Makyavelizm (Siyaset)

Makyavelizm
Makyavelizm, Niccolo Machiavelli’nin 16. Yüzyılda yazdıkları temelinde ortaya çıkmış bir düşüncedir. Niccolo Machiavelli tarafından 16. Yüzyılda yazılan “Prens (The Prince)” adlı eser, kişisel gücün kullanılarak amaçlara nasıl ulaşılacağını açıklamaktadır. Bu eserde çeşitli tutumlar, stratejiler
ve taktikler de ifade edilmektedir.

Makyavelizm kavramını manipülatif kişilik eğilimi veya kişinin manipülatif eğilimleri olarak da açıklamak mümkündür

.Makyavelizm düşüncesi, Machiavelli tarafından oluşturulmuştur. Bu düşünceye göre amaca ulaşmak için kullanılan her yol ve yöntem kabul edilebilir görülmektedir. Makyavelizm, kişilerin istedikleri amaçlara ulaşması için diğer kişiler üzerinde yönlendirici etki oluşturan etik
olmayan davranışları bütünüdür. Makyavelist kişilerin geleneksel ahlak anlayışına sahip olmadıkları söylenebilir.

Makyavelistler, kendi amaçlarına ulaşmak için başkalarını manipüle etme isteği ve yeteneğine sahip kişilerdir. Bu kişiler etik normlara uygun hareket etmezler. Kendi faydalarına olacak şekilde insanları ve durumları beceriyle yönlendirebilecek stratejiler uygularlar.

Makyavelist kişilik eğilimi, kişilerin çıkarları için başkalarını aldatma ve onları kendi istediği doğrultuda hareket ettirme becerisidir. Makyavelist kişiler, sadece kendi amaçlarını gerçekleştirmeye odaklanırlar. Bu kişiler iş ve sosyal hayatlarında güç ve statü elde etmek için etik olmayan davranışlar gösterebilirler.

Bu kişiler soğuk davranan, sinik, pragmatik, ahlaki temelde düşünmeyen, uzun dönemli stratejik planlar yapan, yalan ve suistimale dayalı hareket eden bireylerdir. Makyavelist kişiler, kendi faydasını düşünerek hareket eder ve işini yaparken çok az motive olurlar.

Bu kişiler, insanlardan ve toplumdan kaçan, empati eksikliği bulunan, anti-sosyal eğilimleri olan, güç ve para ile motive olan, etkili ve sonuç veren kuralları bulunan bireylerdir.

Bu kişiler, hedef odaklı hareket eder ve başkalarını manipüle ederek onları kendi çıkarları için
kullanırlar. Bu kişiler, diğer insanları sonuca ulaşmak için kullanılan bir araç olarak görürler. Makyavelist kişiler, güvensiz tutumlara sahip ve kendi duygularını düzenleyebilen bireylerdir. Makyavelizm kavramı kişilik bozukluklarıyla ilgilidir. Makyavelist kişiler, başkalarını ikna etmek ve sosyal ikilemleri çözmek konusunda başarılıdırlar. Bu kişilerin aynı anda hem kırılgan hem de başarılı yapısı bu konuyu incelemeye ve bilimsel olarak çalışmaya layık hale getirmektedir

Devlet yönetimi ile ilgili düşüncelerinin temelini Prens adlı kitabında açıklamıştır. Devleti yöneten prensin duygularına kapılmadan ve acıma duygularını bir kenara bırakarak devleti yönetmesi gerektiğini belirtmiştir. Gerektiğinde bir insanın devlet tarafından öldürülmesinin çok daha fazla insanın yaşamasını sağlayacağını belirterek prense öğütler vermektedir. Temelinde bu görüşlere paralel olarak başka bir bakış açısı da “Amaca ulaşmak için her türlü araca başvurmanın uygun olduğu.” savıdır.

Prens veya Hükümdar (İtalyanca özgün adı Il Principe), Floransalı yazar Niccolò Machiavelli tarafından politika hakkında yazılmış bilimsel bir incelemedir. Asıl adı “De Principatibus” (Prenslikler Hakkında) olup 1513 yılında yazılmıştır. Ancak 1532 yılına yani Machiavelli’nin ölümünden 5 yıl sonrasına kadar basılmamıştır. Yaşadığı süre boyunca yayınlanmamasına rağmen Machiavelli’nin en bilinen eseri olarak kabul edilmektedir. Ayrıca daha sonra ortaya atılan “Makyavelist düşünce” teriminin temelini oluşturmaktadır.

Hükümdar

Özet

Yapıtın, Floransa’da süren kargaşa sırasında yazılmasından dolayı Machiavelli, ancak “mutlak güç sahibi, kararlı bir yöneticinin” bütün sorunları aşabileceğini düşünür.

Prens’te dile getirilen görüşler genellikle bir hükümdarın saltanatını nasıl ayakta tutabileceği ve hükümdarlığını nasıl daha da güçlendirebileceği üzerinedir. Machiavelli’ye göre ahlaki ilkeler her özel durumun ihtiyaçlarına tamamen teslim olmalıdır. Bu yüzden prens, gücünü koruyabilmek için gerekirse her şeyi yapmaktan çekinmemelidir. Machiavelli, bir hükümdarın asıl gücünü sevilmekten çok korkutmaktan alması gerektiğini söylerken yine de kendinden nefret ettirmemesini de öğütlemektedir.

Prens, açılış bölümünde çeşitli prenslikleri (yeni kurulmuş ya da babadan oğula geçmiş) yönetmeyi sağlayacak etkin yöntemleri anlatmaktadır. Floransa Aristokrasisi’nden olan Machiavelli; bir devleti ele geçirmenin, yönetmenin ve korumanın en iyi yollarını okuyucuya anlatmaktadır. Bu bakımdan Machiavelli’nin yöntemleri savaşı ve acımasızlığı telkin etmektedir.

Machiavelli, daha sonra Cesare Borgia’nın ilham kaynağı olduğu ideal prens tipinin sahip olması gereken özellikleri anlatmaktadır. Günümüzde yazılan modern liderlik metinlerinin birçoğu bu bölüme gönderme yapmaktadır. Etkili bir politik liderin özellikleri şöyle sıralanmaktadır:

  • Büyük liderleri (özellikle Antik Roma’dan) kendine örnek almaya istekli olmak.
  • Hükûmetin, halkın yaşam kalitesini yükseltmek için ne kadar gerekli olduğunu göstermek. (Örneğin herhangi bir birey veya kurum üzerindeki kontrollü baskıyı geçici olarak gevşetmenin neticesinde oluşacak kaos ortamının etkilerini göstermek.)
  • Savaş sanatına hakim olmak.
  • Var olan acımasızlığın ve ahlaksızlığın, gücü ve dengeyi koruyabilmek için gerekli olabileceğini anlamak.
  • Kaba ve ahlaksız sanılmamak için dindar görünmeye çalışmak.
  • İspanya Kralı Ferdinand’ın dini bahane ederek İtalya’ya saldırmasını övmek.
  • Gerektiği yerde öğüt ve tavsiye dinleyecek kadar erdemli olmak.

Machiavelli’nin etik ve politika arasında kurulacak bağlantıyla ilgilenmediği görülmektedir. Bu durum, çağdaşlardan tepki toplamaktadır. Machiavelli’ye göre Prens; merhametli, güvenilir, karşısındakini anlayan, dürüst ve güvenilir görünmeye çalışmalıdır. Fakat Prens’in kudreti, onun gerçekten merhametli olmasına çok az izin vermelidir.

Son bölümler, İtalya’nın o zamanki durumuyla ilgili duyulan endişeleri dile getirmektedir (İtalya’nın barbarlardan kurtarılması için teşvik edilmesi gibi).

Aklın İsyanı / Marksist Felsefe ve Modern Bilim

Aklın İsyanı / Marksist Felsefe ve Modern Bilim – Alan Woods / Ted Grant

Alan Wood ‘un Türkçe Basıma Önsözü

Aklın İsyanı’nın Türkçe basımını büyük bir mutlulukla selamlıyorum. İngilizce ve İspanyolca yapılan ilk basımından bu yana geçen süre içinde kitap, dünyanın birçok yöresinden oldukça olumlu tepkiler aldı. Ardından kitap İtalyanca ve Urducaya da çevrildi. İsveç, ABD ve Brezilya?da çeşitli üniversitelerde fikirlerimize ilgi duyuldu. Ayrıca kitabın üçüncü kısmının, Sao Paulo Üniversitesinde verilen evrim konulu bir lisans üstü dersin temeli olarak kullanılması için iznimiz istendi.

Özellikle Marksizme karşı dünya çapında yürütülen ve bir kısım bilimcinin desteğini de kazanmayı başaran eşi görülmemiş ideolojik saldırı düşünüldüğünde, bilim camiası içinde Marksist fikirlere bu derece ilgi duyulması son derece memnuniyet vericidir. ABD’de genetik adına yayınlanan gerici ırkçı sahte-bilimsel materyalin miktarı günden güne artmaktadır. Diğer yandan, ne yazık ki, görelilik teorisi ve kuantum mekaniğinin belirli bir yorumundan mistik ve dinsel sonuçlar çıkarmaya çalışan bazı teorik fizikçi ve kozmologların doğrudan göz yummasıyla, büsbütün yeni bir edebi tür boy vermiştir.

İki bin yıldan uzun bir süredir bilimin ilerlemesine karşı bir yıpratma savaşı veren din, insanlığın kendisini cehalet ve batıl inanç batağından kurtarma ve evrenin ve onun içindeki yerimizin doğru bir kavranışına ulaşma çabasına inatla karşı durmuştur. Ancak bilimin son iki yüz yılda kaydettiği gözalıcı başarılar, dini teker teker her alanda geri çekilmeye zorlamıştır. Ama şimdi kapitalist sistem kendi tarihsel sınırlarına ulaşmış bulunuyor. Toplumun içine düştüğü açmaz, kendisini yalnızca üretici güçlerin durgunluğunda, organik kitlesel işsizlikte ve yaşam standartlarının tahrip edilmesinde dile getirmiyor. Toplum yirminci yüzyılın son on yılında, değerler, kültür ve ahlâk alanında derin bir krizle karşı karşıya kalmıştır. Bu çalışmanın amacı, bu krizin kaynaklarının izini sürmek ve bilim dünyasını bile nasıl etkilemeye başladığını göstermektir.

Tanınmış fizikçi Paul Davies’in kaleme aldığı Madde Efsanesi ve Tanrı ve Yeni Fizik adlı yapıtlar, bazı yazarların bilime mistisizmi sokma çabalarının en çarpıcı örnekleridir. Paul Davies Avustralya’da Adelaide Üniversitesinde Doğa Felsefesi Profesörüdür ve sık sık basına bilim yazıları yazmaktadır. Davies, başka şeylerin yanı sıra, bilimin tanrıya dinden daha güvenilir bir yol sunduğu ve modern bilimin birçok durumda eski dinsel düşünceleri çürütmekten ziyade aştığı sonucuna varıyor. Başka deyişle, bilimi yeni bir dine çevirmek istiyor: aklı başında hiçbir insanın artık inanmadığı, gözden düşmüş eski efsanelere nazaran tanrıya giden daha güvenilir bir yol.

Bugün hangi eğitimli insan, Tekvin kitabında anlatılan Yaratılış efsanesine, yani tanrının evreni yedi günde hiçlikten yarattığına (en azından bir gün tatil yaptığı doğrudur, ki bu da günümüzde birçok işçinin mahrum olduğu bir şeydir), insanı kendi suretinde yarattığına ve aklına sonradan gelen kadını Adem’in boş kaburgasından yarattığına (besbelli ki, günümüzün kapitalistleri gibi tanrı da o günlerde iktisatlı davranıyordu) inanır Tüm türlerin kâdir-i mutlak tarafından ayrı ayrı yaratıldığına günümüzde kim inanır. Oysa bilim, gerçeği ortaya çıkarmak için kiliseye karşı, birçok şehitler veren ve bugün de halen sürmekte olan uzun bir savaş vermek zorunda kaldı.

Ama kapıdan kovulan din, şimdi Paul Davies gibiler tarafından gönüllü biçimde açık bırakılan pencereden içeri tırmanmaktadır. Davies inandırıcı olmaya çalışarak bize, artık Tekvin kitabına inanmaya gerek olmadığını söylüyor. Yeni Fizik (Paul Davies’in yorumuyla) evrenin gerçekten de 18 milyar yıl önce Büyük Patlama’yla hiçlikten yaratıldığını söylemektedir. Elinizdeki çalışma bu iddialara tek tek yanıt vermek ve modern bilimin tüm temel buluşlarının, tam tersine, felsefi materyalizmin doğruluğunu vurgulamaya hizmet ettiğini göstermek için yola koyulmuştur.

Materyalizme saldırmanın en yaygın biçimlerinden biri onu mekanizmle karıştırmaktır. Bu tam da Paul Davies’in Madde Efsanesi’nde yaptığı şeydir. Bu kitapta şunları okuyoruz: En basit ifadesiyle mekanizm, fiziksel Evrenin, etkileşim halindeki maddi parçacıkların bir toplamından, insan bedeni ve beyninin önemsiz ve değersiz parçalarını oluşturduğu amaçsız, dev bir makineden başka bir şey olmadığı inancıdır. Bu karikatür sonra materyalizme eşitlenmektedir. Yunan filozoflarına geçerken bir atıf yapılmakla birlikte, modern materyalizmin kökleri Isaac Newton?da keşfedilmektedir! O zaman materyalizmin modern bilim tarafından yıkıldığını kanıtlamak basit bir iştir (can sıkıcı biyoloji hariç), zira modern fizik (görelilik teorisi ve kuantum fiziği) eski Newtoncu otomatik evreni yıkmıştır.

Bu tartışma yöntemi tümüyle yapmacıktır. Bu, tıpkı samandan bir adam yapıp, sonra onu yere sermeye benzer. İşin aslında felsefi materyalizm mekanik materyalizme eşitlenemez. Marx ve Engels?in felsefi konumu, sürekli olarak eleştirdikleri Newton ve Laplace’ın mekanizminin kutupsal karşıtı olan ve bu çalışmanın da temelini oluşturan diyalektik materyalizmdi. Materyalizmin bu türü hakkında Davies’in söyleyecek sözü yoktur. Bu suskunluk nasıl açıklanabilir? Ya ondan haberdardır ve gözardı etmeyi tercih etmektedir ya da basitçe Newton’un kısıtlı dogmatik mekanizmi dışında herhangi bir materyalizmin varlığından bihaberdir. Doğru olan ikincisi gibi görünmektedir. Ama nasıl olup da materyalizmin ne olduğunu bile bilmeden ona karşı bir kitap yazıldığı iddia edilebilmektedir.

Tüm felsefe tarihi iki büyük düşünce okulu arasındaki mücadeleden oluşur: materyalizm ve idealizm. Birtakım ara konumlar oluşturma çabalarının olduğu doğrudur, ama bunlar yalnızca taraflardan birinin ya da diğerinin (genellikle idealizmin) konumlarını eksik ya da tutarsız biçimde yeniden diriltirler. Dahası, bilim ve felsefe tarihi son 2500 yılın büyük bölümünde birbiriyle sıkı sıkıya bağlantılı olmuştur ve bilimcilerin çoğunun felsefeye karşı, Peter Medawar’ın ifadesiyle öfkeli bir iğrenti duymalarına rağmen bir bağlantı hâlâ mevcuttur. Ancak doğa boşluktan nefret eder ve eğer bilimciler sırtlarını felsefeye dönerlerse, felsefe bu nedenle onları rahat bırakmayacaktır. Bilimciler tutarlı bir materyalist dünya görüşü benimsemedikleri ölçüde, bilinçli ya da bilinçsiz olarak, daima idealizmin etkisi altına girmeye meyledeceklerdir.

Davies’in, modern bilimin sonunda materyalizmi tasfiye ettiği iddiasını kabul edersek, geriye ne kalır? Saf bilim mi? Ama bilimciler kendi inceleme konularına bir ön metodoloji, genel ilke ve varsayımlar olmadan eğilemezler. Yalnızca olgulara atıf yapmak faydasızdır, çünkü olgular kendilerini seçmezler. Uygun bir hipoteze nasıl varacağız? Olgular nasıl yorumlanacak? Bir kez bu soruları sormaya başladığımızda, felsefe alanına ya da en azından felsefenin geçerliliğini hala koruyan kısımlarının, yani bilimin metodolojisiyle ilgili kısımların alanına gireriz: biçimsel mantık ve diyalektik. Materyalizme gelince, tüm bilim kendisi ni son tahlilde ona savlarının kanıtını ya da tersini verecek olan deney ve gözleme dayandırdığı ölçüde, doğası gereği materyalisttir.

Bilim gerçek dünyayı, yani bizim dışımızda varolan ve bize duyularımız aracılığıyla verilen maddi dünyayı uğraş edinir. Tüm düşünceler, duyumlar, tahayyüller, kavramlar (en soyut olanları bile), yalnızca maddi dünyanın az ya da çok kusurlu temsilleridirler. Maddeden ayrı bağımsız bir varlıkları yoktur. Maddi bir beyin ve sinir sistemi dışında varolamazlar ve ancak dışımızdaki gerçek dünyanın sağladığı izlenimleri ifade edebilirler. Bu temel hakikatlerin kanıtını tüm insanlık tarihi ve özellikle de bilim tarihi sunmaktadır. Temel materyalist dünya görüşünü bir kez kabul ettikten sonra, mistisizmin ve hurafelerin tuzağına düşmek imkânsız hale gelir. Cennet ve cehennem, tanrı ve şeytan, mucizeler ve kristal küreler otomatik olarak ait oldukları yere, insanlığın tarih öncesinin çöp sepetine gönderilirler.

Biyologların büyük çoğunluğunun, materyalizmin sıkı savunucuları olmaları tesadüf değildir. Onların bilimi gerçek dünyayla sıkı sıkıya bağlıdır ve gözleme kök salmıştır. Görüşlerine katılmadığımız, Bencil Gen’in yazarı Richard Dawkins gibi birisi bile, din ve mistisizme karşı inatçı bir mücadele yürütmüştür. Dawkins bu noktada, Paul Davies gibi idealizme savrulmuş ve pratikte dine taviz vermiş, ya da en azından ona kapıyı açık bırakmış teorik fizikçi ve kozmolog kesimiyle ters düşmektedir.

Garip olmakla beraber, Davies şunları söylerken yakayı ele vermektedir: Bilimsel yöntemin bağrında teoriler inşa etmek yatar. Bilimsel teoriler esasen gerçek dünyanın (ya da onun parçalarının) modelleridirler ve bilimin söz dağarcığının önemli bir bölümü gerçeklikten ziyade modellerle ilgilidir. Çok ilginç. Her şeyden önce, nedir bu, bilimsel araştırmanın gerçek içeriği olan ve bilimin ideal modellerinin yalnızca soluk yansımaları olduğu gerçek dünya. Benden ve benim onu algılamamdan bağımsız olarak varolan maddi (fiziksel) dünyadan başka bir şey değil. Söz konusu olan, benim onun hakkındaki tasavvurum olamaz, çünkü Davies bu ikisini net biçimde (bir kereliğine de olsa doğru biçimde) birbirinden ayırıyor. Üstelik, eğer bütün inceleyebildiği, insanların öznel anlayışlarıysa, bilimin değeri pek az olurdu. Bilimin bütün esprisi tamamen, bize içinde yaşadığımız gerçek (yani maddi) dünya hakkında bir şeyler söylüyor olmasıdır. Onun tek varolma gerekçesi, tek bilgi kaynağı, doğruluğunu kanıtlamasının tek aracı, bu nesnel gerçeklikte yatar. Bunu bir kez reddettiğimizde, soluğu derhal dinin hayaletler dünyasında alırız.

Yine de bazı modern bilimcilerin ?başta Davies olmak üzere? bunda kesinlik le suçu vardır. Bu tuhaf paradoksun nedeni bu kısa pasajda bile nettir. Davies doğru biçimde bazı bilimcilerin (özellikle kendi alanı olan matematiksel fizikte) kendi soyut modellerini ve denklemlerini yanlış biçimde gerçekliğin yerine koyma eğiliminde olduklarını söylemektedir. Bilimin bu dalı, gözlem ve deneyin maddi dünyasından o denli uzaklaşmıştır ki, gerçekliğin görüntüsünden bile eser kalmamıştır. Bu, kısmen, aşırı dar uzmanlaşma ve fiziğin dallarını bile birbirinden koparan son derece geniş bir işbölümü karşılığında ödediğimiz bedeldir. Deney ve gözlemin sağlıklı kısıtlamalarından bir kez azat olunduğunda her şey mümkün hale gelir. En yetersiz kanıtlarla en uçuk hipotezler ileri sürülebilir. Bilim ve bilim-kurgu arasındaki sınırlar giderek daha da bulanıklaşır. Ortaya çıkan kargaşada her türden şarlatanca dinsel ve mistik anlayışlar boy gösterir. Ne yazık ki bilimdeki bu eğilim, bu şarlatanlıkla mücadele etmek yerine, ona bolca cephane sağlamaktadır.

Elbette biz burada, bu düşünceleri tumturaklı laf kalabalığı olarak gördüğü şüphesiz olan bilimcilerin çoğunluğundan bahsetmiyoruz. Ama bu anlayışlar bir yandan gazete manşetlerini işgal etme ve kandırılmaya elverişli insanların düş güçlerini fethetme eğilimi göstermektedir. Diğer yandan net ve tutarlı bir alternatif olmaksızın, bilimde idealist mistisizmin yayılmasına karşı mücadele etmek mümkün değildir. Tek ciddi alternatif diyalektik materyalizmdir.

Sistemin krizi kendisini her türden akıldışı eğilimlerin yükselişinde göstermektedir. Egemen sınıfın kamu harcamalarında büyük kesintilere gittiği, bilim bölümlerinin kapatıldığı, araştırma ve geliştirmenin kısıtlandığı bir dönemde, büyük tekeller, büyülere, hayaletlere, astrolojiye ve genel olarak hurafelere inancı körükleyen programların yapıldığı eğlence sektöründe servetler kazanmaktadır. Scientific American’da (Ocak 1997) çıkan bir makalede şu yoruma yer veriliyor:
John Hopkins Üniversitesinde medya uzmanı olan Mark Crispin Miller’e göre yayıncılık yüzde 6 kârla çalışırdı, ama şimdi şirketler yüzde 12 ila 18’i cebe indirmek için bastırıyorlar. Dev şirketlerin birbiriyle rekabeti arttıkça, eskiye dönük hurafelerle dolu sululuklara başvuruyorlar diyen Miller, uluslararası medya devini kastederek, Rupert Murdoch gibi bir adamı ele alın meselâ: servetini başka şeylerin yanı sıra, sahte-bilim, hurafe, yıldız falları, inanılmaz mucize öyküleriyle gazetelerin seviyesini düşürerek elde etti. Murdoch bu tür garip saçmalıkları daima yüksek dozda kullanmaktadır. Adamımız televizyona geçtiğinde de Murdoch 1986’da Fox ağını yarattı aynı formülü kullandı.

Bu olgu öyle göründüğü kadar masum değildir. Toplumun birçok düzeyinde gözlenebilen, akıldışı ve mistik fikirlere dönük genel eğilimin bir parçasını oluşturmaktadır aslında. Bu büyüyen eğilimden rahatsız olan bazı bilimciler buna karşı mücadele etmeye çabaladılar, ama başarısız oldular. Aynı makalede, bu bilimcilerden birisi olan Paul Kurtz’un büyük bir üzüntü içinde şunları söylediği aktarılmaktadır: Eğer bilgi verirsek insanların (anormal savları) reddedeceklerini sandık. Sorun bizim hayal ettiğimizden çok daha ağır çıktı. Soru şudur: bilimin dev adımlarına rağmen bu tavırlar neden bu denli yaygındır? Neden büyü için büyük bir pazar vardır?

Tarihten haberi olan herkes için bunun nedenini aramaya gerek yoktur. Toplumun çıkmaz bir sokağa girdiği dönemlerde insanlar kendi içlerine dönme eğilimi gösterirler. Kendi yaşamlarını ve kaderlerini kendi ellerine almaları ve gerçekliği dönüştürmeleri için net bir alternatifin yokluğunda, insanlar gerçeğe sırtlarını dönmeye çalışırlar. Bunu daha önce defalarca gördük. Bunun iyi bir örneği, her türlü akıldışı eğilimin eşlik ettiği Roma İmparatorluğunun uzun çöküş dönemidir. Bu sorun elinizdeki çalışmanın ilk kısmında ele alındığı için burada tekrarlamanın gereği yoktur. Ama paralellikler gerçekten çarpıcıdır.

* * *

Türkiye’nin zengin tarihi ve kültürünün Batıda yeterince bilinmiyor oluşu ve benim de Türk edebiyatını orijinal dilinde okuyacak bilgimin olmaması hayıflanacak bir şey. Eksik bilgilerime rağmen şurası açıktır ki, Anadolu insanı Avrupa ve dünya kültürüne önemli katkılar yapmıştır. Bundan başka, kültür için verilen mücadele, diğer ülkelerde olduğu gibi, toplumsal ilerleme için, insanlığın kurtuluşu için verilen genel mücadeleye, sadece teori ve akılda değil, gerçekte de sıkı sıkıya bağlıdır.

Bu özgürleşme kültürü Türkiye toprağına, modern Türkiye’nin büyük şairi Nazım Hikmet’in destanına da esin kaynağı olan, Şeyh Bedreddin’in 15. yüzyıl Anadolu?sundaki devrimci hareketine dek uzanan derin kökler salmıştır. Böylece modern Türk kültürünün en iyi örnekleri, sıradan insanların kurtuluş uğrunda verdikleri mücadeleyle el ele vermekte ve bu kutsal birlik, kuşaklar ve yüzyıllar üzerinden bir köprü oluşturmaktadır.

Bu mücadelenin bütünleyici bir parçası da, insanların zihinlerine zincir vuran ve onları baskıdan, maddi ve manevi yoksulluktan oluşan bir kadere mahkûm ederek, her zaman gericiliğin elinde bir silah olan karanlığa ve dinsel mistisizme karşı kavga vermektir. Aklın İsyanı?nın amacı kısmen bu mücadeleyi devam ettirmektir. Kapitalizmin 21. yüzyıldaki krizi insanlığı, sadece fiziksel anlamda (yoksulluk, işsizlik, savaş) değil, fikirler ve kültür alanında da en korkutucu felâketler ve çürümeyle tehdit etmektedir.

Ortaçağda Hıristiyan Kilisesinin bir sözü vardı: Işık Doğudan yükselir. Uygarlığı sadece kendi tekelinde görmek Batının bir önyargısıdır. Genel bir tarihsel bakış açısıyla kapitalizmin, üretim araçlarını, sanayii, tarımı, bilimi ve teknolojiyi devrimcileştirmesi temelinde, yaşam koşullarında göz kamaştırıcı bir dönüşüme yol açtığı doğrudur. Doğunun insanlarının da bu kazanımları kendi leri için kucaklamaya çalışmaları doğaldır.

Ancak, 21. yüzyılın başlangıcında kapitalizm kendisini dünya ölçeğinde bir ölümcül sonla yüz yüze bulmuştur. Uluslararası Çalışma Örgütü ILO?nun rakamlarına göre, dünya ölçeğinde işsizler ve gizli işsizlerin sayısı en az 1 milyardır. Ve üstelik bu, bir ekonomik yükseliş sırasındaki, yani kapitalizmin sunabileceği en iyi durumdur. Ya bir çöküş sırasında neler olacaktır?
Son yüz yıl boyunca Türkiye?nin politik yaşamındaki ana motor kuvvetlerden biri olan ilerleme mücadelesi, yani geriliğe karşı verilen kavga, henüz tayin edici ölçüde kazanılmış değildir. Oysa bu mücadele halihazırda, kapitalizmin küresel ölçekteki çürümesiyle tehdit edilmektedir. Ancak ve ancak toplumun Avrupa ve dünya ölçeğinde baştan aşağıya bir yeniden örgütlenmesi bu açmazdan çıkış yolunu gösterebilir. Ve Türkiye bu yola önderlik edebilir. Ancak, bunun önkoşulu halis bir sosyalist programın benimsenmesidir. SSCB?deki Stalinizmde olduğu gibi bürokratik ve totaliter bir karikatür değil, çalışan insanların demokratik egemenliğine dayanan gerçek sosyalizm.

Bazıları, fazla yabancı göründüğü için bunu reddedebilir. Ama kapitalizm de yabancı bir ithal malı değil mi? Ya Latin alfabesi? Modern Türkiye?yi yaratan tüm reformlar? İşin aslına bakarsanız, sosyalizm fikrinin Türkiye?de neden uzun zaman önce ortaya çıktığını ve tıpkı şairin, yarin yanağından gayri her şeyin ortak olmasından söz ettiği dönemde olduğu gibi, farklı dönemlerde çeşitli biçimlerde yeniden ve yeniden su yüzüne çıktığını göstermek zor değildir. İnsan toplumunun daha yüksek bir biçimi olarak sosyalizm düşüncesi, daha bu dizelerde ifadesini bulan Şeyh Bedreddin?in felsefesinde mevcuttur. Ama yalnızca bir embriyo olarak. İşte bu kitabın amacı, Marx ve Engels?in, sosyalizmi nasıl halis bir bilimsel temele oturttuklarını ve modern zamanların temel bilim sel ilerlemelerinin, bu bilimsel temeli oluşturan esas içeriği doğruladığını göstermektir.

Toplumun mevcut krizinin üstesinden gelme ve insanlığı, gelişmenin daha yüksek bir evresine, insanların kendilerini kendi gerçek yüksekliklerine ulaştıracakları evreye ilerletme yolunu, bize ancak ve ancak Marx ve Engels tarafından geliştirilen bilimsel sosyalizmin teorileri gösterebilir.

Nazım Hikmet’in harikulâde sözleriyle:

En güzel deniz:
henüz gidilmemiş olanıdır.
En güzel çocuk:
henüz büyümedi.
En güzel günlerimiz:
henüz yaşamadıklarımız.
Ve sana söylemek istediğim en güzel söz:
henüz söylememiş olduğum sözdür.

Alan Woods
Londra, 10 Kasım 2000

Yazarların Önsözü / Alan Woods – Ted Grant
Avrupa’da bir heyulâ kol geziyor. (Komünist Manifesto)

Mark Twain bir keresinde, ölümüne dair söylentilerin abartıldığını söyleyerek dalga geçiyordu. İlginç bir olgu olarak, yaklaşık yüz elli yıldır her sene öldüğü ilân edilen Marksizm, yine de, bazı anlaşılamayan nedenlerden ötürü, inatçı bir dokuz canlılık göstermektedir. Bunun en iyi kanıtı da, ona yöneltilen saldırıların yalnızca devam etmekle kalmayıp hem sıklık hem de sertlik bakımından artma eğilimi göstermesidir. Eğer Marksizm gerçekten geçersiz ve yersiz bir şey ise, neden onun adını anmaktan bile huzursuz olunuyor? Gerçek şu ki, Marksizme iftira edenlere o eski heyulâ hâlâ musallat olmaya devam ediyor. Pek hoşlarına gitmese bile, savundukları sistemin ciddi zorluklar içinde olduğunun ve aşılamaz çelişkilerle parçalandığının; sosyalizmin totaliter karikatürünün çöküşünün tarihin sonu olmadığının farkındalar.

Geçtiğimiz birkaç yılda, Berlin Duvarının yıkılışından bu yana, Marksizme ve genel olarak sosyalizm fikrine karşı eşi görülmemiş bir ideolojik karşı saldırı söz konusuydu. Francis Fukuyama, Tarihin Sonu’nu ilân edecek kadar ileri gitti. Ama tarih, üstelik intikamını da alarak devam ediyor. Rusya’da Stalinizmin garabet rejimi yerini daha da büyük bir garabete bırakmıştır. Eski Sovyetler Birliği’ndeki serbest piyasa reformu’nun gerçek anlamı, üretici güçlerin, bilim ve kültürün muazzam bir çöküşü olmuştur, öyle ki, bu boyutta bir çöküş ancak savaşta alınan feci bir bozguna benzetilebilir.

Tüm bunlara rağmen ?belki de tam da bu yüzden? kapitalizmin sözde erdemlerine hayranlık duyanlar, Stalinizmin çöküşünün sosyalizmin işlemediği ni kanıtladığı yalanını yutturabilmek için çok ciddi servetler harcamaktalar. Marx ve Engels?in ortaya koyduğu ve sonra Lenin, Troçki ve Rosa Luxemburg tarafından geliştirilen tüm bir düşünceler bütününün tamamen gözden düştüğü sanılıyor. Ne var ki daha yakından bakarsak, giderek daha da aşikâr hale gelen şey, sadece sanayileşmiş ülkelerde bile yirmi iki milyon insanı tüm bir kuşağın yaratıcı potansiyelini israf ederek zorla çalışma dışı bir yaşama mahkûm eden, serbest piyasa ekonomisi denen şeyin krizidir. Batı toplumunun tümü kendisini yalnızca ekonomik, politik ve toplumsal olarak değil aynı zamanda ahlâki ve kültürel bakımdan da bir açmazda buluyor. Onyıllar önce Marksistler tarafından öngörülen Stalinizmin çöküşü, 20. yüzyılın son on yılında kapitalist sistemin dünya ölçeğinde derin bir krizde olduğu gerçeğini gizleyemez. Sermayenin stratejistleri geleceğe derin bir önseziyle bakıyorlar. Ve aslında, daha dürüst olanlar, yanıtlamaya cesaret edemedikleri şu soruyu kendilerine soruyorlar: Şu yaşlı Karl her şeye rağmen acaba haklı mıydı?

Marksizmin fikirleri ister kabul edilsin ister reddedilsin, bu fikirlerin dünyada yarattığı muazzam etkiyi inkâr etmek mümkün değildir. Komünist Mani fes to?nun ortaya çıkışından günümüze değin, Marksizm, yalnız politik arenada değil insan düşüncesinin gelişimi alanında da belirleyici bir faktör olmuştur. Ona karşı savaşanlar yine de onu kendilerinin kalkış noktası olarak ele almak zorunda kalıyorlar. Ve bugünkü durum ne olursa olsun, şu su götürmez bir olgudur ki, Ekim Devrimi dünya tarihinin tüm gidişatını değiştirmiştir. Bu nedenle Marksizmin teorileriyle daha yakın bir tanışıklık, zamanımızın en temel olgularını anlamak isteyen herkes açısından zorunlu bir önkoşuldur.
Engels’in Rolü

Ağustos 1995, doğa ve toplum dünyasına ve insanlığın gelişimine bütünüyle yeni bir bakış tarzını Karl Marx?la birlikte geliştiren Friedrich Engels?in ölümünün yüzüncü yılıdır. Engels?in Marksist düşüncenin gelişiminde oynadığı rol, asla hakkı verilmemiş bir konudur. Bu, kısmen, Marx?ın son derece büyük dehasının sonucudur, öyle ki bu deha, yaşamı boyunca Marx?ın dostu ve yoldaşı olan bu insanın yaptığı katkıları kaçınılmaz olarak gölgelemiştir. Kısmen de, Marx?ın üstünlüğüne vurgu yapmayı tercih ederek kendi katkısını her zaman küçümseyen Engels?in doğuştan gelen alçakgönüllülüğünden kaynaklanır. Engels, ölümüyle birlikte, kendi vücudunun yakılmasını ve küllerinin Beachy Head?de denize atılmasını vasiyet etmişti, çünkü herhangi bir anıt istemiyordu. Tıpkı Marx gibi, en küçüğünden bile olsa bir kişi kültünü andıran her şeyden içtenlikle nefret etti. Arkalarında bırakmak istedikleri yegâne gerçek anıt, toplumun sosyalist dönüşümü uğruna mücadele için etraflı bir ideolojik zemin sunan muhteşem bir fikirler gövdesiydi.

Birçok insan Marksizmin ufkunun politika ve ekonomi alanının çok ötelerine uzandığının farkında değil. Marksizmin bağrında diyalektik materyalizm felsefesi yatar. Ne yazık ki, Kapital?i yazmak gibi devasa bir görev, Marx?ı bu konu üstüne niyetlendiği etraflıca bir çalışmayı kaleme almaktan alıkoydu. Eğer, yeni bir felsefe geliştirmekte çok önemli ama yine de hazırlık düzeyindeki çabaları ifade eden Kutsal Aile ve Alman İdeolojisi gibi erken dönem çalışmaları ve diyalektik yöntemin ekonomi özel alanına somut bir uygulanışının klasik bir örneği olan Kapital?in üç cildini bir tarafa bırakacak olursak, Marksist felsefenin ilkesel çalışmalarının hepsi Engels?inkileridir. Diyalektik materyalizmi anlamak isteyen biri Anti-Dühring?i, Doğanın Diyalektiği?ni ve Ludwig Feuerbach?ı eksiksiz biçimde öğrenerek işe girişmelidir.

Yüz yıl önce ölen bu insanın felsefi çalışmaları zamanın sınavdan ne ölçüde geçmiştir? Çalışmamızın kalkış noktası budur. Engels, diyalektiği, ?doğanın, toplumun ve insan düşüncesinin hareketinin en genel yasaları? olarak tanımladı. Engels bilhassa Doğanın Diyalektiği?nde, ?son tahlilde, doğanın işleyişi diyalektiktir? düşüncesini kanıtlamak için, kendisini günün en ileri bilimsel bilgisinin dikkatli bir incelenişine dayandırdı. Bu çalışmamızın iddiası odur ki, 20. yüzyıl biliminin en önemli keşifleri bu düşünceye çarpıcı bir kanıt sunmaktadırlar.

En şaşırtıcı olan şey Marksizme yöneltilen saldırılar değil, ona iftira edenlerin sergilediği katıksız Marksizm cahilliğidir. Hiç kimse mekaniği incelemeksizin araba tamircisi olarak çalışmayı hayal edemezken, herkes, Marksizmden azıcık olsun haberdar olmaksızın onun hakkında bir fikir beyan etmekte kendini özgür hissediyor. Bu çalışma, Marksist felsefenin temel düşüncelerini açıklamaya ve onunla modern dünyadaki bilim ve felsefenin durumu arasındaki ilişkiyi göstermeye dönük bir çabadır. Yazarların niyeti, Marksizmin üç temel bileşenini kapsayacak olan üç parçadan oluşan bir eser üretmektir: 1. Marksist felsefe (diyalektik materyalizm), 2. Marksist toplum ve tarih teorisi (tarihsel materya lizm), ve 3. Marksist iktisat (emek-değer teorisi).

Başlangıçta, felsefe tarihi üzerine bir bölümü de dahil etme niyetinde olmamıza rağmen, çalışmanın uzunluğunu göz önünde tutarak bunu ayrıca yayınlamaya karar verdik. Marksizmin felsefesi olan diyalektik materyalizmin gözden geçirilmesiyle işe başlıyoruz. Bu temel önemdedir, çünkü Marksizmin yöntemidir. Tarihsel materyalizm, bu yöntemin, insan toplumunun gelişiminin incelenmesine uygulanışıdır; emek-değer teorisi, aynı yöntemin ekonomi alanına uygulanmasının bir sonucudur. Marksizmi kavramak diyalektik materyalizmi kavramaksızın mümkün değildir.

Diyalektiğin nihai kanıtı bizzat doğadır. Bilimsel çalışma, tüm hayatları boyunca Marx ve Engels?in dikkatini çekti. Engels, diyalektik materyalizm ile bilim arasındaki ilişkinin detaylarının taslağını çıkaran büyük bir çalışma yapmaya niyetlendi, ama Marx öldüğünde yarım kalan Kapital?in ikinci ve üçüncü ciltlerinin basıma hazırlanmasının ağır çalışma yükü kendi çalışmasını tamamlamasını engelledi. Doğanın Diyalektiği adlı eserinin tamamlanmamış el yazmaları ancak 1925 yılında basıldı. Bitmemiş halleriyle bile bu el yazmaları Marksist felsefe çalışmasının en önemli kaynağını oluşturur ve bilimin temel sorunlarına uzanan parlak ipuçları sunar.

Bu çalışmayı kaleme alırken yüzleştiğimiz sorunlardan biri, birçok insanın Marksizmin temel metinleri hakkında ancak ikinci elden bir bilgiye sahip olması gerçeğiydi. Bu acınacak bir durumdur, çünkü Marksizmi anlamanın biricik yolu, Marx, Engels, Lenin ve Troçki?nin çalışmalarını okumaktan geçer. ?Marx’ın ne demek istediğini açıklama iddiasında olan çalışmaların büyük bir çoğunluğu beş para etmez. Bu nedenle, kitaba, kısmen okuyucuya bu düşüncelere herhangi bir çeviri olmaksızın da doğrudan ulaşma şansı sunmak ve kısmen de insanları bizzat orijinallerinden okumaya teşvik edeceği umuduyla, bilhassa Engels’ten çok sayıda uzunca alıntıyı dahil etmeye karar verdik. Bu yöntem kitabın okunmasını kolaylaştırmamakla beraber, kanımızca gerekliydi. Aynı şekilde, karşı görüş sahiplerinin de kendi adlarına konuşmalarına fırsat tanımanın her zaman en iyi yöntem olduğu ilkesinden hareketle, kendimizi, fikirlerine katılmadığımız yazarlardan da uzun alıntılar yapmak zorunda hissettik.

Londra, 1 Mayıs 1995

Niccolo Machiavelli Kimdir.

Niccolo Machiavelli, belkide siyaset felsefesi açısından adından en çok söz edilen düşünürlerden biridir. Onun adı sıklıkla politika alanında ikiyüzlülük, riyakarlık ve sevimsiz bir kurnazlığın savunucusu olarak anılmıştır. Tarih boyunca politik alanda ahlaki değerleri savunanların hedef tahtası olmuştur. Siyaset alanında tüm kötülüklerin onun felsefesinden doğduğu iddia edilmiştir. Niccolo Machiavelli tüm bunları hakediyor muydu?

Niccolo Machiavelli’nin Hayatı:

Niccolo Machiavelli 3 Mayıs 1469 yılında İtalya’nın Floransa kentinde doğdu. Rönesans felsefesinin siyaset felsefesi açısından en önemli düşünürüdür. Babası avukat olan Niccolo Machiavelli, ailesinin üçüncü çocuğuydu. Babası Bernardo yeterince zengin veya aristokrat değildi. Fakat dönemin hümanist düşünürleri ile dostlukları olan biriydi. Oğluna, 7 yaşından itibaren Latince öğrenmesi için özel eğitim aldırmıştır.

Floransa’da Medici ailesi yönetimden sürüldükten sonra, iktidarı Dominikan Mezhebi savunucusu olan Savonarola ele aldı. Bu topluluk şehrin yönetimi için 10 tane yönetici seçmişti. Niccolo Machiavelli henüz 29 yaşında ve tanınmamış bir kişiyken bu şehir cumhuriyetinin ikinci başkanlığı görevine atandı. Bir süre görev yaptıktan sonra şehir tekrar Medicilerin eline geçmişti. Niccolo Machiavelli görevinden alınmış, hükümeti devirme şüphesi üzerine tutuklanmıştı. Kendisine işkence edilmesinin yanı sıra hem para hem de hapis cezasına çaptırılmıştı.

İlerleyen dönemlerde Floransa kökenli Papa 5. Leo göreve gelmiş ve genel bir af ilan etmişti. Bu sayede hapisten kurtulan Niccolo Machiavelli, tekrar devlet görevine gelmek için Medici ailesine yakınlaşmaya çalışmıştır. Medicilere çeşitli mektuplar yazarak neden devlet görevine gelmesi gerektiğini belirtmiştir. Ona göre kendisi iyi bir tarih okuyucusudur. Bu nedenle devlet yönetimi hakkında teorik olarak yetkinliğe sahip olduğunu iddia ediyordu. Ayrıca hayatı boyunca birçok farklı göreve geldiği için pratik anlamda da devlet görevi için çok uygun olduğu konusunda Medici ailesini ikna etmeye çalışıyordu. İlerleyen dönemlerde Giulio de Medici tarafından himaye edilmiştir. Kendisine Floransa tarihini yazma görevi verilmiştir.

Medici ailesi bir süre sonra Floransa’daki iktidarını tekrar kaybeder. Yeni gelen yönetim Niccolo Machiavelli’yi bu sefer Medicilere yakın olduğu iddiası ile görevinden alır. Yaşamış olduğu bu buhranlara daha fazla dayanamayarak 1527 yılında hayatını kaybeder.

Niccolo Machiavelli’nin Siyaset Felsefesi ve Devlet Anlayışı:

Niccolo Machiavelli “Prens” adlı eserinde hükümdarların sahip olması gerektiğini düşündüğü ahlaki değerleri ele almıştır. Bu eserini yazarken çoğunlukla kendi yaşam tecrübesinden ve Roma tarihinden esinlenmiştir.

Niccolo Machiavelli, olması gereken ideal bir devlet anlayışı ve onun ahlaki temelleri ile uğraşmaktan ziyade hayatı boyunca bizzat kendisinin tecrübe ettiği politik hayatı ve olguları incelemiştir. Onun temel amacı politikaya ahlaktan bağımsız bir varlık alanı kazandırmaya çabalamasıdır. Ona göre eğer bir yönetici ahlaki ilkelere göre toplumu yönetmeye kalkışırsa sonunda kendi iktidarı dahil devletin ve toplumun düzeni, ahengi ve refahını kaybedebilir. O politikayı ele alırken ahlaki bi zemin üzerinde tartışmak yerine, bilimsel bir bakış açısı takınmaya çabalamıştır. Bu nedenle kendisi politika bilimi kurmaya çabalamıştır. İşin ilginç tarafı kendisinin inandığı politika anlayışını savunanlar yüzünden hayatı boyunca birçok haksızlığa maruz kalmıştır.

Niccolo Machiavelli’ye göre insan doğası gereği bencildir ve sadece kendi çıkarını düşünür. Böylesi bir varlığı ortak bir toplum paydasında bir araya getirmek çok zordur. Bu büyük bir dönüşüm ile meydana gelebilir. Bu amaçla var olan geleneksel devlet anlayışı tümüyle reddedilmelidir.

Niccolo Machiavelli insanların doğuştan getirmiş olduğu doğal hakların olmadığına inanır. Yasa koyucu bu açıdan sınırsız bir özgürlüğe sahiptir. Tüm yasalar imparatorun iradesine bağlı kılınmıştır. Yasaların tek ölçütü egemenin iradesidir. Bu nedenle yasalara ölçüt olabilecek başka rasyonel ölçütler aramak boşunadır. Adalet yasaya uygunluk demektir. Yasa dışında adalete zemin aranmamalıdır. Fakat hükümdar yasa koyarken toplumun ortak iyiliğini gözetmelidir. Fakat işin garip tarafı bu ortak iyinin ne olacağına yine hükümdarın karar vermesidir. Bu nedenlele hükümdar ortak iyinin ne olacağını belirler ve ona uygun yasalar koyar. Herkesinde sorgusuz bu yasalara uyması beklenir.

Niccolo Machiavelli erdemin yasaya bağlı olduğunu yani yasaların erdemden çıkarılmayacağını savunuyordu. Bu açıdan hükümdar toplumun erdemlerini de belirleyen yegane güçtür. Neyin onlar için doğru olacağına mutlak manada karar veren egemenin kendisidir. Bozuk bir toplumda köklü bir reformun olması için böylesi güçlü bir egemenlik anlayışının olması gerektiğini savunur.

Niccolo Machiavelli’ye göre hükümdarlar kötü bir şöhret yapmamaya dikkat etmelidir. Çünkü kötü şöhret onun egemenliği için bir tehlike olabilir. Egemen kötü eylemlerde bulunsa bile, kötü görünmeyi engellemelidir. Yeni bir hükümdar mevcut iktidarını korumak ve kendini kandırmaya çalışanları alt etmek adına ara sıra insanlığa karşı hareket etmelidir. Fakat bunu yaparken bile iyi biri görünmeye dikkat etmelidir. Bu nedenle hükümdar büyük bir taklitçi ve iki yüzlü olmak zorundadır. Bu yüzden halkı nasıl kandıracağını öğrenmelidir. Hükümdar yönetici haşmetiyle halktan yalıtılmalıdır. Halk onun sadece nasıl göründüğünü bilmelidir. Nasıl biri olduğu önemli değildir. Hükümdar için önemli olan aldatılacak bir halk bulmaktır.

Niccolo Machiavelli’ye göre hükümdar korkulan biri olmalıdır. Korku, hükümdarın sevilmesinden çok daha güvenilir bir yoldur. Eğer toplum cezalandırılma korkusu yaşlarsa, hükümdarın egemenliği daha sağlam olur.

Hükümdar cimrilik ve cömertlik arasında bir tercih yapacaksa, cimriliği seçmelidir. Çünkü cömert bir hükümdar devlet hazinesini bir süre sonra bitirebilir ve sonra cimri olarak devam ederse halkta daha büyük tepki oluşabilir. Bu nedenle önceleri cimri olması daha mantıklı bir yoldur.

Hükümdar bazı ahlaksızlıklar ve bedensel zevklerin peşine düşme konusunda kendini korumalıdır. Fakat bu elinden gelmiyorsa bunları yapmasında sıkın tı yoktur. Bu ahlaksız davranışlarından fazla kaygılanmasına gerek yoktur. Önemli olan halkının onu iyi bilmesidir.

Niccolo Machiavelli’ye göre bir devlet iyi yasalar ve iyi ordular temeli üzerine inşa edilir. İyi bir ordusu olmayan devletin iyi yasasından bahsedilemez. Bu nedenle bir hükümdar için en önemli husus iyi bir orduya sahip olmasıdır.

Ekim Devrimi Üzerine

Bugün 102. yıl dönümünü andığımız, kutladığımız. Ekim Devrimi, Paris Komününden sonra sömürüyü ve sınıfları ortadan kaldırmayı hedefleyen devrimlerden ilkini temsil ediyor. Ekim devrimiyle siyasi iktidarı ele geçiren proletarya bu hedefini gerçekleştirmek noktasında önemli adımlar atarak ülkesinde sömürüyü ortadan kaldırır. Ancak, 70 yıl sonra Ekim devrimi ve Ekim devrimini izleyen birçok devrim tasfiye edilerek insanlığa akıl ve insanlık dışı bir sömürü dayatmışlardır. Dün işsizlik, sağlık, eğitim vb. sorunlarla karşılaşmayan, bunları bilmeyen on milyonlarca insan, bugün bu sorunların ağırlığı karşısında ezilmektedir. İşsizlik ve sefalet dayatılmış sınıflar arasındaki uçurum insanın aklını zorlayacak boyutlara gelmiştir. Ve bugün her zamankinden çok Yeni Ekim’lere ihtiyaç vardır.

Yeni Ekimler, Yaşanan Yeni Gelişmeleri Kavramak Ve Onlara Uygun Yenilenmekle Olacaktır

Ekim Devrimi, dünyanın içinde bulunduğu ilişki ve çelişkileri doğru okuyup yorumlamanın ürünüdür.
Lenin, emperyalizm adlı eseriyle emperyalizmi yerli yerine oturtur. Lenin’in, emperyalizm tahlilinin önemi yaşanılan dönemin doğru kavranması ve bunun gerektirdiği politik hattın doğru döşenmesidir.
Lenin, kapitalizmin yeni bir evreye girdiğini, bu yeni evrede devrimin nesnel koşularının olgunlaştığını, tüm kapitalist ekonomileri zincirin birer halkası durumuna getirdiğini, devrimin de zincirin en zayıf halkası ya da halkalarından kırılacağını tespit etti. Şüphesiz ki Lenin, sadece aydınların, filozofların yaptığı gibi sorunu tespit etmekle kalmadı; o, bunu değiştirmenin araçlarını da açığa çıkarttı.

Bugün için kapitalizmin-emperyalizmin özü değişmemiş olsa da, dünle bugünü kavramak olanaksız hale geldi. Emperyalist sömürünün sürdürülüş biçiminde önemli değişiklikler yaşandı. Özelikle 1970’lerde başlayan bu değişmeler reel sosyalizmin yıkılmasından sonra giderek hızını artırdı.

Emperyalistler arasındaki çelişkileri artırdı. Reel sosyalizmin yıkılışının ardından yaşanan hegemonya savaşının emperyalistler arası çelişkileri derinleştirdiği görülmektedir. Halen sınıfsal, ulusal hareketlere ve hatta doğrudan sistem karşıtı olmayan ama mevcut koşullarda ülkesini emperyalist tekellere yeterli ölçüde açmayan ülkelere karşı yaptırım ve provokasyonların düzenlenmesinde ortaklaşsalar da aralarındaki çelişkileri reel sosyalizmin olduğu döneme oranla kıyaslanmayacak oranda yoğundur.

Yakın bir döneme kadar reel sosyalist ülkeler vardı. Bunun yanı sıra ulusal ve sosyal kurtuluş hareketleri –özellikle 1960-1980 yıllarında- şaha kalkmıştı. Reel sosyalizmin varlığı -reel sosyalizm, iradi olarak çoğu zaman enternasyonalizmden uzak dursa da- nedeniyle oluşan dünya dengesi emperyalist saldırganlığı belirli ölçülerde frenliyordu. Ancak reel sosyalizmin yıkılmasından ve özellikle de 11 Eylül sonrasında emperyalizm zincirlerinden boşalmış hayvan gibi sağa sola saldırmaktadır. Gerek reel sosyalizmin yıkılmasının dünya dengeleri üzerinde yarattığı olumsuzluk ve gerekse de Marksist solun yaşadığı ideolojik, politik ve örgütsel keşmekeşlik, dünyayı anlamanın dünün kıstaslarıyla olmayacağını göstermektedir.

Yeni Ekimler, mevcut durumu doğru okuyanların ve buna uygun konumlananların mücadeleleriyle gerçekleşecektir. Lenin’in şu yaklaşımını her koşulda ama özellikle de günümüz koşullarında daha fazla göz önüne almamız gereklidir:
“… Mademki, durum değişmiş ve biz başka türden sorunları çözüme kavuşturmak zorundayız, öyleyse geçmişe bakmamalı, dünün yöntemleri kullanılmamalıdır…”

Ekim devrimi, değişen ilişki ve çelişkilerin doğru kavranılması ve buna uygun konumlanması üzerinde gelişmiştir. Yeni Ekimler de yukarıda kısa başlıklarla ortaya koyduğumuz değişmelerin kavranılması, bu değişmelerin, sınıflar ve devrimci hareket üzerindeki etkisinin doğru kavranılması ve buna uygun bir konumlanmanın sonucunda olacaktır. Yeni Ekimler mutlaka yenileri kavrayan ve kendileri de yenilenenlerin eseri olacaktır.

Yeni Ekimler İçin Bolşevik Partiye İhtiyaç Var

Ekim Devriminin baş mimarı Bolşevik partidir. Rusya özgülünde Bolşevik partiyle özne sorununu çözümlenmemiş olsaydı Ekim devriminden bahsedilemeyecekti. Bolşevik parti tarihsel deneyimlerin ışığında oluşmuş, Narodnik ve Legal Marksizm’in eleştirisi üzerinde şekillenmişti. Bunun yanında Bolşevik parti, kendi yaşadığı deneyimleri sentezleyerek iktidara doğru yürümüştür.

Bugün için yeni Ekimlere ihtiyacı belirtirken, aynı zamanda bu devrimlere komuta edecek özne sorunun gerekliliğine işaret ediyoruz. Sınıf hareketine öncülük edecek parti olmadığı sürece, iktidarı fethetmenin ve hele hele kesintisiz şekilde komünizme doğru yürüme olanağının olmadığı açıktır.
Çevre kültürüyle, küçük burjuva aydın, yarı-aydın kültürünün egemen olduğu coğrafyamız solunda onlarca örgüt, parti, çevrenin,… varlığına rağmen özne sorunun varlığı orta yerde duruyor. Onlarca yapının varlığına karşın sürecin ihtiyaçlarına hiçbir yapı yanıt verememektedir. Bu gerçeklik bir yanda çevrelerin meşruluğunu gündeme getirirken öte yanda devrimci parti, örgüt, hareketleri de ciddi krizlere sürüklemektedir. Yapıların kendini sürdürmesiyle sorunu çözemeyişleri arasındaki çelişki derinleştikçe kadrolarda birer ikişer kopmalar, moral erozyonu ve bölünmeler ortaya çıkıyor. Sorunun bu yönde derinleşmesi, yapıların zaten zayıf olan politik etki güçlerini daha da etkisizleştirmektedir. Coğrafyamız solu uzun bir dönemdir böylesi bir kısır döngüyü yaşıyor.

“Büyük çözümler, büyük sorunlardan sonra ortaya çıkar” özdeyişini yaşanılan süreçte sıkça hatırlamak ve bunun üzerinde yoğunlaşmak her zamankinden daha büyük önem taşıyor. Bugün solun tüm kesimlerinde yaşanan ideolojik-teorik, örgütsel, politik-pratik ve hatta kültürel sorunların yoğunluğu yeni çıkışlar için de olanaklar sunuyor. Şüphesiz olanakların varlığı çözümün kendisi değildir; ama, açılan çözüm kapının genişlemesidir.

Yaşanan süreçteki tablo, -Büyük iddialarla ortaya çıkan yapıların sürecin ihtiyaçlarını karşılamadan uzak konumları ve yakın ve orta bir gelecekte çözebileceklerine olan umut ve güvenin sarsılması- birbirine zıt iki gelişmeye neden olmaktadır. Bir yanda deformasyon, çürüme, saflardan uzaklaşma, de-moralizasyon, öte yanda yeni çıkışlar için umutlara ve arayışlara yol açıyor..

Yeni Ekimler, Büyük Ekim Devriminden Çıkartacağımız Dersler Üzerine Yükselecektir

Ekim devrimi, bir ilki en iyi şekilde yerine getirerek proleter devrimler çağını başlattı. Ancak, Ekim devrimi sadece siyasi iktidarın ele geçirilmesi, daha adil ve eşitlikçi uygulamalarla yetinemezdi. Komünizm gerçekleşinceye kadar kesintisiz şekilde yürümeliydi.

Ekim devrimi, bir aşamadan sonra kesintiye uğradı. Sosyalizm, enternasyonalizm ideallerinden hızla uzaklaştı; uzaklaştıkça sorunlar arttı ve sonuçta reel sosyalizmin yıkılışıyla somutluk kazandı. Yeni Ekim devrimleri yaratabilmek ve geliştirmek için yaşanılan deneyimlerden önemli dersler çıkarma zorunluluğu bulunuyor.
1960’larda reel sosyalizmi değerlendiren ve bir çok eleştiriyi başta Sovyetler Birliği’ne (SB) olmak üzere diğer reel sosyalist ülkelere de yapan Che, şunları söylüyordu: “Sovyetler Birliği’ndeki son ekonomik devrimler, Yugoslavya’nın kendisini kapitalizme aşamalı olarak geri dönmeye doğru götüren yolu seçtiği zaman giriştiği ekonomik devrimlere benziyor. Söz konusu olanın bir güzergah hatası mı ya da geriye doğru bir yürüyüşün kesin başlangıcı mı olduğunu zaman gösterecek.

Tüm bunlar, sosyalizmi kapitalizmin unsurlarıyla, onların anlamını gerçekten değiştirmeye çalışmadan inşa etme çabasına dayanan hatalı kavrayıştan kaynaklanmaktadır. Böylelikle sonu bir çıkmaza varan, fark edilmesi zor ve ekonomik itici güçlere yeni ödünler vermeyi da-yatan karma bir sisteme, yani geri dönüşe geliniyor “( Che’den aktaran Carlos Tablada, Che’de Sosyalist Bilinç ve Geçiş dönemi ekonomisi, s 48)
Fidel Castro da Doğu Avrupa ülkelerinde “ideallerin ve enternasyonalist duyguların, dünyanın sorunlarına karşı ilginin ve uyanıklığın yok olduğunu ya da çok zayıf olduğunu” (Fidel Castro, Çekoslavakya Sorunu, s, 23-24) belirtiyor.

Devamında Castro, “sosyalizmden bahsedilince yalnız sömürünün yok olacağını, sömürüden doğan fakirliğin yok olacağını ve bu sömürünün sonucu olan geri kalmışlığı değil; aynı zamanda sınıfsız toplum yaratmak konusundaki bütün o güzel emellerin; bencillikten arınmış bir toplum, insanın artık paranın kölesi olmadığı kişisel kazanç için çalışmadığı ve bütün toplumun ihtiyaçlarının tümünü tatmin etmek için insanlar arasında adaleti, eşitliği kardeşliği ve halkların her zaman elde etmeyi arzuladıkları amaçları insan toplumunun bütün ideallerini gerçekleştirmek ve kurmak için çalışmayı” (Fidel Castro, Çekoslovakya Sorunu, s, 21,22) anlamak gerektiğini belirtir.

İnsanın dönüşümünü temel almayan bir sosyalizm anlayışının varacağı yer “reel sosyalizm”in ilerisinde değildir.

Affetmek Nedir ?

Affetmenin alternatifi mutlaka intikam değildir.
Affetmenin alternatifi etkilenenlerle dayanışmadır.

Affetme nedir?
Affetmek her zaman ahlaki ve övülmeye değer midir?
Yoksa “affedilemez” kabul edilecek kadar korkunç bazı davranışlar var mıdır?
Peki, kişisel ve siyasi affetme arasında bir ayrım var mıdır?

Bunlar, gelişmekte olan güncel affetme literatüründe tartışması devam eden temel sorulardan bazıları.

Gelin “affetme” kelimesini nasıl tanımlayacağımızla başlayalım. Buradaki temel tartışma, bir tarafta duygusal bir modeli destekleyenlerle diğer tarafta çoğulcu bir modele sarılanlar arasındadır. Duygusal modele göre affetme, fikir değişimi gerektiren içsel bir mesele olarak değerlendirilir. Bu sebeple affetme, haksızlığa karşı doğal bir tepki olarak ortaya çıkan olumsuz duygulardan ahlaken vazgeçmeye dayanır. Affetmenin tam olarak hangi duyguların üstesinden gelmesi gerektiği hakkında kayda değer tartışmalar olsa da, birçok çağdaş kuramcı affetmenin kırgınlığın üstesinden gelmeye dayandığını savunur. Bundan genel olarak öfke, intikam alma isteği, nefret ve hatalının cezalandırıldığını görme isteği gibi birtakım intikam güden hırsları kapsadığı anlaşılır. Eleştirmenlerse haksızlığa karşı tepkimizin her zaman duyguları içermediğine dikkat çekmişlerdir. Aslında, duygular hissedildiğinde bile her zaman intikam güden duygular değildir. Örneğin, haksızlığa karşı yaygın duygusal tepkiler diğer birçok tepkinin yanı sıra üzüntü, hayal kırıklığı, boyun eğme ve merhamettir. Tersine, belki de bir duygu değişimi affetme için ne yeterli ne de gereklidir. Belki de affetme kapsamlı ve çeşitli eylemleri içerir ve affetme eylemi “sayılan” şey kısmen, işin içindekilerin onu öyle görüp görmemelerine bağlıdır.

Affetmenin neye bağlı olduğuna açıklık getirirken, affetmeyi onunla bağlantılı olan diğer olgulardan ayırt etme konusunda dikkatli olmalıyız. Affetmek örneğin; genellikle hak verme (eylemi tamamen yanlış değilmiş gibi görmeye başlama), mazur görme (hatalıyı eylemden tamamıyla sorumlu değilmiş gibi görmeye başlama) ve kabul etme (eylemi hatalının hesap vermesi gerekmeyen bir şey gibi görmeye başlama) gibi olgulara bağlanır ve bu nedenle bu olgularla karıştırılır. Pamela Hieronymi, geçerli bir affetme durumunun ‘kesin’ ve aynı zamanda ‘açık’ olması gerektiğini savunmuştur. Söz gelimi, özel olarak tasarlanmış bir ilaç veya yüksek miktarda alkol alarak kırgınlığın ve öfkenin üstesinden gelmek affetmek olarak kabul edilemez. Bu nedenle gerçek bir affetme durumu, kırgınlığın üstesinden gelmek için nedenler göstermesi bakımından açık olmalıdır. Bununla birlikte gerçek affetmenin, yargının gözden geçirilmesi için şu iddialardan ödün vermeyen nedenler belirtmesi gerektiği kadar kesin de olması gerekir: eylem hatalıydı; hatalı, bizim ondan mantıken hatalı davranmamasını beklediğimiz ahlaken sorumlu biri; ve kurban saygıdeğer ve haksızlık edilmemesi gereken biri. Zorluk şu ki, bu iddialar kırgınlığı garantiliyor, o zaman biz mantık çerçevesinde nasıl kırgınlığın üstesinden gelebiliriz?

“Zulmü affetmeyi reddetmek ahlaki bir duruşun karşılığı veya ifadesi ve hataya direnmenin güçlü bir yolu olabilir”

Bu sorun bazen bir paradoks üzerinden açıklanır: affetme, hatayı kusurlu, kabul edilemez ve mazur görülemez kabul etmeyi gerektirir. Bununla birlikte, aynı zamanda affedicinin (bir şekilde) kırgınlığının üstesinden gelerek ve [hatayı] hatalıya karşı kullanmaktan vazgeçerek onunla ilgili yargısını mantık çerçevesinde değiştirmesi gerekir.

Paradoksu çözmek için kullanılan yaygın yöntemlerden biri; affetmenin, kırgınlığın artık kesin olmadığını gösterecek bazı şartları yerine getirmesi gerektiğini savunmaktır. Hieronymi kırgınlığı ve öfkeyi bilişsel terimlerle “birinin yargılarına duyarlı […] [ve bu nedenle] mantıksal gözden geçirmeye konu olan davranışlar” olarak değerlendirir. Hatalının özrünün, kurbanın mantık çerçevesinde ve kesin bir şekilde affetmesine imkân vererek kurbanın kırgınlığın üstesinden gelmek için gerekli olan fikir değişikliğini doğrulayacağını savunur. Diğer bazı koşullanmacılar – onlardan böyle bahsedeceğim – özürde diretmezler. Bunun yerine hatalının pişmanlığının, sonucunda hatalının kendini ahlaki kişisel gelişime adadığı vicdan devriminin, pişmanlık ifadesinin veya ‘tamamen değişmiş bir hayat’ belirtisi göstermesinin gerekliliği üzerinde dururlar. Bazı koşullanmacılarsa affetmeyi genellikle eksiksiz bir ödev veya erdeme yakın eksik bir ödev olarak değerlendirirler.

Koşullanmacı olmayanlar – onlardan böyle bahsedeceğim – tam tersine hatanın ne kadar ciddi olduğuna ve hatalının pişman olup olmamasına veya özür dileyip dilememesine bakılmaksızın her zaman affetmek için bir neden olduğunu savunarak bu tabloyu tamamıyla reddederler. Garrard ve McNaughton’ın etkili değerlendirmelerine göre insan dayanışması, pişman olması şart olmayan hatalıya karşı sevgiyle yaklaşma ve iyi niyet olarak görülen koşulsuz affetme için bir neden yaratır. İnsan dayanışması “birinin, kendisiyle aynı durumda olduğunu hissettiklerinin iyiliğini düşünmesi” olarak görülür. Hatta bu tarz bir dayanışma bizim hatalıyla yanılabilir ve kusurlu bir tabiatta – yani insan tabiatında – birleştiğimizi kabul etmeyi içerir. Koşullanmacı olmayanlar bir taraftan affetmek için her zaman bir neden olduğunu savunurken, diğer bir taraftan affetmenin bazı durumlarda zor olduğunu kabul ederler. Bu nedenle koşullanmacı olmayanlar, en nihayetinde çok ciddi hataları affedemeyen veya affetmede başarısız olan kurbanları veya pişman olmayan hatalıları suçlamaktan kaçınmak isterler.

“Literatürde, affetmeyi eksiksiz bir ödev veya bir yetenek olarak görme eğilimi vardır. Kendi çalışmamda ben, Kant’ın kapsamlı veya eksik erdem ödevi kavramının üçüncü bir seçenek sağlayabileceğine dikkat çektim.”

Affetmenin koşulsuz olduğu görüşü sık sık, bizim (eksiksiz) bir affetme ödevimiz olabileceği görüşünün reddedilmesiyle ilişkilendirilir. Koşullanmacı olmayanlar bunun yerine, affetmenin ‘seçime bağlı’ veya bir ‘yetenek’ olduğu fikrini benimseme eğilimindedirler. Güncel literatürde oldukça yaygın olmasına rağmen, ‘seçilebilirlik’ kavramının anlaşılması zordur ve yazarlar sıklıkla yerinde net bir açıklama yapmaksızın bu kavrama değinirler. Lucy Allais burada bir istisnadır. Onun anlatımı, kavramı şu önemli hususta şekillendirir ve aydınlatır: görüş şudur ki affetmek için hangi ahlaki nedenler olursa olsun affetme (örneksel olarak), hatalıya hakkını veya hakkı olan bir şeyi vermeyi gerektirmez “[…] yani affetme hak edilmez veya borçlu olunmaz […] [affetme] hatalının talep etme durumunda olmadığı bir şeydir, hatalının hakkı olmayan bir şeydir ve affetmenin kurbanın takdirine bağlı olduğuna dair temel ve önemli bir algı vardır.”

Allais, bilişsel bir duygular – daha kapsamlı haliyle tutumlar olarak değerlendirdiği – dizisini duyuşsal bir diziyle değiştirerek affetme paradoksuna alternatif bir çözüm sunar. Allais affetmenin, aslında duyuşsal olan cezalandırıcı tepkisel tutumların üstesinden gelmeyi gerektirdiğini savunur. Cezalandırıcı tepkisel tutumlar, hatalıyı hatası nedeniyle sorumlu gören hatalının değerlendirici duyuşsal bir yönünü içerir. Allais hatalının hak ettiği kesin olan kırgınlıktan vazgeçmeyi ve hatalıyı “davranışının gerektirdiği şekilde kusurlu ve itibarsız” görmeye son vermeyi gerektiren zengin bir affetme kavramını destekler. Affetmenin üstesinden geldiği tutumlar inançlar olmadığı için bu, duyuşsal odak değişimine ulaşarak ve hatalının suçluluğuna dair inançlarımızdan da vazgeçmeden mantık çerçevesinde onların üstesinden gelme imkanı verir. İşte bu şekilde uzlaşmak zorunda kalmadan onu koşulsuzca affedebiliriz. Allais affetmenin gücünü tam olarak kesin olan kırgınlığın üstesinden gelme kapasitesinde görür, bu demek oluyor ki; bizim her zaman duyuşsal olarak hatalıyı hatasından üstün görmeyi tercih etme seçeneğimiz vardır. Gelgelelim, birini hatasından üstün görmeyi seçmenin – özellikle de suçları çok ciddiyse – her zaman için iyi bir fikir olup olmadığını sorabiliriz. Nihayetinde, neden birini en kötü seçimlerinden üstün görelim ki? Allais affetmenin, sayesinde affetmenin takdire şayan olduğu bir tür cömertlik – hatta bir yetenek – olduğu karşılığını verir. Garrard ve McNaughton’un hatalıyla bir dost, yanılabilir bir insan olarak merhamete dayalı dayanışmanın kesin olan kırgınlıktan vazgeçmek için bir neden sağladığı görüşünü destekler, hem de affetmenin her zaman için seçime bağlı olduğu ve asla zorunlu olmadığını savunur.

Ancak, literatürde affetmeyi ya eksiksiz bir ödev ya da bir yetenek olarak görme eğilimi vardır. Kendi çalışmamda ben, Kant’ın kapsamlı veya eksik erdem ödevi kavramının üçüncü bir seçenek sağlayabileceğini belirttim. Kant’ın affedici olmak için eksik (ve koşullu) ödev erdemine sahip olduğumuzu savunduğunu anlıyorum ve ben bunu uygun görülen koşullar altında hatalılara karşı, gelişen affetme eylemleri ve tutumları ilkesini benimsemeyi gerektirdiği şeklinde yorumluyorum. Affetmeyi destekleyen temel değerlendirme, hatalının ahlaki kişisel gelişime bağlılık belirtisi olarak pişmanlıktır. Fakat bu eksik bir ödev olduğu için hatalının affedilebilmesi için benzer bir hak yoktur. Bu nedenle, affetmenin sadece hatalının yetkili olmadığı (yani hakkı olmayan) bir şey olması bakımından seçime bağlı olduğu konusunda Allais’e katılıyorum. Ama aynı zamanda Kant bir affedicilik ödevi olduğunu öne sürer. Buna bağlı olarak, Kantçı bir bakış açısıyla affetmenin tamamen kurbanın takdirinde olan sadece seçime bağlı, veya bir yetenek, olduğunu söylemek uygun görünmüyor. Aslında seçime bağlı ödev kavramı bir tezat gibi görünüyor. Benim açımdansa affetmeme ilkesi benimsemek hoş görülemez. Bunun gerekçelerinden biri, affetme ilkesi benimsemenin sadece isteğe bağlı olmamasıdır. Bu, eksiksiz bir ödevin var olduğu anlamına gelmez, fakat: failin belirli durumlarda ne zaman ve nasıl affedeceğine karar vermede her zaman biraz özgürlüğü vardır.

Peki ya affetmeyi reddetmek? Bazı koşullanmacılar bazı affetme durumlarının hoş görülemez olduğunu ve affetmeyi reddetmenin bazı durumlarda zorunlu olduğunu savunurlar. Ancak yakın zamanlarda değerlendirmesini kısmen haklı çıkarmış olsa da, Murphy bu görüşü desteklemiştir. Diğerleri daha incelikli bir açıdan bakarlar. Örneğin; Hieronymi söz gelimi kurbanlar için güçlü toplum desteği olması durumunda koşulsuz affetme ihtimaline imkan verir. Tersine, koşullanmacı olmayanların affetmeyi reddetmenin en fazla hoş görülebilir olabileceğini ama asla zorunlu olamayacağını söylemeleri muhtemeldir. Affetmeyi reddetmeyi hoş görmeye meyillilerdir. Muhtemelen kırgınlıklarına kök salmış, ellerini dayanışma için suçlulara uzatamayan hatta hepimizin aynı ahlaken bozuk tabiatı paylaştığımızı algılayamayan kişiler olarak affetmeyeni, dolaylı bir şekilde erdemli kişiden biraz daha aşağıda görürler. Fakat koşullanmacı olmayanların çoğu, insan korkularının çokluğu göz önüne alındığında belirli durumlarda kurbanların sadece affetmekten aciz, veya isteksiz, olmalarının anlaşılabilir olduğunu kabul ederler.

Bana, affetmeyi reddetmenin, özellikle çok ciddi suçlar için, insanlığa karşı yaygın zulüm veya suç vakalarının kuralcı bir yönü olabilir gibi geliyor. Ne sadece hoş görülebilir veya anlaşılabilirdir ne de tahmin edildiği gibi insanidir. Zulmü affetmeyi reddetmek ahlaki bir duruşla eşdeğerdir veya ahlaki bir duruşun dışavurumudur ve hataya direnmede güçlü bir yol olabilir.

Jeffrey Murphy, Dostoyevski’nin Karamazov Kardeşler’deki, köpeğine taş attığı için sekiz yaşındaki korkmuş bir çocuğu çaresiz annesinin gözleri önünde öldürmek amacıyla köpeklerini gönderen bir general örneğine atıfta bulunur. Bu, zalimce ve ilk bakışta affedilmez bir suç işleyen birinin örneksel bir anlatımıdır. Bundan daha kötü olaylar hayal etmek zor olsa da, insanlık tarihi diğer birçoğunun yanı sıra Nazilerin, Arjantin Askeri Cuntası’nın cinayetleri ve Ruanda soykırımı gibi hayal gücüne meydan okuyan olaylarla doludur. Bunlar, suçlunun pişman olmadığı ve eylemini hala bir şekilde haklı gördüğü ciddi suç olaylarıdır.

“Gerek kurbanın haklarını görmezden gelerek, gerekse ahlaki tedavi talep edemeyip hataya karşı koyamayarak kurbanın haklarını savunamayan herhangi bir affetme şekli hoş görülemez, çünkü Kant’ın özsaygı ödevini ihlal eder.”

Aşağıdaki üç değerlendirme, affetmemek için kuralcı nedenler olarak verilebilir. Öncelikle, affetmeyi reddetmek kurbanın özsaygısını yükseltmek için bazen gereklidir. Gelin burada görüşün Kantçı versiyonu olarak gördüğüm kısmına odaklanalım. Kant, affedici olmak için eksik erdem ödevimiz olduğunu öne sürdüğü bölümü aşağıdaki yorumla bitirir:

[fakat] [affetme ödevi] hatalara karşı uysal hoşgörülerle karıştırılmamalıdır […]

diğer insanların yaptığı hataların tekrarını engellemek için […] sert yoldan vazgeçmek; çünkü o zaman bir insan, haklarını bir kenara atıp diğerlerinin ezmesine izin vermiş olur ve böylece kendine olan ödevini ihlal eder.

Yukarıdaki bölümü, özsaygı ödevini ihlal ettikleri için bazı affetme şekillerinin hoş görülemez olduğunu savunduğu şeklinde yorumladım. Bu bir değer verme, saygı duyma ve akıl sahibi olarak birinin onurunu diğerleriyle aynı seviyede görme ödevidir. Gerek kurbanın haklarını görmezden gelerek, gerekse ahlaki tedavi talep edemeyip hataya karşı koyamayarak kurbanın haklarını savunamayan herhangi bir affetme şekli hoş görülemez, çünkü Kant’ın özsaygı ödevini ihlal eder. Kant özellikle tekrar eden hatayı engellemekle ilgilenir ki bu da en azından bazı koşulsuz affetme şekillerinin hoş görülemez olduğunu gösterir. Kant bazı koşulsuz affetme şekillerini hoşgörülü karşılar, çünkü kurban belki de baskıcı bir toplumsal düzeni alt üst etmeyi başararak haklarını savunmak için zaten öyle çok savaşmıştır ki affetmek özsaygısından taviz vermesini gerektirmez. Mandela ve Gandhi bu türün örnekleri gibi görünüyorlar. Fakat ikincil ve üçüncül kurbanların da affetme konumunda oldukları görüşü son zamanlarda yazarlar arasında kabul görmüştür.

Affetmeyi reddetmenin ikinci nedeni – aynı zamanda ikincil ve üçüncül kurbanlar için de geçerli olan – affetmeyi reddetmenin hatayı tüm boyutlarıyla kınama yolu olmasıdır. Affetmenin hatayı kınama yolu olduğu konusuna sık sık değinilmiştir ama affetmeyi reddetmek hatayı açıkça daha etkili kınar. Neticede, “suçluya karşı hataya tutunma”ya devam etmek bir hatayı açık yüreklilikle kınama yoludur.

Affetmeyi reddetmenin üçüncü bir nedeni, ahlaki düzenle dayanışmadır. Hallich ‘A affedilmez’ cümlesini A’yı affeden birinin ahlaki suçlamayı hak ettiği anlamına gelecek şekilde tanımlamayı önermiştir. Acımasız suçlara karşı hissedilen kindar duygulardan vazgeçmeyi reddetmenin bazı durumlarda birinin temel ahlaki değerleri kabul ettiğini ve hata yapılanlarla dayanışmasını göstermesinin sembolik bir yolu olabileceğini savunur. Bunu yapamamak bu nedenle ahlaki suçlamaya neden olur.

Bazıları, ciddi suç olaylarını affetmeyi reddetmeyi önererek nefret ve intikamı önerdiğimden endişelenebilirler. Fakat affetmenin alternatifi mutlaka nefret dolu veya yasadışı intikam değildir. Suçlunun haklarını ihlal eden herhangi bir intikam veya öç şekli elbette ki hoş görülmez. Eğer biri çoğulcu bir affetme örneğini kabul ederse, o zaman affetmeyi reddetmek hoş görülebilir davranışlar ve eylemler çokluğuna yol açabilir. İnsan dayanışmasına gelince, kişisel olarak ben bunu zulüm suçlularını affetmeyi reddeden veya affedemeyen Primo Levi ve Jean Amery’nin yanı sıra Simon Wiesenthal gibi Holokost’tan kurtulanlara, Esther Mujawayo gibi Ruanda Soykırımı’ndan kurtulanlara ve Plaza de Mayo anneleri gibi Arjantin Askeri Cuntası’ndan kurtulanlara kadar götürmeyi tercih ederim.

Paula Satne

Spinoza ve Aşkın Diyalektiği

Psikanalist Jacques Lacan Seminer’inin IV No’lu kitabında “aşkın yüce anından” bahsetmişti. Bu yüce an “aşkın iade edildiği” andır. Sevgi her zaman karşılığını aynıyla bekleyen bir duygu olarak görünür burada. Bir karşılıklılık beklentisi –ve çok basitleştirirsek, birini seviyorsam karşılığında onun da beni sevmesini isterim. Ve sevgi iade edildiğinde “dünyalar benim olur”.

Oysa psikanalizin en ilerlemiş kavrayışı bile böyle bir “karşılıklılık” momentinde duruveriyor. Başka bir deyişle aşka dair binlerce yıllık sohbetin ötesine pek geçemiyor: aşk sevilenle bir bütünleşme arzusudur diyordu Platon diyalogları… Tek gerçek sevginin tensel değil tinsel, dünyevi değil tanrısal olabileceğini söylüyordu Aziz Agustinos… Ve bu temalara, gündelik hayatımızdaki –ne kadar kaldıysa geriye– idealler açısından halen tanışığız yeterince.

Spinoza bu karşılıklılık ilkesini yine duygular ve tutkular üstüne tartışmasının merkezine alıyor gibi… Ama bambaşka bir biçimde ve duyguları (üstelik en tehlikeli görünen aşk duygusunu bile) tanımlamaktan asla çekinmeyerek… E3: Önerme. 40, Sonuç 1’de ortaya ilk başta herkese pek tuhaf gelecek bir önerme atıyor: “Sevdiği birinin kendisinden nefret ediyor olduğunu kavrayan bir kimse nefret ile sevgi arasında beynamaz kalır. Çünkü bir nefretin hedefi olduğunu düşündükçe, karşılığında düşmanından nefret etmeye yönlendirilmiştir; ancak varsayımımız icabı, onu yine de seviyordur. Dolayısıyla bu kişi sevgiyle nefret arasında gidip gelecektir… Göstermek istediğimiz de zaten buydu…”

Spinoza’nın Etika’sına herhangi bir noktasından başlamak mümkün –çünkü her önerme defalarca öteki önermelere, varsayımlara ve tanımlara gönderip duruyor… Ama yukarıda andığımız ruhsal dalgalanmanın (fluctuatio animi) yarattığı bir belirsizlik var –ve bu işin içinden kolay kolay çıkılamaz gibi görünüyor… Ancak varsayalım ki Spinoza’nın eserinin içinde “melodramatik” bir vaziyetin de tahlili var –ve bu tahlil bize hem aşkın doğasının önemli bir yönünü, hem de malodramın doğasını açıklayabilir…

Biraz daha dikkatli okuduğumuzda, Spinoza’nın daha da ilginç bir önermesiyle karşılaşıyoruz aynı bölümde: “Eğer biri başka biri tarafından sevildiğini düşünürse ve böyle bir sevgi için ona hiçbir neden sunmuş olduğuna inanmıyorsa, onu zorunlu olarak sevecektir…” (E3, Önerme 41) Bu gerçekten tuhaf bir önermedir ve sevgiyi tanımlamadığınızda bundan hiçbir şey anlayamazsınız. Bu önermeyi bir öncekiyle birlikte okumak gerekir önce: “Eğer biri, başka birinin kendisinden nefret ettiğini düşünüyorsa ve ona bunun için herhangi bir neden sunmamış olduğuna inanıyorsa, karşılığında ondan zorunlu olarak nefret edecektir…” (E3, Önerme 40). Bu noktada günlük yaşantımızdan bir şeyleri yeniden hissetmemiz –sevgi ve nefret duygularımızla yaşadıklarımızdan bir şeyleri belli belirsiz de olsa hatırlamamız gerekiyor: Birinin benden nefret ettiğini kavrıyorum; oysa ona bu nefrete neden olacak herhangi bir şey yaptığıma inanmıyorum –ona hiçbir kötülük etmedim, zarar vermedim, nefretinin nedeni olacak hiçbir şey yapmadım ona (böyle düşünüyorum)… Peki bu düşünceden ondan “zorunlu olarak” (ne demek bu?) nefret etmeme nasıl geçiyoruz? İlk soru bu…

Ya da, birinin beni sevdiğini düşünüyorum, ama bunun için ona herhangi bir neden sunmuş olduğuma inanmıyorum… Ve karşılığında onu “zorunlu olarak” seviyorum… Bu da ne demek?

Dünkü derste Ersan’ın hatırlattığı gibi felsefe bir “örgüdür”… ve Spinoza felsefesini sonsuz bir incelik düzeyinde örebilmiş bir filozoftu… Hemen hissediyoruz ki Spinoza’nın sisteminde “özgür irade” denen ve özellikle Protestan teologların ön plana çıkardıkları bir fikre hiçbir yer olmadığından, bu önermeleri yalnızca bir “zorunluluk” fikri çerçevesinde kabul edebiliriz. Başka bir deyişle Spinoza asla birisi benden nefret ediyor, o halde ben de ondan nefret etmeye başlıyorum, biri beni seviyor, o halde ben de onu sevmeye başlıyorum demiyor. Bütün söylediği, birinin benden nefret ettiğine inandığımda bende zaten uyanmış olan kederin nedenini kendimde bulamazsam benden nefret ettiğini sandığım kişide bulacağımdır… Aynı şekilde, beni sevdiğine inandığım birinin bende uyandırdığı hazzın nedenini kendimde bulamazsam (zengin değilim, ona bir iyiliğim dokunmadı, güzel, yakışıklı filan bile değilim, vesaire…) onda bulacağım demektir bu…

Böylece yavaş yavaş Spinoza’nın daha önceden yaptığı ama şimdi artık dinamizm kazanan Sevgi ve Nefret tanımlarını kavramaya yaklaşıyoruz: Spinoza’ya göre bütün duygular üç temel duyguya indirgenebilirler ve onların kombinasyonlarından ibarettirler… Varolma ve eyleme gücüm (arzu), bu gücün artışı (sevinç) ve azalışı (keder). Bu son derecede bedensel bir durumdur çünkü Spinoza duygulanışların hem bedeni hem de ruhu ifade ettiklerine inanıyordu. Ve bütün diğer duygular bu temel duygulardan türetilebilirler: böylece sevgi “dış bir nedenin fikri eşliğinde yaşanan sevinç”, nefret ise “dış bir nedenin fikri eşliğinde yaşanan keder” oluyor. Bu, yukarıdaki tuhaf önermelerin anlamını kavramamızı sağlamaktadır: eğer birinin beni sevdiğine inanırsam ve kendimde bunun için bir neden bulamıyorsam, onun sevgisine inanmamın bende uyandırdığı sevincin nedenini kendimde değil başka bir yerde, yani onda bulabileceğim anlamına gelir bu. Sevgisinin nedenini kendimde bulduğumda ise (gencim, güzelim, ona çok iyilikler yaptım), karşılığında onu “zoraki” sevmem, sevsem sevsem dolaylı olarak severim: ya onun sevgisini de ekleyerek kendime duyduğum öz-sevgiyi arttırırım (onun sevgisiyle kendimi severim) ya da, yaklaşık aynı anlama gelmek üzere, onu severim, ama ancak kendimi sevmeme destek olduğu ölçüde…

Bu durum nefret duygusunda daha rahat anlaşılır –burada durum çok daha karmaşık ve belirsiz olsa da: benden nefret ediyor, bu bende keder uyandırır, ama bu kederimin nedenini kendimde bulmaya genellikle pek yatkın değilim, yoksa hemen kendimden nefret etmeye başlamam gerekir… Ama bu çok büyük bir kederdir ve varlığımızı sürdürme güdümüze, yani diğer temel duygu olan arzumuza terstir. Dolayısıyla biz sevgiyi iade etmekten çok nefreti iade etmeye çok daha yatkınızdır. Birileri bizden nefret ediyor diye kolay kolay kendimizden nefret etmeye girişmeyiz…

Ve unutmayalım ki Spinoza duygular (affectii) meselesini daha algılar ve bedensel etkileşimler düzleminde kuşatmakla işe başlamıştır (Etika’nın 2. kitabı)… Bu –bizi çok ilgilendiriyor– bir “imajlar” öğretisidir: kendi vücudumu ancak başka cisimler tarafından etkilendiğinde anlamaya başlarım. Başka bir deyişle bende beni etkileyen cisimlerin, okşadığım saçların ya da köpeğin, okuduğum bir şiirin ya da ısıtan güneş ışığının, tatlı bir meltemin, ya da bir fırtınanın, bir köpeğin beni ısırışının bende saklanan “imajı” yoluyla. Bunlar etkilenme fikirleridirler Spinoza’ya göre ve sebeplerin bilgisini vermezler… Isırılmışsam ve başka özelliklerini tanımıyorsam, köpeğin imajı bende havlayıp saldıran, ısıran bir varlığın imajı olarak kalır… Ta ki tatlı bir köpeği bir gün okşayayım… Böylece sigarayı ancak kanser olunca bırakırım, ancak yumurta kapıya dayandığında olumlu ya da olumsuz bir karar veririm vesaire…

Ve her şeyden önce kendi vücuduma dair oluşturmuş olduğum imajların bağlandığı bir çağrışımlar silsilesi söz konusudur: bir sinek ezildiğinde bir köpek ezildiğinden daha az acı duyarım; çünkü köpeğin imajı benim kendi vücuduma dair sahip olduğum imaja bir sineğinkinden daha yakındır –daha benzerdir (sıcak kanlı, memeli, analık eden, şefkatli, arsız, vesaire…) Bu yüzden bir köpeğin çektiği eziyetin (onun kederinin) imajı benim kendi vücudumun eziyet çektiği bir hayali imajla bir sineğinkine oranla daha fazla “uzlaşır”… Bir insanınki ise elbette daha da fazla…

Böylece insan zihniyle vücudunun ortak mimarisini kavrayabiliyoruz: dış cisimlerin bedenimiz üzerindeki etkisi (affectiones), yani bedensel karışımlar; bunların bizde korunması (imajlar ve hafıza); bunların bizim eyleme gücümüzü arttırıp azaltmaları (sevinçler ve kederler), ve bütün bunlara dair oluşturduğumuz fikirler (idea)… (hatırlatayım, böyle bir konuda film yapıyorsanız çekeceğiniz şeyler bizde zaten bulunan imajlar değil, “idealar”, yani fikirler –yani fikirlerin imajları– olabilir ancak)…

Böylece sevgi bir inançtır. İnanç dış bir nesnenin fikrini gerektirir ve içerir. Başka bir deyişle, en ilkel duygular olan sevinç ile kederi dış bir nesnenin etkisiyle yaşarım, ama bu nesneye dair bir fikrim olmadığında yine de yaşayabilirim. Ama insanlık durumu bunu illa ki bir dış nesneye atfetmeye yatkındır. Gücümün arttığını, sağlıklı ve güçlü olduğumu hissettiğimde çoğu zaman derim ki “bunun nedeni ben olamam, mutlaka ilahi bir kudret…” Bu, hatırlarsanız Nietzsche’nin de 19. yüzyılda dinin kökenine dair temel açıklamasıdır…

Peki aşkı cinsellik banyosuna soktuğumuzda, yani bedensel tutkular nezdinde ele aldığımızda ne olur? Spinoza bu konuda çok açıktır: der ki “sevgi aşırı olabilir”. Bu ne demek? Basitçe şu: her sevgi öncelikle bir bedenler karışımı, etki-tepki vaziyetidir. Ama bu etki-tepki ve karışım bireyin vücudunun bütününü de etkileyebilir, yalnızca bir kısmını da… Mesela keder de bedenseldir… Ama bedenin tümünü etkilediğinde Spinoza buna “ölüm” der; zihnin bütününü etkilerse de “melankoli”… ki bu da ölüme yaklaşma tarzlarından biridir… Ama tutkular çoğu zaman vücudun belli bir parçasını etkilerler… Gözü, kulağı, cinsel organları vesaire… Tad duyularımızı ihtiva eden parçaları etkilediklerinde bu tutkulara “lezzet” diyoruz; cinsel organlarımızı etkilediklerinde ise “fiziki aşk” ya da “erotizm”… Bunlar vücudun tümüne yayılmayan, kısmi etkilerdir… Organizmamızın belli bir yeriyle sınırlı kalırlar ve gücümüzün büyük bir kısmı oraya yatırılır… Bu durum pekala başka başka etkilenmelere yatırılacak güçlerimizin tek bir yerde odaklanmış olmaktan dolayı engellendiği anlamına gelebilir. Spinoza için bir tutkunun, bir duygunun –sevgi gibi olumlu da olsa– “aşırı” olabileceği manasına gelir bu…

Spinoza Amor’dan, yani sevgiden bahsediyordu –cinsellikten bağımsız olarak; tıpkı sevinç ile kahkahanın aynı şey olmadıkları gibi, sevgi de cinsellikten ayrı düşünülebileceği bir boyuta yerleştirilmek zorunda… Bu bir Platonizmi asla gerektirmiyor, çünkü Platonik Aşk denen şey bir “bütünleşme” mantığına dayanıyordu ve Spinoza’nın açıkça söylediği gibi, sevginin yalnızca bir sonucuydu, nedeni değil…

Spinoza sevginin kişilerarası doğasının oldukça farkındaydı… Zaten onu tanımlamaya girişmek cüretini de bu yüzden göstermişti. Başka bir deyişle sevginizi hiç değilse sevdiğiniz, ama esasında kendiniz için “tanımlamak” zorundasınız… Çünkü bu tek kişilik bir duygu değil, “dış bir nedenin imajı eşliğinde” yaşanan bir duygudur ve bütün insan toplumsallığının kaynağında yer alır. Bu yüzden sevgiyi aynı zamanda bir keder tipinin belirişinden ayırdetmek gerekiyor ‘kıskançlık’ ya da ‘sevginin karşılığının verilmemiş olmasından doğan keder (fluctuatio animi)’ Spinoza bu tür duyguların engellenemez olduğunun farkında olduğunu en baştan belli eder: duygularımız ve tutkularımız üzerinde asla irade sahibi değiliz. Yani isteyerek sevip, isteyerek nefret edemeyiz. Ama mesela bilebiliriz ki nefret bizim bir acımızdır; ve bu nefretin nedenini kavrarsak nefret duygusu otomatik olarak kaybolur. Ama unutmayalım ki nefret bizim bir kederimizdir. Sevgi ise dış bir neden dolayısıyla yaşadığımız sevinçtir. O halde nefreti bağladığımız imajları pekala varoluş gücümüzü yükselten sevgiye bağlama şansımız vardır (zordur ama vardır)… Böylece sevgi bir ’emek’ ve ‘özen’ olarak karşımıza çıkar.

Neden Bir Emek Peki?

İlk bakışta aşk diye olağan bir klişe vardır ve Walter Benjamin bunun karşısına “son bakışta aşk” mefhumuyla çıkmıştı. Yani bir aşık olma emeğinin işlediği bir alanın tanımlanabileceğini düşünüyordu. İlk bakışta aşk Spinoza’ya, benim yorumlayabildiğim kadarıyla, bir “çağrışım” olarak görünüyor. Beni kederlendiren bir durumdan beni kurtaranı severim. Ya da sevdiğim kişiyi hep yanımda, orada tutmak, varetmek isterim. Ya da, yine ve esas olarak, sevdiğim bir varlıkla birarada gördüğüm her şeyi sevmeye meylederim. Nefret ettiğim biriyle bağdaştırdığım her şeyden de nefret etmeye meyilliyim. Her şey, bütün bu duyguların düzlendiği, dolayısıyla ‘çağrışımların’ kurulabileceği hayali bir plana, düzleme işaret etmektedir: Spinoza buna “yüksüz duygular” diye tercüme edebileceğimiz “gerçek anlamıyla duygu olmayan durumlar” diyor –bunlardan birisi “hayranlık” (admiratio), zıddı ise “horgörme” (contemptus)… Bunlar “emeksiz” beliren duygular ve bütün diğer duygulara bir zemin hazırlıyorlar. Hayranlık ya da merak belki “ilk bakışta aşk” dediğimiz şeyden pek farklı bir şey değil: herhangi bir şey var hayalinizde ama bunu herhangi başka bir kavramla biraraya getiremiyorsunuz ve zihniniz duruveriyor; düşünemiyorsunuz — orada her şey yepyeni ve hiçbir şeye bağlayamıyorsunuz; ta ki başka şeyler sizi başka başka şeyleri düşünmeye zorlayana dek… Horgörme ise bu durumun zıddı. Bir şey sizi o kadar az ilgilendiriyor ki, en az ilgilendiğiniz öteki şeyler kadar değeri olduğunu asla düşünemiyorsunuz? Bütün sorun sevginin, sevgiye karşılık verme emeğinin, ilk veya son bakışta aşkın zemininde bu tür bir algının zorunlu olarak bulunduğudur.

Sinemaya başvurduğunda Deleuze, Spinozacı gerekçelerle bu “admiratio” duygusunu tahlil eder: “başka bir dünyanın zarafeti” İlk bakışta aşk diye algıladığımız şey, aslında sevgi değil bir meraktır –sonradan sevgiye dönüşebilir ama anlaşılabileceği gibi epeyce kırılgandır (ve bunu hissetmek için Proust okumanız gerekir). Biz genellikle hafiften sarsak, sanki başka bir dünyadan inmiş gibi görünen, şöyle ya da böyle bir beceriksizlikle hareket ettiğine şahit olduğumuz, ama henüz bir ‘acıma’ duygusuyla bakamadığımız varlıklara dikkat ederiz. Hayranlık bir tapınma değil, daha çok bir ‘dikkat celbidir’. Hissederiz ki karada yürüyemeyen o yengeç, kıyıda çırpınan bir balık kendi dünyasında, suda müthiş bir zerafetle yüzmekteydi. Her aşkın başlangıcı böyle bir ‘başka dünyanın zerafeti’ algısıdır… Bunu en iyi kadınlar anlıyorlar ve bir tür ‘şefkat’ duygusu geliştiriyorlar. Şefkat bir duygu ya da tutku değildir, bir ilgi, bir admiratio’dur. Olmadığında bu duruma horgörü, ya da basitce ve nötr bir dille “ilgisizlik” diyoruz…

Anlamamız gerek şey, bu “nötr” düzlemin bir duygu ya da tutku içermemekle birlikte, algısal temas oluşturduğu ölçüde son derecede güçlü bir tutkular potansiyeli taşıdığıdır. En basitinden “imajların” oluştuğu algısal düzlemdir bu. Ve galiba sinema aşkı bu durumla karıştırma gafletine pek erkenden düşmüş bir sanattır. Erken dönem ‘hareket-imaj’ filmlerinde hep bir bakışta aşık olunur ve aşkın bu olduğu zannedilir… Ya da aynı düzlem üzerinde kıskançlığın, üçlü ilişkilerin temelleri atılıverir. Aşkı artık pek ciddiye almayan, onu hemen bir ailevi düzene, ‘özgür aşk’ sanılan bir savurganlığa, giderek bir ideolojiye dönüştürmeye çok elverişli bir çağda yaşıyoruz. Spinoza, üçyüz yıldan daha uzun bir süre önce, cinsel aşkı hangi anlamda ciddiye alabileceğimizi bence Freud’dan bile daha kesin bir şekilde ortaya koymuştu oysa: vücudun ve zihnin başka etkileşimlerine ket vurmayan, aşırıya varmayan bir şefkat ilişkisi… Şefkati analığa, burjuva aile değerlerine yükleyip yokeden bir dönem Spinoza felsefesini unutturdu.

Şimdi yeniden aramaya bu yüzden başlıyoruz…

Felsefe

Felsefe Nedir?

Felsefe nedir sorusu 2500 yıldan beri düşünce dünyasının ana sorularından biri olmuştur. Felsefe, yunanca phileosophia(φιλοσοφία) kelimesinden türetilmiş bir kavramdır. Bu kavram iki farklı sözcüğün birleşiminden türetilmiştir. Yunancada seviyorum, peşinden koşuyorum veya arıyorum manasına gelen phileo ve bilgi veya bilgelik manasına gelen sophia sözcüklerinden türetilmiştir. Temelde zihinsel bir disiplin alanıdır. İnsanın olanlar karşısında merak ve hayret duyması neticesinde ortaya çıkar. Bu aslında felsefenin olmazsa olmaz bir koşuludur. Aristoteles “insan doğal olarak bilmek ister” der. İster doğaya karşı isterse insan ilişkilerinden ortaya çıkan olaylara karşı merak ve hayret duygusu harekete geçmeyen bir bireyin felsefe yapmasının imkânı yoktur. Kişi merak ve hayret duygusu ile bir durumu mantıksal argümanlar veya akıl yürütmelerle sorguladığı zaman felsefe yapmaya başlar.

Felsefe sadece Yunan kültüründe olan zihinsel bir etkinlik değildir. Thales’ten çok önceleri bile insanlar doğa, hayat ve evren üzerine akıl yormuşlardı. Fakat bu alanlarla ilgili sordukları sorulara verdikleri cevapları mitolojilerde aramışlardı. Yada insanların doğa ile ilgili sordukları sorular pratik amaçlar içindi. Thales’le beraber insanlar sistemli, tutarlı ve özellikle cevabını mitolojilerde aramadıkları soruları sormaya başladılar. İnsan zihnini saran din ve mitolojilerin katı duvarları arasındaki çatlaktan sızan felsefi ışık insanoğlunu aydınlatmaya başlamıştır. İlk olarak MÖ 6. yüzyılda başlayan bu süreç gittikçe daha da güçlenmiş ve hala insanoğlunun yolunu aynı azimle aydınlatmaktadır.

Merak ve hayret duygusu harekete geçen ve felsefe yapan kişiye ise filozof(philosophos) adı verilir. Birçok düşünmeyen insan için filozof “ayakları yere basmayan ve hayal dünyasında yaşayan bir kişi” olarak düşünülür. Aynı zamanda bu düşünmeyen insan ve toplumlar için felsefe yapmak gerçekle ilgisi olmayan bir düşünce oyunu gibidir. Bu toplumların felsefeye karşı gösterdikleri tavrın temelinde düşünme eyleminin insan yüklediği dayanılmaz sorumluluk yüküdür. Böylesi bir yük, tembel toplumlar için fazlasıyla meşakkatli bir uğraşıdır.

Felsefeden olağanüstü açıklamalar beklemek veya boş düşüncelerle bir tutmak yanlıştır. En büyük hatalardan biri de felsefi bilgiyi bilimsel bilgi ile kıyaslamaktır. Hatta fen bilimleri ile uğraşan bazı kişiler böylesi bir kıyaslama ile bilimsel bilgiye bir üstünlük atfetme hatasına düşer. Onlara göre bilimler insana kesin ve genel geçer bilgiler kazandırdığı halde felsefe binlerce yıldır böylesi bir başarıya ulaşamamıştır. Bir yönüyle bu doğrudur. Bilimsel bilgiler genel geçer ve kesin doğrulara ulaşırken, felsefi bilgi özneldir. Fakat bu felsefi bilginin doğal bir özelliğidir. Bu özellik felsefi bilginin kümülatif olmasıdır. Yani bilimler bir yönüyle ilerleyen bir bilgi alanıyken, felsefi bilgi kümülatif yani yığılan bir bilgi alanıdır. Biz, yunan hekimi Hippoktares’ten çok ilerde olduğumuzdan kesinlikle eminiz. Fakat felsefe üretiminde Platon’dan daha ileride olduğumuzu söyleyemeyiz. Bu nedenle felsefe ilerleyen bir disiplin alanı değil sürekli yolda olmayı gerektiren bir faaliyet çeşididir. Hiçbir zaman bitmeyen, sürekli kendi kendini yineleyen ve her zaman var olarak kendini gerçekleştiren bir vazifedir.

Filozoflara Göre Felsefe Nedir ?

Felsefenin en önemli özelliği öznel bir uğraşı alanıdır. Bu nedenle “felsefe nedir” sorusuna filozoflar farklı bir cevap vermiştir:

Sokrates: “Felsefe, bilmediğini bilmektir”

Thomas Hobbes: “Felsefe yapmak doğru düşünmektir”

Anselmus: “Felsefe inanılanı anlamaya çalışmaktır”

El Kindi: “Felsefe, insanın gücü ölçüsünde varlığın hakikatini bilmesidir”

Descartes: “Felsefe, bilgeliği inceleme, bilgelik ise işlerimizde ölçülülüktür”

Augustinus: ”Felsefe, Tanrıyı bilmektir ve gerçek felsefe ile din özdeştir”

Epikuros: “Felsefe, mutlu bir yaşam sağlamak için tutarlı eylemsel bir sistemdir”

Abelardus: “Felsefe, inanılanın inanılmaya değer olup olmadığını araştırmaktır”

Akinolu Thomas: “Felsefenin tanrıdır konusu. Tanrının tanıtlanmasıdır”

F.Bacon: “Felsefe, deney ve gözleme dayanan bilimsel veriler üzerine düşünmektir”

Spinoza: “Felsefe, genelleştirilmiş bir matematiktir”

Nihayetinde her filozof felsefe nedir sorusuna farklı bir bakış açısıyla cevap vermiştir. Çünkü her filozofun merak ve hayret duygusunu doyuran kaynak farklıdır.

Bertrand Russel’e Göre Felsefe Nedir?
Bertrand Russel’e göre felsefe nedir sorusunun cevabı; felsefe tanrıbilim ve bilim arasında bulunan bir kavramdır. Kesin bir bilginin olmadığı alanlarla ilgili olması açısından tanrıbilime yakındır. Gelenek, vahiy veya eleştirilemez toplumsal inançları körü körüne kabul etmeyi reddederek insanın yargı gücüne başvurması onu bilime yaklaştırıyor.

Felsefe birçok farklı soruya cevap arar. Cevaplamaya çalıştığı sorular bilim ve tanrıbilimi arasında bir yer işgal eder. Bu sorular: Dünya zihin ve madden mi oluşmaktadır? Evren bir birlik kanununa mı tabidir? Bu evrenin bir ereği var mıdır? Bunun gibi çözülemez sorular üzerinde neden zaman harcıyoruz?

Kısaca Felsefe Nedir?
Kısaca felsefe nedir sorusuna verilecek cevaplar:

Etik, metafizik, epistemoloji ve mantık ile ilgili sorulara cevap arayan bir disiplindir.
Doğa üzerine düşünsel bir araştırma ve inceleme alanıdır.
Gerçeklik, bilgi ve değerlerin esasları üzerine ampirik bir çalışmadan ziyade mantıksal nedenler üzerine bir incelemedir.

Varoluş, gerçeklik ve bilginin varlığı ve yapısı üzerine düşünmektir.

Temel esaslar üzerine rasyonel ve eleştirel bir düşünme tarzıdır.

Bilimlerdeki soruların aksine felsefenin uğraştığı sorular temel esaslarla ilgili soyut sorulardır.
İnsanın temel iki duygusu olan merak ve hayrete dayanan bir alandır.
Felsefe düşünme üzerine düşünen bir sanattır.
İnsan doğası gereği, zihnimiz belirsizlik durumundan kurtulmaya çalışır. Yukarıda ifade ettiğimiz tüm kavramlar insan zihninde bir sarsıntı meydana getirebilecek kavramlardır. Felsefe sahneye çıkmadan önce yukarıdaki maddelerde geçen kavramları açıklamak için insanlar mithoslardan faydalanmıştı. Deneyimleyemediğimiz, algımızın ötesindeki kavramlar veya nedenini açıklayamadığımız doğa olayları karşısında atalarımız öncelikle mitolojinin açıklamalarına başvurmuştu. Bu geçici bir rahatlama sağlamıştı. Fakat bilgimiz arttıkça ve mitolojik hikayelerin gerçekliğini sorguladıkça felsefenin doğuşu için uygun bir ortama kapıyı araladık.

Felsefenin Temel Disiplinleri Nelerdir?

Felsefe ele aldığı soru ve konularının farklı olması nedeniyle alt disiplinlere ayrılır.Herbir felsefi disiplinin kendi alanı ile ilgili farklı bir incelemesi ve sorduğu soru çeşitleri vardır.

Felsefenin temel disiplinleri şunlardır:

Bilgi Felsefesi (Epistemoloji)
Varlık Felsefesi(Ontoloji)
Estetik
Din Felsefesi
Bilim Felsefesi
Sanat Felsefesi
Değer Felsefesi
Zihin Felsefesi

Algı, İllüzyon, Gerçeklik

İçinde yaşadığımız dönemin en can sıkıcı sorunlarından biri “gerçek” e dair algımızın birileri tarafından değiştirildiğine ilişkin sezgimizdir. Ancak algının gerçeklerle değil yanılsamalar oluşturularak yoktan var edilmesi, değiştirilmesi, başka gerçeklerle özdeşleştirilmesi esasında çok da yeni bir pratik değildir. Yeni olan, eski adı halkla ilişkiler, iletişim yönetimi, tanıtım, reklam gibi birbirine çok yakın ancak birbirinden farklı uygulamaların birbirine entegre ve daha görünmez, daha kurnazca yolları keşfetmesiyle birlikte ustalıkla uygulanmasıdır. Psikolojiye ait bir kavram olan “algı” nın “algı yönetimi” haline gelmesi günümüzde olumsuz yan anlamlar içermektedir. Büyülü bir gerçeklik yaratmak da insanın tarihi kadar eskidir; mağaraların duvarlarına gerçek olamayacak yaratıklar ve tanrı-krallar çizen ilk insanlar hatırlanacak olursa. Ancak duyanı, inananı, takip edeni, kesin inançlıyı yolundan çeviremeyecek bu illüzyonun “nasıl yaratıldığı” na dair hikâyeler, örnekler bu kitaptaki her araştırmacının merakını ve ilgisini farklı şekillerde çekmiştir. Elinizdeki bu kitap okuyucuya ele alınan konuları tarihsel bir sıralama içinde sunmaya özen göstererek tarih, iletişim, ekonomi, çeviri-bilim gibi sosyal bilimlerin farklı disiplinden kendinden önceki literatürde bulunmayan orijinal örnekler sunmayı vaat etmektedir.

Sorgulanmamış Bir Yaşam, Yaşamaya Değer Değildir

İnsanların büyük çoğunluğu kolaycılık eğilimindedir. Her şey için kısa ve rahat anlaşılır reçeteler isterler. Oysaki yaşama sanatı, kolaycılıktan nefret eder. Çünkü hazır kalıplar, yaşama sanatını indirger ve katılaştırır.

Anlamlı bir felsefi kavrayışı edinmek yaşamsal bir önemdedir. Deyim ye­rindeyse bu durum, can alıcı bir sorundur. Kimi insanlar bu yargıya, dudak kenarla­rındaki istihza kıvrımlarıyla küçümseye­rek gülebilirler. Ancak böyle bakanlar ya­nılıyorlar. Belirli bir yaştan itibaren haya­tımız için sürekli seçimlerde bulunmamız gerekir. Yaşamımızın ileri evrelerindeki ki­şisel doyumumuz, bu seçimlerin sahiciliği­ne bağlıdır. Yaşam bir defalıktır, yaşanmış bir hayatın müsveddesi olamaz. Diğer bîr deyişle, eski yanlışlarımızı temize çekemeyiz. O halde Nâzım ustanın dediği gibi,’yaşamak çok ciddi bir iştir, şakaya gelmez’ Seçimlerimizde yanılmamak için bizi varoluşsal doygunluğa götürecek olan, özden doğru değerleri bilmek gerekir. İnsani; büyük çoğunluğu kolaycılık eğilimindedir. Her şey için kısa ve rahat anlaşılır reçeteler isterler. Oysaki yaşama sanatı, kolaycılıktan nefret eder. Çünkü hazır kalıplar, yaşama sanatını indirger ve katılaştırır. Üstelik herkesin yürümesi gereken ayrı, kendine özgü bîr yaşama yolu vardır. Nietzsche, Böyle Buyurdu Zerdüşt adlı yapıtında, çömezleriyle birlikte yürüyen Zerdüşt’ü bir köşe başına geldiklerinde şöyle konuşturur: “Şimdi ayrılın benden, yadsıyın beni, hatta eni kötüleyin. Her birimiz kendi yolumu­zu yürümeliyiz şimdi”

Şimdi açıklamaya çalıştıklarım üzerinden, burada sizlere yaşama sanatı reçeteleri vermek yerine, varoluşsal bir aydınlanmada uyarıcı olabilecek iki yapıt önereceğim. Kuşkusuz bu yazıma, birçok başka değerli yapıt da eklenebilirdi. Belki sonraki yazılarımda bunlardan bazılarına de­ğinme olanağı bulabilirim. İlkin ABD’li va­roluşçu psikiyatr Irvin Yalom’un Varoluş­çu Psikoterapi adlı yapıtını öneririm. Irvin Yalom, psikiyatrik fenomenlere varoluş­çu yaklaşımı deneyen bir psikiyatrdır. Dolayısıyla düşünsel yaklaşımında da, yabancılaşma, anlam, anlamlı yaşamak gibi kavramlar önemli bir yer tutmaktadır. Sözkonusu yapıt, psikiyatri içerikli bir çalışma sanılmamalıdır. Yerinde bir söyleyişle, aslında bu yapıt, en mükemmelinden bir hayat bilgisi kılavuzudur. Bu kitapta, yaşama ilişkin hazırlop davranış kuralları, düsturlar önerilmemekte, aksine yaşamsal gerçeklik kavramı bütünsel ve makro düzeyde işlenmektedir. Burada, yaşantılama ve varoluşsal olanağın insana doğumla ölüm ara­daki bir süreyi kapsadığı tüm boyutla-gösterilmekte; yalnızlık, hastalık, ölüm gibi temel deneyimlerin dramatik konumlanışı (sınır durumları) çözümlenmektedir. Yalom yapıtında, görkemli bir entelektüel birikim sergilemektedir. Dostoyevski, Nietzsche, Rilke, Stendhal, Kierkegaard, Pascal, Heidegger vb. pek çok yazar ve düşünüre değinmekte, onlardan alıntılar yaparak yaşamlarına ve yapıtlarına göndermeler yapmaktadır. Bu nitelikleriyle yapıt, bence Yalom’un başyapıtıdır.

Tanıtacağım ikinci yapıt, Nazilerin ko­vuşturması sebebiyle, uzun yıllarını ABD’de sürgünde geçirmek zorunda kalan Alman psikanalist, toplumbilimci düşünür Erichh Fromm un, Sahip Olmak Ya da Olmak adlı çalışması. Bu kitapta Fromm’un düşün­sel evriminin olgunluk evresini, bütüncül bir sentezini bulabiliriz. Bu özelliğiyle ya­pıt, Fromm’un temel düşüncesinin aynı za­manda bir özetidir de. Yazarımız bu yapı­tında, çağımız insanını karakterize eden iki varoluş biçimini birbirinden ayrıştırmak­tadır. Birinci varoluş biçimi, sahip olma’ kipliğinde yaşayan insanı tanımlamakta­dır. Bu insan, kapitalizmin tüketim kültü­rünün içinde, kendine yabancılaşan ve va­roluşsal doygunluğa ulaşamayan insandır. Bu profildeki insana, çocukluğundan itiba­ren psiko-sosyal gelişim ve toplumsallaşma süreçleriyle ne kadar iktisadi değere sahip olursa o denli mutlu olacağı öğretilmiştir. Bu nedenle bu profildeki birey, ergin yaşa­mında olabildiğince didinip para kazanarak, olabildiğince yüksek bir tüketim marjı sağ­layarak mutlu olmayı amaçlayacaktır. Para, her ne kadar insanın geçim aracı olması, yaşamda tutunabilmesi ve maddi dünyası­nı zenginleştirebilmesi açısından gerekliyse de bu sınırlı bir yarardır ve insan için ye­terli olmaz. Üstelik çok yüksek paralar ka­zanmak, onları kazanabilen sınırlı sayıdaki mutlu azınlığın bile zamanlarının büyük bir bölümünü yutmaktadır. Böylelikle büyük bir çaba ve zaman karşılığında elde edilen yüksek mali olanaklar ‘boş zaman’ denilen kısa zaman aralığında çarçabuk harcanarak bîr doyum sağlanmaya çalışılmakta, bunun için pahalı zevkler, pahalı harcama kalem­leri edinilmektedir. Ancak tüm psikanalitik klinik bulgular, tüm olgusal veriler, bu yor­damın insanı, anlam duygusuna ve varoluş-sal esenliğe götürmediğini kanıtlamaktadır.

İkinci bir varoluş biçimi, ‘olmak’ kipliğin­de yaşayabilmektir. Bu kelimeden yalın ola­rak şunu anlamak gerekir: Kişi, yaşantı dün­yasının akışına, duyusallığa, sosyal iletişime ve bu iletişimdeki sahicilik rahatlığına, dik­katine, kendisini bırakabildiği ve buna bağ­lı olarak bunun diyalektik karşılığını göre­bildiği ölçüde mutlu olabilmektedir. 1844 El Yazmaları yapıtında Karl Marks’ın da belirt­tiği gibi, sevilen insan, sevgi yetisiyle, diğer insanlarda sevgi uyarabilen insandır. Sevgi yetisi olan insan başka insanlarca sevilir, de­ğerli bir insan gerçekten de değer görür. İn­sanlara güven telkin eden bir insanın var­lığının çevresinde, kendisine güvenilebile­cek insanlardan bir sosyal hale örülür. An­cak tüm bunlar, o kişi sahici olduğu ölçüde olanaklıdır. Yapmacık bir sevginin gerçeklik dünyasında gerçek bir karşılığı yoktur. Üre­tici ve yaratıcı varoluş biçiminde yaşayan bir insan, yaşamdan doyum sağlamayı amaçlar. Ancak bunu yaparken başka insanların do­yum ve anlam arayışlarını engellemeye kal­kışmaz. Bu düşünceyi Fromm un yapıtından bir örnekle açıklamak gerekirse: Fromm, ilk önce kırda mor bir çiçekle karşılaşan bir Batılı ozandan söz eder. Batılı ozanın ereği, mor çiçeği toprağından söküp bahçesine ta­şıyarak kendi mülkiyetine katmaktır. Sonra­sında Fromm, Japon bir ozandan söz eder: Japon ozansa pastoral bir uzamda karşılaş­tığı pek güzel bir sarı çiçeğin karşısında du­rarak, hayran hayran onu seyre dalar. Ak­lından o çiçeği toprağından söküp bahçesi­ne taşımak geçmez. Bu psişik deneyimleri­ni her iki ozan da yazdıkları şiirlerinde dile getirmişlerdir. Fromm bu şiirleri örnek ve­rir. Ayrıca eserinde, kapitalizmin doğal çev­re üzerindeki yıkımına değinir. Dünyamızın biyosferinin, flora ve faunasının karşı karşı­ya kaldığı riskleri açıklar ve bu büyük yıkım riskleri karşısında yegâne çıkış yolunun sa­hip ‘olmak’ kipliğindeki bir varoluş biçimin­de değil de ‘olmak’ kipliğindeki bir varoluş biçiminde olduğunu anlatır.

Korku ve Kaygı

Çağdaş Felsefede Kaygı Sorunu:

Kaygı sorunu çok değişik bakış açılarından incelenebilir. Dahası böyle inceleme zorunluluğu da var. Felsefi açı bunlardan yalnızca biridir. Felsefi açının en önemli ve temel noktayı oluşturduğunu iddia etmiyorum. Bir tıp adamının, bir toplumbilimcinin ya da bir siyaset adamının, kaygının somut ve gerçek sorunları hakkında bir düşünürden daha fazla şey söyleyebilecekleri kesindir. Felsefi yaklaşım zorunlu olarak genel bakış açısı içinde durur ve somutu ortadan kaldırmaya çalışır. Öte yandan felsefi yaklaşımın geri dönerek somutu ne kadar etkileyeceği de önceden kestirilemiyor. İşte bu nedenle çeşitli bilim dalları karşılıklı konuşmalarla bunu ortaya çıkarmaya çalışacaklardır.

Kierkegaard’ın Kaygı Kavramı adlı yapıtındaki korku ve kaygı ayrımından yola çıkacağım. Bu ayrım şöyledir: Korku belirli bir şeye yönelmiştir; nesneye bağlıdır. Kaygı ise hep belirsizdir; herhangi bir yönelimi olan bir “duygu” değil, nesnesi olmayan bir “ruhsal durum” dur. Korku ile kaygı arasındaki bu ayrım, dilsel ve psikolojik açıdan gerçekten sorunlu olabilir. Fakat ben sorunu yorum bilgisi (hermeneutik) açısından ele almak istiyorum. Çünkü tarihsel ilişkilerin ortaya konması açısından bu açıklama biçimi özellikle aydınlatıcı olabilir. Heidegger bu ayrımı Kierkegaard’dan devralmıştır. Ayrıca aynı ayrım Jaspers’de de karşımıza çıkar. O da şöyle der: “Korku belli bir şeye yönelmiştir, kaygının ise nesnesi yoktur.”

Korku ve kaygının bu ayrımından yola çıktığımızda şununla karşılaşırız: Özellikle Yunanlılar tarafından benimsenen klasik-antik düşünce korku görüngülerini tema edinirken, kaygı görüngülerini hiç dikkate almamıştır. Korku insanın düşmanı tarafından yok edileceği ya da en azından, zarar verileceği duygusundan kaynaklanır. Bu, insan olmanın bir parçasıdır, çünkü insan Tanrı’dan farklı olarak tehlikelerle dolu bir hayat sürdürmektedir. Korku duygusunun anlatımı Platon’da açık seçik görülmektedir. İnsan korkuyu ancak cesur olmakla yenebilir. O halde korku ahlaki bir kavram olarak karşımıza çıkmaktadır. Korku nesneye bağlı olduğundan, aşağı yukarı neden korktuğumuzu bilip, onu yenecek cesareti göstermemiz gerekmektedir. Bu yüzden bir hayvan “atak” olabilir, ama bir ahlaki bilinç olarak cesarete ulaşamaz. Korku Yunanlılar’da hiçbir zaman nedeni belirsiz bir Dünya kaygısına dönüşmemiştir. Yunan felsefesine göre dünya bütünlüğü bir düzendir ve bu kozmos “İyi” tarafından yönlendirilmektedir. Stoacılara dek gelen ve dünyaya güveni esas alan bu tavır, belirsiz bir dünya korkusunun da sürmesini sağlamıştır. Bu temel yaklaşım biçimi tarihsel örneklerle açıklanabilir. Tek bir kişinin yazgısı söz konusu olduğunda, sözgelimi Sokrates’in ölüme mahkûm edilişi ya da ?daha geç antik dönemi düşünelim? Seneca’nın Neron tarafından yok edilişi, gene salt tek bir kişinin yazgısı olarak karşımıza çıkar. Ama temel düzen, kişisel yazgıyı silip süpürür. Bu durum, Seneca’nın avutucu yazılarında açıkça okunmaktadır. Yazgısından korkuya kapıldığında, şöyle avutur kendisini: “Bu korkuyu aşarak, bakışımı büyük, kozmik düzene çeviriyorum.”

Dünya-kaygısının temeli tarihte ilk kez antik dönemin sonunda, inanç çağının doğuşu ile Hıristiyanlığın ilk yıllarında atılır. Yeryüzü Tanrı tarafından reddedilmiş bir yerdir; üzerinde düşmanımsı, şeytansı ve karanlık güçlerin egemenliği hüküm sürmektedir. Felsefe açısından önemli olan, artık ?burada Heidegger’in bir terimini kullanmama izin verilirse? “Dünyanın-İçinde-Olmak” olgusunun tek başına, kaygı doğuruyor olmasıdır. Yuhanna İncili’nde ise şöyle denir: “Dünya’da kaygınız vardır, ama tasalanmayın, çünkü ben Dünya’yı aştım.” Lütfen ilk sözcüklere dikkat edin. “Dünya’da kaygınız vardır.” Görüldüğü gibi dünyadaki varlığımız kaygının temeli olmaktadır.

Dünyaya yaklaşım biçimindeki bu kökten dönüşümün çeşitli nedenlerini ele alamayacağım. Bunlar kısmen siyasal ve toplumsal nedenlerdir: İnsan kendini İmperium Romanum’da [Roma İmparatorluğu] Yunan polis’indeki kadar güven içinde duymaz. Bu gerçeğin bir kez daha altını çiziyorum: Batı düşüncesinde ilk kez bu çağda, garip bir şekilde, belirsiz ve nesnesiz bir kaygılanma görüngüsü ortaya çıkmıştır.

Bu kaygı Hıristiyanlığın önkoşuludur. Yeni Ahit anlayışında, İsa’nın inancı sayesinde bu Dünya’yı aşacağı ve böylelikle Dünya-kaygısı’ndan kurtulacağı savunulur. Temelde dünyaya yabancı olan Hıristiyan, yine de belli bir özgürlük çerçevesinde dünyaya bağlanmakta, orada etkin olmakta ve ona güvenmektedir. Çünkü Dünya düşkün bile olsa, Tanrı tarafından yaratılmıştır ve Tanrı’nın koruması altındadır. Bu iki yönseme daha sonraki gelişmeleri belirler. Dünya’ya bağlanma yönsemesinin etkisi çok yönlüdür. Ben yalnızca bunlardan ikisini açıklayacağım. Kilise Devlet ile birleşerek, bu ve öteki Dünya’daki egemenliğini Tanrı tarafından onaylanmış bir düzen olarak belirler. İkincisi de çok önemlidir. Kozmik düzenden yola çıkan Yunan düşüncesinin biçimi, Hıristiyan inancını büyük çapta biçimlendirir.
Bunun sonucunda Dünya, görünmez Tanrı’nın kendini görünür hale getirdiği bir Dünya olur çıkar. Bununla beraber Dünya’ya olan bu göreceli eğilim, ortaçağ insanının kaygısını ortadan kaldıramaz. Tam tersine, bu kaygının biçimlerine boyun eğmek insanların temel görevi haline gelir. Özellikle rahiplerin tutulduğu garip bir hastalık vardır: Acedia. Bu konuda bana verdiği bilgiden dolayı Tübingenli Tıp Tarihi uzmanı Bay Brunn’a teşekkürü borç biliyorum. Bu hastalık tam anlamıyla kaygı demektir. Toplumsal olarak bunun nedeni, rahiplerin herhangi bir işte çalışmamalarında, boş durmalarında yatar. Rahipler ya herhangi bir iş yapmayacaklardı ya da bir iş yapmaları için izin verildiğinde, bu işte bir anlam aramayacaklardı. O döneme ilişkin metinlerde yer alan bilgiler hastaların huzursuz bir biçimde, kaygı içinde sağa sola koşuşturduklarından söz ediyor. Hastalar olağanüstü bitkin ve melankoliktirler, çünkü hesabını vermek zorunda oldukları bir günah içinde olduklarını düşünmektedirler. Burada diğer bir konunun da altını çizmek istiyorum. O dönemde kötü ve karanlık güçlerin varlığına gerçekten inanılıyordu.
Ortaçağ katedrallerindeki yarı hayvan, yarı insan şeklindeki ucube heykellerinin bu korkunçluğu nasıl dile getirdiğini düşünün. Ayrıca varlığı büyük bunalımlara yol açan Ölüm ve Cehennem kaygısına da dikkatinizi çekerim. İnsanlar bu Dünya’da ve bu Dünya’ya karşı yaptıklarından dolayı öteki Dünya’ya giderken hesap verecekleri inancındadırlar. Bu kaygı Tanrı’nın merhametiyle, insanlara öteki Dünya’da vereceği sonsuz mutluluklarla giderilebilir ancak.

Yeniçağın başlangıcında bu Hıristiyan bilinci geri planda kalmıştı. Dünya’ya karşı yeni ve o güne dek bilinmeyen bir güven doğmuştu. Dünya akıllıların anlayabileceği bir düzendi. Yani açıkça belirtmek gerekirse: akılcı yolla anlaşılabilirdi ancak. Genel bilince şekil veren, Descartes ve Galilei’den başlayarak, Alman idealizmine dek uzanan, bu temel inanıştı. Tarihin gelişim süreci içinde aklın, günden güne ön plana çıktığına inanılıyordu. Aydınlanma, bu karanlık inançların günden güne çöküşünü hızlandırıp tarihin sürecinde her zaman olagelmiş kurallarla ilerlemeye olan güvenci güçlendiriyordu. Hegel’in spekülatif felsefesinde bu Dünya-aklı düşüncesi zafer kazanıyordu. Hegel şöyle diyordu: “Gerçek olan akılcı, Akılcı olan da gerçektir.”

Tarihsel gelişimin süreçleriyle ilgili Hegel’e dek uzanan bu çizgiye dikkat çekmek bana gerekli göründü, çünkü kaygının 19. yüzyılda ve günümüzde oluşturduğu sorunun ancak bu şekilde açıklanabileceğini düşündüm. 19. yüzyılda Hegel’in ölümüyle başlayan değişimin esası, dünyanın akıl üzerine kurulduğunun asılsız olduğu düşüncesinin ortaya çıkmasında yatar. 19. yüzyıl, bilimin, özellikle doğabilimlerinin ve tekniğin zaferinin doruk noktasına ulaştığı bir dönemdi. Ama bu duygular, yine de güvensizlik duygusunun ortaya çıkmasını engelleyemedi. Bunun nedenini çok yönlü incelemek gerekir. Başlayan endüstrileşmeyle birlikte oluşan siyasal ve toplumsal sorunlar ve bunların beraberinde getirdiği son derece somut yaşam kaygısının artışı da hep göz önünde tutulması gereken şeylerdir. Burada yalnızca felsefenin bu güvensizlik duygusunu nasıl ele aldığına dair birkaç açıklama yapmakla yetineceğim. Önce Schelling’den söz etmek istiyorum.

Schelling’in son döneminde, dünyaya olan güvensizlik iyice ortaya çıkar. Schelling dünyanın önemli bazı yerlerinde akılcı ve mantıksal açıklamalar yapmanın olanaksız olduğunu, tam tersine her şeyin akıldışı ve anlamsız olduğunu keşfeder. Bunun nedeni de insanın kendisini anlayamaz duruma gelmiş olmasıdır: “İnsanın ve yaptıklarının dünyayı anlaşılır kılacağı şöyle dursun, daha insanın kendisi anlaşılamaz bir yaratık. Bu da beni zorunlu olarak varolmanın uğursuz bir şey olduğu ve bunun da eski çağlarda ve günümüzde acılı haykırışlarla kendini belli ettiği düşüncesine itiyor.” Bu sözün ruhsal açıdan bu denli önemli olmasının altında, felsefede ilk kez doğanın insan düşüncesi tarafından açık olarak ele alınamayacağı düşüncesinin ortaya çıkması yatar. Doğa kendi başına bir kargaşa, düzensiz bir zorlama, yani “kör bir irade” olarak görülüyor. Bu belirleme önemlidir ve değişimin göstergesidir. Kant için ise irade, pratik akıl ile özdeştir ve bu aklın derinlerinde de güdüler yatar. İrade sadece içgüdüsel katmanlarla özdeşleştirilmekle kalmaz, tek başına da büyük bir güç haline gelir. Bu kavram Schopenhauer’de açık seçik görülür; Nietzsche ise iradeyi tanımlarken, “Güçlü Olma İradesi” deyimini kullanır. Bu yaklaşım günümüzde de önemli bir rol oynamaktadır. Öte yandan Freud ile Scheller’i göz önüne alalım. Scheller bu güdülerin alt katmalarını hayatta en güçlü öğeler olarak görmüş ve Tin’in kendi başına bir yaptırım gücü olmadığını iddia etmiştir.

Tin ile güdünün yer değiştirmesi Schelling’in son döneminde ortaya çıkar. Schelling bu doğal ve karanlık gücün insanlar için en az Tin kadar gerekli olduğunu vurgular. Her iki öğenin birlikteliğe ulaşması zorunluluğundan söz eden Schelling, bu iki öğeden birinin insan üzerinde egemen olması halinde, o insanın yok olacağını ileri sürer. Bir insanın içinde doğal Güç’ün serbest bırakılmasının, şartlar ne olursa olsun o insanı çılgınlığa ya da intihara dek sürükleyebileceğini iddia eder. Tin’in egemenliği durumunda ise o insan tüm canlılığını yitirip, solarak çürüyecektir. Tanrı ise Doğa ve Tin’in birlikteliğidir. Fakat insan Schelling burada Hıristiyan öğretisini izler Tanrı’ya yüz çevirerek bu birlikteliği yok etmiş ve hem kendini, hem de tüm Kâinatı bir kargaşaya sürüklemiştir. Kuralsızlık ve Biçimsizlik geçerlilik kazanmış; uyumsuzluk, bütün bağlantıların çözülüşüne değin varmıştır.

Organizma Schelling’in ilk yıllarında düzenli bir bütünlüğün en eski örneğini oluşturacak denli önemliydi şimdi yalnızca hastalık ve ölüm açısından değerlendiriliyordu. Schelling insanın yapısını, egoistliğe olan eğiliminin, yani kötüyü sevmesinin belirlediğini açıklar. İyi olan, der Schelling, insanlar için ben’inden kurtulmaktır, bu da özgürlüktür ve insan ancak bu yolla kendini Dünya’ya ve diğer insanlara açabilir. Buna karşılık Kötü ise kişinin kendi içine kapanıp radikal bir biçimde ilişki kurmak istemeyişidir. Bu Kötü de kendine özgü bir hazzı içermektedir. Egoistlik sonucu kendini her şeyden koparan insan kargaşaya özlem duyar. Ama insan aynı zamanda somut olarak bütün düzenlerin kökenine geri gidip, biçimleştirilmiş her şeyi yok etmek zevkine varmak istemektedir.

Schelling şöyle der: “Bu zevk insanın sanki uçurumun kenarındaymışcasına başının dönmesine neden olurken, gizemli bir ses de onu aşağı çağırmaktadır.” Schelling’in aynı zamanda yaşamın kaygısı olarak belirlediği bu haz üzerine söyledikleri yer yer zor anlaşılmaktadır ve Jakob Boehme’nin mistik anlayışının karanlık ifadelerine bürünmüştür. Fakat şurası gerçek ki, olayları dâhiyane bir şekilde derinliğine kavrayışı Nietzsche ve Freud’u çok etkilemiştir. Ben yalnızca yaşam kaygısı ile kendini yok etmekten duyduğu zevk ve vahşeti nasıl birbirine bağıntılı olarak incelediğini anlatmak istiyorum. Vahşet, der Schelling, ruhun, doğal zevk ve doğal şehveti ortadan kaldıran bir sapıklığıdır. Yıkıp yok etmeye duyulan arzu haline gelen Kötü, serbest bırakılır ve bundan var olduğu şekilde zevk alınır. Fakat bunun arkasında da son bir kaygı yatar. Bu da şudur: İnsanlarda varoluşlarının gerçek nedeni olan bir Güç vardır. Bu Güç ahlaki anlamda ilkin çifte anlamlıdır. Bu Güç serbest bırakılıp istediklerini yapabildiğinde her türlü düzen ve sistemi yok edebilecek güçtedir. Schelling işte buradan Mitler Dünyası’na bir geçiş yolu bulur. Yorumu şaşılacak derecede günceldir. Mit’lerin anlattığı Güç’ler, sanki dışarıdan geliyormuş gibidir, ama aslında bunlar insanın serbest bırakmış olduğu kendi olanaklarıdır. Schelling’den bu kadar söz etmeyi yeterli görüyorum ve bu konudaki en önemli noktaya değinmek istiyorum: Bu görüş Dünya’nın mutlak olarak akla uygunluğuna duyulan Kuşku ile ortaya çıkmıştır. Bu, akıldışı ve içgüdüsel olanın, akıl yoluyla anlaşılabilir olmayan şeyler olarak keşfiyle içiçe girer. Ama esas önemli olan nokta şudur: İnsan karşı koyamadığı bu karanlık-kargaşanın kendisini alt edeceğinden kaygı duymaktadır. İşte o zaman yöneten artık insan olmayacak ve yok eden bu güç, kesin bir üstünlük kazanmış olacaktır. O halde kaygı, insanın artık aklıyla kendi kendisinin efendisi olamamasından duyulan kaygıdır. Schelling bu kaygıyı radikal bir biçimde şöyle tanımlar: “Yaşamın ve varoluşun temel taşı, korkunç olandır.”

Schelling’e bu kadar yer ayırışımın nedeni felsefede kaygının biçimlendirilmesinin onunla anlaşılır duruma gelmesidir. Kaygıyı temel sorun haline getiren tüm düşünürler, nesnesi olmayan bir Dünya-kaygısı’ndan yola çıkarlar. Fakat bunu genel bir kaygı olarak somutlaştırırlar. Bu aynı zamanda belirgin bir kaygıdır ama, önceki ayrımlarımızdan yola çıkarsak, belirli bir nesneye bağlı olan Korku’ya henüz benzememektedir. Burada, Kierkegaard, Heidegger, Sartre ve Jaspers’e bakabiliriz. Kierkegaard Dünya-kaygısı’nı özgürlükten kaygı olarak somutlaştırır. Heidegger, Kierkegaard’dan daha radikaldir ve kaygıyı Dünyanın-İçinde-Olma kaygısı olarak betimler ve ardından gene bu kaygıyı ölüm karşısındaki kaygıya dönüştürür. Heidegger ve Kierkegaard’dan etkilenen Sartre ise kaygının kesin olarak eylemlere ilişkin olduğunu ileri sürer, çünkü ona göre varolan İnsan ilk önce eylemleriyle kendine düzenli bir Dünya kurmak zorundadır. Jaspers’de ise kaygının değişik biçimlerine dikkat çekilir. Fakat bütününde kaygı, varlığın içine gizlenmeye yol açan bir geçiş noktası olarak karşımıza çıkar.

Dünya’da varoluşun güvensizliği Kierkegaard tarafından şu sözlerle betimlenmiştir: “İnsan hangi ülkede olduğunu koklayıp anlamak için parmağını toprağa sokar. Parmağımı varoluşun içine sokuyorum; hiçbir kokusu yok. O halde neredeyim ben? ‘Dünya’ ne demek? Kim beni bu Bütün’ün içine çekti ve böyle yalnız bırakıverdi? Niçin bana hiçbir şey sorulmadı? Niçin ruh pazarlayan bir satıcının malıymış gibi ben de gelip sıraya dizildim?” Bunun anlamı şudur: İnsan’ın Dünya’da varoluşu, Hegel’de olduğu gibi ideal bir düzenin sürdürülmesindeki anlamlı bir katkıdan çok, anlaşılamayan ve açıklanamayan bir saf olgu olarak görülmektedir. Bu yaklaşımın nedeni de Dünya’nın artık güvenilir ve düzenli bir bütünlüğünün kalmamış olmasıdır. Söylemiş olduğum gibi bu Dünya-kaygısı somut olarak özgürlükten kaygı duymaya dönüşür. İnsanın kendi hayatını yalnızca kendisinin yönlendirmek zorunda olduğunu anlaması, Kierkegaard’da, insanı kaygıya iten çağdaş olgu olarak ortaya çıkar. Kierkegaard Kaygı Kavramı adlı ünlü yapıtında, kaygının günahla ilgisini diyalektik olarak çok kesin bir biçimde açıklamıştır. Günah ortaya çıkmadan önce insan suçsuzdur, yani kendi varoluşunu henüz “tinsel” olarak kavrayamamıştır. Kierkegaard’a göre Tin, insanın yalnızca kendisine karşı sorumlu olmasıdır ki, bu da karar verme durumundaki özgürlükle eşanlamlıdır. İlk günah karşısındaki suçsuzluk, düşle kıyaslanabilir. İnsan özgürlük gerçeğini salt bir olanak olarak düşler, ama bu olanak da onu kaygılandıran şeydir. Bu kaygı temelde diyalektik olarak çift anlamlıdır, der Kierkegaard: çekici bir iticilik ve itici bir çekicilik… Ve ekler: “Kaygı çekicidir; çünkü kaygı insanı kendine çeker ve bağlar. İnsan, özgürlüğü, yaşamı hakkında yalnızca kendisinin karar verebileceği bir olanak olarak görmektedir. Bu da ona cazip gelmektedir. Kaygı aynı zamanda da iticidir. İnsan kendisinde bir Tin olduğunu kavradığında, düşlerdeki ilk günahsızlık sona erecek ve böylece insan kendi varoluşunu sırtlayıp taşımak zorunda kalacaktır. Hâlâ düşler içindeki Tin’in kendisinden, daha doğrusu, kendi gerçekliliğinden duyduğu kaygının yarattığı çifte değerli bu durum, olayları en uç noktaya kadar götürür. Böylece insan düşlerinden hiç de akılcı olmayan keyfi bir sıçrayışla uyanacak ve kendini insan olarak algılamaya başlayacaktır. Artık varoluşu salt karşıtlıklardan oluşacaktır. Oysa suçsuzluk durumunda Beden ile Tin arasında bir karşıtlık söz konusu değildi. İnsan kendini Tin olarak algılamaya başladıktan sonra, Tin ile duyusallık ayrımını da yapmaya başlamıştır. Duyusallık burada salt cinsellik anlamındadır. Kierkegaard insanlarda Tin’in oldukça üst düzeyde bulunduğunu kabul etmiştir ama, bu Tin hiçbir zaman mutlak anlamda egemen olamayacak ve her zaman Beden’e bağlı kalacaktır. Yaptığı bir açıklamada da Tin’in salt cinsel anlamda varolmasının onda utanç yarattığını ileri sürmüştür. İnsan Tin’i, o halde, Beden ile sürekli bir çatışma halindedir. Tin bedeni apayrı, karşıt bir şey olarak görmektedir, ama ona bağımlı olduğunun ve onsuz yapamayacağının da farkındadır. Burada görülen şudur: Diyalektik sıçrayıştan sonra kaygı yok olmaz, tam tersine güçlenir. Diyalektik sıçrayıştan önce ise kaygı suçsuzlukta yaşamaktadır, bilinçsizdir. O halde kendinin tinsel yapısını anlayan insanın, kaygıyı yansıtırken, acısı da artmaktadır. Burada Kierkegaard yansıyan kaygı üzerine somut bir görüngübilim geliştirir. Özellikle belirtmek istediğim şey, genel Dünya-kaygısı’ndan yola çıkarak, kesintisiz somut kaygılara varabilmesidir, örneğin psikosomatik olarak görülen kaygılar gibi. Yorumları bir yandan spekülatif, bir yandan da görüngüseldir. Kierkegaard sürekli olarak bu çağdaş kaygı ile Yunan bilinci arasındaki zıtlıklara değinir. Örneğin antik heykelciliğin tersine, çağdaş heykelcilikte insan yüzünün önem kazanışını vurgular. Bunun nedeni de Yunanlılar’da, özellikle Tragedya’da belirginleşen nesnel acının, günümüz bilincinde öznel bir acıya dönüşmüş olmasıdır. Bu acı da salt Tinsel ve insanın iç dünyasına ait bir olgudur ve kendini ancak insanın yüzünde dışa vurur. İşte burada Kierkegaard kaygıyı Hıristiyan bilinciyle ortadan kaldırmaya çalışır: Tanrı kendini İsa’da görünür kılmıştır ve İsa’nın Dünya’ya gelmesinin nedeni, insanın Dünya’ya bağlı kalmaksızın Dünya’da yaşayacak duruma gelebilmesini sağlamaktır.

Heidegger’de ise kaygıdan Hıristiyan inancıyla kurtuluş yolu kesin olarak ortadan kalkmıştır. Heidegger ?bu bağlamda yalnızca ilk dönemindeki Heidegger’e değinmek istiyorum? kaygının ontolojisini yapmıştır, yani kaygıyı insanın varoluşundaki temel öğe olarak görmüştür. Tarihsel açıdan baktığımızda, yaptığı çözümlemelerin gerisinde Augustinus, Luther ve Kierkegaard gibi düşünürler olduğunu ve en önemlisi dünyadaki varoluşun güvensizliğinin belirlediği çağdaş bilinci görürüz. En önemli yapıtı Sein und Zeit’da (Varlık ve Zaman) gösterdiği gibi, Varoluş, her zaman kesin bir veri olarak ortadadır. Heidegger, insanların varolmak zorunda kalma gibi bir durum karşısında bulunduklarını savunur. Varolmanın içine atılmış olmayı en güçlü duyumsatan şey, kaygıdır ona göre. Kaygıda söz konusu olan, saf bir olgu olarak Dünyanın-İçinde-Olma’dır. Kaygının temel bir yaşantı olarak yaşanmasının ortaya koyduğu gibi, iç ya da dış Dünya’ya ilişkin her güvencenin altında bir güvensizlik duygusu yatmaktadır, bu da varoluşun varoluş olarak içine düştüğü bir durumdur. Heidegger’in kullandığı canlı dille söylenecek olursa; Varoluş kendisinin aslında bir “Hiç” olduğunu yaşamak için tam da bu güvensizliği yüklenmek ve taşımak zorundadır. Kaygı’yı öğrenmek “olumlu” bir durum olarak değerlendirilir. Ama insanoğlu bu kaygıyı sürekli beraberinde taşıyamaz, onun üstesinden gelebilmelidir. Bu bakış açısı Nietzsche’yi andırmaktadır: Kaygı, korkak ve ürkek olanda değil, cesur olanda ve kendini tehlikeye atanda ortaya çıkar. Burada asıl anlatılmak istenen ölüm kaygısıdır. Dünyanın-İçinde-Olma’nın kaygısını duyumsamak istemeyenler, Varoluş’un temel Güvensizliği’ne katlanamayanlardır, bunlar ölümü gözardı ederler. Kendilerini sürekli “daha uzun bir süre ölmem” diye avuturlar. Bu asılsız Varoluş biçimine karşılık asıl Varoluş ise ölüme gidebilmek ya da “Ölüm İçin Varolmak” diye belirlenmiştir. Bu Varoluş biçiminde, ölümün her zaman gelip Varoluş’u sona erdirebileceği fikri hakimdir. Asıl Varoluş, kitle içindeki çözülmüşlüğünden ?Heidegger “adamın-biri”nden söz eder? kurtulup, kendi benliğini bulan bir kişi olur ve böylece ölüm ve yok olma kaygılarını yener. Şimdi Heidegger’in Varoluş ve Zaman adlı yapıtından ölüm çözümlemesiyle ilgili bir bölümü aktarıyorum: “Çıkıp gidebilmek, varoluşa, adamın-biri oluşu içinde yitmişliğini gösterir ve onu, güvenceye alınmışlığa dayanmadan, kendi kendisi olma olanağıyla karşı karşıya getirir; hem de, adamın biri oluşu yanılsamalarından kurtularak, kesinlikle bildiği ve onu kaygılandıran ölümünün özgürlüğü içinde.”
Sartre da Kierkegaard ve Heidegger’e döner. Fakat bu dönüşe kendi ağırlığını da koyar. Onda Dünya-kaygısı, geç antik dönem dinsel Dünya-kaygısı olgusundan çok daha açık seçik bir biçimde belirlenmiştir. Çünkü daha önce belirttiğimiz gibi dinsel Dünya-kaygısı yüce bir “Kurtarıcı”yı devreye sokmaktadır, ama günümüzde bu yüce Kurtarıcı’nın bizi günahlarımızdan arındıracağına inanılmamaktadır. Sartre’ın varoluşçuluğu, sonuçlarını, tanrıtanımaz hale gelmiş bir dünyadan çıkarır.. Bunun somut anlamı şudur: İnsanın eylemlerini yönlendirebileceği Değerler bağlamında bir Dünya yoktur. İnsan özgürdür, eylemde bulunmak zorundadır; ancak, değerleri kendi kararlarıyla belirleyecek bir biçimde. Sartre işte bu eylem diyalektiğine dikkat çeker. Eylem biçimlerini planlı olarak seçip, kendim karar veriyorum. Fakat bunu yaparken sürekli “Bütün”ü de düşünmek zorundayım. Yani kendime şunu sormak zorundayım: Tüm Dünya böyle mi davranmak zorunda? O halde önemli bir sorumluluk taşıyorum demektir, çünkü her önemli karar “Bütün”ü içermektedir. İşte kaygının yerleştiği yer burası. Yücelik kavramına sığınamam, çünkü bu kaygı kendi eylemimdeki güvensizlikten ileri gelen kaygıdır. Ve eylemlerimden diğerleri adına sorumlu olduğumdan, çok ağırdır bu kaygı. Evet, aynı zamanda bu kaygıya evet demek zorundayız, diye açıklar Sartre. Ona göre Kaygı ve Sorumluluk birbirinden ayrılamazlar. Şöyle der: “Kaygı bizi eylemlerimizden ayıran bir perde değildir. Tersine eylemlerimizin bir bölümünü oluşturur.”

Jaspers ise kaygı olgusuna çok değişik bakış açılarından bakar, ama ona göre kaygı temelde yalnızca iki biçimde belirir: Biri salt yaşam kaygısı, ötekisi varoluşa ilişkin kaygı. Yaşam kaygısı ölümden duyulan kaygıdır. Tüm yaşama gücünü harekete geçiren ve yok olma karşısında duyulan bir ürpermeden çıkan kaygıdır. Varoluş kaygısı ise çok daha derine iner. Jaspers özellikle bunu irdelemiştir. Bu kaygı aslında belirsizdir, çünkü herkes bunu kendi deneyimlerine göre yaşar. Bu, kendimin gerçekte sahici kendim olup olmadığımdan duyduğum kaygıdır. Sahici Varoluş’un kendini gösterebilmesi için, bir aşkınlığın beni desteklemesi gereklidir, yani koşulsuz bir kökene dayanmam gerekir, oysa bundan hiçbir zaman tam olarak emin olamam. Kaygı gereklidir, çünkü kaygı olmayınca insan ancak görünürde güvencededir. Jaspers için, Varoluş ile Metafizik alanında bilginin hiçbir güvencesinin olmadığı ve olamayacağını gösterebilmek çok önemlidir. Örneğin: Ölüm, tıbbi bir sorun olarak, bir bilim görüngüsüdür, ama bir yakınımın ölümü ya da kendi olası ölümüm, tüm bilgilerin ötesindedir. Dogmatik olarak ölümden sonra yaşamı savunan tüm felsefi ve dini öğretiler, kesinlik sunduklarını savlamakla, birer yanılsama olduklarını gösterirler. Kaygı, varoluş açısından, nesnel güvencenin yok edilmesi olarak ele alınırsa, kabul edilebilir, ama ?burada diyalektik devreye girer? kaygı bu açıdan son kesinlik olarak gösterilmemelidir. Yani Varoluş, kaygının içinde varoluş kapılarını açık tutmalıdır; varoluş kendisini anlaşılamaz biçimde sunar. Jaspers’in dili burada özellikle duraksamalı ve bilinçli bir biçimde çok anlamlı hale gelmektedir: “Kaygısız bir Varoluş’a sıçrayış boş bir olanak olarak görünmekte: atlamak istiyorum, ama karşı kıyıya ulaşamayacağımı ve dipsiz bir uçuruma, en son kaygının içine yuvarlanarak yok olacağımı şimdiden biliyorum. Kaygıdan dinginliğe sıçrayabilmek insanoğlunun yapabileceği en büyük iştir. Bunu başarabilmesinin nedeni, kendi varoluşundan başka bir yerde aranmalıdır. İnancı onu yüceliğe sıkı sıkı bağlar.” O halde Jaspers’in yaklaşımında kaygı, bir kez daha metafizik ve dinsel gelenek anlamında belirmektedir. Yücelik kaygıdan kurtarır ve dinginliği sağlar, ama bu Yücelik de nesnel olarak bilinemediğinden, kaygı da ortadan kalkamaz… Mutlak anlamdaki Dinginlik ancak doğru olmayandan çıkar. Oluşabilmesi ancak “kaygının gözlerimizi kapaması yüzündendir”. Bu nedenle kaygı, dinginliğin “gizli ama aşılamamış nedeni” olarak kalmak zorundadır.
Konuyu burada noktalamak istiyorum. Sizlere tarihsel gelişimin belirlediği bazı temel yönsemeleri göstermeye çalıştım. Karşımıza şu çıktı: Felsefi açıdan kaygı sorunu Dünya karşısındaki tavıra bağlanan kesinlikle ilintili. Dünyanın “insan için” anlamlı olarak varolduğu bir yer, bir Kozmos olduğunu kabul edersek, belirli tehditler anlamında korku var olsa bile, Dünya’nın Varolması’nı ilgilendiren kaygıya yer kalmayacaktır. Bu kaygı, tarihsel gelişim sürecinde iki kez ortaya çıkmıştır. Birincisi Antik dönemin sonundadır. Burada görünen Dünya-kaygısı Hıristiyanlığın temel ilkesidir ve Hıristiyanlık öğretisine göre İsa’ya inanç ile ortadan kaldırılabilir. Dünya-kaygısı’nın ikinci kez uyanışı ise, 19. yüzyılda akılcı Aydınlanma çağındaki dünya güvencesinin zayıflamasıyla ortaya çıkmıştır. Bu gelişim bizleri bugün bile yönlendirmektedir. Bu yüzden Dünya karşısındaki tavırdaki güvensizliği gündeme getirmek bana önemli göründü. Bu da ancak kaygının çok çeşitli görünümlerini ?felsefi açının da ötesinde? yakalamakla olabilirdi. Bu yol gösterme de kuşkusuz atılan ilk adım olacaktı. Fakat ikinci adım da şunu içermektedir: İnsan, içinde yaşayabileceği ortamı kendisi yaratan ve yarattığı bu düzenin sorumluluğunu da kendi omuzlarında taşıyan bir yaratıktır. Fakat sorumluluk taşıyan bu tür bir “düzenleme” tarih ile bağıntılı bir olaydır, yani bunun etkin olabilmesi için tarihsel ortama uygunluğu gerekmektedir. Bu ortamın yapısını öncelikle tarihsel doğrultuda ele almak zorunludur.