Fuzuli

Fuzûlî ( 1480 – 1556) , ( Kerbela ya da Bağdat), Azerbaycan Türkçesinde eser veren Türk divan şâiridir. Asıl adı Mehmed bin Süleyman’dır. Türk Bayat boyundan olduğu aktarılmaktadır. Türk şiirini önemli ölçüde etkilemiştir.

Kerbelâ’da doğdu, doğum yılı kesinlikle bilinmiyorsa da, kimi kaynaklara göre 1480 dolaylarındadır. 1556’da Kerbelâ’da öldü. Yaşamı, özellikle gençlik dönemi ve öğrenimi konusunda yeterli bilgi yoktur. Şiirde ‘Fuzûlî’ adını, kendi şiirlerinin başkalarınınkilerle, başkalarının şiirlerinin de kendisininkilerle karşılaştırılması için aldığını, böyle bir takma adı kimsenin beğenmeyeceğini düşündüğünden kullandığını, Farsça Divan’ının girişinde açıklar. Ama ‘işe yaramayan’, ‘gereksiz’ gibi anlamlara gelen ‘fuzûlî’ sözcüğünün başka bir anlamı da ‘erdem’dir. Onun bu iki kaşıt anlamdan yararlanmak amacını güttüğünü ileri sürenler de vardır.

Hayatı :

Ailesi göçebe hayatı bırakıp günümüzdeki Irak bölgesine yerleşmiş olan Oğuzların Bayat boylarındandır. Fuzûlî; ne kadar kesin bilinmese de 1483 yılında Akkoyunlular zamanında şimdiki Irak’ta Kerbela veya Necef’te veya Kerkük iline bağlı Kale semtinde doğduğu tahmin edilir.

Fuzûlî iyi bir eğitim almak için ilk önce Hillah şehrinde müftü olan babasından, ve daha sonra Rahmetullah adındaki bir öğretmenden eğitim görmüştür. Daha sonraki öğrenimi hakkında kesin bir bilgi olmamakla birlikte; eserlerinden İslamî bilimler ve dil alanında çok iyi bir eğitim aldığı anlaşılmaktadır. Ayrıca Su Kasidesi’nin 2. beytinde;”Âb-gûndur günbed-i devvâr rengi bilmezem”,”Ya muhît olmuş gözümden günbed-i devvâre su”diyerek astronomi bilgisinin de iyi olduğunu ortaya koymuştur. Türkçe Divanı’nın önsözünde şöyle demiştir:
“İlimsiz şiir temelsiz duvar gibidir, temelsiz duvar da değersizdir”

Divan şiirlerini, Azerice, Arapça ve Farsça yazmıştır. Eserlerinde kullandığı dil dönemindeki divan şairlerine göre daha sade, anlaşılır bir Türkçedir. Halk deyişlerinden bolca yararlanmıştır.

Bedensel zevklerden ziyade tasavvufî bir aşk, Ehl-i Beyt’e duyulan özlem, ayrılık acısı şiirlerinin konusunu teşkil etmiştir. Duygu ve düşüncelerini çok içten ve lirik bir şekilde ifade etmeyi kolayca başarmıştır. Bu açıdan bakıldığında Türk şiirinde karşılaştırılabileceği tek şair Yunus Emre’dir. “Leylâ ile Mecnun” mesnevîsi aynı konuda yazılmış (Arapça ve Farsça dâhil) en iyi mesnevîlerden biridir.

İran şiirinden Hâfız, Türk şiirinden ise Nesimî ve Nevai çizgisini en başarılı şekilde kemâle erdirmiştir. Kendisinden sonra gelen bütün divan şairlerini etkilemiştir. Onun, Kerbela’da 1556 yılında içinde yaygın olan salgın bir hastalık sonucunda, veba veya koleradan öldüğü tahmin edilir. Nefsini yüceltmemek, kibir ve gurur yapmamak için şiirlerinde “boş, gereksiz, yersiz” anlamına gelen “fuzuli mahlasını kullanmıştır.

Şiirlerinin konusu :

Leylâ ile Mecnun
Fuzûlî’nin “Divan” adlı eserinde yer alan bir şiirinden görünüm.

Irak’ta Hilla Bölgesinde yaşamıştır. Hayatı yoksulluk, bahtsızlık ve ilgisizlik içinde geçmiştir. Bu durum onu derinden etkilemiş ve bu yalnızlık duygusu sanatının ilham kaynağı olmuştur. Yaşadığı atmosferi şiirine yansıtmıştır. Kendisi çölde yaşamış; çöl kimsesizlik, hasret ve hüzün demektir. Fuzuli bu unsurları şiirinde yoğurmuştur.

Fuzuli şiirlerinde Tek Varlık görüşünü en fazla işleyen şairdir. Onda “Visal” (Allah’a kavuşma) isteği kuvvetlidir. Ama vuslat yoktur. Tasavvuf onda yaşı ve sanatı ilerledikçe koyulaşmıştır. Divan edebiyatında ilah-i aşkı en fazla işleyen şairdir. Bu durum ondaki ideal aşkı gösterir. Fuzuli derdi, ıstırabı seven bir kişidir. Nitekim şu beyiti bunu açıkça gösterir.

“Aşk derdiyle hoşem el çek ilacımdan tabib Kılma derman kim helakım zehri dermanındadır.”

Fuzuli derin ve samimi bir aşk şairidir. Ölüm, toplum, yoksulluk, felsefe, tabiat temalarını hep bu aşk etrafında yazmıştır. Çağdaşlarına göre sade bir dili vardır. Arapça, Farsça ve Türkçeyi çok iyi bilen şairin gücü; bu üç dilden aldığı kelimeleri kullanıp, bunlarla düşünmesiyle ortaya çıkmıştır. Bu yönüyle Divan Edebiyatı’nın en büyük şairlerinden sayılmaktadır.

Ayrıca Yedi Ulu Ozan’dan biri kabul edilir.

Fuzûlî’nin yaşamı konusunda bilgi veren kaynaklar birbirini tutmamakta, genellikle söylenceyle gerçeği ayırma olanağı bulunmamaktadır. Onunla ilgili güvenilir bilgiler, yapıtlarının incelenmesinden, kimi şiirlerinin açıklanışından kaynaklanmaktadır. Bunlardan anlaşıldığına göre Fuzûlî iyi bir öğrenim görmüş, özellikle İslam bilimleri, tasavvuf, İran edebiyatı konularında çalışmalar yapmıştır. Şiirlerinde görülen kavramlardan simya, gökbilim konularıyla ilgilendiği, İslam ülkelerinde pek yaygın olan ve gelecekteki olayları bildirmeyi amaçlayan ‘gizli bilimler’le ilişkili bulunduğu anlaşılmaktadır. İslam bilimleri içinde hadis, fıkıh, tefsir ve kelam üzerinde durduğu, gene yapıtlarında yer alan kavramların incelenmesinden ortaya çıkmaktadır. Türkçe, Arapça, Farsça divanlarında bulunan şiirleri, bu üç dili de çok iyi kullandığını, onların bütün inceliklerini kavradığını göstermektedir. Yapıtları incelendiğinde İran şairlerinden Hâfız, Türk şairlerinden de Nesîmî, Nevâî ve Necati’yi izlediği, onların şiir anlayışını, duygu ve düşüncelerini benimsediği görülür.

İnanç bakımından Fuzûlî, Şii mezhebine bağlıdır. On iki İmam’a karşı derin bir sevgisi vardır. Bütün yaşamını Kebelâ’da, Şiiler’ce kutsal sayılan topraklar üzerinde geçirmesi, aşağı yukarı bütün şiirlerinde tasavvuftan kaynaklanan bir sevgiyi, bir üzüntüyü işlemesi, Kerbelâ olayıyla ilgili ağıtları, Şeriat’ın katılığına karşı çıkışı bu nedenlerdir. Ancak Ali’ye bağlılığı, Ali’nin tanrısal bir varlık olduğu görüşünü savunan ve İslam ülkelerinde Galiye (aşırılık) diye nitelenen inançla ilgili değildir. Ona göre Ali erdemli, gönül bilgisiyle dolu, olgun, yetkin bir kişidir ve Peygamber’den sonra imam (halife) olması gereken kimsedir. Bu görüşü benimsemeye, İslam ülkelerinde, mufaddıla (erdeme bağlı olma) denir. Fuzûlî de bu erdemden yana olanlar arasındadır. Ona göre Ali erdem bakımından, bütün halifelerden ve Peygamber’in yakınlarından (sahabe) üstündür. Bu konudaki inancını Hadîkatü’s-Süedâ (‘Mutluların Bahçesi’) adlı yapıtında bütün açıklığıyla ortaya koymuştur. Türkçe ve Farsça divanlarında Ali ve onun soyundan gelen imamlara bağlılığını konu edinen birçok şiir vardır. Bir aralık Bağdat’ı ele geçiren İsmail Safevi’ye yazdığı övgünün kaynağı da bu sevgidir.

Fuzûlî’nin, geçimini Kerbelâ, Necef ve Bağdat’ta bulunan On İki İmam’la ilgili vakıfların gelirlerinden sağladığı Farsça Divan’ındaki ‘Dürr-i sadef-i sıdk cenâb-ı mütevelli’ (Doğruluk sedefinin incisi yüce görevli) dizesiyle başlayan şiirden anlaşılmaktadır. Fuzûlî, yaşadığı dönemin geleneğine uyarak, Bağdat’ı ele geçiren Osmanlı padişahı Kanuni Süleyman’a ve Rüstem Paşa, Mehmed Paşa, İbrahim Bey, Cafer Bey gibi devlet büyüklerine övgüler yazmıştır.

Fuzûlî’nin bütün yaratıcı gücü, yaşam ve evren anlayışını, insanla ilgili düşüncelerini sergilediği şiirlerinde görülür. Ona göre şiirin özünü sevgi, temelini bilim oluşturur. ‘Bilimsiz şiir temelsiz duvar gibidir, temelsiz duvar da değersizdir’ anlayışından yola çıkarak sevgiyi evrenin özünü kuran bir öğe diye anlar, bu nedenle ‘evrende ne varsa sevgidir, sevgi dışında kalan bilim bir dedikodudur’ yargısına varır. Sevginin yanında, şiirin örgüsünü bütünlüğe kavuşturan ikinci öğe üzüntüdür, sevgiliye kavuşma özleminden, ondan ayrı kalıştan kaynaklanan üzüntü. Üzüntünün, ayrılık acısının, kavuşma özleminin odaklaştığı başlıca yapıtı Leylâ ile Mecnun’dur. Burada seven insan, bütün varlığıyla kendini sevdiği kimseye adamıştır, ancak sevilen kimsede yoğunlaşan sevgi tanrısal varlığı erek edinmiş derin bir özlem niteliğindedir.

Sevilen insan bir araç, onun varlığında görünüş alanına çıkan Tanrı, tek erektir. Fuzûlî, bu konuda Yeni-Platonculuk’tan beslenen tasavvufun insan-tanrı anlayışına bağlı kalarak, varlık birliği görüşünü işlemiştir. Ona göre gerçek varlık Tanrı’dır, bütün nesneler ve onları kuşatan evren Tanrı’nın bir görünüş alanıdır. Bu nedenle yaratılış, tanrısal varlığın görünüş alanına çıkışı, bir ışık (nûr) olan ‘Tanrı özü’nden dışa taşmasıdır (sudûr) : ‘Zihî zâtın nihân u ol nihandan mâsivâ peydâ’ (Senin özün gizlidir, bu görünen evren o gizli özünden ver olmuştur) .

Fuzûlî’nin anlayışına göre insan ‘seven bir varlık’tır, bu sevgi Tanrı ile insan arasındaki bağın özünü oluşturur, ayrı insanın Tanrı’ya yaklaşmasını sağlar. Bu nedenle de yalnız insan sevebilir. Varlık türlerinin en yetkini, en olgunu olan insan Tanrı’nın gören gözü, konuşan dili, duyan kulağıdır. İnsanda Tanrı istenci dışında bir eylemi gerçekleştirme olanağı yoktur. İnsan biri gövde, öteki ruh olmak üzere iki ayrı özden kurulu bir varlıktır. Gövdenin toprak, yel (hava) , od (ateş) ve su gibi dört oluşturucu öğesi vardır. Ruh ise tanrısaldır, gövdede, gene Tanrı buyruğuyla bir süre kaldıktan sonra, kaynağına, tanrısal evrene dönecektir, bu nedenle ölümsüzdür. İnsanın yeryüzünde yaşadığı sürece ruhunun kutsallığına yaraşır biçimde davranması, doğruluk, iyilik, erdem, güzellik gibi değerlerden ayrılmaması, özünü bilgiyle süslemesi gerekir.

Fuzûlî, ‘maarif’ adını verdiği gönül bilgisini kişinin özünü ışıklandırması için bir kaynak diye yorumlar, ‘ey güzel zâtın maârif birle tezyîn edegör’ dizesiyle bu konudaki görüşünü açıklar. Onun ahlakla ilgili görüşlerinin temelini kuran doğruluk, iyilik ve erdem gibi üç öğedir. Bu üç öğenin karşıtı baskı (zulm) , ikiyüzlülük (riyâ) ve bilgisizliktir (cehl) . ‘Selâm verdim rüşvet değildir deyu almadılar’ diye başlayan Şikayet-nâme’sinde çağının yolsuzluklarını, ahlaka, İslam dininin özüne aykırı davranışları sergilenirken, Türkçe Divan’ında da ‘zalimin zulm ile akçe toplayıp yardım edermiş gibi başkalarına dağıttığını, oysa cennete rüşvetle girilmeyeceği’ anlamındaki dizelere geniş yer verir. Ona göre bu yeryüzü bir alışveriş yeridir, herkes elindekini ortaya döker. Bilgiyi seven erdem ve beceriyi, dünyayı seven de altını, gümüşü sergiler:

Dehr bir bâzârdır her kim metâın arz eder
Ehl-i dünya sîm ü zer ehl-i hüner fazl u kemal

Fuzûlî, inanç konusunda da erdemin, doğruluğun, Kuran’ın özüne bağlı kalmanın gereğini savunur. Ona göre oruç, namaz, zekât gibi görevler gösteriş için değil, kişinin özünü kötülükten arındırmak, olgunlaştırmak içindir. Oysa içinde yaşanan çağın insanı İslam dininin temel ilkelerini bir çıkar aracı olarak kullanmakta, gerçeğinden uzaklaştırmaktadır. Bu nedenle İslam’ın özünden ayrılmak istemeyen bir kimsenin uygulaması gereken yöntem ‘namaz ehline uyma, onlar ile durma oturma’ biçiminde özetlenebilir.

Fuzûlî’nin dili Azeri söyleyişidir, özellikle Nevâî ve Nesîmî’yi anımsatan bir nitelik taşır. Şiirde uyumu sağlayan öğe genellikle, sözcükler arasında ses benzerliğinden kaynaklanır. Aruz ölçüsüne uymayan Türkçe sözcüklerde görülen uzatma ve kısaltmalar Arapça ve Farsça sözcüklerle uyum içine girer. Dilde biri ses uyumu, öteki anlam olmak üzere iki temel öğe dizeler arasında, ses uyumuna dayanan bağlantıdır. Farsça’nın şiire daha yatkın bir dil olduğunu, Türkçe şiir söylemenin güçlüğünü ileri sürmesine karşılık, Türkçe şiirlerinde daha çok başarılı olmuştur. Hadikatü’s-Süedâ adlı yapıtında şiir söylemeye pek elverişle olmayan Türkçe’yi başarıyla kullanacağını, bu dili güçlü, elverişli bir şiir durumuna getireceğini ileri süren Fuzûlî’de halk dilinde geçen sözcükler, deyimler, atasözleri önemli bir yer tutar. Kimi şiirlerinde Kuran ve Hadisler’den alıntılarla dizenin anlamı güçlendirilir.

Divan şiirinin bütün ölçülerini, biçimlerini kullanan Fuzûlî’nin yaratıcı gücü, düşünce derinliği, söyleyiş akıcılığı daha çok gazellerinde görülür. Kerbelâ olayıyla ilgili şiirlerinde üzüntüyü çok geniş boyutlar içinde ele alarak şiirinin bütününe yayar, inanan, seven insanı bir ‘acı çeken varlık’ olarak gösterir. Bu tür şiirlerinde sevgi ve aşk birbirini bütünleyen iki öğe niteliğine bürünür. Leylâ ile Mecnun adlı yapıtında işlenen derin özlem, ayrılıktan duyulan acı ağıt özelliği taşıyan şiirlerinde ölüm karşısında duyulan derin sarsıntıya dönüşür.

Şiir, Fuzûlî için, düşünceleri, duyguları ortaya koymaya, insanı anlatmaya, kimi sorunları sergilemeye yarayan bir yaratıdır. Şiir, yalnız şiir olsun diye söylenmez, bir varlık görüşünü dile getirmeyi amaçlar. Şiiri oluşturan özlü ve anlamlı sözdür, söz ile kişi kendini ortaya koyar. Öte yandan söz bir yaratma öğesidir: ‘Bû ne sırdır kim eder her lahza yoktan vâr söz’. Söz, onu söyleyenle bağlantılıdır, onun bulunduğu bilgi ve duygu aşamasını, değer basamağını gösterir.

Artıran söz kadrini sıdk ile kadrin artırır
Kim ne mikdâr olsa ehlin eyler ol mikdâr söz

Dizelerinde sergilenen düşünceye göre sözün değerini artıran kendi değerini artırır, kişinin kendi neyse söylediği sözle açığa vurduğu da odur. Söz kişinin aynasıdır.

Fuzûlî, kendinden sonra gelen Türk Divan şairleri arasında Bâkî, Ruhî, Nâilâ, Neşâti, Nedim ve Şeyh Galib gibi sevgiyi şiirlerinin odağı durumuna getiren şairleri etkilemiştir. Öte yandan kimi Alevi ozanlarca da bir ‘inanç ulusu’ olarak benimsenmiş, saygı görmüştür.

Kul Himmet

Kul Himmet.

Kul Himmet : Yardım isteyen kul veya hizmetci anlamındadır.

Ozan ve dede Kul Himmet’in Soyunun Erdebilden geldiğini Kemaliye’nin Ocak Köyü’ndeki Hıdır Apdal Tekkesine bağlı olduğunu,asıl adının Hüseyin olduğunu ,Kul Himmet mahlasını sonradan aldığını,yolunu oğlu Şahine öğrettiğini yazdığı şiirlerden anlıyoruz.

Dede Kul Himmet alevi saz şairlerinden ve aşıklarından biridir deyişlerinde şiirlerinde hep alevi öğretileri geçer ,hayatı ve şiirleri tam net olarak bilinmemekte hatta bir kaçtane kul Himmet karşımıza çıkmaktadır tarihi araştırma çok az folklor araştırmacıları Cahit Öztelli ve İbrahim Aslan oğlu konuyu folklorik yönden araştırmışlardır

İsmail Kaygusuz’a Göre Kul Himmet :

Kul Himmet’in mezarının bulunduğu ve Kul Himmet soyluların yaşadığı köyden olan ve köyünde yıllarca imamlık yapmış bulunan İrfan Çoban’ın ozan hakkında derlediği otantik bilgiler, asıl adı hüseyin olan Kul Himmet’i ailece bize tanıtıyor. Hanımının adı önce ördek ana iken, yerleştiği köyde değiştirip Fatma ana demişler. Birinin adı şahin öbürünün abbas olan iki oğlu vardı Kul Himmet’in. şiirinde sadece iki kez oğlu Şahin’in adı geçmektedir. Şahinime yolumu eyledim teslim” dizesinden anlaşıldığına göre, Kul Himmet artık yolu–erkânı yürütmeğe mecali kalmadığı ömrünün son zamanlarında bu şiiri yazmıştır. Abbas’ın o tarihlerde yaşamadığı anlaşılıyor Bir şiirinde “Dedem Hıdır Abdal pirim ocağı” diyerek soyunun Kemaliye’nin Ocak Köyü’ndeki Hıdır Abdal tekkesine bağlı olduğunu ima ediyor; ama döne dolaşa maneviyatından yardım dileyip, bir gece rüyasına girmesi için yakardığı pir, Hacı Bektaş Veli’dir. Bunun yanı sıra Erdebil Tekkesine duyduğu özlemleri de nefeslerinde göstermiştir

Değişik Görüşlerdeki Düşünürlere Göre Kul Himmet :

Kul Himmet Dede’nin tarih düşerek yazdığı iki nefesi, Şah Tahmasp dönemine rastladığı halde adını anmaz. Bunlardan ilki, İrfan Çoban’ın Kul Himmet soyundan gelen BONCUK ŞAHİN DEDE’den derlediği ve hem düvazimam hem de Cemlerde gülbenk (dua) olarak okunan 38 kıta’lık uzun nefesidir. Kul Himmet, hece sayısını ve uyakları göz önünde almadan, Görgü Ceminde içinden geldiği gibi (Şatiyye) gülbenk çekerken yarattığı bu nefeste Peygamberler, Melekler, Oniki İmamlar, Hacı Bektaş Veli, Kızıl Deli Sultan, Balım Sultan, çok sayıda erler–evliyaların ozanların adına zikrederek, bütün yersel–göksel varlıkların hepsinin “hürmeti hakkı için Ali”den yardım dilemektedir. Bu uzun nefes ağızdan ağıza, sözlü olarak gelmiş olduğundan bazı evliya isimleri sonradan şiire girmiş. Kul Himmet onuncu dörtlükte Şah İsmail’i bir veli olarak anmaktadırYine İrfan Çoban’ın Kul Himmet evlatlarından ABBAS DEDE’den derlediği diğer nefes de bir düvazimam’dır. Bülbül ile konuşarak onun kendisine hal diliyle söylediklerini, bu düvazimam’da dillendiriyor Kul Himmet. Öğütler verirken, aynı zamanda özeleştiri geçiyor. dörtlükte düştüğü bir tarih ve bu tarihte, “Dört kitapla İmam Cafer heyeti”nin “mümin kula” söyledikleri var Kul Himmet’in bu maniler dizisini Şah Abbas’ın tahta çıkarıldığı 1588’in başlarında yazdığı anlaşılıyor. Ve büyük olasılıkla büyük ozan son birkaç yılını Kızılbaşların kurtuluşu umudu içinde geçirmiştir. Kul Himmet, bu maniler dizisinin 72.sinden itibaren 7 dörtlük içinde, “Mana ulaştı kırka” diye başlayıp yüze erişinceye dek, sanki her dörtlükte on yılının yaş özelliklerini vermektedir. Mana’yı, iç dünyası olarak alırsak, kırk yaşından itibaren olgunlaştığını söyleyip, yüz yaşına dek sürdürüyormuş gibi geliyor insana. Ancak bazen Mani türünün özelliği gereği, tekerleme biçiminde anlamlandırılması güç boşmuş gibi görünen sözler de sıralıyor. Belki özellikle 76. dörtlükte Şeyh Safi’nin (1252–1334) seksen yaşlarında öldüğünü ima etmesi, kendi yaş evrelerini dörtlüklerle verdiğine kanıt gösterilebilir

Kul Himmet’im Gezdiği Yerler Hakkında Anlatılan Söylencelerdeki Tarihsel Gerçekler :

Kul Himmet’in, bazı dörtlüklerinde yardım istediği, ziyaretinde bulunduğu erler–evliyalardan söz etmektedir. Onun zamanında kimisi yaşamakta olan, ama çoğu çoktan Hakk’a yürümüş ve yatırlarıyla tanınan bu Alevi–Kızılbaş İmam ve ermişleri Horasan’dan–Erdebil’den Balkanlara, Irak ve Suriye dahil tüm Küçük Asya’yı kapsayan geniş coğrafya yüzeyinde bulunmaktadırlar. Büyük çoğunluğu Anadolu’da ve kırsal bölgelerdedir; bugün de bu yatırlar Aleviler tarafından kutsanmakta, ziyaret edilmektedir. Ama onun, “Şah–i Merdan ile gezdiğim yerler” bağlamlı 24 kıtalık bir şiiri var ki, içinde 50’den fazla ülke, şehir, kasaba, coğrafi bölge, dağ, ova, ırmak, çöl vb. adlar geçmektedir.

Yaşamı boyunca çok gezmiş Kul Himmet. Büyük olasılıkla bir süre de Şah İsmail’in Kızılbaş ordusunda bulunmuştur. 1511 Şah Kulu başkaldırısından 1527–28 büyük Kalender Şah halk hareketine kadar Anadolu’da en az 6 Alevi–Kızılbaş başkaldırısı içinde bulunmuş olan Kul Himmet yaşamını, Anadolu Kızılbaş (İran Safevi değil) siyasetine adamıştır. İran Kızılbaş Safevi yönetiminde Anadolulu Kızılbaşların (Ehl–i İhtisas kurullarının) egemen olduğu dönemlerde şiirlerinde Şah’ları çağırışı aynı siyasetin doğrultusuydu.

Türkçe’yi en anlaşılır ve en etkileyici biçimde kullanarak yazdığı, coşku ve duygu dolu olduğu kadar, didaktik (öğretici) şiirleriyle yaşamı boyunca davasına hizmet etmiştir Kul Himmet, Koğuşturmalara uğramış, zindanlara kapatılmış ve bir sınırı belli olmayan bir sürgün ve kaçak yaşamı sürdürmüştür. Onun içindir ki, “Makamı sır olan koca Kul Himmet” diye tanınır ozanlar arasında.
Ömrünün son dönemini bugün mezarının bulunduğu Tokat’ın Almus ilçesine bağlı Varzıl (Görümlü) köyünde geçirdiği anlaşılıyor. Köyde Kul Himmet’in burada yaşadığı dönemde baskın yapılıp, ailece kesildiklerine dair bir olay anlatılmaktadır.

Aynı köyden olan İrfan Çoban’ın, Kul Himmet soyundan Şahin oğulları’ndan derlemiş olduğu bir söylencedir bu:

“Osmanlı hükümeti tarafından Kul Himmet’in ve ona bağlı yaşadığı köyün ortadan kaldırılıp dağıtılması emri verilmiştir. Bu buyruk üzerine Sivas’ın Tozanlı sancağından Osmanlı askerleri gelip, köyü basmış. Kul Himmet ailesini kesmişler. Yalnız çok küçük olan bir torununu alıp götürmüş ve Tokat’a yakın ZODU (Kurucak) köyüne yerleştirmişler. Beşinci torunu Yakup’u ise annesi, ya da köyden kadının biri fırsatını bulup, çocuğu kaçırarak Ekseri (Eğri Dere) köyünde saklayıp büyütmüş. Bu baskın sırasında Kul Himmet’in çocukları babalarına ait kitapları toprağa gömüp, üzerine ateş yakarak onları kurtarmışlardır.

Kitaplardan birisi ‘Yanık kitap’ adıyla anılan ‘Faziletname’dir. Daha sonra Hacı Yakup adıyla tanınmış bir pehlivan olan bu çocuk babasının dedesinin öcünü almıştır.” (İrfan Çoban: Kul Himmet. Tokat 1997: 28–30) Köyü ziyaret eden Cahit Öztelli, ise bu baskını Şöyle anlatmaktadır:

“Almus (bugün ilçe, eskiden köy idi) halkı ile Varzıl (Kul Himmet’in köyü) halkı birbirini hiç sevmezlermiş. Çekişip dururlarmış (her halde mezhep ayrılığından olacak). Almuslular Kul Himmet ailesini kesmişler. Bir tek Yakup kalmış. Bir kadın bu çocuğu Ekseri (Eğri Dere) köyüne kaçırmış… Kendisi köyü ziyaret ettiği halde bu bilgiyi, daha sonra öğretmen ve tarih araştırmacısı Halis Turgut Cinlioğlu göndermiş.

Görülüyor ki, kendini hükümet adamı gibi gösteren araştırmacılara Alevi halk güvenip açılmıyor; ya bilgi vermiyor ya da gerçeği saklıyor. Burada görüldüğü gibi, Kul Himmet ailesinin kesilmesi iki köyün arasında mezhep ayrılığından çıkan kavga yüzündenmiş gibi gösteriliyor. Bunu sadece Cahit Öztelli’nin yorumu ve onun böyle göstermiş olacağını düşünmüyoruz. Öyle anlaşılıyor ki, bugün de devletin Kızılbaşlara karşı tutumunda bir farklılık görmeyen Kul Himmet’in köyünde yaşayanlar, korktukları için öyküyü değiştirip sunmuşlardır. Ayrıca akıllarınca, hakkında kötü konuşulmasın diye Kul Himmet’i devlete (Osmanlı’ya) karşı göstermemek ve onu aklamak istemişlerdir. Hacı Yakup öyküsü bile bu maksatla yaratılmış görünüyor; onu İstanbul’a göndermiş, sarayda çalıştırmış ve hatta Padişah’ın yaveri bile yapmışlar. Yakup orada bir Rus pehlivanını yenince Padişah’ın iyice gözüne girmiş. Padişah onun isteğini kabul ederek, eline bir ferman vererek, önce hacca sonra da dedesinin memleketine göndermiş. O da ateş altında saklanmış Kul Himmet dedesinin kitaplarını bulup, köyü yeniden kurarak şenlendirmiş.

Öyle anlaşılıyor ki, Osmanlı askerleri –büyük olasılıkla Almus’luların ihbarıyla– köyü bastıklarında Kul Himmet evinde bulunmuyordu. Gezideydi ve belki talipleri arasındaydı ve belki de baskından önce kaçırılmıştı. Kul Himmet’in şiirlerinde Fazilet–nâme’de geçen Ali’nin erdem ve kerametlerinden yarattığı destanlar ve şiirlerin pek çoğu günümüze gelmiştir. Ali’yi anlattığı nefesinde ise Kul Himmet Yemini’nin “Fazilet–nâme”sinin hemen hemen tam bir özetini yapmıştır. Bu şiir ve destanlar “Yanık Kitap” olayını doğrulayan kanıtlar olabilir. “Yanık Kitap” olayı olarak günümüze ulaşan Kul Himmet köyünün basılıp, ailesinin öldürülmesi ve köyün dağıtılmasının tarihini belirleyecek iki önemli belge bulunmaktadır: Birincisi, Padişah 3. Murad’ın 1576 yılında, Rafiziliğe ilişkin kitaplara el konulması hakkında Çorum Beyine ve Orta pare Kadısına gönderdiği ferman; bu fermanda “Kızılbaş Diyarı”ndan getirtildiği ihbar edilen 34 kitabın derhal toplatılıp yok edilmesi; getiren kişilerin ve alıp okuyanların tutuklanması bey ve kadılara emredilmektedir. Bu fermanla ilgili olarak yapılan ihbar üzerine Varzıl köyü basılmış ve Kul Himmet ailesinin evi aranmış; ancak köyün basılacağı önceden haber alındığı için toprağa gömülüp, üzerinde büyük bir ateş yakılarak, hem kitaplar hem de Kul Himmet kurtarılmış olabilir. Köyün bu birinci basılışı Kızılbaş kitaplarıyla ilgilidir. Çünkü, bölgeye aynı padişah tarafından gönderilen ikinci buyruk tamamıyla Kızılbaş inanç ve siyasetine ilişkin ve bu bağlamda, yani köy Kızılbaş ve üstelik Kul Himmet’in köyü olduğu için basılıp dağıtılmış. Büyük ozanın aile bireyleri öldürülmüştür. 1583 tarihli bu Ferman’da Amasya kadısı ve beyinin, ayrıca Çorum, Zile, Turhal, İskilip, Osmancık Artuk abad, Hüseyinabad, Güleş, Ortapare, İnabazarı, Mecitözü, Kaza bad, Katar, Karahisari, Demürlü ve Havsa kadılarının, buralarda yaşayan Kızılbaşların cezalandırılması buyurulmaktadır. Osmanlı padiahı 3. Murad’ın bu buyruğunda yer alan söylemler, hükümlerin Kızılbaşların yaşadığı bütün bölgeleri kapsadığını açıkça göstermektedir.

Görüldüğü gibi Kızılbaşlara genel bir baskı, sürgün ve önde gelenlere kıyım uygulaması yapılmıştır bu ikinci fermanla. O yıllarda, ezici çoğunluğun Kızılbaş olduğu bu bölgelerde, fermanda belirtildiği üzere bir ayaklanma hazırlıklarının var olması olasılık dışı değildir. İran’dan gelen halifelerin Kul Himmet ile görüştükleri ve ilişkilerinin olduğu muhakkaktır; yaşlı Kul Himmet’in öğüt ve önerilerine gereksinimleri vardır. Bu fermanın çıkartıldığı tarihten 3–4 yıl sonra İran’da, Muhammed Hüdabende’nin son yıllarında yönetimde yeniden güçlenmeğe başlayan Türkmen beylerinin Şah Abbas’a Kızılbaş tacını giydirmişler ve yeni bir umut belirmiştir Kızılbaş toplulukları için. İşte bu kısa dönemin Anadolu’ya yansıması olarak, bir takım siyasal hareketlerin başladığı ve başkaldırı hazırlıklarının olduğu rahatlıkla düşünülebilir. Yukarıda belirttiğimiz gibi, bu kısa dönemde Kul Himmet’in bazi şiirlerinde Şah Abbas’ı övdüğünü biliyoruz

Kul Himmet’in Hacı Bektaş Veli Dergahı’na Bağlılığı :

Kul Himmet, Hacı Bektaş Veli Dergâhı ve dergâhin pirleri, yani postnişinlerine bağlıdır. Hacı Bektaş Dergâhı’na varıp, orada postta oturan Evlad–ı Resul (Burada Peygamber evladı olarak nitelediği Kalender Çelebi olmalıdır) dediği Pir’e ikrar vermek gerektiğini şiirlerinde açıkca belirtmektedir Kalender Çelebi’nin şiirlerinden birinde üç büyük ozanın adını dörtlük sonlarında yineleyerek kullandığı vardır Hatayi’nin de bir şiirini Kalender üzerine yazmış olduğunu biliyoruz. Buna karşılık, ne Pir Sultan Abdal’ın ve ne de Kul Himmet’in nefeslerinin hiçbirinde Kalender Çelebi’nin doğrudan adının geçmemesi, bizce 1527–28 büyük Alevi–Kızılbaş başkaldırı hareketinin önderi olmasından kaynaklanıyor.

Başkaldırının ezilmesi ve Kızılbaş kırımıyla son bulması, ozanların –ilişkilerinin ortaya çıkmasından korktukları için– onun adı geçen şiirleri yok etmeye, değiştirmeye sevketmiş olabilir. Celaleddin Ulusoy, Yedi Ulular adlı yapıtında (s.199), “şiirlerinde Hacı Bektaş Veli Dergâhına ve onun ilkelerine içtenlikle bağlı olduğu, deyişlerinin Bektaşi yolunun öğretici nitelikte bulunduğu gözönünde tutulursa, Pir Sultan gibi Kul Himmet’in de Kalender Çelebi ile yakın işbirliği yapmış olduğu yolundaki söylentilerin gerçekliği düşünülebilir” demektedir. Ulusoy, Hacı Bektaş çevresinde varlığı bilinen ve Kul Himmet, Pir Sultan, Kalender Çelebi ilişkisini ortaya koyan söylentilerin neler olduğu ve mahiyeti hakkında bilgi vermiş olsaydı, daha çok şeyler aydınlğa çıkabilirdi.
Son olarak Dede Kul Himmet’in Ali yolunu anlatan ve talibe yol gösteren, öğütler veren; sonunu ise candan bağlı bulunduğu ve hak saydığı piri Pir Sultan ve Hatayi’nin adlarıyla bağladığı uzunca nefesi vardır Sanki şiir bu üç büyük ozan tarafından yazılmış duygusu veriliyor. Sanki Kul Himmet aydınlandığı, nasip aldığı ve her bakımdan etkilendiği iki büyük ozanı, bu önemli nefese ortak ediyor:

Başka Kul Himmet Varmıdır ? :

Anadolu Hatayileri, Serezli Pir Sultan, Yunus Emreler vb. söylemlerle kafası karışan, kendi tarihlerini ve Kızılbaşlık siyasetini–felsefesini bilmeyen Alevi kitlesi, Kul Himmet Dede ve Kul Himmet Üstadım gibi iki Kul Himmet’ten söz edilince daha da şaşkınlığa düşüyor. Dayanakları zaten sağlam olmayan bu akım, Alevi–Bektaşi kitlesi için sakıncalıdır; onları bölmeye yöneliktir ve bize kasıtlı yaratılmış gibi gözüküyor. Bu ozanların sosyo–politik ve yönetim karşıtı şiirleriyle aşk, doğa ve inançsal şiirlerini birbirinden ayırıp, aynı ismi taşıyan farklı ozanlarınmış gibi gösterilmesinin altında yatıyor kasıt. Alevi–Bektaşi toplumu bu ayırımda tercih yapmaya yönlendiriliyor ve onları dolaylı bir biçimde ikincisini seçmeye zorluyorlar. Bu konuda kimse, bilimsel araştırmalarla bu sonuca varıldığını ileri sürmesin.

Şunu yadsıyamayız: Büyük halk ozanlarını, sonrakiler onlar gibi yazabilme çabası içinde elbetteki taklit etmişlerdir. Bu genellikle büyük ustaya yetişmek için kendini eğitme, yetiştirme eylemidir. Çok kere bir ozan diğerinin şiir konusunu, ölçü ve uyağını, yinelenen sözcük ya da dizeleri bile kullanarak farklı sözcükler, deyim ve betimlemelerle kendi şiirini örgüler. Bilindiği üzere bunlara benzek (nazire) denilmektedir. Örneğin Seyyid Nesimi Divanı’nda Yunus Emre’ye benzek (nazire) pek çok şiir vardır. Şah Hatayi ise hem Seyyid Nesimi’ye hem de Yunus Emre’ye benzek şiirler yazmıştır. Bunlar ayrı bir olgu elbette. Ancak Alevi sözlü ‘deme–deyiş’ geleneğinde bir başka olumsuz olgu vardır: Dedeler ve Cem’lerde saz çalıp deyiş söyleyen, düvazimam ve semah nefesleri okuyan zakirler,(cemde saz çalmakla görevli) bu şiirlerden ozanlarını birbirine karıştıracak kadar çok ezberler.

Hatayi’nin şiirini Pir Sultan’a, Kul Himmet’e mal eder. Teslim Abdal’ınkini Kul Hüseyin’in, Muhyiddin Abdal’ın veya Derviş Muhammed’in şiirlerine karıştırırlar. Ama asıl azizliği eli kalem tutanlar, ağızdan derlediklerini cönklere kayıtlarken yapmışlardır. Bunların arasından, bilgi düzeyine göre dizeleri değiştirenler mi dersin, anlamını bilmedikleri için kafalarına göre sözcükler üretenler mi dersiniz, hepsi vardır. Daha da kötüsü bir ozanın Divan’ını kendi defterine kopya etmişse, bazı şiirlere adını sokuşturduğu gibi, birkaç şiir de kendisi yazıp ozanın adıyla bağlar. Böyle bir şiire ‘Seyyid Nesimi Divanı’nda rastladık. Divan’ı kopya eden yazıcı kişi coşa gelip, Nesimi’nin nasıl katledildiğini onun yerine geçerek anlatmış: 1984: 185) tarafından “Mekalettin ahiri Cemalettin zuhuru” biçiminde yayınlanmıştır. Ancak Safevi Soyağacı’nda Şeyh Safi’den önce bu özel adlar bulunmamaktadır. Halk Türkçe’siyle hazırlanmış Buyruk kitabı, Anadolu Aleviliğinin şanlı bir tarih sayfasını oluşturan Kızılbaşlık siyasetinin propaganda ürünüdür. Öte yandan Balım Sultan’ın, dil bakımından Osmanlı kentlerine yönelik Alevi-Bektaşi “Erkân–nâme”si de bu siyasetin dışında değildir ve ona hizmet etmiştir

Kul Himmet’ler :

Aşık edebiyatında alevi-bektaşi inancıyla ortaya atılmış binlerce şiir vardır o şiirlerde 12 imam ,kerbela hadisesi,menkıbeler,bektaşilik edep ve erkanları anlatılır,en çarpıcı şiirler nesimi,fuzuli,hatayi,pirsultan ,virani,kul himmet ve yemini yazmıştır.bu şiirler 7 büyük alevi -bektaşi şair ve şiirleri olarak bilinir bu şairler arasında kul himmet hakkında pek fazla bir araştırma yoktur kul himmet üstadım olarak bilinen 2 ayrı aşığın şiirleride kul himmetin sanılmaktadır bu aşıklar Divriğin örencik köyünden ibrahimle İmranlı’nın söğütlü köyünden hacik kız(hatice kız) dır diğer taraftan sefil kul himmet,öksüz kul himmet,geda kul himmet mahlaslı şiirlerin varlığı daha da karışık bir durum yaratmaktadır.kul himmet ve kul himmet üstadım konusunda bu güne kadar en önemli çalışma Türk folklor araştırmacısı İbrahim aslan oğlu şiirleri mahlaslarına göre ayırmış gerek şiirlerinden gerekse tarihi vesika ve derlemelere dayanarak bu isimler hakkında yorum ve değerlendirme yapmıştır.bundan çeşitli sonuçlar elde etmiştir kul himmeti taklit eden bir çok şair ortaya çıkmıştır Şah İsmail’i Gilan’da sakladıkları dönemde (1494-1499), inançları gereği Mürşid ve mürid (talip) ilişkileri içinde, “Ehl-i İhtisas” adı altında “Lala, Abdal, Dede, Hadim (hizmet gören) ve Halifat al- Hulafa (Halifeler halifesi)”den oluşan bir kurul kurmuşlardı. Devlet kurulduktan sonra bu kurul Lalalığı kaldırarak, yerine “Vekil-i Nefs-i Nefis-i Humayun” adıyla bir yüksekgörev yarattı. Bu görev, Şah İsmail’in hem “Padişah” olarak dünyasal yani siyasal iktidarının , hem de “Mürşid-i Kamil” olarak inançsal iktidarının vekillik kurumuydu.

Bu kurum bir süre için, geleneksel sadrazam ve tüm bürokrasinin, yani Umera’nın başı görevlerini içeren Vezir iktidarlarını gölgede bıraktı. Vekil, Savory’nin deyimiyle Şah İsmail’in alter ego’su, yani ikinci kişiliğiydi. Cahit Öztelli kitabının başındaki açıklama kısmında ise “Dehmen’e olarak yazmıştır. Hangisinin doğru derlendiğini anlamak güç. Bir uslamaya gidecek olursak rahatlıkla: “Kul Himmet’im müridim Pir Sultan’a” biçiminde yazmış olabileceği düşünülebilir.

Kul Himmet’in türbesinin bulunduğu ve kurucusu olduğu Tokat’ın Almus ilçesi Varzıl (Görümlü) köyünden İrfan Çoban’ın Kul Himmet üzerine yaptığı derleme çalışmaları. herşeye rağmen, İrfan Çoban’ın yaşadığı bölgeden derlemiş olduğu Kul Himmet söylenceleri ve yeni şiirler oldukça önemli bulunmaktadır. Bunlar sayesinde Kul Himmet’in soyunu sopunu saptayabildiğimiz gibi, onun Anadolu Kızılbaşlık tarihindeki onurlu yerini öğrenebiliyoruz.

Biz incelememizde bu ham, yeni ve otantik bilgileri gördükten sonra, büyük Kızılbaş ozanı ve dedesi Kul Himmet hakkında fazla olmayan diğer çalışmaları da inceleyip, nesnel bakış açısıyla değerlendirme çabasına girmiş olduk. Ama eğer İrfan Çoban’ın bu yeni derlemeleri olmasaydı, bugüne kadarki yanlış tarihleme ve değerlendirmeleri düzeltmek olası değildi. Bu bakımından kendisine teşekkür etmeyi zevkli bir görev biliyoruz.

Tarihsel durum bu iken, C. Öztelli’nin Şah Abbas’ın Kızılbaş propagandası için; “O da Şah İsmail gibi Türkçe nefesler yazarak Anadolu’ya göndermiştir” diye hüküm yürütmesi tamamıyla desteksizdir. Besati’nin “Menakıb’ül- esrar Behçet’ül-ahrar” elyazmasında iki nefesini zikrettiği Kul Adil’in, -salt kendi elindeki elyazması kopyasında Şah Adil tapşırmasıyla sözü edilen şiirler yazıldığı için- Şah Abbas’ın kendisi yani ozanlık takma adı olduğunu ileri sürmesinde doğruluk payını kesin olduğu söylenemez. Kitabının önsözünde “…Tarihin akışı içinde yetişen Bektaşi Şairlerinin hayat hikayeleri, tarih sırasına göre, Bektaşi gelenekleri göz önüne alınarak belgelere dayandırılmıştır.

Bu şairlerin çağ ve çevre, yine belgelerle tespit edilmiştir” diyen Turgut Koca’ya sormak gerekir: Turgut Baba,alevilik siyasetinin Şah Hatayi ve Pir Sultan’dan sonra üçüncü büyük ozanı Kul Himmet’i hangi belge ile Yeniçeri ocağından yetişmiş ve oradan emekli olduğunu saptadınız? Mücerret olduğunu nasıl uyduruyorsunuz? alevi düşmanı Osmanlı’yı kendi devleti olarak görmeyen Kul Himmet, nasıl yeniçeri ocağından olur? Bu Kul Himmet Dede’ye yapılacak en büyük iftira, en büyük kötülüktür.

Yeniçerilerin Alevi-Bektaşi inançlı olması belirleyici öge olamaz;alevileri ezen bir devletin askeri gücüdür o ve bu güç ezilen topluluklar için kullanılmıştır. Yeniçerilerin Bektaşiliğini öne çıkarmak için Dede Kul Himmet’i yeniçeri emeklisi yapmak, Pir Sultan Abdal’ı Rumeli’nde Osmanlı akıncılarıyla fetihlere çıkarmak safdillik değilse kasıtlıdır;
bir Bektaşi babasına yakışmaz!Bu şiiri Hacı Bektaş Müzesi Kitaplığındaki 137 Numaralı bir cönkte bulduğunu söyleyen Cahit Öztelli, tamamını kitabın sonunda verdiğini kaydettiği halde orada bulunamamıştır. Her iki destanda da işlenen konu, Yemini’nin 1519 yılında manzum olarak yazmış olduğu, Ali’nin erdemlerini, kerametlerini açıklayan “Fazilet–nâme” adlı yapıtında daha geniş biçimde anlatılmıştır. Kul Himmet’in elinde bir Fazilet–nâme’nin bulunduğu, daha sonra vereceğimiz “Yanık Kitap” olayı ve içinde bu yapıtın özetini saptadığımız bir şiirden anlıyoruz. Hatayi’nin de ayni kitabı görüp okuduğu muhakkaktır. Ancak örnek verdiğimiz destansi şiirini, daha önce belirttiğimiz gibi, çocukluk döneminde yazmış olması olasılığı, Yemini’nin yapıtından çok önce Ali’nin bu kerametlerinin kesinlikle geleneksel olarak bilindiği ve çeşitli biçimlerde işlendiğini gösterebilir. Yemini bütün bu bilinen ve işlenen konuları toplayıp kitaplaştırmıştır. Şah İsmail’in 2. Bayezid’e mektup yazarak, Osmanlı sınırında bir süre oturup müridlerinin kendisini ziyaret etmesi için izin istediğinde; Osmanlı Padişahı Şah’ın Balım Sultan ile karşılaşmasını önlemek için onu, tarikata girmek bahanesiyle İstanbul’a çağırmıştı. şiirinden de anlaşıldığı gibi Hatayi ona büyük önem vermektedir. Öyle görünüyor ki İrfan Çoban, elyazması eski cönkler ve defterlerde gördüğü şiirleri Türkçe yazıya çevirirken, okuyamadığı dizeleri uydurma yoluyla kendisi tamamlamıştır.

Kul Himmet’in yaşamı boyunca gezdiği yerleri anlatan bu önemli şiirde geçen, fakat yanlış okunmuş yer isimlerini düzeltmek ve tamamlamak için çok zorlandık. Kuşkulu olduğumuz sözcüklerin yanına (?) koyduk. Şiirin konusuyla hiç ilgili görünmeyen, hatta bir anlam bile verilecek durumda olmayan bazı uydurma dörtlüğü şiirden çıkarma zorunluğu duyduk: Ali’ye yakarı tarzında olan bu uzun şiir, ölçüsüz kafiyesiz ve anında akla gelen iyi dilek ve duaların söylendiği şatiyye gibi şiirsel bir gülbenktir. Ayrıca anımsatalım ki, dörtlük sonlarında yinelenen ‘Ya Ali Meded’ çağrısı, bugün de tüm İsmaili Alevilerin güncel yaşamında, aralarındaki ‘Ali kurtarsın, Ali yardımına yetişsin!’ anlamında selamlaşma söylemidir. Kul Himmet Dede’nin bu nefesi, Cemlerde gülbenk olarak okunurken dedelerin bazı yeni adlar eklemiş oldukları anlaşılıyor

İbrahim Aslanoğlu’na Göre Kul Himmet :

Divriğ’in örenek köyünde doğdu ve orada öldü doğum ve ölüm tarihi belli değil,doluyu gerçek kul Himmetten almış üstat tanımıştır meşhur kul Himmet le Aşık ibrahimi bir birinden ayıran fark üstadım kelimesidir kul himmet üstadım mahlaslı şiirler kul himmetin değil aşık ibrahim indir

Cahit Öztelli’ye Göre Kul Himmet :

16.yy sonlarında Tokat-Almus ilçesi Görümlü(varzıl) köyünde doğdu 17. yy ilk yarısında öldü coşkulu şiirleri vardır Hatayi ve Pir sultandan sonra gelen 3.cü büyük alevi-Bektaşi şairidir pir sultan ile yakın arkadaştı,pir sultanın asılması ile uzun süre saklandı .Şiirlerinde alevi tarikat kurallarını her kültür seviyesinden alevi-bektaşi lerin anlayacağı sadelikte yazdı çok çileli bir hayatı oldu.

Mustafa Kemal’a (Derleme Dapan) Göre Kul Himmet :

Ölümüyle ilgili kesin bilgiler olmamakla beraber, uzun süre kaçak yaşayıp köyünde vefat ettiği tahmin edilmektedir. Kul Himmet’im mürit idim Dehman’a Özüm ulaştırdım sahip-zaman İradet getirdim Şah Tahmasb Han’a Hüseynîyiz mevâlîyiz ne dersin adlı İki ayrı şiirinde:Yetiş İmam Abbas cenab-ı âlim Onlardan gayri kimim var benim Deli gönül Şah Abbas’ı arzular Her andıkça azalarım sızılar Yakarışlarıyla Şah Abbas’tan yardım istiyor ve ona ziyareti tasarlıyor. Burada amaçladığı kişinin I.Şah Abbas mı (1587–1628), yoksa II. Şah Abbas mı (1642–1667) olduğu pek açık değildir. İkisinin arasında Şeyh Safi var(1628–1642).Ondan söz etmediğine göre bu I.Şah Abbas olmalı. Menâkıbü’l-Esrar Behçetü’l-Ahrâr’ın yazıldığı tarihte Kul Himmet hayatta idi. Hatayî, Pir Sultan, Kul Adil, Kul Mazlum ve Şah Adil’le beraber onun şiirleri de bu kitap da yer aldı

Farklı Kaynaklara Göre Kul Himmet :

Kul Himmet, 16. yüzyılda yaşamıştır. Mezarı, doğduğu yer olan Sivas’ın Divriği ilçesinin köyündedir. Alevi-Bektaşi tarikatının Erdebil Tekkesi’ne bağlı Safeviye koluna bağlı olduğu öne sürülür. Yaşadığı dönemde, Pir Sultan ve Şah Hatayî’yle adı anılmıştır ve yedi ulu ozan ‘dan biridir. İnancından dolayı çileli bir hayat geçirdiği, zindanlarda yattığı söylenir. Ölümüyle ilgili kesin bilgiler olmamakla beraber, Pir Sultan’ın 1560’da asılmasından sonra uzun süre kaçak yaşayıp köyünde vefat ettiği sanılmaktadır. Sevgi, barış, dostluk temli nefesler söylemiştir: Pir Sultan Abdal yolunda yürüyen bir gizemci halk ozanı Kul Himmet. Kimi araştırmacılar “Kul” sözüne bakılarak, Kul Himmetin Yeniçerilerden olabileceğini ileri sürüyorlar. Çoğunlukla yaşamıyla ilgili bilgilerin eksikliği dikkati çekiyor. Kimi derlemeciler, son araştırmalarla ozanın yaşamının bir ölçüde aydınlığa kavuştuğunu yazıyorlar. Buna göre Kul Himmet, Tokat’ın Almus ilçesine bağlı Varzıl (yeni adı Görümlü) köyünde doğmuş, orada gömülüymüş, soyundan gelenler de aynı köyde yaşıyormuş.Gene söylendiğine göre, Kul Himmet, Pir Sultan Abdalla birlikte siyasal nitelikte olaylara karışmış, Anadoluda Safevilerin egemen olmasından yana çıkmış, Pir Sultanın asılmasından sonra da yerine geçmiştir. Nefesleri, bütün Alevi köylerinde söylenegelmiştir. Coşkulu, tutkun, içten, tutarlı bir ozan.

Tuğrul Asi Balkar (Makamı sır olan koca Kul Himmet) :

Türk halk şairi. Pir Sultan Abdal’ın izinden gitmiştir.Yaşamı üstüne bilgi çok azdır. Son araştırmalar Tokat’ın Almus ilçesine bağlı Varzıl (şimdi Görümlü) köyünden olduğunu, mezarının aynı yerde bulunduğunu ortaya koymuştur. Pir Sultan Abdal’ın müridlerindendi. Siyasal olaylara karıştı, İran’a giderek Şah Taşmasp’la ilişki kurdu. Pir Sultan Abdal’ın Sıvas’ta asılmasından sonra onun mücadelesini sürdürdü. Bir kaynağa göre de, Şii Safevi Devleti’nin Anadolu’da egemen olması için Osmanlılara karşı çalıştı. Kul Himmet Alevi-Bektaşi Türk halk edebiyatının en ünlü şairlerindendir.ustası Pir sultan abdal’ın çizgisini izlemiş, onun etkisi altında kalmıştır. Böyleyken nefeslerinde kendi havasını koruduğu, güçlü bir şair oldu görülür. Günümüze ulaşan yaygın ünü, “ayn-ı cem”lerde şiirlerinin okunması da bunu kanıtlamaktadır. Şiirlerindeki didaktik hava hemen görülse de ince bir lirizm, içli bir söyleyiş dinleyeni sarsar. Bütün önemli zümre şairleri gibi onun da geniş bir din, tarikat ve tarih bilgisine sahip olduğu anlaşılmaktadır. Alevi ve Bektaşiler’ e ilişkin terimlere, Ali, Musa, Tur dağı, İsrafil, Mikail, Hüseyin gibi adlara şiirlerinde sıkça rastlanır.

“Kul” Adı :

Bir bektaşi babası olan Turgut Koca kul himmetin isminin başında kul kelimesinden yola çıkarak Kul himmetin yeniçerilikten emekli olan biri olduğu osmanlıya hizmet ettiğini yazmaktadır halbuki kul himmet osmanlı ile barışık olmayan kişidir aynı kişi bir yeniçeri ve mücerred (evlenmemiş) olduğunuda öne sürmüş ise de, Kul Himmet’in Tokat bölgesinde yaşadığı bir ailesi olduğu artık bilinmektedir.Yaşadığı dönemin yaklaşık 1495-1585 yılları arasında olduğu söylenmektedir. Alevi-Bektaşi şiir geleneğinde yedi ulu ozandan biridir.Bazı araştırmacılar gerçek tenmi yoksa bir saptırmaca yapmak içinmidir bilinmez kul himmetin mücerret(hiç evlenmemiş) olduğunu öne çıkarmaktadırlar

Kul Himmet Ocağı :

Kul Himmet Ocağı’nın merkezi Tokat’ın Almus ilçesi Görümlü (Varzıl) Köyü’ndedir. Kul Himmet Ocağı dedeleri bu köydedir. Yedi Ulu Ozandan biri olan Kul Himmet’e ilişkin bir çok menkıbe ve deyişleri yüzyıllardır dilden dile dolaşmaktadır. Bu ocağın Tokat ve çevresinde bir çok talibi bulunmaktadır

DİĞER ARAŞTIRMACILARA GÖRE KUL HİMMET :

Diğer araştırmacılar iki varsayımla hareket ederler.

1 . Varsayım :

1402 yılında Timur’un İran’a götürdüğü Türkmenlerden daha sonra Anadoluya geri dönen birinin Kul Himmetin ailesi olduğu kanaatıdır.
Kul Himmet’in dedeleri, Hoca Ali döneminin sonlarında, Timur’un Anadolu’dan getirip Erdebil’de bıraktığı Alevi Türkmen tutsakların, yani Sufiyan–ı Rum’dan bir kısmının geri dönüşleri sırasında birlikte gelmiş olabilirler. Şeyh Safi Buyruğu’nu kabul edip ona bağlanmasının nedeni, sözlerinin İmam Cafer’den gelmesinden ve onu temsil etmesindendir.

2 . Varsayım :

Kul Himmetin Tokat civarında hayatını sürdürdüğü şeklindedir,yaşadığı dönemde İran’da şah Tahmas hüküm sürmekteydi Anadoluda celali isyanları devam ediyordu o dönemde yazılan dini şiirlerde şah kelimesinin çok geçmesi safavi hükümdarlarını çağrıştırdığı sanılmaktadır fakat kul himmetin kastettiği şah Hz.Ali dir Bilgeliği ve kerametleri ile Hacı-Bektaş-i veli tüm Anadolu’daki aşıkları etkilemiştir inanışa göre aşık olmak için ya usta yanında yetişmek yada pir elinden dolu içmektir.kul himmette hacı Bektaşı veliden çok etkilenmiştir.Bazı araştırmacılar kul himmetin erdebil tekkesine bağlı olduğunu yazarlar fakat kul himmetin pir olarak Hacı Bektaş veliyi görmesi onun erdebil tekkesine bağlı olmadığını gösterdiğini iddia ediyorlar.Safevi devleti kendi ideolojisini yaymak istemiş ve bu nedenle Anadoluda çeşitli isyanlar çıkmıştır bunlar şah kulu isyanı,bozok isyanları,celali isyanlarıdır.bu isyanlar çok kanlı bastırılmıştır

Aleviliğin Etkilendiği Akımlar :

alevilik 14.yy da 2 önemli akımla tanışmıştır,birincisi hurufilik diğeri erdebil tekkesinin yaygınlıkla kullandığı 12 imamı öne çıkaran düşüncelerdir.kul himmetle erdebil tekkesine arasında bağ olduğuna bazı araştırmacılar inanmamaktadırve bunu şöyle açıklamaktadırlar kul himmet bir çok nefesinde Hacı Bektaş veliyi överek bektaşiliği yüceltmiştir halbuki bektaşi tarikatı ile safevi tarikatı bir birine rakiptir.

Hurifilik :

kimi araştırmacılara göre ayrı bir din kimine göre mezheptir yada tarikattır araştırmacılar hurufiliğin harflerden anlam çıkarma işi olarak olarak tanımlarlar felsefe ansiklopedisinde hurufilik harflerden dinsel anlam çıkaran iran kaynaklı bir öğreti olarak bilinir Britannica da yer alan tanımda harf ve rakamların çeşitli yorumları üzer,ne kurulu bir inanç dizisidir. Huruf arapçada harf demektir.

Kesişen Görüşler :

Çeşitli mahlaslarda kul himmet şiirleri bulunması kafalarda karışıklık yaratmakta yaşantısı hakkında karışıklık bulunmaktadır bir görüşe göre kul himmet pir sultan asıldıktan sonra kaçak hayatı yaşamış fakat şiirlerini yazarak mücadelesine devam etmiştir yakalanmamak için şiirlerinide sık sık mahlas değiştirerek yazmıştır.
Bir görüşe göre Eas doğum yerinin Divriği nin örencik köyü olduğu fakat kaçak hayatını dağlarda ve Almus’un Görümlü(varzıl) köyünde devam etmiş ve orada ölmüştür mezarı o köydedir çok çileli bir hayatı olmuştur.

Köylüleri bektaşi tarikatının erdebil tekkesinin safaviye koluna bağlı olduğunu söylerler fakat araştırmacılar safavi tarikatı ile bektaşi tarikatının bir birine zıt olduğunu yazmaktadırlar.

köylüler kul himmetin evli olduğunu iddia etmektedirler fakat bazı araştırmacılar kul himmetin hiç evlenmediğini hayatının çoğu dağlarda saklanmakla geçtiğini fakat köylerde eğitime önem vererek alevi öğretisini öğrettiğini söylemektedirler.
Evliliği ile ilgili her hangi bir kayıt bulunmamaktadır esasen folklor araştırmacısı olan Cahit Öztelli ve İbrahim Aslan oğlu dışında tarihi araştırma yapan ve tam kaynak tesbit edilemeyen bir çok yazı vardır.

Aynı köyden olan derleme yapan İrfan Çoban yazılı kaynak olmadan söylencelere dayalı derlemeler yapmıştır ,fakat söylenceye dayalı derlemeler her zaman gerçeği yansıtmayabilir kul himmetle ilgili bilgilerin çoğu Osmanlının sık sık kul himmetin evine yaptığı baskınlarda yok edilmiştir yazılı tarihi kaynak çok kıt olduğu için bir yerde tıkanmaktadır kul himmet hakkında yazılı kaynak çok azdır çoğu bilgiler söylenceye dayanmaktadır.

Umarım yeni nesiller inanışlarını ve inanış kaynaklarını unutmaz bu tip bilgileri zihinlerinin bir köşesinde depolarlar

Kul Himmet’in Hz Ali Soyu İle İlişkisi :

Şah İsmail’ in mensup olduğu Safavi soyundan geldiğine dair kaynaklar vardır. Kul Himmet’ in geldiği Safavilerin soyu Saadat-ı Hüseyniye’ den yani İmam Ali Oğlu İmam Hüseyin soyundan gelmektedir.
Şah İsmail’in soyunun da 32. Göbekten İmam Ali’ye ulaştığı bilinmektedir. Kul Himmet ile kardeş torunlarıdırlar.

Şah İsmail (Hatayi) 1488 yılında babası Haydar, Şirvan hükümdarı ile yaptığı savaşta öldürülünce yerine geçmiştir. Kendisi 1514 ‘te Osmanlı padişahı Yavuz’a Çaldıran’da yenilince yerine oğlu Şah Tahmasb (1524 yılında geçer. 1576 yılına kadar kudretli bir hükümdarlık sürdürür. Kul Himmet bu iki hükümdarın dönemlerinde yaşamıştır.

İmam Hüseyin ‘in torunları nasıl Arap Yarım Adası’ndan Horasan tarafına geldiği akıllara gelmektedir.

Altıncı İmam; İmam Cafer’ üs Sadık 699 yılında doğdu. İmam Bakır’ın ölümünden sonra Aleviler Cafer ‘üs Sadık’ı imam kabul ettiler. Arap olmayanlara köle muamelesi yapan Emeviler yüzünden, diğer müslüman uluslar, genellikle Ehlibeyt yandaşı oluyor ve Hz. Ali soyunu tutuyorlardı. Bu nedenle Ehlibeyt yandaşları İran’da ve Horasan dolaylarında hızla çoğalıyordu. Bunların düzinelerce çocukları olmuş, geniş bir soyağacı oluşturmuşlar. Hacı Bektaş ‘ın baba yanından olmasa bile ana yanından bu soyla ilşkisi olabilir.Ana yanından bağlantı kurma ve soy yürütme olgusu Hz. Muhammet döneminde Fatıma ile başlamıştır.

Yukarıda yazılanlardan da anlaşıldığına göre Kul Himmet 32. Göbekten Hz. Ali’ ye ulaşmaktadır.

Hatayi

Şah Hatayi ( Şah İsmail )

İran’da Savefi soyundan gelen bir Türk.(1487 – 1524) Yedi Ulu’lardan Şah Hatayi; 1487 yılında İran-Erdebil’de doğdu. Anadolu’daki Alevi cemlerinde nefesleri en sık yer alan ululardandır. Babası Şeyh Haydar, anası Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan’ın kızı Alemşah Halime Begüm Sultan’dır. Osmanlı Padişahı Yavuz Sultan Selim’le 19 Mart 1514’de yaptığı Çaldıran’dakı savası kaybetti. Bu onun için sonun başlangıcı oldu. 1524’de 37 yaşında iken Azerbaycan’da Hakk’a yürüdü. Cenazesi Erdebil’e götürülerek, dedesi Seyh Safiyüddi’nin türbesi yanında toprağa verildi. Şah Hatayi çok iyi bir egitim almıstır. Hz. Ali ve Hacı Bektaş’ı Veli üstüne pek çok içtenlikli nefesler yazmistir.

Babası Haydar’ın ölümünden (1488) sonra dayısı tarafından iki kardeşiyle birlikte düşmanlarından kaçırılarak Şiraz’a gönderildi. Şiraz valisinin, üç kardeşi bir süre hapsettiği söylenir. Akkoyunlu hükümdarı Sultan Yakup’un ölümü üzerine oğlu Rüstem saltanat mücadelesinde onlardan yararlanmak amacıyla üç kardeşi hapisten kurtarır.

Şah İsmail’in ağabeyi Sultan Ali, katıldığı iki savaşı da kazanarak Tebriz’e döndüğünde parlak bir törenle karşılanır. Ama üç kardeşin halk üzerinde manevi etkisi, Sultan Ali’nin kazandığı zaferler Rüstem Bey’i korkutur, onları ortadan kaldırmanın yollarını ararken durumu sezen Sultan Ali kardeşleriyle birlikte Erdebil’e kaçar.

Sultan Ali yolda kendilerini izleyen Rüstem Bey’in askerleri tarafından öldürülür. Ama iki kardeşini yedi müridiyle Erdebil’e göndermeyi başarır. Şah İsmail ve kardeşi İbrahim burada müritlerince korunur. Sürekli izlendikleri için bir süre sonra Bağru dağına, oradan da Gilan, Gaskar, Reşt ve Lahican’a kaçırılırlar. Lahican’da Kar Kaya’nın evinde saklanan Şah İsmail ilk öğrenimini özel bir öğretmenden gördü. Babasının müritleri dört bir yandan onu görmeye geliyorlardı.

Yakalanamadığını gören Rüstem Bey, Lacihan üzerine yürümeye hazırlanırken öldürülünce (1497), Şah İsmail harekete geçer. Müritlerini toplayıp Hazer kıyılarındaki Aravan’a (1500), oradan Erdebil’e gelir. Kendisine katılan Türk oymaklarıyla birlikte yeterince kuvvet topladığını görünce ilk olarak babasının ve Şiilere yapılan eziyetlerin öcünü alma yolunu tutar.

Tebriz’e gelip taç giydiğinde (1502), babasının öcünü almış, Baku’yü zaptetmiş, Nehcivan’da Elvend Bey’i yenmiştir. Şah İsmail’in bundan sonraki yaşamı Şiiliği yaymak, Safevi devletinin sınırlarını genişletmek için yaptığı savaşlarda geçer. Devletin sınırları genişleyip Şiilik Anadolu’ya doğru hızla yayılınca Osmanlılar’la çatışır.

Sonunda Çaldıran’da Yavuz’a yenilir (1514) ve kaçar. Bu yenilgiden sonra Tebrız’e döndüyse de eski gücünü yitirdiği gibi uğradığı ruhsal çöküntüyle de kendisini şaraba verir. Oğlu Tahmasb’ı yerine atabey olarak bırakır, her yılını ayrı bir kentte geçirerek yaşamını tamamlar. Azerbaycan’da Hâk!a yürür. Cenazesi Erdebil’e götürülür.

Şah İsmail, Hatayi mahlasıyla şiirler yazdı. Sanatçı kişiliği çok zor koşullar altında geçen çocukluğu sırasında oluştu. Aruz ve heceyle yazdığı şiirler Azerbaycan edebiyatının Nesimi ve Fuzuli arasındaki döneminin en güçlü temsilcisi olduğunu kanıtlar. Özellikle heceyle yazdığı şiirler Anadolu’da gelişen tekke edebiyatını büyük ölçüde etkiler. Alevi Bektaşi edebiyatının en güzel örneklerini sunar.

Sadettin Nüzhet, şiirlerini dörde ayırıyor :

• Tasavvufi düşüncelerini içerenler,
• Aleviliği dile getirenler,
• Hurufiliğin ilkelerini yansıtanlar ve
• Aşıkâne olanlar.

Aruzla yazdığı şiirlerinin ise daha çok tasavvufi olduğu görülür. Bu şiirlerinde kullandığı dil klasik şiirin dilidir.

Hece ölçüsüyle koşma ve semai biçiminde yazdığı nefesler ise Yunus’un izlerini taşır. Ama Hatayi’nin kendine özgü şiir yolu oluşturduğu da belirtilmelidir.

Hece ve aruzla yazdığı şiirlerini kapsayan Divan’ı basıldı

Ayrıca Dehname adlı Ali’yi öven bir mesnevisi (Baku 1946) ile yine mesnevi biçiminde yazılmış bir Nasihatnamesi vardır. Değerli araştırmacı Nejat Birdoğan Alevilerin Hükümdarı Şah İsmail Hatayi adlı yapıtında bu büyük ozanın yaşam öyküsünü, Osmanlı ve Safevi yanlarından topladığı şiirlerini daha geniş ve gerçekçi biçimde vermiştir.

Kişiliği:

Yaşamına can korkusu ile başladı. Daha altı yaşında iken dedesinin müritlerince kaçırılmasaydı öldürülecekti. Gilyan’da altı yıl gizlilik içinde yaşadı. On iki yaşında Ercuvan’da Taliş Mehmet Bey’in elinden zor kurtuldu. Bu yaşında yandaşlarına kalelerin nasıl alınacağını öğretiyordu. Ele geçmeden yandaş toplayabilmek için binlerce kilometre yol yapıyor, ayrı ayrı iklimlere, huyunu suyunu bilmediği topluluklar arasına giriyor, karşılaştığı herkesi inandırıp yanına alıyordu.

Anadolu’dan binlerce, on binlerce kişi yalınayak bu genç adam için yollara düşüyordu. Bu yollara düşmede eski Türk inancının etkisi ve inancı olduğu kadar çocuk Şah’ın kişiliği de etkin rol oynuyordu. Osmanlı’da aradığını bulamayan Anadolu halkı, özellikle Erzincan, Sivas, Karaman Türkmenleri Şah’a doğru yola çıktılar.

Bu gidiş yıllarca sürünce Yavuz’a verilen bir dilekçede “İşte bir zaman geldi ki Rum ülkesinin halkının çoğu Erdebil olup kafir oldu.” denilecektir.

Hoca Sadettin , bu göçü Ol taifenin kalanı dahi terk-i diyar etmek istediler. Ölüsü, dirisine yüklenip cümlesi çıkup gitmek istediler. diye anlatır.

Kuşkusuz bu gidişi, Anadolu’da kimsesiz kalan Türk’ün orada önem ve güven kazanma isteğine bağlayanlar da vardır. Ömründe ve diyarında kendüye adem dinmeyen bikarlar tuman (tümen) beyleri olup hadden ziyade itibar buldular. İşiten çıktı gitti. Yerinden ayrılup yurdunu terk idüp çiftin çubuğun dağıttı. Osmanlı ve Dulkadrlı önlemleri bu yürüyüşü durduramıyordu. Hac yerine Erdebil ziyaretini yeğleyenler, Biz diriye varırız, ölüye değil.” diyorlardı. Bu bilgiyi Aşık Paşazade, bir söylenti olarak aktarıyor.

Kuşkusuz bu oluk oluk akışın sonunda karşılaşılan kişi öyle sıradan biri değildir. Bir kez, kesinlikle çok iyi bir eğitim ve öğrenim görmüştür. Bu eğitim kavramında daha on iki yaşında iken değme babayiğitlerin katlanamayacağı bir gövde dayanıklılığı bulunmak tadır. Bu yaşta en kanlı boğuşmaların içine girip çıkmıştır. İyi bir dövüşçü ve avcıdır.

1500 yılında Tercan-Sarıkayasında bir mağarada yaşayan ve insanlara saldıran bir ayıyı okla vurup öldürecek kadar bilekli ve yüreklidir. O kış Erdebil yöresinde kuşların donup düştüğü havalarda adamlarına kardan kale yaptırıp kuşatıyor ve onları oyalıyordu.

Sanatı:

Şirvanlı Melikü’ş Şüera Habibi’nin öncülük ettiği Türkçe edebiyatın bir çok uğraşanları devletçe korunma altına alınmıştır. Şah İsmail’in kendisinin hece ve aruz ozanı olması ününü artırmış, bilime saygısı da duyulunca kimi bilginler Erbil’e gelmiş, kimisini de kendisi getirtmiştir.

O dönem kaynaklarında Şah İsmail’i sıradan bir hükümdar olmaktan çok, eski Hurremi’liğini, Babeki’liğin sürücüsü ve Turan düşüncesinin yeni temsilcisi olarak düşünmek mümkün. Bunun için Yavuz Selim, Şah İsmail’e “Afrasiyab -1 Ahd” diyecektir. İsmail’e olan sevgi ve sığınma yürüyüşlerine böylece sanat adamları da katıldı.

Sultan Hüseyin Baykara’nın (rn. 1447 -1505) oğullarına hile ile ağır yenilgiler vuran Özbek hanı Şeybani’yi 1510’da ortadan kaldıran İsmail’e bu tarihte ilk sığınmalar oluyor. İsmail, bu sanatçıları saygı ile karşılayıp seçkin görevlere atıyor. Bu sanatçıların başında Kemaleddin Behzad (1455 -1535) vardır.

Bu dönemin tarihçilerinden Hvodemır’in anlattığına göre “üstad Behsad, dönemin en olgun nakkaşlarının ustasıdır. Bir süre, doğruluk örneği Emirin ( Hüseyin Baykara’nın ) yanında eşsiz işlerle uğraşırken şimdi yüce mertebeli Sahib Kıranın (Şah İsmail’in) yanındadır.” Hvodemir, bu kitabını H. 904’te (rn. 1498) Ali Şir Nevai adına yazmaya başlamış, H. 905’te (rn. 1499) bitirmiştir. Böylelikle Kemaleddin Behzad’ın Şah İsmail’e sığınışı daha önceki yıllara geçiyor.

Bu kitaba göre Nakkaş Ağa Mirek, Hüseyin Baykara yanında iken Kemaleddin Behzad, Şah İsmail’in yanındadır. Belki de Hüseyin Baykara, döneminin geleneğine uyarak Şah İsmail’e bir çok sanatçıyla birlikte Behzad’ı armağan etmiştir. Behzad, özel bir fermanla 1521’de nakkaşhaneye müdür ve sahib-i ihtiyar (yetkili) atandı.

O güne değin dağınık olan Safevi nakşına artık bir biçim vermişti. Ağa Mirek, Muhammed Tebrizli, Hace Abdül Aziz, Muzaffer Ali Muhammed vb. bu okulun öbür öğretmenleri idi. Bu dönemde arta kalan kimi saray süslemelerinin yanı sıra son yıllarda bulunan “Cihan Ara-yı Şah İsmail Safevi” kitabındaki yirmi kadar minyatür de dönemine ışık tutması bakımından oldukça değerlidir.

Eserleri:

Şah İsmail her şeyden önce bir şiir adamıdır, bir gönül adamıdır. Dönemindeki şiir türlerinin tümünü denemiştir.

Ey Hatai zikr-i fikrin eyledin eş’are sarf
Tuttu irfan defterini ehl-i divan şimdiden

dediğine göre irfanının ululuğu dünyayı çok erken tutmuş. Mesnevi de olsun divan şiirlerinde olsun dönemin din ve edebiyat bilgilerine iyice egemen olduğu bir gerçek. Yapıtlarına Farsça ve Arapça eklediğine göre bu dilleri de biliyor. Caviden Name den söz ettiğine göre Fazlullah’ı ve Hurufi’liği biliyor. Kur’an ayetlerine kafiyeli dizeler yazıyor. Ayetleri açıklıyor. Ebced’i biliyor. Özetle şiir bilgilerinde oldukça güçlü. Dehname mesnevisini 19 yaşında yazmıştır. Halk şiiri türlerini biliyor ve ustalıklı kullanıyordu.

Hatai’nin aruzla yazdığı şiirlerini çıraklık ve ustalık dönemlerine ayırmak olası. Çaldıran vuruşmasından sonra bu büyük adamın duygularında geniş ölçüde değişmeler olmuş. O, gururlu ve kendini yenilmez sanan egemenin yerini daha durgun, yenilmiş ve gururu kırılmış bir adam aldı. Şiirleri de bu duygulara paralel olarak değişti. Böylelikle duygu yönü ağır basan şiirlerinde bir güçlenme görüldü.

Diyarı aşka sultanam dila men de zamanılda
Vezirimdir gam u gussa oturmuş iki yanımda
Men ol şahbaz-ı kühsarem başeğmem gülle-i Kare
Nice anka kimi yavru uçurdum aşiyanımda

gazelinde en içli divan ozanının gücü görülür. Hatai, elbette bir Fuzuli değil. Şiir anlayışı değişik. Hatai’nin şiirlerinde düşüncelerini şiir diliyle yaymak isteyen bir Şah’ın çabalaması var. Şah için şiir bir araçtır. Hatayi’nin iki katı yaşayan ulu ozan Fuzuli’de şiirin amaç olduğu açıktır. Hatai bir yandan boğuşurken bir yandan yeni bir devlet kuruyordu. Buna karşın kimi şiirlerinde kendisini güçlü görür:

Çün tecella nurını görmek temenna eylerem,
Şimdi Mansur’am meni bir dara göndermek gerek

beyti herhalde benzerlerinin önünde yer alacak güçte. Şiirdeki gücü asıl hece ile söylediği deyişlerdedir. Bunlar, yüzyıllardır onun inancından olsun olmasın Türk halkının dil-ezberi olmuştur. Kimi törenlerde semahların, cüş havalarının, düvaz imamların hep bu deyişlerden seçildiğini herkes bilir.

Türkiye’de hakkında ilk kez sadettin Nüzhet Ergün ciddi bir kitap yazar. Kitapta hece ile şiirlerinin yanı sıra, Nasihatname mesnevisinin tümü, ikinci bir mesnevi ve Dehname den kimi kısa bölümler alınır. Rahmetli Sadeddin Nüzhet kuşku yok ki alanının en yetkilisi. Kitabın sunuş yazısındaki incelemesi son derece değerli. Konuyu ve bu alandaki çalışmaları iyi incelemiş. Azarbaycan yayınlarının temelini Leningrad ve Taşkent nüshaları oluşturuyor. Düzenleyenler, Paris ve Londra nüshalarını da gözden geçirmişler.

Hatayimdir Şah Hatai
Amma adım Ömer dunır.

Demek ki Şah Hatai veya yalnız Hatai adını kullanan başka başka ozanlar var. İlginçtir ki bunlardan birinin adı da Ömer. Kimi deyişler değişik yerlerde eksik dörtlüklerle yayınlanıyor. Azerbaycan ve Erdebil nüshaları tapşırmayı Hatai, Napoli nüshası ile Sadeddin Nüzhet yayını ise Hatayi olarak alıyor.

Geldi Cebrail çağırdı ya Muhammed Mustafa

dizesiyle başlayan şiir Alevi cemlerinde çok söylenen Mihraçlama dır. Türkiye’de ise ilk kez Sefer Aytekin’in 1958’de yayınladığı Buyruk kitabında yer almış. Buyruk’un ŞeyhSafi’ye ait olmadığının kesin kanıtı da kendisinden çok sonra yaşayan torununun bu şiirinin o yapıtta yer alması.

Dehname’nin yalnız Leningrad müzesinde aslı vardır. Bu şiir Şah İsmail’in 19 yaşında yazdığı bir aşk öyküsü. 1532 ikiliden oluşmuş. Bölüm başlıkları Farsça verilmiş. Altlarında Azeri ağzıyla çevirileri var. Bu çeviriler Şah İsmail’in değildir.

Virani

Virani Baba

Âşık Virânî’nin asıl adı bilinmemekte, fakat XVII. yüzyılda yaşadığı kabul edilmekle beraber hakkında pek az bilgiye sahibiz. Eserlerinden aldığımız bilgilere göre Virânî, Hurûfilik inancına bağlı bir Bektaşî babası olup, “Virânî, Âşık Virânî, Virânî Baba” gibi mahlaslar kullanmıştır. Virânî, Bektaşî geleneğinde; Nesîmî, Hatayî, Fuzulî, Kul Himmet, Yeminî ve Banazlı Pir Sultan Abdal’la birlikte yedi büyük şairden biri sayılır. Virânî, Hurûfîlik akidelerine bağlanmış, Nesîmî ile başlayan bu edebiyatın XVII. yüzyılda en kuvvetli propagandacısı olmuştur. Necef’teki Bektaşî Tekkesi şeyhliğinde bulunduğu ve Şah Abbas (1587-1628) ile görüştüğü rivayet olunur.

Virânî’nin, Hurufilik akidelerini gösteren bir Risalesi ve kırk kadar manzumeyi içine alan küçük bir divanı vardır. Bazı şiirlerini aruz vezniyle yazmıştır. Bu şairin şiirlerinde Hurufi fikirlerin dışında bir samimiyet havası hâkimdir. Dili oldukça ağırdır. Zira dinî terimleri ve terkipleri fazlası ile kullanmıştır. Hz. Ali hakkında yazdığı şiirleri ise, onu tam manasıyla bir Ali-Allahiler grubuna dâhil eder (Güzel 1972). Eserlerinde ahlakî temler ve yüzeysel anlamdaki tasavvuf iç içedir. Hurufîlik ile ilgili risalesi ve divanı basılmıştır.

Doğumu ve ölümü hakkında kesin bilgilere sahip olmadığımız Virani Baba Alevi Bektaşi geleneğinde hak aşığı sayılan ölümünden sonra sır olduğu kabul edilen en önemli yedi âşıktan birisi olarak kabul edilir. Abdulbâki Gölpınarlı, Pir Sultan Abdal adlı eserinde Vîrânî Baba’yı, Nesîmî, Hatâyî, Fuzûlî, Kul Himmet, Yemînî ve Pir Sultan Abdal’la birlikte Alevî-Bektâşîler tarafından kabul edilen yedi şâir (âşık) arasında saymaktadır.

Diğer pek çok halk ozanımızda da olduğu gibi Virani’nin doğum ve ölüm tarihi hakkında kesin bilgiler yoktur. Fakat eldeki verilere göre tahminen16. yy.ın sonu ile 17. yy. başlarında yaşamış olduğu kabul edilmektedir. Hayatı hakkındaki en önemli bilgileri ” Demir Baba Velâyetnamesinden ” almış olmamıza rağmen bu bilgilerin pek çoğu menkıbeler şeklindedir.

Velâyetnamelerden edinilen bilgilere göre 16. yüzyılın ortalarında Eğriboz Adası’nda doğmuş, 17. yüzyılın başlarında vefat etmiştir. Velâyetnamelerdeki bilgilere göre ,(1587–1628) yıllarında İran’da saltanat süren Şah Abbas’la görüşmüştür. Bu bilgiye dayanarak doğum ve ölüm tarihi hakkında tahminler yapılabilmektedir. Gölpınarlı, “Alevî-Bektâşî Nefesleri adlı eserinde,” onun 1587–1628 yılları arasında İran tahtında oturan Şah Abbas’la görüştüğünü kabul etmektedir. Aleviler arasında çok önemli bir şöhreti olan Şah İsmail’den sonra Alevi Bektaşi şairleri arasında en sevilen İran Şah’ı olan Şah Abbas’la görüşmesinin Alevi Bektaşi inancına göre ayrı bir önemi vardır. İran ve Anadolu’daki Türkmenler arasında çok sevilen bu hükümdarın adı çok sayıda halk hikâyemizin içinde de geçmektedir.

Alevi- Bektaşi geleneğinde kutsal bir ozan mertebesinde görülen Virani hakkında bir takım menkıbeler oluşturulmuştur. Bu inançtakilere göre Necef Bektâşî Dergâhı’nın üstünde tâcı olan bir sütun Vîrânî’nin sırrolduğu bir mekân kabul edilmekte ve bu yüzden orası bir türbe veya ziyaret yeri itibarı gören kutsal bir mekân olarak görülmektedir. Bu İnancın ortaya çıkmasına dayanarak da Bedri Noyan, Vîrânî Baba’nın Necef Bektâşî Dergâhı’nda postnişinlik yapmış olma ihtimalinden söz etmektedir. Bedri Noyan’ı böyle düşündürten diğer bir sebepte menkıbelerde de bu konunun üzerinde dikkati çekecek kadar çok durmuş olmasıdır.

Demir Baba Velâyetnamesi ve diğer kaynaklardaki bilgileri değerlendirdiğimiz zaman Virani Baba’nın Eğriboz’dan Deliorman, İsfahan ve Necef’e kadar olan geniş bir coğrafyayı gezip görmüş olması gerekmektedir. Bu bilgilere göre Virani Baba’nın Anadolu’nun birçok yerlerini ve daha sonra da, Bulgaristan’da Deliorman ve Dobruca’yı dolaşmış, Necef ve İsfahan’a gitmiş, Necef’ten Deliorman’a giderek Demir Baba tekkesini ziyaret etmiş ve ondan bilgilenmiştir. Virani, oradan Otman Baba Sultan’ı ziyaret etmek için yola çıkmış, Karlıova’da Hafız Zade Türbesi’ne gelmiş, ancak öğleden sonra orada vefat etmiştir. Dolayısı ile mezarı da Hafız Zade Türbesi’in avlu kapısı önüne gömülmüştür. Fark edildiği gibi şairin Necef’te sır olması ile ilgili inanç ile bu bilgi çelişmektedir.

Velâyetname ve halk arasındaki inanışlara göre Virani Baba, Bektaşiliğin ikinci piri Balım Sultan’dan el almıştır. S. Nüzhet Ergun, 1944 yılında yayınladığı Bektâşî Şâirleri ve Nefesleri adlı eserinde Vîrânî Baba’nın Hacı Bektâş Velî’nin evlâdı olan Balım Sultan’a intisab ettiğinden bahsetmektedir. Buna göre de S.N. Ergun Demir Baba Velâyetnamesindeki anlatılanların doğru olduğuna kanaat etmiş demektir.

Demir Baba Velâyetnamesi’nde, Virani’nin Demir Baba ile görüşmesi şöyle anlatılır: “Demir Baba’ya, Arap ve Açem dillerini bi­len bir kimse geldiği ve müritleriyle Rumeli’ye geçtiği ve bu kişi­nin adının da Viranı olarak söylendiği bildirilir. Ancak gaflet içinde olduğu ve “Kutupluk” davası güttüğü de ilave edilir. Demir Baba manevi yönden kendisinin daha üstün olduğunu göstermek ister. Demir Baba, o tarihlerde yüz yirmi yaşına ulaşmış ulu bir ihtiyar­dır.

Virani, onun batın kılıcıyla yenilir, yere geçer. Huzurunda di­van durup, niyaz eder. Demir Baba’dan icazet ister. Ancak, önce Virani’ye nasihatler verir ”kişi böyle sevdalarda olmasa gerek. Kur’an’a uy Sure-i Fatiha’da ne kadar harf olduğunu bilir misin? Onlardan geçmeyen veli olmaz. Bu kadar suhufla (hartle) dört kita­bı yutsa bile. Kapıdan girmeyen, içeride ne olduğunu bilmez. Bilen aşık da, dava kılmaz. Kimse kusuruna kalmaz,..” Bu nasihatten sonra Demir Baba, Virani’ye icazet verir.

İlm-i Cavidan

Viranî Baba’nın ” İlmi Cavidan “adlı bir eseri vardır. İlm-i Câvidân’ın ( Osman Eğri, İlm-i Câvidân, Ankara, 2008,) Türkiye Diyanet Vakfı Yayını. Diyanet Vakfı tarafından ve Adil Ali Atalay Vaktidolu tarafından günümüz Türkçesine çevrilmiş iki nüshası bulunmaktadır. ( Adil Ali Atalay Vaktidolu, Virani Divani ve Risalesi (Buyruğu)” Can Yayınları” nüshasının önsözünde Virani’nin üç yüz kadar şiirinin aruz vezni ile yazılmış olduğundan söz edilir. İlm-i Cavidan’da yüz civarında ayeti ve otuz civarında hâdisi anlamları ile birlikte zikredebilen ve açıklayabilen Vîrânî’nin iyi bir Kur’an ve hadîs bilgisine sahip olduğu anlaşılmaktır. Adil Ali Atalay Vaktidolu eserinin önsözünde Âşık Viranin’in: “Bu tür düşüncelerini işleyen şiirlerinin ve risalesinin ilk baskısı 1873’de Mısır’da “Nazımü Nesr-i Virani Baba” adıyla basılmış” olduğunu aktarır.

İlm-i Câvidân’ın Adil Ali Atalay Vaktidolu nüshasında Âşık Virani; “Ali Tanrıdır ” derken, Osman Eğri’in TDV tarafından yayınlanan İlm-i Câvidân, Ankara, 2008 nüshasında ” Hz.Ali’nin Tanrı” olduğunu iddia eden ibareler bulunmamaktadır. Bu iki nüshadaki görüş farklılıklarından ve diğer çelişkilerden ortaya çıkan en kesin Netice her iki nüshanın Virani Baba’nın orijinal eseri olmadığı şeklindedir. Buna mukabil İlmi Cavidan’da Özellikle Hz. Ali’yi öven, On iki İmam’ı dile getiren coşkulu methiyeler vardır.

Nüshalardaki çelişkiler eserin orijinalinin günümüze ulaşmadığı bu eserin farklı görüşlerde olan kişiler tarafından kendi inanışlarına göre değiştirilerek yazıldığı ortaya çıkmaktadır. “Virani Babanın İlm-i Cavidanı doğru anlaşılması için orijinalinin ortaya çıkmasına ihtiyaç vardır. Yapılan tahrifatlar ile bu eser günümüze gelebilmiştir. Yine de bu eseri bu günlere eriştirenlere kendi adıma şükranlarımı sunarım. Bu eser Alevi Yol, Erkan, inanç, sosyal, sınıfsal, siyasal yaşamın bir özetidir. Âşık Virani, kâinatın nasıl oluştuğu, oluşan kâinatta insanın durumu ve insanı kurtuluşa götüren yolu ve öğretiyi özet olarak kaleme alarak günümüze ulaşmasına sebep olmuştur.” Farklı amaçlarla sonradan ve değiştirilerek yazılan bu nüshaların içeriklerine bakarak Virani Baba hakkında birçok spekülasyonlar yapılmış ve Virani, Baba’ya ait olduğu kesin olmadığı kuvvetle muhtemel olan düşüncelerden ötürü suçlamak ve dil uzatmak yersizdir.

Demir Baba Velâyetnamesi’nde de söz edildiği üzere, Virani, Arapça, Farsça bilen güçlü bir şairdir. İlmi Cavidan adlı eserindeki şiirlerde kullandığı ibareler, kelimeler, Farsça ve Arapça tamlamalar, terkipler, kullandığı söz sanatları değindiği bilgiler bunu kanıtlamaktadır. Ayrıca üç yüz civarında aruz ölçüsü ile yazmış olduğu şiirler onun Arapça, Farsça ve edebi bilgilere vakıf olduğunu ortaya koymaktadır.

M. Hâlid Bayrı da, arûz vezni ile üç yüz kadar şiir söylemiş olan Vîrânî’nin tahsil görmüş birisi olduğundan bahsetmektedir. İlm-i Câvidân’da yüz civarında âyeti ve otuz civarında hadîsi anlamları ile birlikte zikredebilen ve açıklayabilen Vîrânî’nin iyi bir Kur’an ve hadîs bilgisine sahip olduğu anlaşılmaktır.

Yemini

Alevi ve Bektaşi toplumunun 7 ulu ozanlarından birisidir. 15.yy. sonları, 16. yy. başlarında yaşamış olduğu beyitlerde anlaşılmaktadır. Kimi kaynaklarda asıl adının Ali, kimi kaynaklarda Mehmet olarak geçmektedir. İster Ali Yemini olsun, isterse Mehmet Yemini olsun. Bektaşi ulu tekkesi olan, Akyazılı İbrahim dede zaviyesinde çok hizmette bulunmuştur. Yemini mahlasını da burada yazdığı beyitlerde kullanmaya başlamıştır.
Yemini’nin yaşamı Tuna Irmağı boylarında bulunan Akyazılı adlı dergahta Ehlibeyt’e bağlılık, onlara sadakat ve postnişine hizmetle geçmiştir. Alevi, Bektaşi inancında dede himmet desturunda, dededen oğul hizmettir. Hizmetle Hakk’a erişilebileceğine gönülden inanan Yemini, hizmetinin karşılığını kainat durdukça anılmakla işte böyle almıştır.
Akyazılı sultanın ardalarından olan Yemini’den Demir Baba Vilayetnamesinde de söz edilmiştir. Orda Hafız kelam Yemini olarak ismi geçmektedir. Hafız kelam olarak söz edilmesi, kendisine ait çok beyiti ezbere bildiği ve okuduğu gibi, diğer ulularında beyitini ezbere okuduğundan ve hatta Kuran-ı ezbere okuduğu bilgisi yaygındır. Onun için Hafız olarak ayrıca adlandırılmış olabilir.
1519’da yazdığı “Faziletname” (Erdem Kitabı) 7300 beyitten oluşmuştur. Bu kitaba bazıları ahlak kitabı ismini de vermiştir. Hz. Muhammed ve O’nun Ehlibeyt’ini güzel sözlerle metheden, erdemliklerinden, kerametlerinden söz eden ve aynı zamanda Ehlibeyt ve o kutsal soyu öven sözleri ezbere okuduğu içinde, Hafız kelam Yemini olarak da bilgisi ve inancıyla kendisini erişilmesi gereken noktaya taşımıştır.
Alevi ve Bektaşilerde kutsal sayılan Mesnevi tarzındaki bu kitapta, Tanrı birliğinin harflerle açıklanabileceğine inanılarak yazılmıştır.
7 ulu ozanımızı saydığımızda;
– Şah Hatayi
– Pir Sultan Abdal
– Kul Himmet
– Yemini
– Virani
– Fuzuli
– Seyyid Nesimi’lerdir.

Bunların hepside birbirinden feyz almış, Ehlibeyt yolundan sapmamışlardır. Sonuçta doğruya ve gerçeğe erenlerden olmuşlardır.
Yemini, Hz. Ali’nin Faziletnamesi adlı kitabında Hz. Ali’den söz ederken Şahı Merdan olarak söz eder. Bu şanı boşu boşuna almadı. Hz. Ali İslam’ın ulu ışığı, yaşamsal ve tinsel kaleyi ele geçirdi. Ancak inkar kalesine giremedi. Hz. Ali düşünceleri, bedenimizi, gönlümüzü arıtmaktadır. Sevgi çerağımızı yakmaktadır. Hz. Ali’yi anmak bizim ibadetimiz olarak belirtilmiştir. Faziletname’de ayrıca Hz. Ali’nin her türlü çıkarın üstünde bir kişiliğe sahip olduğu; zengin, fakir ayrımı yapmaksızın eşitlik gözettiğini yazmıştır. Kitapta: “Hz. Ali ne kadar yüce olursa olsun, O’nu yadsıyan, kötüleyen, küçük düşürmek isteyenler sürekli var olacaktır” diye yazmıştır. Hz. Ali’nin varlığı ile İslam’ın kutsiyetini anlayanlar olabileceği gibi, O’na karşı gelenler, O’nu istemeyenler o zaman olduğu gibi, bu günde yine var olacağından bahsetmektedir.
Ayrıca Faziletmane’de ahde vefasızlıktan, yalancı, inkarcı ve çıkarcı din adamları şeyhlerin ve mollaların dini o zaman kendi çıkarları doğrultusunda kullandığı gibi, bugünde kullandığını acı bir gerçek olarak bahsetmiştir.
Hz. Muhammed, Hz. Ali, Hz. Fatıma, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’in Ehlibeyt olduğunu onların, masumu pak ve tertemiz soy olduğunu, büyük bir sevgi ve muhabbetle yazmıştır. Ayrıca devletin malı, mülkü, hazinesi ellerinde olduğu halde bu dünyadan göçerken onların dünya malında gözü olmadığının ispatının, hiç birisinin geride kalan malı mülkü olmayışıdır. Onların sevdasının Hak sevdası, insanlık sevdası, güzel ahlak sevdası oluşudur.
Hz. Ali için övgüleri arasında,
– Tanrı tüm varlıklarının görüşünü Ali gözüyle göstermek istemiştir.
– Ali’nin yolu peygamberin yoludur. Çünkü O, emanet aldı. O, emanete sahip çıkandır.
– Muhammed’in nurunun beyanıdır.
– Ali’nin doğumu kötülüğün yok olması manasındadır. Çünkü Ali’nin olduğu yerde kötülük olmaz.
– Muhammed’le Ali’nin kardeşliği, güzel ahlakla onun tamamlayıcısı ve devam ettirici birlikteliğidir.
– Hz. Muhammed peygamberler sultanı, kıyamet günü ümmetinin yardımcısıdır. Ali onun güvenliğidir. Yüzünün nuru yeri göğü aydınlatmıştır. Yüce sözleri ile kuran ortaya çıktı. Oruç, dua, secde onun ilkeleridir. Her kim ki Mustafa’nın insanlığa getirdiklerini anlar, bilir, gerçekten ona inanırsa mutlu olur. Ali sevgisi kime ki cana yakin olursa ona iki cihanda mutluluk olur.
– Mala, mülke tutkulu kim varsa öldü gitti. Ali ve değerleri hiç ölmedi. Yolundan gidenler ölmez.
– Kâbe’de ki putlar, Hz. Ali ile birlikte kırıldı yok edildi. İnsandaki kâbe gönül ise, Ali’nin girdiği gönülde put, hurafe, benlikler yok olur.
– Ali’yi öldürmek, iyilikleri yok etmektir.
– Öldürülen Ali olsaydı, bugüne kadar yok olurdu.

Yemini’ye Göre 12 İmamların Durumu

Ali’yi yanlışlıklar devam etsin diye yok ettiler. Onu yok eden Mülcem cezasını buldu. Yemini der Haydar’a canı gönülden bağlan. Çünkü Ali, ab-ı Kevser çeşmesinin sakisidir. 63 yaşında şehit edildi.

Hz. Hasan 47 yıl yaşadı. Muaviye tarafından zehir içirilerek şehit edildi.

Hz. Hüseyin Kerbela’da yezid tarafından yoldaşları ve çocuklarıyla birlikte 58 yaşında şehid edildi.

İmam Zeynel Abidin, Velit İbni Yezid tarafından 57 yaşında şehid edildi.

İmam Bakır, Abdulmelik İbni Mervan tarafından 59 yaşında şehit edildi.

İmam Cafer, Velid Bin Melik tarafından 60 yaşında şehid edildi.

İmam Musa Kazım Abbası halifesi Ebu Mansur tarafından 55 yaşında şehid edildi.

İmam Ali Rıza Abbasi halifesi Memun tarafından 55 yaşında şehid edildi.

İmam Muhammed Taki Abbasi halifesi Muttasım tarafından 58 yaşında şehid edildi.

İmam Ali Naki Mutasım tarafından 41 yaşında şehid edildi.

İmam Hasan-ül askeri Mutasım tarafından 28 yaşında şehid edildi.

Muhammed Mehdi şehid edileceği zaman kayboldu.

Mehdi ahır zaman kurtarıcısıdır. O, gelecek Haydar’ın değeri anlaşılacak. Kötülükler giderilecek Hz. Muhammed Mustafa’nın gerçek ilim şeriatı Hz. Aliyyel Murteza’nın erdemleri yürürlük kazanacaktır. Mehdi imana gelmeyenleri, dine davet edecek ki cümlesi Hakk’a kul, Resule ümmet, Hz. Ali’ye talip olalar.
Yol erenlerinin sultanı Ali’dir. Ali ve evlatları şehid oldular. Şehid olan kişiye sonsuz mutluluk vardır. Mansur’u dara çekerken dediler: Halin nicedir? Dedi: Aşıkların miracıdır bu, demeyin ki mihnet ile acıdır bu.
O gerçek ulular bin türlü bela ve eziyetle göçüp gittiler. Ancak dünya yanlışa gidenlerin dünyası oldu. İşte Yemini hazretleri, bu methiyeleri yazarken bile sadece zerresini yazdm. Aslı olanların hali üzerindedir.
Yemini Ali ve Ehlibeyt yolundadır. Ali’yi gece gündüz dilinden düşürmez. Duası her zaman şöyle olmuştur: Ey ulu Tanrı, bizleri rızıklarınla rızıklandır. Ali soydaşlarının yardımından yoksun etme. Ben evrende amaçsız biriydim. Beni Ali’nin yolundan ayırma Yarabbi. Bizler olgunlukta, bilimde fakiriz. Eksiklerimizi Ehlibeyt yolunda tamam eyle Yarabbi. Bilgisiz, amaçsız, avare bir kimse idim. Gönlümün isteklerine tutsak olmuştum. Halsiz, perişan, yorgun, hasta idim. Bilgisizlik derdi beni yakmıştı. Ali’nin sevgi ve ışığına ilettin, şükürler olsun Yarabbi. Bu ışığı aldıktan sonra kendime geldim. Gönlüm sevinçle doldu. İçime Murteza ışığı doldu. Işığı söndürme Yarabbi.
Kabul ede niyazımı, duamı
Desin Allah Allah seven gerçek imamı.

Son sözüm budur ki: Bu ölümlü dünyada gerçek, sadık bir dost istersen kendinde başkasını bulamazsın.
Dahi sözün budur dinle ey yâr,
Sana yâr ol, sana yâr ol, sana yâr.

Türk divan edebiyatının sanki ustalığını yapan Yemini’nin beyitleri genellikle hece ölçüsü ile yazılmış olmasına rağmen aruz ölçüsü de kullanıldığı bazı beyitlerinde anlaşılmaktadır. Genellikle Farsça ağırlıklı olarak, Osmanlıca dille yazılarını yazmış olan Yemini’nin her sözünde çok anlam ve ifadeler yer almıştır. Bazı beyitlerini gazel türünde yazsa da yüce Allah’a aşkla ulaşılacağını, özellikle dile getirmiştir.
Yemini’nin Beyitlerinden

Lam eliften arşa pervaz eyledim
Kaf u nun’dan başıma tac eyledim

Bey-i mamur içre mesken tutalı
Ey Yemin-i günde bir hac eyledim

Suretin nakşında gördüm Fazl-ı İsm-i a’zamı
Zülf ü kaş-u kirpiğindedir Süleyman hatemi

Limeallahın hayealidir yüzün vech-i ilah
Gösterir mir’at mü’min on sekiz bin alemi

Kim ki sacid olmadı hüsnün önünde ey sanem
Sen anı merdıd-i şeytan bil değildir ademi

Arif-i nefs olmayınca nefsini bilmez Fakıh
Ger olursa Haydari vü sende-püş-i edhemi

Ey Yemini tayyib ü tahir olunmaz şöyle bil
Her kim içmez saki-i kevserden ab-ı zemzemi

Bu yazıyı derlerken Yemini’yi 7 ulu ozan arasına alınmasının gerçekten hak ettiği bir mertebede olduğunu bir kez daha gözlemlemiş oldum. Ulu olmak, bağlanmak olduğunu, yaşamak olduğunu, gönülle yazıp dil ile tasdik etmek olduğunu görmüş oldum. Aşk-ı niyazlarımla.

Nesimi

Seyyid İmadeddin Nesimi (d. Nesim/Bağdat, 1339? – ö. 1418?, Halep/Suriye)

Seyyid Nesimî mahlası ile tanınan, 14.yy Hurufi Türk şairi. Azeri Türkçesinde ve Farsça divanlar yazmış, ayrıca Arapça da şiirler bestelemiştir.

1339-1344 yılları arasında Bağdat’ın Nesim kasabasında doğduğu; idamının da 1418 veya 1419 yılında olduğu tahmin edilmektedir.

Şiirlerinde; “Nesimî, Seyyid, Seyyid Nesimî, Nâimî ve Hüseynî” mahlaslarını kullanmıştır.

Türkçe ve Farsça divanları vardır. Şiirleri dönemin bir çok şairini etkilemiştir. Şiirlerinde Hallac-ı Mansur’u andıran ifadeler kullanmasıyla idarecilerin tepkilerini üzerine çok çekmiştir.

XIV. yüzyılda Azerî Türkçesi ile coşkulu ve lirik şiirler yazan Nesîmî’nin hayatı hakkında rivayetlere dayanan ve birbiriyle çelişen çok az bilgi bulunmaktadır.

Soyu Peygamber’e dayandığı söylenen Nesîmî’nin asıl adı İmadüddîn, bir başka iddiaya göre de Nesîmüddîn’dir. Onun; Şamahı, Şiraz, Diyarbakır veya Bağdat yakınlarındaki Nesim kasabasında doğduğu; Diyarbakır, Irak ve Tebriz taraflarında yaşadığı ve I. Murad devrinde Anadolu’ya geldiği rivayet edilir. Şiirlerinden devrinin medreselerinde okuyarak iyi bir eğitim gördüğü anlaşılmaktadır. Âşık Çelebi’ye ve Divan’ındaki,

Arab nutku tutulmışdur dilinden
Seni kimdür diyen kim Türkmensin

şeklindeki beyte göre Nesîmî bir Türkmen’dir. Şeyh Şiblî’nin dervişlerinden olan Nesîmî, İran’da Hurufîliğin önderi olan Fazlullah-ı Hurûfî’ye (öl. 1394) intisap etmiş ve daha sonra onun halifesi olmuştur. Hacı Bayram-ı Velî’ye intisap etmek isteyen, ancak bu isteği kabul edilmeyen Nesîmî, Halep’te öldürülmüştür.

Kendisinin de Hacı Bektaş-ı Veli’den etkilendiği ileri sürülmektedir. Çeşitli nazireler yazmıştır. Şiirleri Anadolu, Azerbaycan ve İran’da yaygındır.

Görüşleri yöneticileri rahatsız etmeye başladığında, benzer vakalarda olduğu gibi, Nesimî de takip edilmiş ve Mısır Çerkez kölemenleri hükûmdarı El-Müeyyed Şeyh’in emriyle Şam’da derisi yüzülerek öldürülmüştür. Cesedinin bir hafta halka gösterildiği, ayrıca öldürüldükten sonra derisini omzuna alıp 7 kapıdan aynı anda çıktığı rivayet edilir.

Alevilik ve bölge Şiiliğinde Yedi Ulu Ozan’dan biri kabul edilir. Toplumda genellikle Kul Nesimî adlı Alevi ozanla karıştırılır. Halbuki bu iki kişi farklı yerlerde yaşamış farklı insanlardır. Kul Nesimî şiirlerini saf Anadolu Türkçesi ile yazarken Azerbaycanlı Nesimî’nin şiirlerinde bolca Arapça ve Farsça kelimeler bulunur.

Azerbaycan Cumhuriyeti devletinde Azerbaycan türkçesi ile uğraşan en yüksek akademik kurum olan dilcilik enstitüsüne (Azerbaycan Nesimi Dilçilik İnstitutu) ismi verilmiştir. Nesimî Dilcilik Enstitüsü, Türkiye’de kurulu bulunan TDK karşılığı bir işlev yürütmektedir. Bakü’nün merkezi meydanlarının birinde de Nesimî heykeli vardır. Ayrıca Bakü’de “Nesimi” metro istasyonu da vardır.

Nesîmî’nin Edebî Kişiliği ve Eserleri

Edebî Kişiliği:

XIV. yüzyılın ikinci yarısında yetişen Nesîmî ile Kadı Burhaneddin ve Ahmedî gibi büyük şairler, mazmunları şiirlerinde başarıyla kullanmaları bakımından Türk edebiyatında “kurucu şairler” olarak kabul edilebilirler. XI. yüzyıldan başlayarak XV. yüzyıla gelinceye kadar, mesnevi alanında bir hayli eser veren Türk edebiyatında XIV. yüzyılda, Yunus Emre’nin Divan’ından sonra bu üç şairin divanları görülür.

Şair, önceleri Hüseynî mahlasını kullanırken, Fazlullah-ı Hurûfî’ye bağlandıktan sonra Nesîmî’yi kullanmıştır. O, şiirlerinde sekiz ve otuz iki harfe dayanarak insan yüzünün Tanrı’nın tecelli yeri, güzelliklerin göründüğü mekan olduğunu söylemiştir.

Not: Hurûfîlik: Fazlullah-ı Hurufî’nin (öl.1394) kurup geliştirdiği, harflerin sırlarına dayanan bâtinî bir akım. Bu inanca sahip olanlar, varlığı ve yaratılışı harflerle izah etmeye çalışırlar. Arapçadaki yirmi sekiz ve Farsçadaki otuz iki harf ile bütün varlıklar, hatta Kur’an tefsir edilir.

Şiirlerinde alabildiğine bir coşkunluk bulunan Nesîmî, zaptedilemeyen bir ruhun çırpınışlarını dile getirmiş ve ilâhî aşkı kendine göre anlatmıştır. Kendisine “zındık” diyenler olduğu gibi, onu “aşk yolunun korkusuz yiğidi, sevgiler kâbesinin ileri gelen fedaisi, şaşırtıcı derecede âşık, nükteler söyleyen gönül adamı” şeklinde övenler de vardır.

Nesîmî’nin başarılı bir şair oluşunda, iyi bir eğitim almış olmasının ve bir seyyah gibi gezip dolaşmasının da büyük payı vardır. Nesîmî’nin zâhirî ve bâtınî ilimlerde yetişmesinde doğup yaşadığı bölgenin önemli etkisi olmuştur. Arapça ve Farsçayı iyi bilen şairin Türkçe ve Farsça şiirlerinin yanında Arapça gazelleri ve mülemmaları da vardır.

Nesîmî’nin sanat hayatını iki devrede ele almak mümkündür. Hayatının ilk devresinde Hakk’ı, aşkı, doğru yolu arayan bir Nesîmî vardır. Bu dönemde Celâleddîn-i Rûmî’nin etkisindedir. Mevlevî tarikatı bu ilginin çekiş merkezi olduğundan şair bu yolun zikir ve ayinlerine yabancı kalmamıştır. Bu devre ait mesnevi, gazel ve tuyuğları bir divançe oluşturacak kadar çoktur. Duygu ve fikirleri anlatmakta zorlanan şair, coşkulu sanat denen lirizme de henüz ulaşamamıştır. Hatta onun bu ilk şiirlerinde Seyyid, Nesîmî, Hüseynî, Seyyid Nesîmî ve Naîmî gibi farklı farklı isimler kullanması, mahlas seçmede bile bir kararsızlık içinde bulunduğunu göstermektedir. Bunun yanında Nesîmî’nin öğretici yönünün ağır bastığı bu şiirlerde aruz kusurları da bulunmaktadır.

Nesîmî’nin şiirlerinin asıl coşkulu devri Fazlullah ile tanışmasından sonradır. Bâtınî inançlara ilgisiz kalmayan şair, Hüseyin Ayan’ın deyimi ile Fazlullah’ın keşfettiği yedi hattı, her türlü dinî tekâlifi anlamak ve ilâhî sırları çözmek için yeterli bulmuştur. Böylece Kur’an-ı Kerim’in sırlarının çözüldüğüne inanarak Fazlullah’ın dervişleri arasına katılıp onun büyük bir propagandacısı olmuştur. Hayatının bu ikinci döneminde coşkulu şiirler söylemeye başlamıştır.

Deryâ-yı muhît cûşa geldi
Kevn ile mekân hurûşa geldi

Sırr-ı ezel oldı âşikâre
Ârif nice eylesün müdâre

beyitlerinde görüldüğü gibi kendisini her tarafı kuşatan bir deniz ve ârif olarak görmeye başlayan Nesîmî, Kur’an ve hadisleri kaynak olarak kullanıp bunlardan kendi yoluna uygun olanları seçerek şiirlerinde yer vermiştir. Şiirlerinde ayet ve hadisleri uyumlu şekilde kullanan Nesîmî, Hazret-i Muhammed’den sonra Hazret-i Ali’yi ve diğer imamları konu edinmiş ve daha ziyade On İki İmam için şiirler yazmıştır. İlk üç halifeye şiirlerinde yer vermemiş olan Nesîmî edebiyatımızda Âşık Paşa’dan sonra elif-nâme yazan şairdir.

Divan’ında üç elif-nâme bulunur ve bu elif-nâmelerde elif harfinden ye harfine kadar bütün harflere yer vermiştir. Bazen bu sıra tersinden yani ye harfinden başlayarak elife ulaşır. Türkçeyi yaşadığı yüzyılda Yunus’tan sonra en iyi kullanan şair olan Nesîmî, Yusuf Has Hâcib, Âşık Paşa ve Yunus Emre gibi söze büyük önem verir, sanatı ile övünür ve kendine olan güvenini de açıkça belirtir.

Buldı Nesîmî vaslı vaslı Nesîmî buldı
Üstün kamudan sözü sözü kamudan üstün

Aruzu en iyi şekilde kullanan Nesîmî, ayet ve hadisleri şiirine katmada (=iktibasta) çok ileri giden bir şairdir. Bu açıdan Türk edebiyatında Nesîmî gibi başka bir şairin bulunmadığını görürüz. Tasavvufa şiirlerinde en geniş şekilde yer veren şairlerin önde gelenlerindendir. Bu yönü ile de tesiri başta Erzurumlu İbrahim Hakkı olmak üzere hemen her şairde görülür. Mansur’u dilinden düşürmez ve ona şiirlerinde geniş yer verir.

Nesîmî, belki de bir propaganda şairi olması sebebi ile hep geleceğe açılır ve şiirlerinde canlı, hep taze kalacak olan samimi bir dil kullanır. Bu bakımdan Yunus’a benzer. Onun şiiri canlılığını biraz da tekrarlardan ve Türkçenin ahenginden alır. Bu tekrarlarda eski şiirimizin ve Kutadgu Bilig devrinin ön kafiyesini de kullanır. Çeşitli şiirlerindeki bazı beyitleri değişik şekillerde tekrar gibi karşımıza çıkan Nesîmî, Türkçenin sırlarına vâkıf bir şairdir. Üslubunun canlılığını sağlayan bir başka husus da, onun aşağıdaki beyitlerde görüldüğü gibi sorulu cevaplı bir dil kullanmasıdır.

Âlemde bu gün sencileyin yâr kimün var
Ger var dir isen yoh dimezem var kimün var

Dildâr-ı mecâzî bulınur âşıka yüz min
Benzer sana tahkîkda dildâr kimün var

Mahbûb kamer yüzlü boyı sidre yüküşdür
Yanagları gül la’l-i şeker-bâr kimün var

Işkun gamına eylemişem gönlümi mahzen
Bir munçılayın mahzen-i esrâr kimün var

Dili çok dikkatli ve yerinde kullanan Nesîmî, aruz veznini Türkçeye uydurmak için gayret etmiştir. Zaman zaman vezin bozukluklarına rastlansa da genellikle şiirleri vezin ve kafiye bakımından başarılıdır. Kafiyeye büyük önem veren Nesîmî, özellikle iç kafiye ve redifi fazla kullanmıştır. O, klâsik şiir şekillerini başarıyla kullanır ve bu şiirin bütün kurallarına tam olarak uyar. Daha çok gazel nazım şekli ile şiirler yazan Nesîmî’nin öne çıkan başlıca diğer özellikleri; şiirlerini musammat, yani dörtlük şekline gelebilecek beyitlerle yazması, samimi oluşu ve gönlünden geldiği gibi söylemesi, hitaplar, soru ve cevaplar ile şiirlerine canlılık katması, şiirlerinde dünyadan şikâyet etmekle birlikte hayattan zevk almayı tavsiye etmesi ve insanı yüceltmesi, mevsimlere, günlere ve sayılara, harflerden hareketle insan yüzüne ve vücuduna geniş yer vermesidir:

Yüzün âyine-i ehl-i safâdur
Sözün bu derdüme her dem devâdur

Boyun Tûbâ lebündür âb-ı Kevser
Şarâb-ı la’lünüz nutk-ı Hudâdur

Kaşun mihrâbına aynun imâmı
Kılur min secdeyi bi’llâh revâdur

Saçun el-fakru fahridür fakîre
Sevâdü’l-vechi fî-dâri’l-bekâdur

Bugünkü bilgilere göre akis sanatına edebiyatımızda ilk yer veren şair, Nesîmî’dir. Aşağıda matla beyti verilen gazeli baştan sona bu sanatla yazılmıştır.

Nûşîn lebinün la’li la’li lebinün nûşîn
Şîrin severem cândan cândan severem şîrin

Nesîmî de bazen Yunus’tan aldığı bir sesle, Kaygusuz Abdal’ı andıran ve onu müjdeleyen, hatta şathiyeye kaçan bir taraf da görülür:

Küllî mekânı gevherin gevhere kân mısın nesin
Uşbu sıfât u hüsn ile cân u cihân mısın nesin

beyti ile başlayan gazeli buna örnek teşkil eder. O,

Bî-vefâsına dünyede umma vefâ
Çünki yokdur dünye yokdan ne safâ
Rencine düşüp anun çekme cefâ
Bulmaz anun hastası hergiz şifâ

şeklindeki tuyuğunda da diğer şiirlerinde olduğu gibi kendi inanç ve düşüncesine yer verir. Aslında Hayyâm’dan gelen ve öğüde açılan bu söyleyiş bütün şairlerimizi etkilemiştir.

Bu durum yine Hayyâm’dan tercüme olan,

Böyledir âdet-i dîrînesi zâlim dehrin
Düşme fersûde hayâtın gamına derdine dil
Çekme âlâmını beyhûde yere varla yokun
Olan oldu olacaksa daha meydânda değil

söyleyişine bağlıdır. Türk edebiyatında tuyuğ denince akla önce Kadı Burhaneddin gelir, ancak Nesîmî ile birlikte her iki şairin aynı dönemlerde tuyuğlar yazdıkları gözden uzak tutulmamalıdır. Nesîmî kendi devrinin şairlerinden Ahmedî ile aynı söyleyişte şiirler de yazar ve bu şiirler Ahmed-i Dâî’ye kadar gelir. Böylece nazire edebiyatımızın başlarında yer alır.

Zülfüni anber-feşân itmek dilersin itmegil
Garet-i dîn kasd-ı cân itmek dilersin itmegil

beytiyle başlayan gazeli buna örnektir.

Türk edebiyatında Ahmedî, Nesîmî, Ahmed Paşa, Fatih (Avnî), Fuzûlî, Kanunî (Muhibbî), Bâkî, Usûlî, Penâhî, Bağdatlı Rûhî, Nedîm ve Erzurumlu İbrahim Hakkı’ya kadar çok sayıda şair üzerinde Nesîmî’nin etkisini görmek mümkündür. Kanunî, Nesîmî’nin,

Nigârum dilberüm yârüm enîsüm mûnisüm cânum
Refîküm hem-demüm ömrüm revânum derde dermânum

matlaıyla başlayan gazelini,

Celîs-i halvetüm varum habîbüm mâh-ı tâbânum
Enîsüm mahremüm varum güzeller şâhı sultânum

şeklinde başlayan gazelle tanzir etmiştir.

Türk edebiyatını sadece kendi devri ile değil, bütün zamanları ile yaşadığı asra kadar inceden inceye gözlemleyen ve bütün şairleri süzgeçten geçirircesine birbirleri ile karşılaştıran, Türk edebiyatının büyük şairi Ali Şir Nevâî de Nesîmî’yi bütün şairlerden üstün görür. Nevâî, Nesîmî’nin ârif bir şair olduğu belirtir ve zâhir ehlince şiirleri anlaşılamadığından sonunun kötü bir şekilde bittiğine de hayıflanır (Karaağaç, 1997: XVI). Ayrıca Türkmen şairi Andelîb (öl. 1780) ve Çağatay-Özbek şairi Esîrî’nin (öl. 1916) Nesîmî hakkında önemli manzumeleri vardır. Bundan da anlaşıldığı gibi, Türk edebiyatında daha sonra gelen şairlerin pek çoğu üzerinde Nesîmî’nin etkili olduğu görülür.
Nesîmî’nin Eserleri:

Nesîmî’nin bilinen eserleri, Türkçe ve Farsça Divanları ile Hurufîlikle ilgili olan Mukaddimetü’l-Hakâyık’tır.

Türkçe Divan: Divan’ın bilinen en eski nüshası 1469 tarihlidir. Divan’ın 1524 tarihli Kahire nüshasındaki bazı gazellerinde Hüseynî mahlasını kullandığı görülür. Farsça şiirleri bazı yazmalarda Türkçe şiirlerinin arasında yer almıştır. Çeşitli baskıları bulunan Nesîmî Divanı’nın İstanbul’da yapılan baskıları eksik ve yanlıştır. Türkçe Divan’ın en iyi baskısı, Selman Mümtaz Bey tarafından 1926’da yapılmıştır. Divan’ın son yayımını Hüseyin Ayan yapmıştır (2002).

Farsça Divan: Bu divanda yer alan şiirler, sayı bakımından Türkçe Divan’a göre daha azdır. Nesîmî, Türkçe Divan’ı kadar çok okunan ve sevilen Farsça Divan’ında da Hurûfî inancını konu alan şiirler yazmıştır. Mesnevî, gazel, tercî’-i bend, müstezâd, rüba’î ve kıt’a nazım şekliyle yazılmış şiirlerin bulunduğu divandaki mesneviler, Türkçe mesneviler gibi uzun değildir. Nesîmî, Türkçe Divan’ında olduğu gibi Farsça Divan’ını da tamamlayamamış, 32 harfli Fars alfabesinden yalnız 14’ü ile kafiyeli şiirler yazabilmiştir.

Mukaddimetü’l-Hakâyık: Nesîmî, Fazlullah-ı Hurûfî’nin Câvidân-nâme’sini esas alarak yazdığı bu Türkçe mensur eserde, çeşitli dinî konuları harflerle (Hurûfîliğe göre) açıklamaktadır. Bu eserde, Kur’an’daki hurûf-ı mukata’a, abdest, ezan, ikâmet, zekât, oruç, hac, ana babaya iyilik, îmân-ı yakîn gibi konularla ilgili, harflerle rakamlar arasında bağlantılar kurularak yorumlar yapılır. Eserin nüshaları, dil bakımından XIV. yüzyıl özelliği taşır ve üslup itibariyle tercüme bir eser görünümü sergiler.

Pir Sultan Abdal

Kökeni Hoca Ahmet Yesevî’ye dayanan tasavvuf öğretisi, 13. yüzyıldan itibaren Anadolu’da etkisini göstermeye başlamıştır. Anadolu’nun en karışık zamanlarında sevgi üzerine kurulan tasavvuf öğretisi hızlı bir şekilde yayılma imkânı bulmuştur. Yunus Emre, Hacı Bektaş-ı Velî gibi mutasavvıflar Anadolu Türkmenleri arasında tasavvufu yaymışlardır.

Türkler arasında Aleviliğin yayılmasıyla bu inanışın şairleri Alevi-Bektaşi edebiyatı denilen bir edebiyatın teşekkülünde rol oynamışlardır. Nutuk, nefes, deme, deyiş gibi adlarla anılan şiirlerinde kendi inançlarını ve dünya görüşlerini işlemişlerdir. Şiirleri ayin-i cemlerde okunmuş, halk arasında önemli bir makamda görülmüşlerdir. Yüzyıllar içinde pek çok Alevi-Bektaşi şairi yetişmiş, bunlardan bazılarının etkisi daha büyük olmuş ve bu şairler hem kendi dönemindeki hem de kendilerinden sonra gelen şairleri derinden etkilemişlerdir. İşte bunlardan biri kendi adına bir geleneği de oluşturan Pir Sultan Abdal’dır.

Pir Sultan Abdal; Kul Himmet, Hatayî, Yeminî, Viranî, Teslim Abdal ve Nesimî ile birlikte Alevi geleneğinde usta sayılan ve “Yedi Kutuplar”, “Yedi Ulu Ozan” adı verilen yedi büyük şairden biridir
Alevi Bektaşi edebiyatının kuşkusuz en lirik şairidir. Hayatı hakkında bilinenler azdır. Büyük bir kısmı şiirlerinden ve yaşadığı dönemin olaylarından hareketle kaynaklara geçmiştir.

XVI. yüzyıl başlarında Sivas’ın Yıldızeli ilçesinin Banaz köyünde doğduğu tahmin edilmektedir. Şiirlerinden adının Haydar olduğu anlaşılmaktadır. Soyu Horasan’ın Hoy kasabasına dayanır. Ataları Horasan’dan Hoy’a, oradan da Sivas’a göç etmiştir

Soyunun Yemen’den geldiği ve Hz. Ali’nin torunlarından İmam Zeynel Abidin’e bağlandığı da belirtilmiştir. Yedi yaşına geldiğinde babasının koyunlarını otlatmaya başlar. Bir ağacın gölgesinde uyurken bir pir elinden dolu içer. Bu pirin Hacı Bektaş Veli olduğunu anlar. Uyanınca eline saz verirler ve çalıp söylemeye başlar.

15 yaşına gelince Banaz’dan ayrılıp Elmalı ve Çorum’daki Bektaşi dergâhlarında eğitim görmüş, daha sonra sipahi olmuştur. Belgrat Seferi ve Budin Kalesinin fethine katılmıştır. Seferlerden sonra Sivas’a dönmüştür.
Osmanlı-Safevi ilişkilerinin seyri doğrultusunda Anadolu’daki birtakım ayaklanmalar sırasında Hızır Paşa tarafından uyarılan Pir Sultan Abdal önce Toprakkale’de zindana atılmış, ardından astırılmıştır. Hem zindana atılışı hem de astırılışı ile ilgili menkıbevi söylenceler oluşmuştur. Onun asıldığı yerde hırkasının olduğu ve asıldıktan sonra dört yerde görülmesi bunlardandır

Pir Sultan’ın Seyyit Ali, Pir Mehmet ve Er Gaip adında üç oğlu; Sanem adında bir kızı olduğu kaynaklarda anılır. Ancak bunlardan Pir Mehmet’in 18-19. yüzyıllarda yaşayan Pir Sultan’ın oğlu olduğu ifade edilmektedir. Anadolu’da birden fazla Pir Sultan olduğu ve onun mahlasını kullanmanın bir gelenek olduğu artık bilinmektedir.

Alevi-Bektaşi edebiyatının büyük şairinden biri olan Pir Sultan Abdal, Aleviler’ce yedi büyük şairden biri olarak kabul edilir. Bunlar arasında bugüne değin hakkında en çok araştırma yapılan şairdir. Alevi Bektaşi geleneğinin yedi kutsal ozanlarından diğerleri ise: Nesimi, Hatayi, Pir Sultan’ın müridi Tokatlı Kul Himmet, Faziletname sahibi ve Kalenderi Otman Baba postunda oturan Akyazılı Yemini (XVI.YY) ilk yarısında Necef’te vefat eden Virani ve Kazak Abdal’dır.

Pir Sultan Abdal (XVI.YY), yaşadığı dönemde düşünce ve şiirleriyle Anadolu halkını etkilemiştir. Pir Sultan Abdal, Hatayi (Şah İsmail) ile birlik­te Alevi-Bektaşi Tekke ve Zümre Edebiyatının kurucuların­dandır. Kişiliği, sorunları dile getirişi ve hak­sızlıklara karşı yürekli direnişiyle adı mekıbelere de karışarak bugüne ulaşmıştır.

Aleviler’ce yedi büyük şairden biri olarak kabul edilir. Pir Sultan Abdal’ın yaşamına ilişkin bilgiler kendi şiirlerine, halk arasında dolaşan menkıbeler, yaşamı etrafında oluşmuş efsane ve rivayetlerle, bir kısmı cönklerden ve bir kısmı da halkın sözlü olarak aktardığı deyişlerve öbür Halk Ozanlarının yazdıkla­rına dayanmaktadır. Pir Sultan Abdal’ın yaşamı ve deyişleri ile ilgili olarak, ortaya konulan bilgilerde tam bir kesinlikten söz etmek mümkün değildir.

Buna rağmen en kesin olabilecek bilgiler şunlardır. Asıl adı Haydar’dır. Hayatı Sivas’ın Yıldızeli ilçesinin Çırçır bucağına bağlı Banaz köyünde geçmiştir. “Banaz’da bugün de Pir Sultan’ın olduğu söylenen bir ev, önünde şairin yaşadığı dönemden kaldığına inanılan bir söğüt ağacı, ağacın altında, asâsının ucuna takıp Horasan’dan getirildiğine inanılan bir değirmen taşı vardır.” Ölümü ise, 1547-1551 ya da 1587-1590 yılları gibi farklı tarihler arasındaki bir zamanda olmuştur.

Bugün Sivas’ın Yıldız­eli ilçesine bağlı Çırçır bucağının Banaz köyünde doğmuştur. Doğum ve ölüm tarihle­ri bilinmemektedir. Ailesinin Horasan’dan İran AZERBAYCANın’ndaki Hoy kasabasına, ora­dan da Anadolu’ya geçen bir Türkmen soyun­dan olduğu en yaygın görüştür. Gerçek hayatı menkıbeler, rivayetler ve halkın muhayyilesindeki özelliklerle bir birine karışmıştır. Üstelik Hayali Pir Sultan ile Gerçek Pir Sultan’dan başka en az beş tane daha Pir Sultan Abdal’ın varlığı pek çok şeyi bir birine karıştırmıştır. “ Gerçekte var olan Pir Sultan Abdal’(lar)la halkın kolektif bilincinin oluşturduğu Pir Sultan’ın bütünleşmesi söz konusudur. Asıl önemli olansa bu kolektif bilincin yarattığı dinî kimliğin ve sanatçı kişiliğin tespit edilmesidir” Bu yazımızın konusu Şah’a bağlı olan Osmanlı’ya karşı duran Banazlı Pir Sultan Abdal’ın gerçek kimliğidir.

Ayrıca atala­rının Yemen’den Sivas’a geldiği de öne sürenler olsa da yöredeki diğer Türkler ve Türkmenler gibi Horasandan gelerek buraya yerleşen bir Türkmen ailesinin soyundan gelen Pir Sultan Abdal’ın nasıl bir eğitim gördüğü bilinmemekle birlikte, Alevi gele­nekleri ve tarikat yaşamı içinde yetişip olgun­laştığı anlaşılmaktadır. Çocukluğunun çobanlık ve çiftçilikle geçtiği hakkında bir kuşkumuz olmayan Pîr Sultan’ın okuma yazma bildiği, tekke eğitimi sayesinde halifeler tarihini, peygamber menkıbelerini, evliya menkıbelerini, tarikat kurallarını, Yunus Emre ‘yi, Şah İsmail -Hatai ‘yi bildiği şiirlerinden çıkartılabilecek neticelere olmaktadır.

Halk arasındaki söylentilere göre : “ Pir Sultan’ın üç oğlu, bir kızı var. Oğullarından Seyyit Ali Banaz köyünün üst yanındaki çam korusunda, Pîr Muhammed Tokat’in Daduk Köyünde, Er Gaib de Dersim’de gömülü olduğu ifade edilmektedir.” Sanem adlı kızının Pir Sultan’ın ölümünden sonra söylediği rivayet edilen ağıt Alevi Bektaşi kaynaklarında ve dillerde dolamıştır. Sanem’in ağıtlarında ifade edilenlere bakılırsa Pir Sultan Abdal uzun boylu ve biçimli bir vücuda sahip birisidir.

Pir Sultan Abdal’ın gençlik yıllarına doğru tekke’ye girmiş olduğu eğitimini bu tekkede aldığı şiirlerinden de anlaşılan ve gerçek hayatında da olması gereken bir gerçek olmalıdır. Tekke yılları, tekkedeki hocası ve arkadaşları bu tekkenin nerede olduğu gibi bilgiler ise belgelere bağlı değildir. Alevi Bektaşi dergâhlarından alınan rivayetlere bakılırsa musahibi ( dergâh arkadaşı) , Ali Baba’dır. Bağlandığı tekkenin piri ise, Yesevî dervişlerden Koyun Baba’nın ve Hacı Bektaş Veli’ ‘nin tekkesinde posta oturmuş olduğu söylenilen, Seyh Hasan’dır.

XVI. Yüzyılda Osmanlı Devleti II. Bayezıt zamanında Şah İsmail ( Hatayi’) babası ve Safevi devleti ile Şiilik ve Sünnilik mücadelesine girmişti. Erdebildeki Alevi dini liderleri Mürşid-i Kamil kabul ettikleri dini önderlerinden Alevi Ehli İhtisas Grubu kurmuş, Şah İsmail’i zamanenin şahı ve mehdisi kabul etmiş, müritlerini de Osmanlıya karşı isyana çağırmıştır.

Osmanlılara topraklarını kaptıran Türk Beyliklerini ve Türkmen beylerini etrafına toplayan Şah İsmail, İmparatorluk haline gelince Türkmenlere sırtını dönen Osmanlıya karşı siyasi ve dini anlamda bir savaşa tutuşmuştu. Osmanlının kozmopolit bir yönetime yönelmesinden rahatsız olan Türkmenlerin tamamı Şah İsmail’e taraftar olmuş, Şiilik de Anadolu da hızla yayılmaya başlamıştı. Devletin bekası için beylikler ve Türkmen aşiretlerin etkisini kırmaya yönelen Sünni Osmanlı ile Türkmenliği öne çıkaran ve Türkmen idaresi yaratmaya çalışan Şii Şah İsmail mücadelesi Yavuz’un zaferi ile sonuçlanmış ama Erdebil’deki Mürşid-i Kamillerden Oluşan Alevi İhtisas grubunu ve yönetimini tamamen ortadan kaldıramamıştı. Bu savaş bir son olmamış mücadele Kanuni döneminde de sürmeye devam etmişti.

Hatayi mahlasıyla (tak­ma ad) şiirler yazan Şah İsmail’in Anadolu Aleviler’i üzerinde yüksek bir etkisi vardı. Şah İsmail XVI. Yüzyılın hemen başında Safevi Devleti’ni kurunca Anadolu üzerinde­ki etkisi daha da arttı. Osmanlı Devleti büyük ölçüde sarsılmaya başlamıştı. Aleviler ŞAH İSMAİL’in, günün birinde değişik bir kimlikle gelip dünyaya adalet dağıtacak “mehdi” olduğuna inanıyordu. Şah İsmail’i 1514’te Çaldıran’da büyük bir yenilgiye uğratan Yavuz Sultan Selim , Osmanlı ordusunu arkadan vuracakları korku­suyla savaştan önce binlerce Alevi’yi öldürt­müştü. Şah İsmail döneminde başlayan mehdi söylentisinin etkisinden oğlu I. Tahmasp da yararlanmış Erdebil Alevi Erkânı on yaşında tahta çıkan Şah İsmail’in oğlu Tahmsab’ı da mehdi olarak ilan etmişti. .

Kanûnî Sultan Süleyman Irak seferine çıkarak 1534’te Bağ­dat’ı, ardından da Tebriz’i aldı. Daha sonra I. Tahmasp da 1548’de Anadolu içlerine iler­ledi. Pir Sultan Abdal, işte böyle savaşlarla, ayaklanmalarla altüst olmuş Anadolu’da, bir Alevi köylü,Türkmen bir Halk Ozanı, bir derviş, bir şeyh, bir kavga adamı olarak yaşadı. Bir şiirindeki “Yetmiş üçer idik, girdik bu yola/Yalbirdalı kılıçlar hep aldık ele” dizelerinden 73 kişiyle bir ayaklanma başlattığı anlaşılmaktadır. Sonunda ayaklan­ma bastırılarak yakalanan Pir Sultan Abdal’ı, Sivas Valisi Hızır Paşa’nın yakalayarak zindana attırdığı bir süre sonra da İstanbul’dan gelen emirle idam ettirdiği bilinmektedir. Fakat asıldığı bilindiği halde Pir Sultan’ın ne zaman asıldığı ve Hangi Hızır Paşa tarafından asıldığı çok da belli değildir. Bu bilgileri bize ulaştıran belgeler olmadığı gibi Sivas Valisi olan Hızır Paşa’nın kimliği belirsiz kalmaktadır.

Alevi Bektaşi cemaaleri arasındaki yaygın inanışa göre “Asıldığı yer Sivas’ta eskiden Keçibulan adını taşıyan, sonra uzun süre Darağacı diye anılan, simdi ise Kepçeli denilen yerdir. “ Sultan’ı astıran Hızır Paşa’nın 1551/2 ve 1567 yılları arasında Paşalık yapmış olan Hızır Paşa veya 1560-1567 yılları arasında Beylerbeyi ve Bağdat Valisi olan Hızır Paşa olma ihtimali mevcuttur
Aleviler arasındaki farklı söylentilere göre mezarı birkaç yerde birden çıkar. Bir söylenti Sivas’la Banaz arasındaki Karaçayır bucağında, bir söylentiye göre Zile’nin bir köyünde, bir söylentiye göre Sivas’ın şimdiki adı Kepçeli semti olan bugünkü Mezbaha Meydanı , eski adı ise Darağacı semti “Siyaset Meydanı olan yerde asılmış ve oraya gömülmüştür. Farklı rivayetlerden de anlaşılacağı gibi Pir Sultan Abdal’ın mezarının nerede ve neresi olduğu kesin değildir.

Destan kahramanı ko­numuna gelen Pir Sultan’ın yaşamına, ölümüne ve asılması sonrasına dair çok sayıda menkıbe vardır. Bu menkıbelerden birine göre: Pir Sultan darağacından inince İran’a yönel­miş. Onu yakalamak isteyen Hızır Paşa’nın adamları Kızılırmak Köprüsü’ne gelmişler. Köprüyü geçen Pir Sultan, köprüye “Gel” demiş, köprü suya batmış, peşindekiler öteki yanda kalakalmışlar. Pir Sultan doğruca Ho­rasan’a gitmiş ve şahın huzuruna çıkarak bir nefes okumuş. Daha sonra yürüyerek gittiği Erdebil’e varınca ölmüş ve oraya gömülmüştür.

Bu menkıbe de adı geçen Erdebil Aleviler için kutsal nitelikler de taşıyan siyasi olarak da son derece özel bir önem arz eden Anadolu Alevilerinin devlet ve erkân kurduğu Şah İsmail’in başkentidir. Alevi halkın muhayyilesinde oluşan bu menkıbe birçok açıdan düşündürücüdür. Pir Sultan’ın asıldıktan sonra halkın muhayillesinde Sivas’tan Erdebil’e kadar gidip orada ölüp, oraya gömülmesi siyasi açıdan da oldukça manidardır.

Edebiyatı :

Pir Sultan Abdal, Pirin elinden bade içtiğine inanılan Aleviler tarafından soyu 12 imama ulaştırılan ve kutsal yedi ozandan en kutsal ikinci ozan sayılan bir halk şairidir.
Pir Sultan’ın şiirleri Anadolu Tekke ve Tasavvuf Şiiriinin önemli bir kolu olan Alevi-BEKTAŞi edebiyatının en yetkin örnekleridir. “Şiirlerin­de Tasavvuf , Şah ve Hz. Ali sevgisi ağırlıklı konulardır. Pir Sultan Osmanlı idaresine karşı Alevi Türkmen devleti Safeviler’e ve şahlarına bağlı bir ozandır. Şiirlerinde Şah sevgisi, Hasan, Hüseyin, Hz. Ali sevgisi oldukça geniş yer tutar. O iki imama bağlılık, Kerbela, Alevi inancına dair inanış ve telkinler ağırlıklı temalardır.

Bu görüş çerçevesinde farklı konular da işlemiştir. İnsan sevgisi, eşitlik, kardeşlik, ölümsüzlük, KONULARI Alevi Bektaşi inançları ve tasavvufi düşünceler içerisinde ele alınmıştır. “Ona göre Hz. Ali , evren-Tanrı-insan üçlüsünü bir birlik içinde gören tasavvuf anlayışı kapsamında örnek insandır. Öte yandan insan, vücudu ölümlü, ruhu ölümsüz bir varlıktır. Şiirlerinde, yaşadığı dönemin haksızlıkları, tutuculuk, verilen yalan yanlış fetvaları, rüşvet düşkünü kadıları dile getirmiştir.”

Pir Sultan Abdal özellikle Bektaşi – Alevi şairler üzerinde son derece etkili olmuş, pek çok halk ozanı üzerinde derin tesir bırakmıştır. Onun yaşadığı muhit bir çeşit ozan ocağı haline gelmiş o coğrafyaya üzerinde çok sayıda ozan yetişmiştir. Sivas’ın Emlek Yöresi denilen yöre günümüze kadar çok sayıda ozanın yetiştiği bir muhittir. Aşık Veysel , Kemter Baba , Şarkışlalı Aşık Veli ,İğdecikli Aşık Ali, Ali İzzet Özkan bu muhitten yetişmiş son dönem ozanlarıdır. Bu ozanların tamamı ve diğer Alevi Bektaşi şairlerinin tamamında Pir Sultan’ın etkisi görülür. Osmanlı idaresine karşı olan Pir Sultan çağdaşı Kul Himmetle birlikte Erdebildeki Alevi Mürşid-i Kamil, Erdebil Alevi Yüksek İhtisas Kurulunu önder kabul etmiş Şah İsmail ve Şah I. Tahmasb’ı mehdi kabul ederek onlara tabi olmuş, şiirlerinde de bunları dile getirmiştir.

Pir Sultan şiirlerini duru ve yalın bir halk diliyle söylemiştir. Söyleyişindeki akıcılık, duygusal coşku ve derinlik ile halk dilini en ince duygulan bile anlatacak biçimde ustalık­la kullanması onun en önemli özellikleridir. Tekke kültüründen gelen yabancı asıllı sözcüklere de yer vermiş olsa bile o Türkçeye değer veren , arı ve duru bir dil kullanmaya özen gösteren bir ozandır.
Tekke eğitimi görmüş olsa bile ­Divan Şiirinın etkisi altında kalmamış, Yesevi, Yunus, Kaygusuz, Hacı Bektaşi Veli ve Hacı Bayram’ı Veli ile Eşrefoğlu Rumi’nin yolundan giderek şiirlerinde halk zevkini önde tutmuştur. Pir Sultan İslamiyet öncesinden beri var olan Ozan geleneğinin İslami dönemdeki devamını sağlayan bir ozandır. Tüm şiirlerinde geleneksel ozan şiirimizin özelliklerini, kaifye, redif, dörtlük, hece, durak, nazım şekli ve düzenlerini kullanmış, milli olmayan şekil, dil, zevk ve sanatlara itibar etmemiştir.

Yapılan araştırmalar Pir Sultan Abdal adını taşıyan altı ayrı şair olduğu ortaya çıkarmaktadır. Araştırmacı­lar, değişik yörelerde ve değişik dönemlerde yaşamış olan bu şairlerin özelliklerini saptaya­rak birbirlerinden ayırma çabasındadır. Fakat Banazlı Pir Sultan Abdal diğerleri tarafından taklit edilemeyecek kadar kendine özgü ve büyük bir halk ozanıdır.