlarından dava açıldı. Yargılama sonucunda 4 yıl 6 ay 15 gün ağır hapse mahkum edildi. Kararın okunmasından sonra yargı heyetine “Bu kadar süre kızıl bir profesör olmak için yeterli bir zamandır.” dediği rivayet edilir. Cezasının temyizce onaylanmasından sonra, bir kısım arkadaşları Diyarbakır cezaevi’ne, kendisi de 6 kişiyle Elazığ cezaevi’ne sürüldü.

Elazığ Cezaevi’nde yatarken Marksizm-Leninizm’i -kendi deyimiyle- “alfabesinden cebri âlâsına dek” öğrenmeye ağırlık verdi. Ayrıca, komünist hareket içinde geçirdiği ilk 10 yıllık teorik ve pratik deneyimi özümsemesi ışığında “yol” adını verdiği bir dizi inceleme kaleme aldı. İçinde bulunduğu merkez komitesi’ne “bir tartışma platformu yaratmak” umuduyla sunduğu -kendi yazdığına göre mk ‘ce de hasıraltı edilen- “Yol” çalışmasının kitapları şunlardı: “Genel Düşünceler, Partide Konaklar ve Konuklar, İhtiyat Kuvvet: Milliyet (şark), Taktik Ana Halkası: Legaliteyi İstismar, Parti ve Fraksiyon, Yakın Tarihten Birkaç Madde, Strateji Planı.”

Bu cezasının bitimine az bir süre kala Cumhuriyet’in 10. yılı dolayısıyla ilan edilen afla 1933 ekimi’nde hapisten çıktı. 1935’te “içerde kurallarını hazırladığı strateji planına uygun legalite taktiği uygulayarak” Parti’ye bir çığır açmak için “Marksizm Bibliyoteği” yayınevini kurdu.

1934-1937 yılları arasında bir yandan yayınları yüzünden hakkında kovuşturma yapılırken, bir yandan da yeraltındaki komünist ve işçi hareketiyle bağlantılı olarak işkenceli tutuklamalara uğradı. Her yılın 1 Mayıs arefesindeki birkaç günlük keyfi gözaltıların yanında; 1934 yılı aralık ayında aralarında eczacı Vasıf ve Selahi Hüsnü’nün de bulunduğu bir grupla “Komünist Tertip” iddiasıyla yargılandı. 1936 yılı sonunda Nazım Hikmet’in de içinde bulunduğu Endüstri Dokumacılar Cemiyeti kurucusu işçilerle birlikte tutuklandı. Dört ay sonra tahliye oldu ve beraat etti.

1938 yılı haziranı’nda donanmanın amirallik gemisi Yavuz Zırhlısındaki bazı erbaşların dolaplarında kitaplarının bulunması üzerine “donanma askerini isyana teşvik ve tahrik” suçlamasıyla 27 kişiyle birlikte yargılandı. Askeri mahkemenin yaptığı yargılama sonucunda 15 yıl ağır hapis cezasına mahkum edildi.

Yargılama sırasında “askeri isyana tahrik ve teşvik” iddiasının hiçbir delili olmadığını ileri sürünce; askeri savcının “biz Doktor Hikmet için delil arayacak kadar safdil değiliz.” dediği rivayet edilir. 1950 yılında ilan edilen af kanunuyla 12 yıl sonra hapisten çıktı.

1945 yılında “Vatan Partisi”ni kurdu. partinin yayın organı “Vatandaş” gazetesinde yazıları yayımlandı. 1957 yılının son günü parti yöneticilerinin tümüyle birlikte tutuklandı, parti kapatıldı. İlk sorgulamada ağır işkencelere uğradı. Harbiye Askeri Cezaevi’nin hücrelerinde ve Sultanahmet Cezaevi’nde 2,5 yıl hapis yattı. Sonunda beraat etti. Vatan Partisi de aklandı.

Demokrat Parti’nin iktidarını deviren 27 mayıs hareketinin başı orgeneral Cemal Gürsel’i Vatan Partisi başkanı sıfatıyla telgrafla kutladı. Ardından 2.Kuvva-yı Milliyeciliğimiz adıyla milli birlik komitesi’ne açık mektup yazdı ve “anayasa teklifi” sundu. bu davranışları sonraki yıllarda Türkiye solunun çeşitli kesimlerinden olumsuz tepkiler alarak eleştiriye uğradı.

1965 yılında “Tarihsel Maddecilik Yayınları”nı kurdu. 1967’de Sosyalist Gazetesininin yayımını 7. sayısından sonra sürdüremedi. 1968 yılı başında İşsizlik ve Pahalılıkla Savaş Derneği’nin kurucuları arasında yeraldı. 1970 yılının sonbaharında “Sosyalist” gazetesini tekrar çıkarmaya başladı.

Sosyalist’teki başyazılarında bir yandan 50 yıldır içinde bulunduğu komünist hareketin o andaki dağınıklığının ve çok başlılığının çözümüne parti’nin reorganizasyonu önerisiyle yaklaşırken; öte yandan da “Türkiye Toplumunun Özgünlüğü” doğrultusunda Türk Ordusunun -en son 27 mayıs örneğinde görüldüğü gibi- Klasik Marksist tanıma uymayan yapılanışıyla tekrar kalkışabileceği radikal hareketle işçi sınıfına ve politikasına geniş demokratik bir yol açabileceği umudunu beklediği bir taktiğe yöneldi.

Umut ettiği doğrultudaki organizasyon olan 9 Mart hareketi provoke edilerek 12 Mart muhtırası şekline bürününce, Nisan 1971 başlarında yeraltına inmek zorunda kaldı. 12 mart’ın faşist yüzü ortaya çıkıp 11 ilde “vatana ve cumhuriyete karşı kuvvetli ve eylemli bir kalkışma” iddiasıyla 26 nisan 1971’de sıkıyönetim ilan edilip ülke çapında devrimci avına çıkılmasıyla, aranmaya başlandı.

Uzun süredir çekmekte olduğu prostat kanseri hastalığının iyice azması ve yurtdışında yapılacak bir “şua tedavisiyle” iyileşebilme umudu ve mevcut erbaşların yargılandığı 83 sanıklı dava’ya dahil edilmesiyle tekrar 1938 donanma davası benzeri bir tuzağa düşmemek için mayıs sonlarında ülke dışına çıktı. Kıbrıs, Lübnan ve Suriye’den sonra Bulgaristan’a ulaştığında, 1951 tevkifatı’ndan sonra yurtiçinde dağıtılan TKP’nin yerine 1960’tan sonra sovyetler birliği’nin güdümünde yurtdışında örgütlenen TKP’nin başındaki Laz İsmail (Marat) ve Zeki Baştımar ikilisinin “yıllar önce TKP’den atıldı” iddiaları üzerine gerek Bulgaristan’dan gerekse Demokratik Almanya Cumhuriyeti’nden kovuldu. sonunda Yugoslavya’ya sığındı.

11 ekim 1971 tarihinde Belgrad Askeri Tıp Akademisi Hastanesi’nde öldü. Cenazesi Türkiye’ye getirilerek Topkapı mezarlığında toprağa verildi.

Ulrike Mainhof

Ulrike Mainhof 7.Ekim 1934 9. Mayıs 1976

Ulrike: Vicdanlı ama öfkeli.

Hayır, hayır Ulrike Meinhof, vicdansız biri asla değildi. Elbette Ulrike Meinhof, vicdanlı olduğu için sosyalizmi seçmişti ama vicdanlara seslenme ticareti yapmaya karşı olduğu için vicdansızlara karşı savaşmayı daha uygun buldu.

Alman Kızıl Ordu Fraksiyonu’nun (RAF) kurucu liderlerinden Ulrike Meinhof, 9 Mayıs 1976’da cezaevindeki tecrit hücresinde intihar süsü verilerek öldürüldü.

9 Mayıs 1975 günü Tübingen Üniversitesi adli tıp morguna bir kadın cesedi getirildi. Mallah adlı bir eski nazi profösörü bu alanda görevliydi. Evet. Mllah a aynı gün bir telefon geldi. Kendisinden ”cesedin dikkatlice incelenmesi” rica ediliyordu. Mallah bu mesajı aldığında ne yapacağını biliyordu. Geçmişte yahudilere dokunmaktan nefret eden bu faşist yine aynı duyguya kapıldı. Karşısında bir Yahudi yoktu, ama şimdi onun yerini tutacak bir ”komünist” bulunuyordu.

Ceset için ”intihar etti” açıklaması yapılmıştı. Mallah cesede bakar bakmaz onun intihardan ölmediğini hemen anladı. Adli tıbbın ”en saygın” ismi olarak otopsi raporunu şöyle düzenledi.

”Verilerden intihar ettiği anlaşılmaktadır.

”Evet. Rapor istenen şekildeydi ve basına da böyle açıklandı.Kimdi bu Ulrike Meinhof neyi simgeliyordu.

Ulrike, Federal almanya da tanınmış bir entellektüldi. Alman solunun sistem içinde erimesi ve dönemin olağanüstü koşulları Ulrikeyi Andreas Bader le ve öğrenci hareketinin içinden çıkan devrimcilerin bazı militanları ile bir araya getirdi.

Yeni bir hayatı örgütlemek için yola çıkan bu grup Uruguay da şiddeti estetize ederek kullanan Tupamaroların şehir gerillacılığını temel aldılar. Kendilerini Kızılordu Fraksiyonu-RAF olarak deklare ettiler. RAF, sanayi toplumuna ve her türlü tahakküm biçimine karşı emperyalist ”anayurtta”yakılan bir isyandı. Ulrike ve yoldaşları şehir gerillacılığı eylemleriyle savaşı emperyalist merkezlere de taşımayı hedefliyordu. ”mücadele etmek gerek” şiarıyla yola çıkan Ulrike ve RAF ”Savaşı evinize taşıyın” sloganıyla herkesi büyük bir enternasyonal kuruluşa davet ediyordu.

”Demokrasi afyonuna” karşı panzehirliydiler. Ve kapitalizmin kalbini sekteye uğratıyorlardı. Sistemin bütün öfkesini üzerlerine çekmeleri de uzun sürmedi. Önce bir sürek avı başlatıldı. RAF kollektifinin imhası amaçlanmıştı. Özellikle de Ulrike ve Andreas hedef seçilmişti. 15 Haziran gecesi Ulrike, Hannover de solcu bir sendikacı olan bir profesör ün evinde yakalandı. Ulrikeyi saklayan da ihbar eden de aynı profesördü. Tecrit devrimciler arasında etkisini gösteriyordu. Ulrike yi Ölüm hücrelerinde tutsak ettiler. Her tarafı beyaz ve kör edici bir ışığın bulunduğu tabutluklara konuldu.

”Beyaz işkence” olarak adlandırılan yöntemlerle görme duyusunun köreltilmesi, tam sessizlikle işitme duyusunun iflası, tat ve koku almanın ve dokunmanın felç edilmesi amaçlandı.

Ulrike ve yoldaşları bir devrimci olarak ”sol memelerinin altındaki cevahire” sıkıca sarıldılar. Onurlarını bayraklaştırdılar. Ve açlık grevleriyle hem birey olarak karşı durmanın hem de ortak vurmanın gücünü gösterdiler. Aklın karanlık delhizlerinde cesaretle dolaştı, ama yine de çıldırmadı. En rafine ruhsal çökertme yöntemlerini hayallerine sarılarak aştı. Tavanın, yerin, duvarın insanı kıskaca alan ”renksizliğini” yaşama sanatının üstatları olarak gökkuşağına çevirdi. Evet. Tecrit yalıtma, posalaştırma operasyonu Ulrike için sökmemişti. Burjuva demokrasisinin özünde diktatörlük olduğu ve bu diktatörlüğün Gestapo nun rahle-i tedrisinden geçtiği bütün çıplaklığıyla ortaya çıktı.

Sistemin elinde tek çıkar yolu kalıyordu : İmha etmek !9 Mayıs 1976 da bu operasyonun ilk adımı atıldı. RAF ın beyni ve kurucusu Ulrike Meinhof hücresinde katledildi. Alman yetkililer intihar etti açıklaması yapsa da bu açıklamanin hiç bir inandırıcılığı yoktu.

Ulrike Meinhof kimdir?

Ulrike Meinhof, 1934 yılında Oldenbug’da doğdu. Marburg ve Münster üniversitelerinde felsefe, pedagoji, sosyoloji ve Alman dili ve edebiyatı okudu. 1956’da yasaklanmasının ardından üye olduğu Almanya Komünist Partisi’nden 1964 yılında ayrıldı.

1959-1969 arasında konkret dergisinin yazar kadrosunda yer aldı. Hessischer Rundfunk için radyo haberleri ve röportajlar hazırladı, 1994 yılına dek sansüre takılan ve gösterilmesi yasaklanan Bambule adındaki televizyon oyunun senaryosunu kaleme aldı.

1970’te yeraltına geçerek şehir gerillası örgütü Kızıl Ordu Fraksiyonu’nun kurucuları ve önderleri arasında yer aldı. 1972’de yakalandı. Hücresinde asılarak öldürüldüğü 1976 yılına kadar Stammheim Cezaevi’nde tecrit koşullarında yaşadı.

Evet Ulrike Mainhof 7 Ekim 1934 de yani bundan 86 yıl önce doğmuştu. Anısına Saygıyla..

Sokak Protestolarından Direnişe

Evet, Ulrike öfkeliydi. Çünkü kapitalizm de, devlet de vicdanlı değil, öfkeliydi. Hem de çok öfkeli hem de dünya çapında… Biliyorsunuz işte, Ulrike’nin gençliğinde faşistler dünya çapında yenilmişti ama Almanya’da hala devlet kadrosundaydılar. ABD Vietnam’daydı… Antikomünizme “demokrasi”, kapitalist diktatörlüğe “özgürlük” deniyordu… Her yerde Süleyman Demireller, Kenan Evrenler, Nazlı Ilıcaklar, Nagehan Alçılar, Mehmet Barlaslar, Bülent Arınçlar, Abdullah Güller, Ertuğrul Özkökler, Muhsin Yazıcıoğulları, Mehmet Ağarlar vardı.

Ulrike Meinhof, tanınmış bir gazeteciydi. Ulrike Meinhof’un düzene karşı tepkisini netleştirdiği ilk yazısı 1968’de başyazar olduğu “konkret” dergisinde, Almanya 68 öğrenci lideri Rudi Dutschke’nin vurulması üzerine yayınlandı. Rudi Dutschke, 11 Nisan 1968 tarihinde silahlı saldırıda ağır yaralandı. Ulrike’nin düzen eleştirisinin dozunu artırdığı yazı aynı gün yayınlandı. Bu yazı daha sonra “radikal dönemin başı” olarak gösterilir. Yazının özünü aşağı yukarı şu cümleler oluşturur:

“Protesto, bu bana uymuyor, buna karşıyım demektir. Bana uymayan bir şeyin ortadan kalkması için uğraşıyorsam bu direniştir. Bu zamana kadar istemediklerimizi sokaklarda söyledik ama Rudi Dutschke’nin saldırıya uğramasını engelleyemedik. Çünkü gelenek ve göreneklerin tutsağı halindeydik. Şimdi şiddet ve direnişi düşünmek zorundayız… Bize yönelik bu silahlı saldırı gerçekleştiğinde, korkak liberalleri yanımıza çekmek mümkün olmadı. Eğlence sona erdi. Sokak eğlencesi zamanı geçti artık…” (Yeri gelmişken, Ulrike Meinhof’un konkret’te yazdığı yazılarından oluşan Protestodan Direnişe adlı kitap Levent Konca çevirisiyle yayınlandı.)

Ulrike’nin Düzenden Kopuşu ve RAF Yazıları

Ulrike, “sokak eğlencesi zamanı geçti, hadi öyleyse, evlere, bürolara parlamentoya” demedi. Aksine yine sokağı savundu. Sadece eğlencenin rengi değişiyordu. Meinhof, 14 Mayıs 1970’de, Frankfurt’ta bir AVM’yi yakmaktan ve bugünün parasıyla 3 milyon Euro zarar vermekten tutuklu bulunan Andreas Baader’in hapisten kaçırılmasında rol oynadı. Meinhof’un Baader’in kaçırılması eyleminde, sadece yardım etmesi planlanmıştı. Oysa Ulrike, Baader’in ardından camdan atladı ve illegal yaşama adım atmış oldu. Camdan atlayış, Hamburg’taki villadan da, Berlin’deki gazeteci yaşamından da kopuş oldu.

Ulrike, Andreas Baader ve diğer arkadaşları Thorwald Proll, Horst Söhnlein ve Gudrun Ensslin’i gazeteci olarak izlediği kundaklama eylemi duruşmalarında tanımıştı.

Elbette Ulrike’nin camdan atlamasıyla Alman basını nükleer savaş karşıtlığından kadın sorununa, sosyal demokrasinin acizliğinden, sarı sendikaların yangın söndürücülüğüne kadar düzeni teşhir eden güçlü bir yazarı kaybetti ama kısa süre içinde Ulrike, bir kamuoyu yoklamasında halkın yüzde 70’inin “evimde saklarım” dediği başka biri olarak döndü. Kızıl Ordu Fraksiyonu’nun (Rote Armee Fraktion – RAF) metin yazarı.

Yine hiç de komünist olmayan, hiç de teröre bulaşmamış Alman kadın rejisör Helma Sanders-Brahms şunları söylüyor:

“O, Almanya’nın savaş sonrası dönemde sahip olduğu en önemli ve aynı zamanda en iyi yazan gazeteciydi, hala öyle. Yazdıkları netlik ve keskinlik açısından bugün hala, onun analizleri, o yıllar hakkında okuyabileceklerinizin en iyisi. Metinleri o kadar yoğun ki, hayata geçirilmek için ısrar ediyorlar. Okuyanlara, adaletsizliğe karşı mücadelenin zorunlu olduğunun ve maddi açıdan olmasa da, en azından ahlaki olarak mücadele etmeye değdiğinin garantisini veriyorlar. Onu karşı taraf için tehlikeli yapan buydu.”

Helma Sanders-Brahms’tan daha iyi bilecek değiliz. Sanders-Brahms, 1968 Alman kadın hareketinin en önemli filmlerinden birini, Unter dem Pflaster ist der Strand’ı yaptı. “Almanya, Solgun Ana”yı (Deutschland, bleiche Mutter) mutlaka hatırlarsınız. Her neyse, konuyu daha fazla dağıtmadan devam edelim…

Düzen Değişmiyor, Aksine Yıkılıyor

Andreas Baader’in hapisten kurtulmasından sonra ekibe katılan Ulrike Meinhof’un RAF’ın teorik dokümanlarını kaleme aldığı kabul ediliyor. Çünkü, RAF’ın ilk metni “Kızıl Orduyu İnşa Edin”den sonra yayınlanan “Şehir Gerillası Konsepti”, “Şehir Gerillası ve Sınıf Savaşı” gibi “Silahlı Mücadele” konseptli metinlerde Meinhof’un üslubu vardı. Zaten devlete göre de Meinhof, RAF’ın beyniydi. Andreas Baader, Gudrun Ensslin ve Ulrike Meinhof’un 15 kişilik bir ekiple 1970 yılı Haziran-Ağustos arasında Ürdün’de El Fetih kamplarında silahlı eğitim aldığını da Almanya’da bilmeyen kalmadı.

Herkes artık “nasıl oldu da Ulrike böyle oldu” sorusunu sormaya başladı. Muhafazakâr Alman düşüncesinin Ulrike tahlilinin çıkış noktası, Ulrike’nin “incelenmesi gereken bir şey, hastalıklı bir şey” olduğu idi. Uzun yıllar yazdığı makalelerle, yaptığı radyo programlarıyla filmlerle insanları aydınlatmaya çalışan Ulrike Meinhof, artık ‘yanlış insanlara doğru anlatma’nın anlamsız olduğunu düşünüyordu. Düpedüz delilik!

Meinhof, üniversite öğrencisiyken gazeteciliğe başladı ve 1959’dan 1969’a kadar 10 yıl sol dergi konkret’te (Somut) insanlara aslında doğruyu anlatmaya çalıştı. 1960-1964 arasında da derginin genel yayın yönetmenliğini yaptı. Konkret bir öğrenci dergisiyken Meinhof zamanında bütün solun en etkili dergisi haline geldi. Ulrike hem gazeteci hem de militan olarak Almanya’daki o dönemdeki bütün gösterilere katıldı. ABD’nin Vietnam’ı bombalamasıyla başlayan süreçte Ulrike daha da siyasallaşarak öne çıktı.

Ulrike Meinhof, 27 yaşındayken radikal sol “konkret” dergisinin sahibi Klaus Rainer Röhl ile evlendi. Elbette sol üniversite öğrencilerine ve Ulrike’ye göre oldukça zengin olan Klaus Rainer Röhl’ün bu durumu Ulrike’yi pek rahatsız etmedi. Röhl, Ulrike’yi sosyal demokrat yapacağını sanıyordu. Ulrike’nin bu konudaki tutumu oldukça eğlenceliydi: “Kapitalizmin son demlerinin keyfini sür, nasıl olsa sosyalizm yakın…”

Meinhof, siyasi ironisini, neşesini ve hınzırlığını hiç kaybetmedi. Entelektüellere karşı hak etmedikleri ölçüde dalgacı davranıyordu. Örneğin Vietnam savaşı sırasında yine “dünyayı değiştirmek” isteyen entelektüellere çatıyordu: “Son kertede gördük ki, dünya değiştirilmiyor. Aksine yıkılıyor…”

Meinhof bu arada bazı şehir efsanelerine ve eski arkadaşlarıyla ilgili düşüncelerine şöyle açıklık getiriyor: “Birçok yoldaş hakkımızda gerçek olmayan bilgiler yayıyor. Yanlarında kaldığımız, Ortadoğu’ya gidişlerimizi organize ettikleri, ev tutmamıza yardımcı oldukları, bizimle ilişkili oldukları, bizim için bir şeyler yaptıkları gibi gerçekle ilgisi olmayan yalanlar uyduruyorlar. Bir kısmı bunları sadece ‘gündemde’ olduklarını göstermek için yapıyor, gündemde kalıyor. Bir kısmı ise, bizim aptal, güvenilmez, dikkatsiz ve kafayı yemiş olduğumuzu göstermek için bunu yapıyor. Bunlarla başkalarının bize dair düşünceleri oluşuyor. Aslında bunlar bizimle sadece bir şey için ilişkililer: Ticaretimizi yapıyorlar… Bizim, kahve masasının etrafında toplanıp antiemperyalist savaş oynayan bu gevezelerle hiçbir işimiz olmaz. “

Kesinlikle İntihar Değil, İnfaz.

Düzen yıkılmadı aksine orantısız bir güçle Ulrikelerin peşine düştü. 1972 yılında Ulrike Meinhof artık çok sayıda banka soygunundan, 5 bombalı saldırıda 4 kişiyi öldürmekten aranır hale geldi. Meinhof 15 Haziran 1972’de yakalandı. Hep tecrit hücresinde tutuldu. Meinhof 9 Mayıs 1976’da özel korunaklı hapishane hücresinde ölü bulunduğunda birkaç kez ömür boyu hapis cezası istemiyle yargılanıyordu. Daha sonra dava arkadaşları da hücrelerinde ölü bulundu. Uluslararası bir araştırma komisyonu ölüm nedenlerini araştırdı. Araştırma sonucu Ulrike Meinhof’un intihar ettiği tezini oldukça kuşkulu bulundu.

Almanya Gazeteciler Birliği eski başkanı ve sol-yeşil politikacı Jutta Ditfurth’un 6 yıllık çalışmasının ardından 2007’de yayınladığı Meinhof biyografisinde otopsinin düzgün yapılmadığını ortaya koyuyor. Ditfurt, cezaevinde Ulrike’nin odasına yakın bir yere çıkan kimsenin bilmediği bir yangın merdiveni olduğunu, Ulrike’nin grupla arasında hiçbir problem olmadığını ve intihar ettiği söylenen havludan kesilerek yapılan ipi odada kesecek makasta iz bulunmadığını araştırmalarında ortaya koyuyor.

Ancak daha da önemlisi bu zamana kadar olmayan bir fotoğrafı Ditfurth’un ortaya çıkarması. Asılı halini gösteren fotoğrafta Ulrike’nin bir ayağının sandalyede olduğu, altının boş olmadığı yani bu biçimde bir insanın intihar edemeyeceği açıkça görülüyor. Ditfurth, otopside Ulrike’nin asılmadan önce öldürülmüş olabileceğinin ya da baygın hale getirildikten sonra asılmış olacağının tam açıklanmadığını söylüyor. Ditfurth, otopside ailenin ve avukatlarının alınmadığını, ailenin isteği ile ikinci otopsiyi yapan ekibin bulgularının da kamuoyuna yanlış aktarıldığını söylüyor. İkinci otopside ölüm nedeninin ‘tam olarak’ saptanamadığını belirtiyor.

Meinhof, 15 Mayıs 1976’da Berlin’de toprağa verildi. Öğrencilik zamanlarından arkadaşı olan papaz Helmut Gollwitzer cenaze konuşmasını yaptı. Ulrike’nin arada sırada bilinmeyen birileri tarafından mezar taşı kırılıyor. Yine bilinmeyen birileri mezar taşını yeniliyor.

Kızıl Ordu’yu İnşa Edin!

RAF’ın resmi bir kuruluş tarihi yok. Ama Ulrike Meinhof’un da içinde bulunduğu bir ekip tarafından 14 Mayıs 1970’te Andreas Baader’in cezaevinden kaçırılması bir ‘başlangıç’ olarak gösteriliyor. 5 Haziran 1970’te Agit883’te aşağıdaki kuruluş ilanı bildirisi bir “mektup” olarak yayınlanıyor. İşte o meşhur bildiri-mektubun anlamını bozmadan kısaltılmış çevirisi:

Yoldaşlar, yanlış insanlara doğruyu anlatmaya çalışmanın anlamı yok. Biz bunu daha önce uzun süre yaptık. Baader’in hapisten kurtuluşu eylemini biz entelektüel gevezelere, korkudan altına edenlere, her şeyin en iyisini bilenlere anlatmaya kalkmadık, aksine halkın potansiyel devrimci kesimine anlattık. Bu eylemi, bunu hemen kavrayabileceklere anlattık, çünkü onlar da zaten hapiste. Eylemsiz sol gevezelik halkın bu kesimlerine hiçbir şey veremez. Halkın buna karnı tok.

Baader’in kurtuluşu eylemini Märkischer semtinin gençliğine anlatmalısınız, Eichenhof, Ollenhauer, Heiligensee’deki kızlara anlatmalısınız, yetiştirme yurtlarındaki delikanlılara anlatmalısınız. Çok çocuklu yoksul ailelere, genç işçilere ve çıraklara, ortaokul öğrencilerine, yoksul semtlerdeki ailelere, Siemens, AEG-Telefunken, SEL ve Osram işçilerine, hem ev işi yapıp çocuğa bakmak hem de akort çalışma zorunda kalan evli kadın işçilere anlatmalısınız, lanet olsun!

Bu eylemi, yaşadıkları sömürü karşılığında yaşam standartlarının yükselmesi ve tüketim artışı gibi tazminat alamayanlara, ev kredisi anlaşması, küçük kredi, orta sınıf otomobili olmayanlara anlatmalısınız. Bütün bu ıvır zıvırlara sahip olmayacaklarını bilenlere ve bunun peşinde koşmayanlara!

Öğretmenlerinin ve eğitimcilerinin, kurum yöneticilerinin ve bakım kurumlarının, usta ve ustabaşılarının ve sendika temsilcilerinin ve de semt belediye başkanlarının gelecek vaatlerinin yalan olduğunu bilen ama sadece polisten korkusu kalmış bütün insanlara! Bunların tümüne -ama küçük burjuva entelektüellerine değil- artık sona gelindiğini, bundan sonra başka bir şeyin başladığını ve Baader’in kurtuluşu eyleminin sadece bir başlangıç olduğunu anlatmalısınız! Ki, aynasızlar düzeninin sonu görülüyor.

Onlara Kızıl Ordu Fraksiyonu inşa ettiğimizi ve bunun onların ordusu olduğunu söyleyin. Ve şimdi her şeyin başladığını da söyleyin. Onlar “neden şimdi” diye aptalca sorular sormayacaktır. Çünkü onlar, devlet daireleri ve makamlarla binlerce yolu arkada bıraktı, süreçlerle dansları, bekleme süresi ve bekleme odalarını, tarihleri, kesin hallolanları ve hiçbir şeyin hallolmadığını geride bıraktı. Ve sempatik öğretmenle konuşmayı başarıp buna rağmen sonunda sınıfta kalmayı engelleyemeyenler ya da çocuğunun anaokulu için hiçbir yer kalmadığını söyleyen çaresiz anaokulu öğretmenini de arkada bırakanlar… Size “neden şimdi” sorusunu sormayacaklar, lanet olsun!

Tabii ki gazetelerinizi polis el koymadan önce dağıtacak durumda olmamanızın nedenleri konusunda söylediğiniz hiçbir söze de inanmayacaklardır. Çünkü yalaka solun ajitasyonuna gelmeyip, domuzların yaklaşamayacağı bir dağıtım ağı kurmak zorunda olan gerçekçi sol olmalısınız. “Bu çok zor” diye saçmalamayı bırakın. Baader’in kurtarılması eylemi de çocuk oyuncağı değildi. (…)

Çelişkileri doruğa çıkarmak ne demek? Kafanı kesmeleri için uzatmamak demek. Bunun için Kızıl Ordu’yu kuruyoruz. Ebeveynlerin arkasında öğretmen, gençlik dairesi ve polis duruyor. Ustabaşının arkasında usta, personel bürosu, fabrika koruması, sigorta ve copuyla polis duruyor. Kapıcının arkasında apartman yönetimi, ev sahibi, mahkeme icracısı, tahliye davaları ve polis duruyor. Domuzlar notlarla, işten atmayla, kovmayla ve bir sürü hokus pokusla işlerini görüyor. (…)

Açıktır ki başka türlü ilerleyemediklerinde silahlarına, göz yaşartıcı bombaya, el bombasına sarılacaklardır. (…) Ve tabii ki, hapishaneler siyasal tutsaklar için ağırlaştırılacak.

Şunu açıkça kavramalısınız ki, emperyalizmin sosyal demokrat pisliği, senatodan gençlik dairesine kadar her yere sızmış olabilir ve sizi elinde oynatmak, aldatmak, gafil avlamak, tuzağa düşürmek, korkutmak, savaşmadan ortadan kaldırmak gibi her türlü domuzluğu yapmaya hazırdır. (…) Kızıl Ordu’yu inşa etmemek demek, her çelişki ve her siyasal çalışmada reformizmin ortaya çıkması demektir. (…)

Şunu açıkça kavramalısınız ki, devrim bir Paskalya Yürüyüşü olmayacak. Ki domuzlar, bütün araçları sonuna kadar kullansa da ama hepsi bu kadar, daha ileri gidemeyecekler. Çelişkileri sivriltmek için Kızıl Ordu’yu inşa ediyoruz. Kızıl Ordu’yu inşa etmeden bütün çelişkiler ve fabrikalardaki, mahallelerdeki siyasi çalışmalar boşa çıkacaktır ve reformizmin yargısıyla mahkûm edilecektir. (…) Bu sadece halkı mahveder, ama halkı mahvedeni mahvetmez!

(…) Çelişkileri doruğa tırmandırmak demek, onların her istediklerini yapmaları değil, tam aksine biz ne istersek onu yapmak zorunda kalmaları demek. Üçüncü dünyanın sömürülmesinden, Pers petrollerinden, Bolivya’nın muzundan, Güney Afrika’nın altınından pay alamayanların, sömürücülerle birlikte olmasının hiçbir temeli olmadığını onlara açıkça anlatın. Onlar şimdi burada neler döndüğünü ve Filistin, Vietnam, Guatemala, Küba ve Çin’de daha önce neler olduğunu anlar. Baader’in kurtuluşu eyleminin tek bir eylem olmadığını, ama bundan önce Almanya’da hiç gerçekleşmemiş bir eylemin ilki olduğunu eğer anlatırsanız, onlar anlar.

Lanet olsun! Aranan evlerde divanlarda oturup küçük hesaplı kuş beyinliler gibi aşklarınızı anlatmaktan vazgeçin. Gerçek bir dağıtım ağı kurun. Herkesi ayaktakımı yapmaya çalışan sosyal çalışmacıları, lahana kemiricilerini, korkudan altına edenleri bırakın oldukları yerde.

Hak edenlerin suratına tokat atmak için bekleyen proleter kadınları ve lümpen proletaryayı bulun. Yetiştirme ve işçi yurtları nerede, nerede çok çocuklu aileler, onları bulun.

Onlar liderliği üstleneceklerdir.

Yakalanmayın, yakalanmamayı bilenlerden -ki bunu sizden daha iyi biliyorlar – yakalanmamayı öğrenin.

Sınıf savaşını yükseltin. Proleteryayı örgütleyin. …

Kızıl Orduyu İnşa Edin!

Ulaş Bardakçı

Rasih Ulaş Bardakçı

Rasih Ulaş Bardakçı (1947, Hacıbektaş, Nevşehir – 19 Şubat 1972, İstanbul), TİP, FKF, Devrimci Gençlik, THKP-C gibi örgütlerde faaliyet gösteren devrimci.

Hacıbektaş’da doğdu. İlk ve orta öğreniminden sonra ODTÜ’ye girdi ve burada ana hedeflerini “devrim” olarak belirleyen sol ideolojilerle tanıştı, Sosyalizm’i benimsedi ve FKF ile TİP içinde yer aldı. Dev-Genç’in oluşumunda etkin bir biçimde yer aldı. 1970 sonlarında Mahir Çayan’la birlikte THKP-C’nin kurulması çalışmalarında yer aldı. THKP-C’nin ilk silahlı eylemlerine katıldı. Mayıs 1971’de, Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının serbest bırakılmaları talebiyle İsrail Baş Konsolosu Ephraim Elrom’u Mahir Çayan ile birlikte kaçırdı. Taleplerinin yerine getirilmemesi üzerine Ephraim Elrom’u öldürürler. Başlatılan Balyoz Harekâtı sırasında yakalandı. 29 Kasım 1971’de Maltepe Cezaevi’nden, THKP-C’den Mahir Çayan, Ziya Yılmaz ile THKO’ dan Cihan Alptekin ve Ömer Ayna ile birlikte tünel kazarak firar etti.. Kaçtıktan sonra İstanbul’da faaliyetlerini sürdürdü. 19 Şubat 1972 günü saat 07:00 sularında Arnavutköy’de kaldığı ev kuşatıldı. Rasih Ulaş Bardakçı evin arka kapısından kaçmaya çalışırken Üvez Sokak’ta emniyet güçleriyle girdiği silahlı çatışmada öldürüldü.

Hüseyin Cevahir

Hüseyin Cevahir (1946; Yeldeğen, Mazgirt, Tunceli – 1 Haziran 1971; Maltepe, İstanbul), Türkiye Halk Kurtuluş Partisi-Cephesi’nin önde gelenleri arasında yer alan ve THKP’nin iki kere düzenlenen Genel Komitesi’nde yer alan sosyalist militandır.

Yükseköğrenim için Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’ne girdi. Bu dönemde sosyalist hareket içerisinde yer alan Cevahir, SBF Fikir Kulübü’ne katıldı. Fikir Kulüpleri Federasyonu’nun Dev-Genç’e dönüşüm sürecinde Mahir Çayan ile birlikte hareket etti. Ardından aynı ekiple birlikte THKP-C’nin oluşumunda yer aldı.

THKP-C’nin 1971 yılında başlattığı silahlı mücadeleye geçiş evresinde etkin rol aldı. Mahir Çayan ile birlikte Ankara’dan İstanbul’a geçerek burada eylemlerine devam etti. Bunların arasında Kadir Has’ın evinden alınarak fidye karşılığı serbest bırakılması ile İsrail Başkonsolosu Efraim Elrom’un öldürülmesi eylemleri vardır.

29 Mayıs 1971’de İstanbul-Maltepe’de Mahir Çayan ile birlikte saklandıkları ve Sibel Erkan isimli bir genç kızı rehin aldıkları evde kuşatıldılar. Üç gün süren kuşatma 1 Haziran sabahı keskin nişancı, deniz binbaşı Cihangir Erdeniz’in perde arkasında nöbet tutan Hüseyin Cevahir’i vurması ile son buldu. Evden ölü olarak çıkartıldığında vücudunda 25 kurşun vardı. Çayan ise yaralı olarak ele geçirildi.

Mahir Çayan olay sonrası yaptığı açıklamada şöyle demiştir:

” Biz İçerideyken İlkay Demir’den benim tipimi sormuşlar. O da, tam aksine olarak esmer, hafif saçları dökülmüş tarzında kasten yanlış bilgiyi polislere vermiş. Bu tarifler maalesef Hüseyin’in tarifine uyuyor ve bu yüzden Hüseyin’i ben zannıyla benim her zaman nöbet tuttuğum yerde öldürmüşlerdir. Hüseyin’den 25 kurşun çıkmış. Bu bir cinayettir! ”

Sanat ve kültür üzerine yayınlanmış çeşitli yazıları yanında, Küba Devrimi üzerine de bir yazısı bulunmaktadır.

***

HÜSEYİN CEVAHİR
Bundan tam 49 yıl önce İstanbul Maltepe’de yoldaşı Mahir Çayan ile birlikte girdiği -51 saat süren- çatışmanın ardından öldürülen Hüseyin Cevahir (1947 Dersim – 1 Haziran 1971 İstanbul)’in bugün ölüm yıldönümü. THKP-C’nin kurucu kadrolarından ve Mahir Çayan’ın silah arkadaşı olarak bilinen Hüseyin Cevahir’in Türkiye solunda fazla bilinmeyen özelliği kültüre, sanata, şiire ve edebiyata tutkuyla bağlı oluşu. Hüseyin Cevahir politik çalışmalarının yanı sıra, edebiyata da emek vermiş, yazılar yazmıştır. Hatta 1968 yılında bir grup genç devrimci ile birlikte Yeni Eylem Dergisin çıkartmışlardır. Eşber Yagmurdereli’nin sahibi ve Genel Yayın Yönetmenliğini yaptığı Yeni Eylem Dergisi’nin Nisan 1968 tarihindeki 1. Sayısında ‘Kalın Çizgilerle Edebiyatımızın Dünü’ başlıklı bir edebiyat eleştirisi de vardır. Nisan 1968 tarihinde yayınlan bu edebiyat dergisinde Hüseyin Cevahir ve Eşber Yağmurdereli’nin yanısıra Ahmet İnam, Haluk Şahin gibi gençlerinde yazıları var.

Hüseyin Cevahir’i anarken yazıyı yayınlamak istedim.

‘’KALIN ÇİZGİLERLE EDEBİYATIMIZIN DÜNÜ
Türkiye düşün tarihinin en devingen yılları yaşanıyor şimdilerde. Bir taraftan eyleme dönüşen ve halkın bilinçli desteğini sağlama yolunda olan toplumcu düşünce, diğer taraftan bu düşünce biçiminin kuramını yapan düşünürlerin kitapları, yazıları, incelemeleri.
Günden güne değişen, oluşan bu ortam içinde okurlar ve yazarlarca en çok tartışılan, konuşulan, üzerinde ileri geri söz söylenen bir başka konu da sanat -özellikle edebiyat- oluyor. Açık oturumlar, soruşturmalar gün geçmiyor ki bir dergide yer almamış olsun. Herkes kendine göre, işin derinine inmeden ucuz, pahalı karşılıklar veriyor bu sorulara. Kimi çıkmazda olduğunu, battığını kabul ediyor. Ama “çıkmazın güzelliklerine” dalıp gidiyor. Kimi daha dipdiri, sapasağlam, aslan gibi olduğunu söylüyor: Öyleyse nedir bu telaş- Kimi 1961 Anayasa’sının getirdiği özgürlüklerin okuyucuyu toplum-bilimle uğraşmaya ittiğini söylüyor, kimi keşke “basitlik yapsaydık” diye düşünüyor, yazıyor, Kimi de bir şeyler yazıyor ama hiç bir şey diyemiyor.
Karşılıkların, eleştirilerin, incelemelerin büyük kısmı sorunu bir yönüyle ortaya seriyor hemen hemen. Ama böyle önemli -hele bu günlerde- bir konuyu tek sebeple açıklamanın olanaksızlığına değinmiyor kimse.

“HER ÇAĞ KENDİ SANATÇISINI GETİRİR”
Sanırız ki, hiç bir zaman Türkiye’nin bu denli çok etkin okuyucusu olmamıştır. Gerçekten bilinçli, kültürlü, çağına göre düşünmenin olanaklarına ermiş okur sayısı her geçen gün daha da artmaktadır. Yalnız bir önemli eksikle: Edebiyat, daha doğrusu sanat kültüründen yoksun olarak. Edebiyat kesiminin havası hiç de iç açıcı değil. Yıllanmış ve hiç bir niteliği olmayan kitapları bölük-pörçük çevirerek Türk edebiyatına yön verdiklerini sananlarla, yersel özellikleri olmayan yazılar bastırarak yeni akımlar yaratabileceklerine inananlar kafalarını ellerinin arasına aldıkları zaman daha olumlu düşünmelidirler. -Büyük iyimserlikle- Neden edebiyat kültürü edinmiş okuyucu sayısı azdır?
Öte yandan toplumcu-gerçekçi edebiyatın yürekler paralayıcı durumu. Zaman zaman propaganda edebiyatına dönüşen -hatta aşan- şiirler, öyküler. Okunamamak yine de.
İşte genel havası edebiyatımızın.
Çok ilerilere gitmeden bu genel havaya gelişi, gelişin getirdiklerini ve geleceğini incelemekte yarar vardır.
İlk kez eski şöhretlere -kırpılıp yıldız yapılırlar bazan. Büyümelere- karşıt bir kampanya Resimli Ay dergisiyle başlatılır. Bir yandan siyasi bir dergi oluşu, bir yandan çok yaşayamaması pek uzun sürdürmez bu karşı-çıkışı.
1925’lerin ve sonrasının edebiyatı genellikle belirli koşulları benimsemiş topluluklardan çok, bireysel çıkışlarla doludur. Değersiz bir sürü yazarın, ozanın yanında değerlilerinin isimleri ve etkileri şimdi de sürmektedir. Tek çıkışları toplu bir şekilde vermenin güçlüğü göz önüne alınarak, bunların birer birer alınıp incelenmesi daha az güç ve daha yararlı olur. – Hatta masallar, halk şiirleri, Dede Korkut türküleri köklü incelemelerle bu günkü yazarlarımıza hem ışık tutar, hem Anadolu edebiyatının geniş bir değerlendirilişi yapılmış olur.
Toplumcu anlayış geleneğini dışarda bırakırsak bu görüşün yazarlığını yapanları da gruplandırmak iyi olacak- ilk kuşak Garip Hareketi’dir. – Hecenin beş şairi, yedi meşaleciler, Fecr-i Ati… bir yana. Bunlar hem tam bir anlayışın sürdürücüleri, hem de bir grup niteliği taşımazlar. Daha öncelerde Servet-i Fünun.-
Aruza ve heceye karşı özgür koşuk Nâzım Hikmet, H.İ.Dinamo, Ercüment Behzat, A.H.Çelebi tarafından benimsenmeye başlanır. Yine de şiirin biçiminde yapılan bu değişiklik yer yer uyaklarla zenginleştirildiği için Garipçilerin uyandırdığı büyük tepkiyi uyandırmaz. Garipçiler tüm olarak bir geleneğin dar kalıplarına karşı çıkarlar. Şiirlerinde de sanki istediklerini veriyorlarmış, ya da eleştiriyorlarmış gibi bir hava sezilir. Özellikle Orhan Veli’de bu belirginlik açıktır. Bir bakıma Garip denince sacayağından ilk akla gelen isim Orhan Veli oluyor. Belki öldüğünden, belki de Melih Cevdet-Oktay Rifat ikilisinin daha sonraları aynı anlayışı sürdürmemelerinden.
Türk şiirinde yenilikçiliği incelerken bir çok yabancı ozanın, özellikle Fransız ozanlarının üzerinde durmak gerekiyor. Baudelaire, Rimbaud, Malarme, Verlaine bunlardan bir kaçıdır. Yerli ozanlarımızdan da yukarda belirttiğimiz ozanların şiirlerini çevirenlerin etkileri çok olmuştur. Garipçilerin üzerinde -kendileri de çevirmişlerdir.- en azından onların şiirlerinde bir karşı-koyuş olarak alınırsa bu etki görünür. 1940’larda ağırlığını Türkiye’de de duyuran ikinci büyük savaş. Savaşın getirdiği faşist yönetim. Ve bu yönetimin koşulları içinde Garipçilerin şiiri iyi anlaşılır.
“Benden önce gelmiş ressamların resimlerinin bendeki nicel birikimlerinin bir nitel dönüşümüdür benim resmim.”
Kendilerinden önceki kuşakların büyük duyarlılığına, sözcük oyunlarına karşı bir başkaldırmadır Garipçilerin şiiri. Bir başka ince duyarlılıktır da aynı zamanda. Şekilde herhangi bir sınırlamayla zorlanmaksızın “yeni güzellikler” vermenin yolunu denerler. Günlük yaşantının, belki de en büyük kavganın küçük kesintilerini bir bıçak keskinliğiyle örerler. İğnemeleriyle, alaylarıyla faşizme başkaldıran kişilerdir. -Nitekim Oktay Rifat’ın ve Melih Cevdet’in daha sonraları toplumcu-gerçekçi şiirler yazmaları daha o günlerde böyle bir öz taşıdıklarının kesin kanıtıdır.- Gücünün yetmediğiyle alay etmektedir, Garipçilerin şiiri. Çocukluğun güzelliğini taşıyaraktan. Ve o güç yetilmeyenler göçüp gitmişlerdir. Oysa Orhan Veli vardır. Melih Cevdet-Oktay Rifat olacaklardır.
Garipçilerden sonra gelenlerin bir kısmı küçük, basit, iğneleyici şiir yazmayı kolay sanarak aynı yola sapmışlardır. Hatta aynı yöntemleri benimseyerek. Aynı yöntemlerle, aynı anlayışla bir kuşağı aşmak olanaksızdır. Ve de sanatın yaratıcı gücünü gölgelemektedir. Her şey çağında, yerinde değerlidir, öyle de değerlenir. Garip hareketi şiirde bir halk hareketi olarak da değerlendirilebilir. Belirli bir azınlığın beğenilerine seslenmek yerine doğrudan halkın beğenilerine seslenir. Halkın olaylar karşısındaki soğukkanlı ve alaycı tavrına benzer. Suya sabuna dokunmadan her şeye saplar bıçağını aslında. Bir sustalı gibi kısa ve kesin fırlar.
Gerek nesir yazılarında gerekse Garip önsözünde Orhan Veli -ki Garip’in kuramını yapmıştır- şiirin halka dönük olmasını, bir işlevi olmasını savunur. İkinci dünya savaşını, Hitler’i, Hiroşima’yı alır, inceler.
Her ne kadar Orhan Veli-Melih Cevdet-Oktay Rifat şiiri çok kuru, imgesiz olması bakımından yerilebilirse de ardından imgeli, karmaşık, duyarlı, ağlamaklı 1950-60 kuşağını getirdiğinden şiirimize yaptığı büyük etki yadsınamaz.
1950-60 arasında yazanlara bir kuşak olarak bakılabilir mi? Tartışmasını yapmadan şunu belirtmekle yetinelim. Belirli bir anlayışı sürdüren ozanların, yazarların yanında tek olarak kendilerini sürdürenler, aşanlar da çoktur. Ama hem toplumsal yapımızın geçirdiği değişikliğin yazına yaptığı etkiyi yerine koyabilmek için, hem de son yıllarda çok tartışıldığı için öyle incelemekte yarar umuyorum. -Ayrıca 1950-60 döneminin gerçekten iyi yapıtlar veren ozanlarını, öykücülerini, romancılarını daha sonra tek tek inceleyeceğimden, şimdi toplu bir bakışta sakınca görmüyorum.-
Ta Gariplerden başlayarak bugüne dek gelmenin zorluğu ortada… Önce çok uzun bir zaman bölümünü kapsadığı için ayrıntılarıyla incelemek olanaksızlaşıyor. Bir dizi halinde vermek bir ay gecikme ile kopukluklar yaratıyor. İleriki incelemelerinde yazarları çağlarından soyutlayarak veremeyeceğime göre; yeri geldikçe yapacağımız araştırmaların daha verimli olacağına inanıyorum.
Bir yandan edebiyat adına çağımızın çok dışında kalmış bayağılıklara, ucuzluklara kanat geren bir anlayışın adamı olarak süregelenler vardır. Geniş maddi olanaklarıyla edebiyatımıza çağdışı bir tutuculuğu sistemli olarak yerleştirmek istemektedirler. Diğer taraftan belirli bir kadronun değişmezliğine inanıp, başka bir biçimde tutuculuk sürdürülmektedir. Yıllardır hiç değişmeyen -değişen koşullara, anlayışlara karşın- anlayışlarıyla varolanlar da öte yanda eleştirinin ve incelemenin azlığı, üstüne üstlük oturmamışlığı da bir başka sorun.
Bütün bunlar için 1950-60 kuşağı kendini yargılıyor. Yürekliliklerine ve içtenliklerine diyecek yok. Ama öz eleştiri geleneği olmayan bir yerde -en azından çevrede- adamın kendisini yargılaması öznellikten kurtulmuyor doğal, olarak. Önce kendimizi eleştirme geleneğini edinmeliyiz bence. Hiç olmazsa genç kuşak bunu yapmalı. 1950-60 kuşağı bu yürekliliği gösterdiği için -eksikliklerine, bir takım duygusallıklardan kurtulmasına karşın- kutlamaya değer. Ayrıca genç kuşağın kazançlı yanı az da olsa toplumcu bir eğitimden geçebilmesi ve bu olanağı bulabilmesidir. Önceki kuşakların bir başka olumsuz yanı da birbirlerini iyice tanımaması, okumaması ama eleştirmesi -hoş buna pek eleştiri de denmez ya! Dedikodular, kemirmeler, yüze gülüp arkadan vurmalar.-
Şu son iki yıl içinde çok şey yazıldı 1950-60 kuşağı üstüne. Yıkılmış bir kuşak mıdır? Böyle bir yargıya varmak insafsızlık olur en azından, eğer bir kuşak bütünüyle bir şeyler verebilmişse biyolojik olarak tümü yok olsa da yıkılmış sayılmaz. Yıkılmak pek acı oluyor doğrusu. Aslında yersiz bir sözcük. Çıkmaz. O daha da kötü.
Gerçi 1950-60 dönemi içinde yazmaya başlayıp da bugün adı bile anılmayanlar vardır. Ellerini eteklerini çekip gittiler. Bunu olağan karşılamak gerekir. Hiç bir çağ gösterebilir miyiz, her yazanı on sene içinde unutulmamıştır? Garip bir alışkanlıkla 1950-60 kuşağına “İkinci Yeni” diyenler de oluyor. Eğer böyle yanlış bir yerine koymayı yapmakta diretenler varsa gerçekten onlar için 1950-60 dönemi tam bir çıkmazdadır. Ama ben böyle düşünmüyorum. Örneğin bir Edip Cansever, bir Turgut Uyar, bir Cemal Süreya, bir Ülkü Tamer çıkmazda değildirler. Ayrıca pek bulvarda da sayılmazlar. O başka.
Genç kuşak -bugünkü ortamda bir umuttur onlar. Arayış içindeki şiire, öyküye, romana onlar gerçek yerlerini kazandıracaklardır. Türkiye’nin büyük ve sessiz oluşumu içinde kişinin eşyayla ilişkisini, iç gerilimlerini, dış dünyanın iç yansımasını bilinç değerlendirmelerle onlar aktaracaklardır- Dönüm noktasında görevini yapabilmek için kendisinden önce gelen kuşakları iyi değerlendirmelidir. Özellikle de yakın geçmiş kuşağı…
1950-60 kuşağı gerçekten talihsiz midir? Talihsizliğini genç yaşta yazmalarına bağlayabilir miyiz? Bağlarsak doğru olur mu? Bence böyle bir değerlendirme yanlış olur. 1950-60 döneminde toplumcu şiir anlayışının kavgasını sürdürenler baskıların, kovuşturmaların kahramanları, olmuşlardır. Onlara hiç bir zaman ozan gözüyle bakılmamış, hep büyük patlayışların hazırlayıcıları olarak bakılmıştır. Oysa 1950-60 dönemi toplumcu ozanlar için -şiir açısından- pek başarılı sayılmaz. Bir iki iyi örnekten sonra sindirmelere göğüs gerilememiş, üstü kapalılığa, anlaşılmazlığa doğru gidilmiştir. Bu konuya da sırası geldikçe ayrıntılarıyla değineceğim.
1950-60 kuşağını bir bakıma Garip’in titreşimsiz ve “şiirsel olandan” uzak savından doğmuş bir karşıt-sav olarak da değerlendirebilirim. Yine Garip’in açık seçik anlayışının karşıtı “gizemli olma” üstü kapalı, “anlaşılmaz olma” olarak da ortaya koyabilirim.
Yalnız şunu belirtmekte yarar var, Belli bir akışın, değişimin olacağı zamanlar kesinlikle tartışma ortamı hazırlanır. Eleştiriler, incelemeler, değerlendirmeler yapılır. Ve bu değerlendirmeler ışığında zaten var olan itim, yeni özlerle, biçimlerle çıkan kuşakların doğuşunu hazırlar. En azından ivedileştirir, hızlandırır.
Bu küçük açıklamanın ışığında 1950 sonrasına bakacak olursak, ünlenmiş bir “eleştirmen-denemecinin” ozan diye, şiir diye neleri getirdiği konusunda daha olumlu yargılara varılmış olur.
Örneğin, Nurullah Ataç’ın 3 Şubat 1952 tarihli Pazar Postası dergisinde övgüden tanrılaştırdığı bir ozan ve bu ozanın bir şiirini görürüz. Bunun üstüne şiir yazılmazmış sanısı uyanır okuyanda. Bir de bakarız 1968’in Türkiye’sinde bir tek Allah’ın kulu genç, Ahmet Kabaklı’nın ozanlık yaptığını usunun ucundan geçirmez.
1950-60 kuşağı burdan yanlış değerlendirilmeye başlanır. Bu arada bizim bugün yapmak istediğimizi bu kuşak 1951’lerde, 1952’lerde daha değişik bir biçimde yapmıştır. Peki o sıralar böyle şeyler yapıldığına göre bugün biz neden gereksinme duymaktayız? Benim üstünde durmak istediğim, 1950 sonrasında Türk sanatının -özellikle edebiyatının- çelişkileri ve zıtlıkları yeterince ortaya konamamıştır. Geniş incelemeler yapılmamıştır. Ve yine tekrarlıyorum edebiyatımız gelişim rayına oturmamıştır, oturtulamamıştır.
İlginçtir:
3 Ağustos 1952 tarihli Pazar Postası’nda yine o günün tartışmaları şöyle özetlenmektedir. Ya da özetlenebilir.
1- “Ülkemizde… yapıcı otoritesi… sanat eseri üzerinde inanılır bir kıymet yargısına varan…kütle sanatkar ilişkisi kuran büyük eleştirmen yoktur.”
2- Edebiyat ve sanat dergilerinin dayanabilecegi maddi koşullar yoktur.
3- Okuyucu sayısı azdır.
4- Aydınlar yerli yapıtlara ilgi duymamaktadır.
Bunun yanında bir sürü kısır çekişmeye girilmekte, günlük edebiyat politikası üzerinde tartışılacağına polemiğe girilmektedir.
Bugün de üç aşağı, beş yukarı aynı şeyler söylenmektedir. İşte bizim ayrıcalığımız burdan gelmektedir. Biz Türkiye’de yeterli bir okur sayısı bulunduğu kanısındayız. -Yüzde altmışımızın okuma yazma bilmemesine karşın- bizim kaygumuz asıl okuyucuyu edebiyata çekecek, onun günlük yaşantısına eklemede bulunacak bir ortamın yaratılmamasından ileri geliyor. “Kendi fildişi kulelerine çekilmiş” ,sanatçı pozları söktürülmeğe çalışıldıkça da bu durum değişmeyecektir.
Ancak bilinçli birikimlerin zorladığı öncü akımların Türk yazınında çok kısa bir zamanda kendilerini gösterecekleri inancındayız. Bugünkü genç yazarlar geçiş döneminin talihsizliğini yüklenmişlerdir.
1951’lerde, 1952’lerde ümitli çıkışlarla gençlerin Türk şiirine, giderek yazınına soluk getirdiği sanıldı. Ama aradan beş-altı yıl geçmeden bu sanının tutarsızlığı kendiliğinden ortaya çıktı. Belirtildi de. “… Yazımın başında da söylediğim gibi, şiirimiz tıkandı, yeni sözler, yeni düşünceler bulamadı. Bu bunalım şiirimizi der demez bugünkü duruma götürdü;, buna zorladı.” (Muzaffer Erdost. Pazar Postası. 30 Aralık 1956)
Şu anlaşılıyor. 1950-60 kuşağının ta 1956’larda tutarsızlığı, bunalım ortaya konuyor. Bu 1950-60 kuşağı tarafından Ocak 1967’de yani 11 yıl gecikme ile yeniden ortaya konuyor. Toplu bir soruşturmaya gidilme gereği duyuluyor. (Yeni Ufuklar, sayı 176,Ocak 1967) ve bu soruşturmalar 11 yıl boyunca sürüp geliyor. Tek tek dergilerin çeşitli sayılarında hep bu konu tartışılıyor. Sonuç değişiyor mu? Değişen genellikle aynı tür yazı yazanların eleştirel tutumu oluyor.
“Soluma” ile “Boğuntulu Sokaklar” arasında büyük ayrılıklar, değişmeler olmadığı halde; Demir Özlü’nün eleştirileri, soruşturma yanıtları arasında büyük çelişkiler oluyor. Biz elbet insana durağan gözle bakmıyoruz. Ama. eleştirel görüşlerini değiştiren bir yazarın yazışı biçimini ve özünü değiştirmesi de gerekmez mi?
Örneğin 3 Şubat 1957 tarihli Pazar Postasındaki bir yazısıyla Ocak 1967 tarihli bir soruşturma yanıtı kesin çelişkiler gösteriyor. Bu yalnız Demir Özlü için söz konusu değildir. Yazış yöntemini ve ereğini değiştirmeyen bir çok ozanın, yazarın düşünceleri incelendiğinde aynı sonuç görülecektir.
Diyeceğim; bu denli gürültüye, çatırtıya bakarak Türkiye’de bir kaç yazarın, ozanın dışında sanatın işlevi ve yararlılığı su götürmektedir. Bütün yakınmalar, didişmeler bundan çıkmaktadır. Bunlar çatırtının gürültüleridir. Ve yeni bir çıkışın da gürlemesiyle birlikte olmaktadır. Son bir kaç aydır – bir yıl ya da- olumlu bir takım çıkışlar olmaktadır. Bir önceki kuşağın yazarlarında da bu tür olumlu çıkışlar görülmektedir. Örneğin; Ülkü Tamer’in GİYOTİN adlı uzun şiiri. Belki şiir yaşantısının en uç noktasına varmıştır burda Ülkü Tamer. Ve bu çıkış 1950’lerin, 60’ların, 63’lerin değil, 67’lerin, 68’lerin çıkışıdır bir bakıma.
Genç ozanların sıkı izleyiciliği araştırıcılığı; Türkiye çapında gelişen okuyucu kitlesi…. Bilinçli bir toplumcu akımın yayılması… Bütün bunlar edebiyatımız için bugün pek yararlı gibi gözükmüyorsa da, aslında ilerde çok büyük katkıları olacağı inancındayız.
Baştan da belirtmiştim. 1940-68 dönemini derinliğine incelemenin olanağı yoktur bir dergi yazısında. Ama şunu belirteyim ki tek tek ozanları yazarları ele alıp inceledikçe, eleştirdikçe yazar-okur çelişkisi, değerlendirmelerdeki zıtlıklar, terslikler kendiliğinden ortaya çıkacaktır. Bu yazımı da aslında ilerde yapacağım incelemelere ışık tutacağı umuduyla hazırladım.

HÜSEYİN CEVAHİR
(Yeni Eylem Dergisi, Nisan 1968, Sayı 1)’’

Mahir Çayan

Mahir Çayan, (15 Mart 1946, Samsun – 30 Mart 1972, Kızıldere, Niksar, Tokat), Türkiye Halk Kurtuluş Partisi-Cephesi’nin lideri olan Marksist-Leninist devrimci. 30 Mart 1972 tarihinde, Tokat’ın Niksar ilçesine bağlı Kızıldere köyünde dokuz arkadaşıyla birlikte öldürüldü.

Mahir Çayan’ın babası Aziz Çayan, Amasya’nın Gümüşhacıköy ilçesinin Gümüş Bucağındandır. Bucağın Hamamözü tarafında kalan kısmına Çörüklerin Kışla, Amasya tarafında kalan kısmına Çayanların Kışla denmektedir. Mahir Çayan’ın akrabaları halen orada yaşamaktadırlar. Bugün köyün adı Yeniköy olarak değiştirilmiştir.

Samsun doğumlu olan Mahir Çayan, ortaokul ve lise dönemlerini Haydarpaşa Lisesi’nde, yani İstanbul’da geçirdi. 1963’te İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ne kaydoldu. Ertesi yıl Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde öğrenimine devam etti. Bu dönemde TİP ve FKF’ye (Fikir Kulüpleri Federasyonu) bağlı olan SBF (Siyasal Bilgiler Fakültesi) Fikir Kulübü’ne girdi. 1965’te bu kulübün başkanlığını da üstlendi.

1967’de kısa süreliğine o zamanlarki kız arkadaşı Gülten Savaşçı’nın yanına Fransa’ya gitti. Buradaki sosyalist hareketlerin genel seyri ve içinde bulundukları tartışmaları izledi. 1968’deki 6. Filo eylemlerine İzmir’de katıldı ve gözaltına alındı. Bu dönemde Türkiye İşçi Partisi (TİP) içinde başlayan Mihri Belli’nin savunduğu Millî Demokratik Devrim tartışmalarının içerisinde ve daha sonra kurulan THKP-C’nin önder kadrosunda bulundu. Bu tartışma sürecinde TİP adına Karadeniz Ereğli’de çalışmalar yürüttü

Bu geziden sonra ideolojik olarak Millî Demokratik Devrim saflarında yer aldı. TİP ile olan temel ayrılığı devrim sorunu olarak tarif eder. Fransa’da bulunduğu süreçte Latin Amerika silahlı (fokoist) mücadelelerinden etkilenir. TİP’i bu süreçte yasalcılık ile suçlar, Türkiye’deki devrim sürecinin ancak silahlı bir mücadeleyle ve kendi özgül koşullarının tespit edilmesiyle olabileceğini savunur. Bu görüşe daha yakın olan Türk Solu ve Aydınlık dergilerinde yazılar yazar. Bu dönemde yazdığı önemli yazıları “Revizyonizmin Keskin Kokusu 1”, “Revizyonizmin Keskin Kokusu 2” ve “Aren Oportünizminin Niteliği” dir.

1969 yılında Ankara’da yapılan ve Fikir Kulüpleri Federasyonu’nun adını DEV-GENÇ (Devrimci Gençlik Federasyonu) olarak değiştirdiği toplantıda Türkiye sosyalist hareketinin seyrini değiştirir. Mahir Çayan, 1970’te Gülten Savaşçı ile evlenmiştir. 1971 yılında yapılan TİP kongresine katılmamıştır, fakat TİP ve kendi çalışma çevresinden öğrenci ve işçilerle birlikte bir toplantı örgütler. Mihri Belli ile olan ayrılıkları iyice ortaya çıkmış olmasıyla birlikte yolunu Millî Demokratik Devrim (MDD) sürecinden ayırarak, önce “genç subayların” askerî darbe yapmasını beklemek yerine halk ihtilali için silahlı propaganda faaliyetlerine başlar. Bu ayrışmanın temel noktası, aslında MDD tespitinin TİP yasalcılığının başka bir versiyonu olduğu görüşüdür. O dönemde Türkiye devrim sürecini Kesintisiz Devrim I-II-III broşürlerinde dile getirir. Türkiye’nin sahip olduğu yapıyı oligarşi olarak tanımlar. Ek olarak “Türkiye’deki geçmişe nazaran refah seviyesinin artması ile birlikte devlet ve halk arasında bir denge vardır,” demiş ve bu dengeyi suni denge olarak adlandırmıştır. Suni dengeyi de bozmanın ancak silahlı mücadele ile olacağını savunmuştur.

“..yeni-sömürgecilik metodu, bir yandan emperyalizmin ülkeye iyice yerleşmesi (yani emperyalizmin sadece dışsal bir olgu değil aynı zamanda içsel bir olgu haline gelmesi) sonucunu doğururken, öte yandan geri-bıraktırılmış ülkelerde, geçmiş dönemlere kıyasla, izafi olarak -feodalizmin etkin olduğu, eski sömürgecilik dönemine kıyasla- belli ölçülerde pazarın genişlemesine paralel olarak toplumsal üretim ve nispi refahı artırmıştır. Bunun sonucu olarak, geri-bıraktırılmış ülke içindeki çelişkiler görünüşte yumuşamış (feodal döneme kıyasla) halk kitlelerinin düzene karşı tepkisi ile oligarşi arasında suni bir denge kurulmuştur.”

“Artık geri-bıraktırılmış ülkelerdeki oligarşik devlet aygıtı, mevcut üretim ilişkilerini -buna ülkedeki kapitalizm iç dinamikle gelişmediği için, emperyalist üretim ilişkileri demek yanlış olmayacaktır- uzun bir süre koruyabilecek seviyeye gelmiş, bu ülkelerdeki halk kitlelerinin özellikle geniş emekçi yığınlarının tepkileri pasivize edilerek, bu tepkiler ile oligarşi arasında suni bir denge kurulmuştur. (Bu durum, pasifizmin, revizyonizmin bu ülkelerdeki maddi dayanağını teşkil etmektedir.)”

Bu süreçte Münir Ramazan Aktolga ve Yusuf Küpeli ile birlikte THKP-C’nin kuruluş çalışmalarını sürdürür. Örgütün diğer önemli isimleri arasında; Ertuğrul Kürkçü, İlhami Aras, Ulaş Bardakçı, Mustafa Kemal Kaçaroğlu ve Hüseyin Cevahir yer alır. Şehir gerillası modellini benimseyen Mahir Çayan buna uygun silahlı eylemlerin planlanmasında ve gerçekleştirilmesinde bizzat bulunur. Bu arada THKP’nin şehir gerillası eylemlerini de planlayan Çayan, 12 Şubat 1971’de Ankara’da Ziraat Bankası Küçükesat Şubesi’nin soyulmasına katıldı. Şubat 1971’de Hüseyin Cevahir, Ulaş Bardakçı, Ziya Yılmaz, Kamil Dede ve Oktay Etiman’la birlikte İstanbul’a geldi ve örgütün eylemlerine burada devam edilmesi için hazırlıklarda bulundu. 15 Mart 1971’de Erenköy Türk Ticaret Bankası soygununa katıldı. Bunun ardından 4 Nisan 1971’de işadamları Mete Has ile Talip Aksoy’un kaçırılıp, 400 bin liralık fidye alınması eylemini arkadaşlarıyla birlikte gerçekleştirdi. Bu arada Türkiye Halk Kurtuluş Partisi’nin tüzüğünü Münir Ramazan Aktolga ile birlikte hazırladı. Aynı günlerde “İhtilalin Yolu” adlı parti bildirisini de kaleme alan Mahir Çayan, 22 Mayıs 1971’de İsrail Başkonsolosu Efraim Elrom’un kaçırılıp öldürülmesi olayına karışır. Kaldıkları evden kaçarken polisle girdikleri çatışma sonrasında Mahir Çayan ve Hüseyin Cevahir, İstanbul Maltepe’de bir evde kuşatılır. Evde bulunan 14 yaşındaki Sibel Erkan’ı rehin alırlar. Çayan ve Cevahir’i ikna edebilmek için anne ve babaları ile aile büyükleri olay yerine getirilir. Hüseyin Cevahir ve Mahir Çayan’ın teslim olmaması üzerine 1 Haziran 1971 günü eve operasyon düzenlenir. Cevahir ve Çayan, Sibel Erkan’ı korumak için pencerelerden uzaklaştırır. Hapisteki İlkay Demir, Mahir Çayan’ı hafif saçları dökülmüş, siyah saçlı ve esmer tarif etmiş ve bunun üzerine keskin nişancı Mahir Çayan sandığı Hüseyin Cevahir’e ateş açmıştır. Cevahir ölmeden önce ‘aslan’ diye bağırır ve son nefesini verir. ‘Aslan’ Çayan ve Cevahir arasındaki bir şifredir. Çayan ise arkadaşıyla daha önceden anlaştığı gibi sağ ele geçirilmemek için namluyu kalbine doğrultur ve tetiği çeker. Ancak solak olduğu için eli titrer ve kurşun kalbi yerine akciğerine saplanır. Hüseyin Cevahir ölü, Mahir Çayan ise yaralı ele geçirilir. Sibel Erkan zarar görmemiştir.

Mahir Çayan tutuklandıktan sonra bir süre dava arkadaşlarından ayrı tek başına bir hücrede tutuldu. Dokuz günlük ölüm orucunun sonunda gece yarısı İstanbul Maltepe Cezaevi’ne getirildi. Dava sürerken 29 Kasım 1971’de THKP-C’den Mahir Çayan, Ulaş Bardakçı, Ziya Yılmaz ile Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu’ndan (kısaca THKO) Cihan Alptekin ve Ömer Ayna, kazılan tünelden çıkarak firar ederler. Firardan sonra THKP-C içinde bölünme yaşanır. Bu süre içinde örgüt içinde baş gösteren anlaşmazlığı tartışmak üzere 12 Aralık 1971’de Yusuf Küpeli ve Münir Aktolga ile görüştü. Ancak bu görüşmede bir sonuç sağlanamadı ve Çayan içeride oldukları süre içinde partinin çizilmiş olan stratejisini terk ettikleri gerekçesiyle Merkez Komitesi’ndeki bu iki arkadaşını suçladı. Daha sonra genel komitedeki diğer üyelerin de onayı ile Yusuf Küpeli ile Münir Ramazan Aktolga’nın THKP-C’den ihraç edilmelerini sağladı. İstanbul’da kalma olanakları daralan Mahir Çayan, Ankara’ya geçer. 19 Şubat’ta Ulaş Bardakçı, Arnavutköy’de kaldığı evde kuşatılır ve güvenlik güçleyile girdiği çatışmada öldürülür. Mahir Çayan ve arkadaşları bir yandan sürekli yer değiştirerek yakalanmamaya çalışırken, öte yandan idam cezası verilmiş olan Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan’ın kurtarılması için eylem olanakları araştırırlar. Ankara’daki ilişkiler de yakalanmalar sonucunda giderek daralır. Önce bazı kadrolar Karadeniz’e gönderilir. Koray Doğan’ın polis tarafından öldürülmesi ve diğer yakalanmalar sonrasında da Mahir Çayan, Cihan Alptekin, Ömer Ayna ve Ertuğrul Kürkçü Karadeniz’e geçerler.

Kızıldere Olayı:

Bir süre Fatsa’da kalan Mahir Çayan ve arkadaşları infazları engellemek için eylem olanakları araştırırlar. 26 Mart 1972’de Ünye’de NATO’ya ait radar istasyonunda çalışan iki Kanadalı ve bir Britanyalı teknisyeni kaçırır ve karşılığında Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu önderleri Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan’ın serbest bırakılmasını isterler. 28 Mart’ta rehinelerle birlikte Niksar’ın Kızıldere köyü muhtarının evinde kalmakta olan arkadaşlarının yanına giderler. 30 Mart günü muhtarın evinde askerler tarafından ablukaya alınırlar. Komutanların megafonla yaptığı teslim olun çağrılarına Mahir Çayan tarafından “Erleri geri çekin, rütbeliler gelsin” ve “Biz buraya dönmeye değil, ölmeye geldik” sözleri ile karşılık verilir. Evi sarmış olan askerler eve girer. İlk Mahir Çayan düşer. Alnından aldığı yarayla evin çatısında can verir. Güvenlik kuvvetlerinin havan topları ve roketatarlarla evdekilere ateş açması sonucu Kızıldere olayı gerçekleşir. Çatışma sonunda Mahir Çayan, Cihan Alptekin, Ömer Ayna, Saffet Alp, Sinan Kazım Özüdoğru, Hüdai Arıkan, Ahmet Atasoy, Ertan Saruhan, Sabahattin Kurt ve Nihat Yılmaz öldürülür. Evde bulunan Ertuğrul Kürkçü samanlıkta yaralı ele geçirilir. Rehineler ise çatışma sırasında ölürler. Cenazeler savcının nezaretinde Niksar’a götürülür. Olaydan sonra Mahir Çayan’ın cenaze aracı askerler tarafından durdurulur ve cenazesi kimsesizler mezarlığına gömülür. Ancak 1974 Çayan’ın arkadaşları cenazeyi alır ve Karşıyaka Mezarlığı’na defnedilir.

Mahir Çayan’ın mezarı Ankara Karşıyaka Mezarlığı, L/3 adası, 99 no’lu mezardır.

Yazıları

Aren Oportünizminin Niteliği
Revizyonizmin Keskin Kokusu I
Revizyonizmin Keskin Kokusu II
Sağ Sapma, Devrimci Pratik ve Teori
Yeni Oportünizmin Niteliği Üzerine
ASD’ye Açık Mektup
Yayın Politikamız
Devrimde Sınıfların Mevzilenmesi
Kesintisiz Devrim I
Kesintisiz Devrim II-III
Toplumsal Yazıları

Slavoj Žižek

Slavoj Žižek (Slavoy Jijek) (Doğum: 21 Mart 1949 Ljubljana, Slovenya) Sloven Marksist sosyolog, filozof ve kültür eleştirmeni.

Ljubljana, Slovenya’da (o tarihte Yugoslavya’nın bir parçasıydı) doğdu. Felsefe doktorasını Ljubljana’da aldı ve Paris Üniversitesi’nde Psikanaliz eğitimi gördü. Batı ülkeleri tarafından saygı görmesinden ötürü sosyalist Yugoslavya’da fazla baskıya maruz kalmadığını belirtmektedir.

Žižek popüler kültürün yeniden okunmasında Jacques Lacan’ın çalışmalarını kullanmasıyla ünlüdür. Şu konuları da içeren sayısız konuda yazmaktadır; ideoloji, köktendincilik, hoşgörü, politik doğruluk, küreselleşme, öznellik, insan hakları, Lenin, mit, internet, postmodernizm, çokkültürlülük, post-marksizm, David Lynch ve Alfred Hitchcock. Düşünürün sevdiği ve önerdiği filmler Hero’dan Korkunç Ivan’a kadar çeşitlilik göstermektedir. Çağdaş felsefenin görmezden gelinemeyecek önemli bir ismidir.

Hayatı:

Žižek Sosyoloji Enstitüsü, Ljubljana Üniversitesi, Slovenya’da uzman araştırmacı olarak görev yapmaktadır. Aynı zamanda, burada sıralanan üniversitelerin yanı sıra başka üniversitelerde de misafir profesör olarak ders vermektedir: The University of Chicago, Columbia, London Consortium, Princeton, The New School, The European Graduate School, The University of Minnesota, The University of California, Irvine and The University of Michigan. Bugünlerde Birkbeck Institute for the Humanities Birkbeck, Londra Universitesi’nde uluslararası yönetici olarak çalışmaktadır.

Žižek 2004 yılında 26 yaşındaki Arjantinli model Analia Hounie ile ikinci evliliğini yaptı, daha önce Renata Salecl ile evliydi.

Žižek mesleğinin başlangıcında 1970’lerin Yugoslavya’sının politik ortamında engellendi. 1975’te master tezinin siyasi açıdan şüpheli görülmesinden sonra Ljubljana Üniversitesi’nde bir yer sahibi olması önlendi. Takip eden yıllarda Yugoslavya Ordusu’nda görev aldı ve sonunda Jacques Lacan’ın psikonalitik teorisine dönük kuramsal odaklanmaları olan bir grup Slovenyalı bilgin ile yakınlaştı.

Žižek’in büyük bir sosyal kuramcı olarak uluslararası tanınması 1989’da İngilizce basılan ilk kitabı The Sublime Object of Ideology’ye kadar sürdü. Žižek’in en dünya çapında en çok tartışılan kitabı The Ticklish Subject (1999), onu açıkça dekonstrüksiyonizmcilerin, Heideggercilerin, Habermascıların, bilişsel işlemlerle uğraşan bilimadamlarının, feministlerin ve Žižek’in New Age “obskürantizmciler” olarak tanımladıklarının karşısına koyar.

Žižek’in çalışma ve düşünceleri belirlemedeki sorunlardan birisi onun kuramsal konumunu çok sık olarak kitapları arasında, hatta bazen aynı kitabın farklı sayfalarında değiştirmesidir (mesela, Lacan’ın yapısalcı mı yoksa post-yapısalcı mı olduğu konusunda). Bu nedenle onu eleştiren bazı kişiler, onu tutarsızlık ve entelektüel düzey eksikliği ile suçlamaktadır. Ne var ki Ian Parker herhangi bir “Žižekyen” felsefe sistemi bulunmadığını öne sürmektedir çünkü Žižek, bütün tutarsızlığıyla beraber, bize, bizim bir tek yazardan neyi almak ve onda neye inanmak istediğimiz konusunda daha derinlemesine düşünmemiz konusunda yardımcı olmaya çalışıyor.(Parker, 2004) Aslında, Žižek’in kendisi, bir felsefecinin tavrının, bizim kendi ideolojik ön kabullerimizi sorgulamak yerine bize dünyayı anlatan Büyük Öteki gibi davranmak olmaması gerektiğini tartışarak, Jacques Lacan’ın kendi kuramlarını sürekli yenilemesini savunmaktadır. Žižek için felsefeci, soruları yanıtlamaya çalışan birisinden daha çok, eleştiren birisidir.

En son olarak Žižek Abercrombie & Fitch için hazırlanan bir katalogda yer alan Bruce Weber’in fotoğraflarına eşlik edecek bir metin yazdı. Büyük bir entelektüelin reklam metni yazmasının uygun olup olmadığı sorulduğunda, Žižek Boston Globe’a şunları söyledi: “Eğer para kazanmak için bu tür işler yapmak veya tam zamanlı çalışan Amerikalı bir akademisyen olarak imtiyazlı bir yer kapmak için kıç öpmek zorunda kalmak arasında bir seçim yapmam istenseydi böyle yerlerde yazı yazmayı seçmekten zevk alırdım!”

Kendisine dönük ters ifadelerden utanmayan ateşli ve renkli bir öğretim üyesi olarak kabul edilmektedir. Üç bölümden oluşan ‘The Pervert’s Guide to Cinema’ belgeseli İngiltere kanalı More4’da Temmuz 2006’da yayınlandı.

Savunduğu İdeoloji:

Žižek’in ideolojisi şahsına özgü bir materyalizmdir. Diyalektik materyalizm geleneği içinde kuram oluştururken, düşüncenin varolan sistemleri içerisindeki devamsızlıkları ve çelişkilerine vurgu yaparak, ontoloji ve epistemolojinin çağdaş kuramlarıyla bağlantılar kurar. Deleuze ve Alain Badiou gibi, Žižek hem bilincin materyalist temeline hem de düşüncenin ‘özerklik ve yararlılığına’ sahip çıkan bir kuram dile getirir.

Žižek’in son kitabı, The Parallax View, şimdiye kadarki en derin ontolojik yorumlama çalışmasıdır. Žižek ontolojinin farklı yüzlerinin idealist ve materyalist anlamlandırmalar açısından karşılaştırmalarını yapmaktadır. İdealizm ve materyalizm arasında bu anlamdaki karşılaştırmalardan biri, idealizmin ‘her şey’i kuramsallaştırdığına dair iddia edilen yeteneği ile materyalizmin görünüşte ‘her şey’in gerçekte ‘her şey olmayan’ olduğu şeklindeki anlamlandırmasının arasında Lacancı terimlerle ifade edilir.

Žižek’in idealizm ve materyalizm arasında karşılaştırma yapma tutkusu onun kendi çalışmasını paradoksal terimler içerecek şekilde tanımlamasına neden olur: “Materyalist Teoloji”. Teolojisi, materyalizmi gibi kendine özgüdür. Žižek, gerçekte gerçekliğin temelde açık olduğunu ve materyalist “minicik bir fark” olduğunu ileri sürer, ontolojik açıdan, bir indirgemeci fiziksel işlemi tanımlaması ile bir insanın varoluş deneyimi arasında gerçeklikte görünen fark insan hayatının gerçeği ve ontolojinin kuramsallaştırmaya çalışması gereken en önemli alandır. Tüm insancıl Hristiyan teolojisi ile denkleştirdiği bu alan radikal bir şüphe üstüne oturtulmuştur. Žižek, olumsuz ve sınırlandırıcı “düşünen şey” ifadesi ile farkı Freudçu ölüm içgüdüsü (tanatos) ile denkleştirir. Biyolojik psikoloji bir gün bir insanın beyninin tam bir modelini yapabilecek olsa da, hâlâ geride açıklanamayan bir şey kalmış olacak, ve bu şey doğrudan Freudçu ölüm içgüdüsü ile ilişkili olacak. Žižek’e göre bu rolü üstlenenin, zevk ilkesi değil de ölüm içgüdüsü olduğunu belirtmek önemli. Temsil edilemeyen bütünlük üzerinde kırılmalar ve kararlar öneren bilincin olumsuz yüzü vurgulanır. Žižek bilincin opak olduğu gerçeğine işaret eder. Bilincin temel özelliklerinden biri, bir şeyin gerçekten bilinçli mi yoksa sadece bir taklit mi olduğunu asla bilemeycek olmanızdır. Žižek Lacan’ı şunları belirterek eleştirir: “Ne yazık ki Lacan çok hızlı bir şekilde öz-bilinçlilik ile öz-saydamlığı özdeşleştirir, Alman İdealizmi’ndeki öz-bilinçlilik nosyonunun en önemli şartı insanın kendisine çok zor ulaştığı/hatta ulaşamadığıdır. Bu olumlu bir ontolojik şarttır.”

Žižek’in metafiziği, önemli bir noktaya kadar anti-metafiziktir, çünkü ‘her şey’i kuramsallaştırmanın saçma olduğuna inanmaktadır, çünkü daima kuramsallaştırılamayan bir şeyler kalacaktır. Bu Lacan’cı terimlerle ‘sembolik’ ve ‘gerçek’ arasındaki ilişkinin terimleri ile açıklanabilir. Žižek’e göre, bir insanı çeşitli yollarla gözlemleyebiliriz ancak bu yollar eş zamanlı varolmaz. Mesela, bir insanı ya kendi iradesi olan etik bir varlık olarak ya da güdülere dayanan biyolojik bir yaratık olarak görebiliriz ama ikisi birden değil. Bunlar ‘gerçeğin’ ‘sembolik’ tercümeleri, tanım ile tam olarak anlaşılamayacak ‘her şey olmayan’ı anlamak için dili kullanma yollarıdır. Žižek’e göre, ne var ki ‘gerçek’ sizin ona nasıl bakmaya karar verdiğinize bağlı olmayan farklı yollarda analaşılan bir şey değildir (etik bir varlık olarak insan biyolojik bir varlık olarak insana karşı mücadele verir); ‘gerçek’ bunun yerine daha üstün bir noktadan başka bir noktaya hareket etmektir – The Parallax View’da belirtildiği gibi. Kendisinin sıklıkla eleştirdiği postmodern kuramcıların tersine, Žižek, kendi iç öznelliklerine işaret eden ölçülemez diskurlar boyunca doğrudan bir ontolojik kesinin bulunduğunu iddia ederek görecelik konusunu açıklamaktan kendini kurtarır. Bu ‘gerçeğin’ çeşitli ‘sembolik’ tercümeleri olmasına rağmen, hepsi göreceli olarak “doğru” değildir. ‘Gerçek’, çelişkilerin birbiri içinden geçmesi işleminde ortaya çıkar; veya gerçek “minik bir farktır”, indirgemeci materyalizmin sonsuz kararları ile yaşanan deneyim arasındaki fark.

Öznenin Oluşumu:

Bilinçdışı, bir dil gibi yapılandığı için (“comme une langue”), bu kendisini iki durumda tutkuya doğru yönlendirecektir: Birincisi, Lacan’ın XI.ci Seminer’inde tutkunun “hedefi” olarak adlandırılan tutku nesneleri ve bilinçdışı, veya tutkunun “amacı” olarak adlandırılan kendi içinde tutkunun mekanizması ve Lacan’ın kendisi tutkunun işleyişinde bunu daha önemli bir durum olarak düşünmüştü.